Batı dil bilginleri genellikle İslâmî tıbbı iki münferit gelenek, İslâm öncesi Galenik tıp ile Nebevî tıptan ortaya çıkmış diye tarif etmişler. Genellikle kısaca Galenik tıbbî sistemi, hıltî patoloji idi: Al ahlât, dört hılt, ezcümle kan, balgam, sarı ve kara safranın dengesi sağlığı sağlıyordu; dengenin bozulması ise hastalığa yol açıyordu.
İslâmî “altın yılı”, VI/XII. yy.da inhitat sath-ı mailine girmişti, şöyle ki yeni ve içten doğan yaratıcılık artık yaşanmıyordu. İşbu yaratıcılık yokluğu, İslâmî tıpta da kendini gösterecekti.
Galenik tıp zevale gittikçe, İslâmî tıbbın öbür geleneği, yani nebevî tıp geleneği, artan şekilde kendini ispat edecekti. Tıpta, din ve felsefede olduğu gibi bilgi ve katiyet üzerine dayalı Yunan geleneğini karşılamak üzere, bütün bunların ancak ifşa yoluyla elde edilebileceği varsayımı yerleşecekti.
İbn Haldun (ölm. 809 / 1406), işbu nebevî tıp geleneğinin “kesinlikle bir tanrısal ifşanın parçası olmayıp… (İslâm’ın zuhurundan önce) mutat olarak Araplar arasında uygulanan bir şey” olduğunu iddia ediyordu. Yani bu, “şarlatanlığın dindarâne kılık değiştirmesi” oluyordu. Bununla birlikte tıbb-ı nebevî, inhitat sath-ı mailinde bulunan Galenik tıbbın etkisiyle XIII. ve XIV. yy.larda artan bir cazibe kazanmıştı, bütün astroloji, simya, sihir… yanlarıyla. Başlardaki gayrimüslim anasırın, “Arap tıbbı”na büyük katkısı da dikkat nazara alındığında ortaya çıkan referans çerçevesi içinde artık Arap denebilecek bir tıbbın var olmadığı sonucuna varılıyor. Keyfiyet, evleviyette On iki İmam’lı Şiî İslâm için de doğru olmalıdır, şöyle ki Şiî tıp, İmamların beyanlarına göre gelişmiştir. Şia[1], Sünni İslâm’ın aksine, “hastalığın sızı ve rahatsızlığını” çekmeye ve tabibin yardımına ancak “hastalığın tedavi kabul etmez ve ağrı ve sızının tahammül edilmez hale gelmesi” durumunda başvurmayı teşvik ediyor. Şia, “doğal sağaltmaları alttan alıp cefa çekmenin değerini vurguluyor”.
Ünlü Michael W. Dols, nebevî tıbbı şöyle anlatıyor: Üç unsurun karışımı…: Arap bedevilerinin halk (folk) Tıbbı, hıltlar, mizaçlar, nitelikler gibi dillerde dolanıp duran Galenik kavramların kabulü ve nihayet, hepsinin üstünde tanrısal ya da doğaüstü sebepler.
Şiî metinlerde başlıca organlar, hayvan idrarı ve insan kanı sağaltıcı olarak zikrediliyor. İlâç olarak da çeşitli bitkisel karışımlar, çorbalar, hayvanî yağ, şeker ve bal görülüyor. Keza, zemzem suyu, ya da İman’lardan birinin mezarının toprağı gibi aslında zararsız unsurlara da sihrî nitelik atfedilmiş.
Ehl-i Beyt İmam’ları ruh ve bedenin tabipleri idiler. Bunlar Müslüman cemaatinin bedenî ve inançlarının sıhhati ile ilgili olup tıp öğrenimini teşvik etmişlerdi. Hz. Ali, bunu (tıbbı) fıkıh bilgisi ile birleştirmişti: “Dört türlü bilgi vardır: Dinler için fıkıh, bedenler için tıbb, diller için gramer ve mevsimler için yıldızların (etüdü)”.
Beşinci imam El–Bakir şöyle demiş: “Arapların tıbbı yedi çeşittir: Boynuz–hacamat (al-hujjam), tenkiye uygulaması (al-hukma), buhar banyoları (al-hammâm), kan alma (al–a’sel) ve nihaî devâ, dağlama (al-kayy). Bazen bunlara ek olarak, kil (al-nûra) tatbiki zikrediliyor[2].
***
İslâmî tıp alanında dolanmamızı sürdürüyoruz.
Mısırlı tabip Ali İbn Rıdvan (998–1068), İslâm entelektüel tarihinde nadir olmayan bir hadiseye kendi kendini yetiştirmiş bilgine misal oluyor. Ama resmî eğitim almamış olmasını bir eksiklik olarak görmenin uzağında İbn Rıdvan, çeşitli eserlerinde, tıbbı doğruca Yunan ustalarından, ezcümle Hippokrates ve Galenos’tan öğrenmenin, çağdaş hocalar ve yeni icmallerden öğrenmeye tercih edilmesinin gerektiğini savunuyor. İstihfafına, modern araştırmacıların çok değer verdikleri mütercim ve tabip Hunayn İbn İshak (808–873) ile Abû Bakal–Râzî (ölm. ykl. 925)’yi de dâhil ediyor. Antikçağın büyük simalarının tâzimi ve modernlerin (yani İslâmî) “tefessühü”nün istihfafı, İbn Rüşd’ün Aristo’ya nerede ise tapması ve büyük selefi İbn-i Sînâ’yı küçük görmesini hatırlatıyor.
Tahmin edilebileceği gibi İbni Rıdvân’ın Yunan öğretisine karşı tavrı birçok polemiğe yol açmıştı.
Bunlardan biri, Bağdatlı tabip İbn Butlan ile olan tartışmasıdır. Bunda İbn Rıdvân, Tunuslu tabip İbn al–Jazzâr’ın (ölm. ykl. 980), Mısır’da hastalığın (yani salgının) sebebi üzerindeki görüşlerine karşı çıkıyor. Her ne kadar genel olarak Mısır’da, özellikle başkentte, koşulların ideal olmaktan uzak bulunduğunu teslim etmekle birlikte İbn Rıdvân, yerli halk ile çevre arasında ekolojik dengenin vurulduğunu savunuyor. Aksi halde, İbn Jazzar’a bakılacak olursa, Mısır hava ve suyunun zararlı olduklarına inanılacak. O ise ki bu takdirde “Mısır’da vebâ sürekli olacaktı ve tüm halk ölecekti” …[3].
***
Bizans uygarlığının İslâm uygarlığı üzerindeki entelektüel ve kültürel etkisi, halifeliğin merkezi Akdeniz’den Mezopotamya’ya kayana dek ortaya çıkmadı. Bağdat’ta Abbasîliğin kurulmasından yarım yüzyıldan biraz fazla bir zaman sonra, özellikle Halife Memun’un saltanat dönemine (813-833), Yunan metinlerinin önemli bir külliyatının çevrilmesi, bu metinlerin içeriklerinin anlaşılıp öğretilmesi yoluyla, Bizans uygarlığının Helenistik mirasından parçalar İslâm uygarlığına aktarıldı ve yeni süreç başladı.
Halife Memun, Bağdat’ta, Beytü’l–Hikme, yani Bilgelik Evi’ni kurdu. Burası, güçlü malî desteğe sahip bir araştırma enstitüsüydü ve Yunan yazını, dili ve eğitiminin önde gelen âlimleri, Yunan metinlerinin Arapçaya çevrilmesi amacıyla bir araya getirilmişti.
Halife niçin aniden Helen uygarlığının entelektüel geleneklerine dönmüştü? Müslümanlar bu geniş uygarlığının hangi kesitini uygun bulmuşlardı? Bu etkileme sürecini etkileyen mekanizmalar neydi? Ve son olarak da, bütün bunların İslâm uygarlığı üzerinde etkileri ne olmuştu?
Kültürel alışveriş aslında işlevsel bir olgu olup istiare edilen (ödünç alınan) unsurları istiare edenlerin toplumunda çeşitli işlevler görür. İslâm toplumu, ödünç aldığı gelenek ve malzemelere kullanım alanları bulmuştu. X. yy. Arap yazarı İbnü’l Nedim, dönemin halifeliğinde yaygın ve geçerli bilgilerden oluşan “Fihrist”inde, Helenizmin İslâm uygarlığına etkisi olan kısmının belirgin bir tanımını yapıyor. Halife ve saray çevresine göre en önemli ve başat olan kesim, Yunan tıbbıydı. Bu nedenle çevirmenler, Yunan Tıp külliyatının önemli bir bölümünü çevirmeleri için teşvik edildiler. Çevirilen yazarların en önemlisi Galenos’tu. Onun yüz yirmi sekiz tıbbî araştırması Arapçaya tercüme edildi ve hemen ardından da tıbbî gelişmelerde bir devrime yol açtı. Geç Antik Yunan’ın öbür tıbbî metinleri de Arapçaya çevrildi. Bunları astronomi, aritmetik, geometri, coğrafya ve sair bilim alanlarındaki çalışmaların tercümesi takip etti. Felsefe alanında ise çevirmenler Aristoteles’in yazılarının büyük bir kısmını, Eflâtûn’un diyaloglarının sadece dört veya beşini, Plotinos’un ve Nev-Eflâtûnî öbür feylosofların çalışmalarını aktardılar.
Öncelikle, Bizans uygarlığındaki Hristiyan unsurlardan genel olarak uzak duran Müslümanlar, özellikle bu uygarlığın eski Helenistik mirasından etkilendiler. Ama bundan istiare etme süreci bile işlevselliğin kurallarıyla sınırlı kalmıştı. Tıp, fen, aritmetik, geometri, coğrafya ve astronominin özel uygulama alanları vardı ve bütün bunlar geniş Arap imparatorluğunun yöneticilerine doğrudan yarar sağlıyordu. Felsefeye gelince; Bunun uygulanabilirliği, doğrudan yararı ne olabilirdi? Buna yanıt pek açık değil. Özellikle Aristoteles’in eserlerinin, göğün, yerin ve suların bilimlerinden oluşan muazzam bir epistemolojik (bilgi kuramına değgin) ufku vardı. Bu ufuk, daha çok muhakeme (usa vurma) ve mantık yöntemi gibi soyut konuları kapsıyordu. İslâm uygarlığına güçlü bir giriş yapmış olan Galenos’un “En iyi fizikçi (yani tabip), aynı zamanda bir feylasoftur” sözü unutulmayacaktır.
IX. yy.da Helen uygarlığının İslâm uygarlığına geçişi, Suriye Helenizmi sayesinde olmuştu. Süryanîce konuşan Hristiyanlar, hem Monofizitler, hem de Nasturîler çok uzun zaman önce İskenderiye’deki geç Yunan okulunun müfredatını benimsemişlerdi. Böylece halifenin topraklarının büyük bir kısmında standart kalan işbu müfredat uyarınca Yunanca öğrenmişlerdi. Tıp, uzun süre Suriye Hristiyanlarının tekelinde kalacaktı. Yunan metinlerinin özellikle Suriye dilinden Arapçaya çevrilmesinde önemli rol oynamışlardı. [4]
[1] Bu konunun ayrıntıları için bkz. Burhan Oğuz. – Türk halk düşünce ve hareketlerinin ideolojik kökenleri, İst. 1997, passim.
[2] Andrew J. Newman (ed.). – Islamic medical wisdom. The Tıbb al–a’imma, transl. B. Ispahany, London 1991, s. VII –XXVI.
[3] Ali İbn Rıdvan. – Treatize on the prevention of bodily ill in Egypt, transl. Michael W. Dols, ed. Adil S. Gamal, Los Angeles 1984. F. Jamil Ragep’in tanıtma yazısı, in Middle East Studies Association Bulletin, July 1985.
[4] Speros Vryonis. – Bir dünya uygarlığı Bizans, in COGITO (YKY) Kış 1999.