Batı’nın etkisiyle ülkemize gelen Uzak – Doğu dünyasının tiryâkı mahiyetinde, bizde tedavide zamanın endikasyonları çerçevesi içinde çok rağbet bulan Tenzû kursları vardır.
Mürekkep ilâçların halk tarafından tutulan çeşitleri daha çok macun şeklinde olanlardır. Daha başka türleri varsa da tutulan öbür ispençyarî şekillerinin başında kurslar (“tablettes”) gelmektedir ki özellikle bahis konumuz olan tenzû bunlardan biridir. Üzerinde şifâ âyetleri ve vefk (dua yazılı muska) çeşitleri vardır (Resim 45). Eski mürekkep ilâçların başında Manisa’da yine eski bir teamülle XVI. yy. başında özellikle oradaki Darüşşifa hekimlerinden Merkez Efendi zamanından beri gelenek halinde Cumhuriyet Türkiyesine çıkmış, son yıllarda ihyasına başlanan “mesir” denilen ilâç geliyor ki bunun halk üzerinde ruhî etkisini artırmak maksadıyla yılın muayyen gününde civardaki halkı cezp edecek şekilde dağıtım yapılıyor[1].
Tenzû’nun menşe’i hakkında deniyor ki:
“Tenzû, Okyanus denen derya-yı muhitte Hind-i Cedid adalarından birinin ismidir. Bu kursun aslı ol cezirede olur. Bir lâtif tıyır (yaradılış) olmakla kurs-u tenzî demekle meşhur olmuştur”.
“1063 / 1653’te İstanbul’a IV. Sultan Mehmed’e gelen elçi söz anlar bir hâzik tabip olduğundan o zaman hekimbaşı olan Salih Efendi’ye Kurs-u Tenzû’nun terkip ve hassalarını öğretirken Çin halkının o toprağı ne suretle bulduğunu da anlatmıştır…”.
“Çin hekimlerinin gayet muazzam ve muteber terkiplerinden olan Tenzû’nun menşei hakkında söylenenler: “Eski zamanlarda devlet-i Hindîye’nin Çin memleketine giden elçileri, bu iklimin halkını ekseriya bünyeleri kavî, mideleri iyi hazmeder ve mizaçlarının mutedil olduğunun, hattâ zayıfların nâdir olduğunu görürler. Elçilerden çok akıllı ve söz anlar bir zat orada iken bunun sebebini sorar. Onlar da Tenzû kursunu gösterip ‘biz daima buna devam ederiz. Hususan yemekte bir parça yeriz ve hattâ hastalarımıza da veririz. Bu sıhhatin muhafazasını bu ilâçtan bilürüz’ derler”.
“Elçi, bu ilâcın maddelerinden ve terkibinden sual eder. Cevaben derler ki: “Bahr-ı Muhit adalarından Tenzû dedikleri bir adada, Ağustos vaktinde biriken kilermeni ve Tıyır-ı mahtum gibi zuhur eden bir kırmızı çamur vardır. Vaktinde o çamuru derler ve tasfiye ederler. Yine o adada hâsıl olan bir iki Bad (etkili) zehir gibi ecza ile bir araya getirerek kurs yaparlar ve üzerini ejder şeklinde bir damga ile dört köşe damgalarlar…”.
“Zehirli canavarların ve had hastalıkların semmiyetini (zehirliliğini) def etmekte eşsizdir. Aynı ejderin zehrini bile def eder demeği mutat edinip ejder nakşi ile damga etmişler…”[2].
Mezkûr (Avcı) IV. Mehmed zamanından önce de elçiler ve tüccarlar eliyle Kurs-u Tenzû, İstanbul’a getiriliyor. Ama hemen meşhur olamıyor. IV. Mehmed’e gelen elçi söz dinler bir insandır ve aynı zamanda da hâzik bir taliptir. Tenzû kursunun terkip ve havvasını Hekimbaşı Salih Efendi’ye bildirerek öğretiyor. Bu surette Osmanlı İmparatorluğu camiasında iptida Tenzû yapıp mûlûke (meliklere) takdim eden ve Nevruziyelerde hediye yoluyla devlet ricaline ve zengin kibarlara veren, Salih Efendi’dir.
Daha sonra gelen Osmanlı ettibası, aslî terkibinde değişiklikler yapıp acı tableti, tatlandırır ve yenip yutulmasını hoş hale getirirler[3].
***
“Her derde devâ Tenzû, tesir ettiği yerler”:
“Bize bu izahatı veren Mustafa Naim, tenzû ile duçar olduğu hafakan (çarpıntı), fesad-ı mide, su-i hazm, gerek Hayatîzade ve tenzûya sahip olan zevat-ı muhteremeden aldığı Tenzûyu yemekte alarak faydasını çok gördüğünü bildiriyor. Tesirleri hakkında toplayıp sıraladığı malûmat budur: “A’zâ-i reiseye kuvvet verir. Kalp ve dimağ marazlarını giderir.”
“Kalp za’afını, veremleri, ishali, idrar zorluğunu … aft ve bazı maddelerin semmiyetini (zehirliliğini), birikmesini, susuzluğunu, nefes darlığını ve mesane … ve galiz yelleri def’ eder”.
“Sevdavî hüzün ve elemi, mide gazını, dolgunluğu, ekşi geğirmeyi ve barid sudai (soğuk algınlığını), ağızdan ve aşağıdan, her ne yerden olursa olsun, kan gitmesini, … ishali ve duzantarya dedikleri ishal Türkçe iç ağrısıdır ve zehirli marazları def’ etmekte lânezirdir”[4].
Ve daha nice hastalığın devâsı oluyor, işbu panacea (deva-i kül)… Tenzû çeşit ve ayrıntılarına girmiyoruz.
***
Osmanlı hekimliği, Selçuklu tababetinin temadisidir. İstanbul’un fethinden sonra Türklerin Batı ile temasları çok artmışsa da XIX. yy.a kadar Türk tababeti Doğu karakterini muhafaza edip ancak bu yüzyılda tamamen Batı’ya dönecekti.
Selçuklularınkinde olduğu gibi Osmanlı hastaneleri kadrolarında da, vakfiyeleri gereğince birçok hekim, cerrah, göz uzmanları (kehhâllar) ve eczacı makamına kaim bazı şahıslar vazife almışlar.
Bunların çoğu İstanbul’dan, hekimbaşının inhası üzerine tayin ediliyorlardı. Selçuklular zamanında tıp kitapları çoğu kez Arap ve bazen de Fars dillerinde yazılıydı. Ama Osmanlılarda bilim dili olarak Türkçe başa geçecekti. Bu nedenle XIV. yy.dan itibaren Arapça tıp eserlerinin Türkçeye tercüme edilmelerine, hattâ Türkçe teliflere de başlanmıştı. Örneğin 792 /1389’da Gerede’de Arkıt dağında dinlenirken Gerede’li İshak bin Murad’ın “Havesü’l edviye” adıyla yazdığı Türkçe eser sade ve güzel Türk dili bakımından ve Türkçe ile bütün ilâçların mukabillerini vermesi dolayısıyla çok değerli olmuştu.
Eserde tıp müfredatı alfabetik olarak tertiplendiği gibi, bunların hangi hastalıklara iyi geldiği ve daha çok tıbbî ve sıhhî bilgiler bulunuyor.
Çelebi Sultan Mehmed adına Türkçe yazılan müntahab eseri de bu çağın en önemli tıbbî ve ispençiyari mehazlarından oluyor.
Bilginleri bu hususa iki önemli şahıs teşvik ediyor: Aydınoğulları ve Timurtaş Paşazade Gazi Umur Bey. Gerçekten onlar sayesinde birçok eser dilimize çevrilmiştir ki Müfredat-ı İbni Baytar tercümesi bunlardan biridir. Hastanelerden başka Osmanlı Türkleri, Selçukluları örnek alarak bazı tedavi ve istirahat yurtları ve tecrithaneler de kurmuşlardı. Selçuklular zamanında Sivas’ta yapılan Darürrahe (istirahat evi), Saruhanlıların Manisa’daki körhaneleri, nihayet Osmanlılardan II. Murad’ın (1421-1451) Edirne’de Kirişhane semtinde yaptırdığı cüz’amlılar yurdu buna örnek olarak gösterilir.
İspençiyarî tarihimiz açısından önemli olan eserlerden biri de yine Gazi Umur Bey adına yazılan Türkçe “Yadigâr-ı İbni Şerif”tir. Bunda orijinal bilgiler bulunuyor. Yine Umur Bey’in Türkçeye şair ve âlim Ahmed Dai’ye çevirttiği “Tıbb-ı Nebevî” de önemli bir tetkik kaynağı olmuş. Şirvanlı Mahmud da 841/1437’de II. Murad adına “Tuhfe-i Muradî” (“Murad’a armağan”) adıyla cevherlere dair bir eser yazmış.
İstanbul’un fethi Osmanlı hekimliğinin gelişmesini hızlandıracaktı. Fethin hemen ertesi günü bilim hayatı başlamış, çeşitli yerlerde açılan geçici medreseler nihayet 875/1470’de Fâtih külliyesine nakledilmişti.
Darüşşifa kadrosunda eczacılık da yer alıyor. Eczacılardan vakfiyede şöyle bahsolunuyor: İlâçları dikkatle hekim dikkat edecektir. Darüşşifaya lâzım olan ilâçları hariçten vekilharç satın alır. İçilecek ilâçları yapmaya, macun, hap ve sair ilâçları yapmaya memur bir de eczacı bulunacak ve günde 6 dirhem alacaktır. Mahzendeki şuruplara, ilâçlara vs.ye memur, hülâsa Darüşşifaya lâzım olan şeyleri ihzar vazifesiyle mükellef mahzen emini vardır. Esas vakfiye nizamnamesinde bunlara “Tabbah-ı eşribe” ve “Hâfız-ı eşribe” (şurupları pişiren ve hıfzeden – saklayan) derler.
Yukarda da söylendiği gibi XV. yy.da Türkçe tıbbî eserlerin çoğalmasına önem verilmişti. Yeni bir idrar sondası yapan Altunîzade, Amasyalı Mehmed, Anadolu’nun İbn-i Sînâ’sı sayılmaya lâyık olan Konyalı Hacı paşa, Amasyalı hekim ve cerrah Şerefeddin Sabuncuoğlu, böbrek ve mesane taşları üzerine ayrı bir eser yazan Ali Ahmed Çelebi, bu asrın en güzide hekimlerinden olmuşlardı. Nebatları görünce tanıyan ve faydalarını çok iyi bilen Altunîzade’nin eczacılık tarihinde ayrı bir yeri olmalıdır. Amasyalı Mehemmed B. Lûtfullah ise Fâtih’in oğlu Bayezid Amasya valisi iken adına tıp müfredatına ait Arapça bir eser yazmıştı.
Konyalı Hacıpaşa (Hızır B. Ali), devrinin büyük hekim ve bilginlerinden olup tıp tahsilini, bildiğimiz gibi, Mısır’da yapmıştı. “Şifaü’l eskân” adlı Arapça eserini kendisini Birgi’ye davet eden Aydınoğlu Mehemmed Bey adına yazmış. Eser, zamanın farmakolojisi için önemli bir kaynak oluyor.
Şerefeddin Sabuncuoğlu, “Cerrahiye”si sonunda, tavsiye ettiği terkipleri sıralamış. Bunun dışında “Zahire-i Harzemşâhiye”nin 9. ve son faslı olan Akrabadin’i de dilimize çevirmiş. Ahi Ahmed Çelebi’nin kilyeler (böbrekler) ve mesane taşları üzerine 10 bapta ve Türkçe olarak yazdığı eser, idrar yolları hastalıklarında kullanılan ilâçların tarifini vermesi bakımından ayrı bir önem taşıyor.
Kanunî döneminde hastanenin kadrosunda müteaddit hekimler, iki edviye kub (devâları hazırlayıcı), hekimin sorumluluğu altında çalışan bir aşşab (ot toplayıcı, kökçü) ve birkaç tabbah-ı eşribe (şuruplar ahçısı) vardı.
Eczacılarımız bu asırda, daha önce de olduğu gibi, pratik yoldan, ustaların yanında çırak olarak yetişirlerdi, tâ XIX. yy.da eczacılık mektepleri açılana kadar[5].
Amerika’nın keşfinden sonra Avrupa’da revaç kazanan kınakına, ipeka, gayyak ve emsali droglar az zaman sonra ülkemize girmiş ve XVIII. yy. başında Bursalı hekim Ali Münşi tarafından kullanılmış. Kınakına (quinquina) ve ipekakuana (ipecacuanha), başlıca emetin ve emetin türevi alkaloidler ile nişasta içerir, kökü küçük miktarlarda balgam söktürücü, yüksek dozlarda kusturucu olarak kullanılır, ayrıca amipli dizanteri tedavisinde yararlanılır (AB).
Kına kına ağaçlarının alkaloid, örneğin kinin ve kinidin, tanen ve reçina içeren kabukları çok eski dönemlerden beri iştah açıcı ve kuvvet verici olarak kullanılmış; kabuklarından çıkarılan kinin ve kinidin alkaloidleri ise sıtma, grip ve kalp ritmi bozukluklarının tedavisinde yararlanılan önemli bileşiklerdir (AB).
“Cin-tonik” olarak bilinen kokteyle konan işbu “tonik”, kınakına içerir. Bir İngiliz içkisi olup, Hindistan’da yoğun sıtmaya karşı sürekli alınan ve çok acı olan kininin yutulmasını kolaylaştırmak üzere tertip edilmiş…
***
Günümüzde aktarlar arasında en çok yapılan ve halka salık verilen ilâç tiplerinden bazıları şunlar oluyor.
Midevî olarak: 5 gr papatya, 5 gr. rezene, 5 gr. anason, 5 gr. çörekotu bir arada bir miktar suda kaynatılır, bu karışım ılık iken biraz şekerle sabah akşam birer bardak içilir. Burada anasonun midevî etkisi, mide ve bağırsaklardaki fermantasyona engel olmasından ileri geliyor; rezene ise, bileşimindeki uçucu yağdan dolayı gaz giderici; papatya da tonik, çöreotu da midevî ve gaz giderici nitelikleri haiz bitkilerdir.
Müshil (pürgatif) olarak: 50 gr ravent kökü (Rhizoma Rhei), 25 gr. karbonat, 100 gr. nöbet şekeri, her biri ayrı ayrı dövülüp karıştırılır. Bu toz karışımından yemeklerden sonra birer tatlı kaşığı, bir bardak suyla yutulur. Burada ravent kökü, bağırsakların peristaltik (sağımsal) hareketlerini artırır ve böylece müshil etkisi gösterir.
Diabete karşı: 5 tane (küçük) Hindistan cevizi, 250 gr. mahlep ve 25 gr. damla sakızı ayrı ayrı dövülüp karıştırılır, toz karışımından sabah, öğle, akşam, yemeklerden önce alınır. Mahlepte bulunan bir alkaloidin çok kolay okside olmasından ve sinir sistemi zehiri özelliğini göstermesinden dolayı, kaynağı asabî olan diabetlerde drog, şeker metabolizmasını düzenleyici etki gösterir.
İştah açıcı olarak: 3 tane Hindistan cevizi, 5 tane Habeş kakulesi, 5 gr. tarçın, 5 gr. zencefil, 5 gr. havlıcan ayrı ayrı dövülür ve karıştırılır, sonra karışım bir kg balla karıştırılarak macun haline getirilir. Bundan sabah akşam ikişer tatlı kaşığı yenir. Burada Hindistan cevizi, kakule, tarçın ve zencefilin karminatif (gaz giderici) etkisi; kasları ve sindirim kanalı hareketlerini uyarıcı bir uçucu yağ içermelerinden ileri geliyor.
Bağırsak kurtlarını düşürücü olarak: Bir kg. Kabak çekirdeğinin içi ayıklanır, bu 250 gr. şekerle birlikte dövülür, bundan sabah, öğle, akşam yenir.
İdrar söktürücü olarak: Bir avuç mısır püskülü ve bir avuç ayrık kökü, iki kg suda kaynatılır, soğuyunca içilir. İdrar söktürücü etki, mısır püskülü ve ayrık kökündeki potasyum tuzlarından ileri geliyor.
Deri hastalıklarına karşı: 70 gr. kükürt, 55 gr. balmumu, 235 gr zeytinyağı ve 20 gr vazelin karıştırılır, elde edilen pomat kaşıntı, allerji, uyuz, mantar hastalıklarına karşı deriye sürülür.
İshal kesici olarak: 8 tane mazı, 10 gr. zencefille birlikte dövülür, karışıma yeterli miktarda ardıç katranı konur ve leblebi unu ile hap yapılarak iki saatte bir ikişer tane yutulur. Mazının ishal kesici etkisi, içinde bulunan tanenden ileri geliyor.
Bu aktar müstahzarlarından bazıları, zamanımız tıbbınca da kabul edilmiştir. Bunlar aslında eski eczacılıkla modern eczacılık arasında köprü kuruyorlar[6].
Bu arada, halk arasında yine iştah açıcı ve hazmı kolaylaştırıcı olarak kullanılan, uçucu yağ, reçine ve çeşitli glikozitleri içeren kontaronu; ishal–sürgün’e karşı gülgillerden beşparmak otu’nu da (potentilla reptans) zikredelim.
***
Kâfûr, adını Hindu karpûra–kappûra ve Malayan kapur’dan almış. Kâfûrû, bunun ağacından (cinnamomum camphora) alınan yağ ile birlikte damıtılmış beyaz, saydam madde olup Doğu Asya kökenli oluyor; bunun bir de Borneo türü bulunuyor. Her iki tür, ıtriyat ve tıpta kullanılmış, ama sonuncusunun üretimi Ortaçağlarda bugünkünden fazla olmuş ve Doğu Asya’nınkine göre çok daha faydalı ve pahalı olmuş. Marco Polo’ya göre, ağırlığı kadar altın ediyormuş.
Yunan ve Roma Antikçağları kâfûrûyu bilmemiş gibilerse de, Yakın – Doğu’da, en geç Sâsânî zamanlarında baharat ve ıtriyat olarak kullanılmış; Araplar 637’de Ctesiphon’u zapt ettiklerinde bunun büyük stoklarıyla karşılaşmışlar ve bunu tuz sanmışlar. Ama bu, eski Arabistan’da da bilinmişti, şöyle ki Kur’an’a göre (LXXVI/5), mümin (Cennet’te) kâfîrû ile kokulandırılmış bir içki ile serinleyeceklerdir. (“İnsanların iyileri, kâfûr bir kadehten içerler. Bu şarap öyle bir pınarın şarabıdır ki, Allah’ın kulları ondan içer ve onu istedikleri gibi fışkırtırlar” – “İnsan – Dehr Sûresi”). Bu hususta mütercim Ö. R. Doğrul’un tefsiri de ilginç oluyor: “İyi insanların halini anlatan bu âyette kullanılan “kâfûr” kelimesi, “kâfi” maddesinden gelir. Manası, bir şeyin üzerini örtüp bürümekle bir şeyi keenlem yekûn, hiç olmamış bir hale getirmektir. Bu kelime, ilâhî aşk câmından (kadehinden) içenlerin içlerinde dünya sevgisinden, dünya arzusundan bir şey kalmayacağını ifade ve beyan eder…”.
Kâfûrûnun esas manası, onun tıbbî kullanımında yatıyor. Daha el –Kindî, şişmiş karaciğer, nefes borusundan şikâyetler, ağız iltihapları ve saire de bir dizi kâfûrû reçetesini bir araya getirmiş[7]. Yukarıdaki âyet ve tefsiri bağlamında bir kişisel anımızı zikredeceğiz. Çıkan asrın başlarında, Tophane, Zeytinburnu ve sair yerlerin imalât-ı harbiye ustaları, staj için Almanya’ya gönderilmişler. Bunlar poturlarıyla, sırtlarında heybeleriyle varmışlar “diyar-ı gurbet”e. Ama hepsi, üzerlerinde, ikaz edici kokusuyla, “harama uçkur çözmemek” için kâfûrû taşıyorlarmış…
***
Arabîde “al-saydana” ya da “al-saydala”, ecza bilgisi anlamında eczacılığı ifade ediyor. “al–saydalanî” ya da “al–saydananî”, eczacı oluyor. Birûnî onu şöyle tanımlıyor: “O, en çok tavsiye edilen türüne göre ilâçları devşirmekle ve bunların en üstün niteliklerini seçmekle meşgul olan kişidir. Bu ilâçlar müfret de olur, en mükemmel terkibe göre hazırlanmış da olur, şöyle ki bunları bu amaç için tıbbî müellifler saptamışlardır”. En üstün sırada, müfret devaların etkilerini ve bunların özgül niteliklerinin bilgisi yatar. Bunların yanı sıra “saydana”, eczaneyi de ifade ediyor. “Al–saydalanî”, pratik olarak “al–attar” ile eşanlamlı oluyor. Birçok kokuya (parfüm) sağaltıcı güç atfedildiğinden, her iki tabir baharatçı ve ıtriyatçıyı da ifade ediyor.
Farmakolojinin klasik tarifi, Bîrûnî’nin ileri yaşlarda kaleme alıp bitiremediği “Kitâb al–saydana fi’l–tıbb”ının önemli Mukaddime’sinde bulunuyor. Bîrûnî “al–saydana”yı, tıp alanında bir alt disiplin olarak tasnif ediyor. Ona göre, tıbbî sanatın kademelerinin ilki olup pratik tıbb için bir âlet mahiyetinde bulunuyor. “Saydana” sözcüğüne gelince Bîrûnî, önce, Arabî sat’ın Hint–Avrupa sin’ine tekabül ettiğini belirtiyor, yani “saydanânî”, “sındanânî”nin muarrebi oluyor. Bu sonuncusu ise “santal–sandal ağacı tüccarı”dır. Santal ağacı (sert odunundan yapılan “sandalye” buradan gelir…) üst dereceden bir tıbbî bitki olmayıp İranlılar, bunun mubayaası için Hindularla temasa geliyorlar ve bunların ıtriyat tüccarlarını “sandanânî” tesmiye ediyorlar; Arapçalaştırıyorlar. Sandal–santal ağacı kendi ıtriyatları meyanında sayılmadığından ve de ıtriyatçı ile ilâç tüccarını tefrik etmekten âciz bulunduklarından, her iki sözcüğü özdeşleştirmişler. “al–saydanânî”nin ikinci sessiz harfi nûn, ye şeklinde yanlış yazılmış ya da yanlış okunmuş olmalıdır[8].
Santal ya da sandalın odunu çok değerli, sert ve sarımtırak renktedir, çürümez; içerdiği terpenli esans eskiden ürojenital hastalıklarda antiseptik olarak kullanılırdı. Hindistan santal ağacından elde edilen uçucu yağ ve reçinemsi madde (odundan benzenle çıkarılan ürün) parfümcülükte ve halk hekimliğinde infüzyon halinde, dâhilen idrar yolları antiseptiği olarak kullanılır. Tütsü olarak da yakılır. Kırmızı santal odunu reçine, tanen ve renk maddeleri taşır, kuvvet verici ve peklik verici olarak kullanılır[9].
***
Devam ediyoruz Dietrich’i dinlemeye.
Dioscorides tarafından methedilen tuzun türlü sağaltıcı gücü Araplarca kabullenilmiş ve kendi gözlemleriyle genişletilmiş. Adi tuzla birlikte kaya tuzu, en değerlileri olarak addedilmiş. Neft kokan tuz (al-naftî) ile kaynamış yumurta kokan tuz (al-baydî), siyah Hind tuzu, bevlî (ürik) tuz (milh al-bawl), potasyum tuzu (al-kily) ve sairleri birbirlerinden tefrik edilmişler. Bütün tuzlarda büzücü (kanı durdurucu) güç olup birçokları kusturucu ve müshil olarak etkindirler; bunlar lüzucî (koyu) balgamı eritir ve bağırsakları tasfiye ederler. Tuz, iştahı teşdit ve hazma yardım eder, ama aşırı tüketimi kanı ısıtır, görme kabiliyetini azaltır, kuvvetten düşürür, kaşıntı ve uyuz tevlit eder. Acı tuz (al–milh al-murr) kara safrayı, Hind tuzu da mide usaresini tasfiye eder. Bir tuz eriğine batırılmış ve emdirilmiş yün, bir taze yara üzerine konduğunda, kanamayı durdurur. Tuz, ayrıca, dişçilikte de önemli rol oynar: Sirkede eritilmiş tuz, ağız çalkalamada kullanıldığında, diş etlerinin ve taze çekilmiş diş yarasının kanamasını durdurur[10].
***
Grek – Roma çağı Anadolu’sunun toponimisi, yani yer adları, bazı ilginç tedaviler (çağrışımlar) uyandırıyor. Bunlardan konumuzla ilgili iki örnek veriyoruz.
Meander (Menderes) üzerinde Magnesia (Manisa)’da, tarihî kadastroda Bdelliacoz yer adına rastlanıyor. Bu kadastroda mülk adları ya bir cins adından, ya da bir mâlikin isminden alınmadır. Eski ya da yeni mâliklerin hepsi bu belgede Grek ya da Romalı adlara sahipler. Bizim bu adı, Yunan ve Lâtince iki sözcük tamamen izah ediyor. Zorluk, her ikisi arasındaki seçimden doğuyor. Bdella, ? sülüktür. Yer adı bundan gelmiş olabilir şöyle ki bir insan adı verilmiş olmayan hayvan bulunmuyor. Doğruca sülüğün adından çıkma bir yer adı, işbu Aşağı Menderes bölgesine, nehrin ölü kolları ve bataklıklarıyla çok uygun düşebilir; buralarda iki tür, tıbbî ve beygir sülükleri, kaynamakta. İkinci olasılık da, mezkûr Bdellianus’un, tamamen farklı bir Bdella, bir ıtr (parfüm), Doğu’dan (Mısır, Arabistan, Hindistan) gelme muattar (güzel kokulu) bir sakızdan (gom) gelmiş olmasıdır[11].
Aspendos ve Pisidya’da Kndjhz soyada ve bunun bileşiklerine rastlanıyor: Kndrmodliz, Kndram o uaz … Bunlara Lysya, Pisidia ve Pamphylia sınırlarındaki Trébenna’da rastlanan Kudrhz eklenebilir[12]. Bu adlar, daha başka alanlarda da olduğu gibi, eczacılıkta kullanılan “kitre”nin etimonunu oluşturuyorlar. Gerçekten kitre, eczacılıkta emülsiyon, süspansiyon ve pastil halinde kullanıldığı gibi halk hekimliğinde, bunun mukoza üzerindeki koruyucu etkisinden faydalanılır. Bu nedenle boğaz hastalıklarında ağızda emilir, oluşan müsilaj yaranın üzerini örterek koruyucu bir katman oluşturur. Bu nedenle eczacılıkta birçok pastilin bileşimine girer[13].
***
Bütün bunları kullanan eczanelerin tarihine yine bir kısa bakış köşesi açalım.
XIX. yy.ın ortalarına kadar eczacılık, babadan oğula intikal ederdi. Müstakbel eczacılar, tabipler gibi, belli bir süre (2 ilâ 4 yıl) bir Usta’nın yanında çalışırlar ve sonra da, Saray baştabibinin tevdi ettiği ruhsatla, kendi başlarına mesleği icra ederlerdi. Bir fermana göre Beyoğlu ve Galata bölgelerinde eczacı dükkânları 25 ile sınırlanmıştı. Eczacı dükkânı ancak bir gedik sahibi olmak kaydıyla işletilebilirdi. Bu “geleneksel ruhsat”, daha başka mesleklere, örneğin aktarlara, baharatçılara (bu sonuncuların en ünlüleri Mısır Çarşısında idi) da şâmildi. İşbu mülkiyet belgesi eczacı ya da vârislerinden hayli pahalıya satın alınırdı. Keza, fâhiş fiyatlarla kiraya da verilebilirdi. Bu âdet, 1852’den sonra yavaş yavaş terk edilecektir.
O günlere kadar hiçbir özel yönetmelik yoktu. Muntazam siciller bulunmuyordu. Tıbbî reçeteler Lâtince ve sonra da Fransızca yazılır oldu (hâlâ devam ettiği gibi). Bunların suretleri bulunmazdı[14].
***
Ve bir antik sağaltma âleti: Infurnibulum. – Öksürüğü geçirmek için tütsü buharını çekmeye yarayan huni oluyor. Bunun dar uzun ucu ağıza alınıyor, öbürü de buharın çıktığı yere dönük oluyor[15].
***
İnsanoğlu kendini bileli, her kıtada, bal yemiş ve arı ile de bu vesileyle, yakın ünsiyet peyda etmiş. Ürünü tatlı gelmişse de bu küçük hayvanın sokmasını fazla sevmiş olmamalı. Ama bu sokmanın da bir olumlu yanı olacaktı.
Arı iğnesinden çıkan bir enzimin, mafsalları “yağlayan” sıvı üzerinde derin etkisi olduğu bulunmuş. Arıcılar, maruz kaldıkları iğne nedeniyle hiç romatizmaya tutulmazlar diye bir inanç vardır. Bütün “kocakarı öyküleri”nde olduğu gibi, bunda da bir abartmanın yanı sırasında bir gerçek payı bulunuyor; İngiltere’de romatizma tedavisi için müstahzarların birçoğunda arı ekstraktları bulunduğu gibi başka ülkelerde de arı iğnesi, hastalığın tedavisinde kullanılmaktadır[16].
Barker’in bu söyledikleri, kişisel gözlemimiz olarak, Anadolu halk tıbbınca da aynen kullanılmaktadır.
***
Buraya kadar gördüklerimizden Anadolu Türk farmakolojisinin Selçuklu dönemine kadar geri gittiği anlaşılıyor. Osman Turan, bu dönem vakfiye ve vesikalarına dayanarak aşağıdaki sonuca varıyor: “Selçuklu Türkiye’si şehirlerinde tıbbî ecza satmaya mahsus dükkânlara (eczanelere) Hindistan’dan bile tıbbî nebatlar getirilip satılıyordu. Hattâ kervansaray hastanelerinde dahi, kendi ölçülerinde, eczaneler mevcut idi”[17].
Biz bu konuyu burada kesip “Halk tababeti” bahsine geçiyoruz. Ancak, bu her iki bahiste de bazı tedahüllerin (birbirine girmelerin) olacağını şimdiden söyleyelim.
[1] A. Süheyl Ünver. – Türk farmakoloji tarihi I. Tenzû kursları. Terkipleri ve kullanıldığı yerler, İst. 1960, s. 9-10.
[2] ibd., s. 12.
[3] ibd., s. 16.
[4] ibd., s. 19 – 20.
[5] A. Süheyl Ünver. – Türkiye eczacılık tarihi, İst. 1952, s. 3-6.
[6]Ayşegül Demirhan. – Eczacılık açısından bir inceleme. Aktarların hazırladıkları ilâçlar, in TFA 302, Eylül 1974.
[7] A. Dietrich. – Kâfûr, in EI.
[8] A. Dietrich. – al – saydana (al – saydala), in EI.
[9] BL.
[10] A. Dietrich. – Milh. in medicine, in EI.
[11] Louis Robert. – Noms indigénes dans l’Asie – Mineure Gréco – Romaine, Paris 1963, s. 184-185.
[12] ibd., s. 408 – 409.
[13] BL.
[14] Michéle Nicolas. – La pharmacie d’officine á Istanbul, in Coll. – Histoire èconomique et sociale de l’Empire Ottoman et de la Turquie.
[15] Rich.
[16] S. A. Barker. – Bees and rheumatism, in DISCOVERY, August 1963.
[17] Turhan Baytop. – Selçuklular devrinde Anadolu’da eczacılık, in I. Uluslararası Türk – İslâm Bilim ve Teknoloji Tarihi Kongresi, Ist. 1981.