Bu bapta iki hususu ayırmak gerekiyor: bedenin temizliği ile bunun dışkısından kurtulmanın yolları. Ve bittabi atık suların içme suyuna bulaştırmamak kaygısı.
Temizlik susuz olamayacağına göre, Antik çağların kentleri büyük ırmaklar (Nil, Kızılırmak…) kenarında kuruluyordu ve bunların suyu, tarımın gereksinmelerinin dışında günlük yaşam için kullanılıyordu. Kentlerin hepsinde “atık su” kanalları bulunuyordu. Resim 243 ve 244 (bkz. renkli resimlere s. 489), Antalya’nın Batı’sında antik Patara kentinin bu kanal künklerini gösteriyor. Bu künkler, günümüzün pişmiş toprak künklerinin aynı. Su kutsaldı ve ırmak tanrıçası Ea, pantheon’da başta otururdu.
“Anadolu’da mevcut-Yunanlılara ait olması muhtemel-enteresan iki su mecrası tipinden bahsedilmektedir. Bunlardan biri ‘Patara’da bulunmaktadır. Burada; bir bent gövdesini ihata eden (çevreleyen) ve bir vadinin en münhat (alçak) kısmından geçen bir kanalın mesnedini teşkil eyleyen iki taş duvar bekayası (kalıntıları) müşahede edilmektedir. Bu bent gövdesi içinde, fırınlanmış çömlekçi çamurundan (“terra cotta”) mamul kalın boru parçalarına ve başlık parçalarını havi delinmiş taş boru bekayasına tesadüf edilmiştir…”[1] Bunların resimdeki gibi geçmeli olmaları dikkati çekiyor. Finch bizim resmini verdiğimiz mecraları anlatıyor.
Bu iş için birçok bilgiye, ezcümle ölçüm, topografya…ya gereksinme vardı. “İlk çağlardan tevarüs ettikleri usul ile binalar kuran Yunanlılar usta inşaatçı hayatında yeni bir devrin hululüne (girmesine) işaret olan mesaha (ölçme), inşaat, mekanik ve sair teknik usulleri inkişaf ettirdiler…Herodotus…, ilk inşaatı kurallara ve ilâhlara atfetmekle beraber, Architekton’un, işe teşebbüs edenle amele formeni arasında (bu gibi faaliyetlerin teknik eksperi ve muktedir, projeci direktör sıfatını haiz) bir mutavassıt olduğunu kabul ediyordu.”[2]
Asya’da Moğolların, kutsal olan suyu kirletmemek için hiç yıkanmadıkları ve fazlaca da iyi kokmadıkları biliniyor. Suya, ister durağan, ister akar, işeyen derhal idam edilirdi. Asyalı öğelerimiz olan sair kavimlerde de hamamın varlığına dair ne tarihlerde bir kayıt, ne de Divanû Lûgati’t-Türk’te bir sözcük bulunuyor. “Antik Anadolu’da ve Ege’de sık görülen kaplıcaların hemen hepsi hem tedavi, hem doğal hamam olarak kullanılmıştır. Burada sıcak suyun buharı ile kirler iyice kabartılana kadar beklenir ve sonra tellâk tarafından hem masaj yapılır hem de “strigil” denilen kancaya benzer yarı keskin bir aletle kirler vücuttan kazınır. Açıkça anlaşılacağı üzere ne tellâk, ne eski hamam, ne eski tas (gerçek anlamında) Türk işi değildir. Türklerin bunu… Bizans yoluyla, Anadolu’ya geldikten sonra. ..aldıkları… kabul edilmelidir.”[3]
Türk hamam “kese”sinin, işlev itibariyle atası sayılabilecek işbu Greko-Romen strigilis-στλεγγίζ-ξυστρίζ, kaşağı ya da kazağı, raspa, sistireyi ifade edip Yunan ve Roma’da, kaşıyarak buhar banyosunun ısısı ya da palestra’daki zorlu egzersizlerin derinin yüzeyine yaydığı ter ve sair yabancı maddeleri kaldırıp yok etmeye yarardı. Demir veya bronzdan olan bu aletin, içinden elin geçebildiği bir sapı (clausula), kıvrık ve bir kanalı (tubulatio) içeren bir ağzı vardı ve bu kanal bir damlalık gibi, aletin deriden sıyırdığı teri dışarı akıtırdı. Deriyi tahriş etmeden kullanılması istendiğinde, kenarları birkaç damla yağ ile yumuşatılırdı.[4] Bunun örnekleri müzelerimizde bulunuyor.
Strigilis’in Yunanca karşılığı ξστρίζ, (ksüstris), σείστρον (seistron) bizim “sistire”nin etimonu oluyor.
Yukarıdaki tariften bu âletin, hamamlarımızın sert, kazıyıcı “kese”sinin yaptığı işi, ezcümle terin kabarttığı yabancı maddeleri, raspa, sistire gibi kazıyıp deriyi “düzeltme” işini gördüğü anlaşılıyor.
Türklerde yerleşmiş bu hamam âdetinin kökeninde, gerçek “temizlik”le uzaktan yakından ilişkisi olmayan “kutsal yıkanma” ritusunun yatmadığı bir gerçektir. Ama hamam, bu iş için de kullanılmıştır. Şu halde “temizlik” kavramı, meskene suyun sağlanması ve atık suların tahliyesi sorunlarını kapsıyor, demektir.
Anadolu evinin genellikle dışında bulunan helâsında dışkı, “fosseptik” içinde toplanır ve buraya doğrudan gider. Kent ve kasabaların ve bu arada İstanbul konak ve yalılarının apteshanelerinde özenle yapılmış mermer taşlar, bunun deliğinin iki yanında, ayakların kaymaması için tırtıllı olarak yontulmuş ayak koyma yerleri bulunurdu. Yuvarlak deliğin alt kenarında, delikle az çok aynı çapta bir saç, bir mafsal etrafında hareket edebilecek şekilde deliğin çeperine raptedilmişti. Öbür uçta, saçın ağırlığını dengeleyen bir kontrpua (karşı ağırlık) asılırdı şöyle ki normal durumda saç yatay olarak durur ve deliği “kapatır”dı. Dışkı geldiğinde, bunun ağırlığı ile aşağıya sarkar ve onu kaydırıp lağıma gönderir ve yine yatay duruma gelirdi. Günümüzün sifon sistemi yoktu ve su, yanda duran musluktan akar ve bir ibrik, taharet işine yardımcı olurdu.
Özellikle çocukların, yaşlı ve hastaların “ayakyolu”na gidemeyip odanın içinde “def-i hâcet” etmelerini, oturak sağlamaktadır. Ermenice “ator”, sandalya; “atorag” da küçük sandalyadır (ig, ag, küçültme takıları)…
Avlusunda şadırvan ve çeşmesi bulunan evlere akar suyun sağlanması doğaldır. Ama köy evinin, çeşitli adlarını verdiğimiz gusülhanelerinde su, taşınarak getirilir.
Dönelim ünlü hamamlarımıza.
“Kurûn-u vustâda (Ortaçağda) hemen hiçbir memleket Bizans kadar mebani-i hayriyye ve sıhhiyyeyi muhtevi değildir (hayır ve sağlık binalarını içermemektedir). Bizans; meydanları, çeşmeleri, su kemerleri, sarnıçları, lâğımları ve bahusus hamamlarıyla meşhur idi. Bizans hamamları Yunan-ı kadim ve Roma hamamlarından pek az farklı idi. Bugün İstanbul’da Bizans devrinden kalma bir hamam bulmak biraz güçtür, fakat Türk hamamları kâmilen Bizans hamamları tarzında yapılmış olduklarından[5] gerek planları, gerek şekl-i haricîleri ve hattâ suret-i inşaları nokta-i nazarından o derece müşabihtirler (benzerler) ki bunları görmekle Bizans hamamları hakkında bir fikir edinmek kabildir.”[6]
O ise ki Arseven, yukarda gördüğümüz gibi, işin çoktan üzerinde durmuş, “Musluklar” kitabının yazarları gibi.
“Günümüzde, temelleri ve kısmen duvar harabeleri görülebilen Roma uygarlığının iki bin yıllık muhteşem hamamları ile tarihî Türk hamamlarında genel hatlar olarak bir benzerlik bulunmaktadır.[8] Roma hamamlarında mekân sıralanışında önce Apoditerium denilen üzeri kubbeli soyunma yeri bulunmaktadır. Buradan soğuk su banyolarının bulunduğu Baptisterium da denilen Frigidarium’a, daha sonra da sıcaklığı normal Tepidarium’a, yani soğukluk kısmına ve nihayet Caldarium denilen sıcaklık, yani yıkanma yerine geçilmektedir. Hamamlar Hypocaustum denilen “külhan” ile alttan ısıtılmaktaydı. Türk hamamlarında da önce üzeri kubbeli Camegâh[9] veya soyunmalık denilen “soyunma yeri”ne girilmektedir. Buradan normal sıcaklıkta bulunan Soğukluk’a, yani intikal yerine ve nihayet Sıcaklık’a, yani yıkanma yerine geçilmektedir. Buradan da Halvet denilen ve daha sıcak olan terleme odalarına geçilmektedir. Hamamı alttan ısıtan kısma ise Külhan ya da Cehennemlik denilmektedir. “[10]
“Hamam” sözcüğü Arabî hamma, “ısıtmak”, İbranî hâmam, “sıcak olmak”tan gelmiş olup bu adı taşıyan binalar, İslâm dininin Arabistan dışında ilk önce Roma ve Bizans uygarlıklarının etkisi altında kalmış Suriye’de yayılıp yerleşmiş bulunması itibariyle Müslüman ülkelerde ve özellikle Doğu Roma’nın vârisi olan Türkiye’de hamamlara daima ayrı bir önem verilmiş. “Dellâk” sözcüğü Azerî Türkçesinde “berber”i ifade edip Arabî “dallâk”tan geçmedir (Räsänen, s. 135).
Anadolu’da eski çağlardan beri doğal sıcak su kaynaklarından (Resim 245) faydalanılarak vücuda getirilmiş ve Türkçe üstü açık olanlara “ılıca”, ve kapalı olanlara da “kaplıca” adı verilmiş (“kapalı ılıca”dan).
“Allah, bu memleketi yaratırken özendikçe özenmiş, çevre yanı elvan elvan bezenmiş; toprağı cevher, suyu kevser, havası misk ü amber; her yanda güller gün eyliyor, bülbüller düğün eyliyor.[11]
Anadolu’nun çok yerinde “şifalı” sıcak su membalarına çok rastladık. 50’li yıllarda, Kütahya ve Afyon illerinde, ana yolun iki tarafında nice romatizmalı açık havada sıcak çamura gömülmüş olarak yatardı. Sandıklı’da (Af) ilkel bir “termal otel” inşa edilmişti. Pamukkale’de (Dz), antik Hierapolis kentinde, o zamanın insanları tarafından inşa edilmiş sıcak (su) havuzunda çok yüzen görmüştük (günümüzde burada güzel bir tesis varmış). Keza, Haymana’da, eski evlerin her birinde, ılıcanın sıcak suyu musluktan akar, herkes banyosunu evinde yapardı (40’lı yılların ikinci yarısı).
Anadolu’nun çeşitli yörelerindeki kaplıcaların Yunan ve Roma-Bizans dönemlerinden beri işletildiğini gösteren yapı kalıntılarına rastlanıyor. Şimdilik ülkede özellikle kaplıca turizmi bakımından başlıca tesisler yukarda bahsettiklerimizin dışında, (Ba), Yalova, Bursa-Çekirge, Gönen, Oylat (İnegöl), Bolu, Kızılcahamam… dır.
Bunların birçoğuna bağlı efsaneler de vardır. Oylat Kaplıcası’nda bulunan ve sıcaklığı 10 derece olan Göz Suyu’nun radyoaktivitesi oldukça yüksek olup göz hastalığına iyi geldiğine inanılıyor.
İç Anadolu kaplıcalarından biri de Konya’nın Ilgın ilçesindeki Ilgın Kaplıcası olup Roma-Bizans dönemlerinde de kullanılmış. Kaplıca 1236’da I.Alâeddin Keykubad tarafından yaptırılmış olup suya girenler ağrı sızıdan, içenler metabolizma hastalıklarından kurtuluyormuş (AB).
Daha Doğu’ya vardığımızda, Diyarbakır’ın Çermik ilçesindeki, aynı adı taşıyan kaplıcaya gelinir. Çeşitli maddeler dışında bu “çok şifalı” su, çokça kükürt de içerdiğinden, sarıya kaçan bir renge sahiptir. Bunun güzel efsanesini, Eflâtun Cem Güney’in tatlı kaleminden özetleyelim: “Evvel zaman içinde, bir mağaranın birinde, bir kocakarı varmış… Kocakarının bir sarı kızı, sarı kızın da bir sarı ineği varmış; sarı ineğin bir memesinden süt, bir memesinden bal akarmış… Sarı kız dersen, nar tanesi, nur tanesi, bu dünyanın bir tanesiymiş; yüzleri aydan aydın, gözleri kudretten sürmeli imiş, doğan aya ‘ya sen doğ, ya ben’ dermiş… Ömründe kapıya bacaya çıkmaz; ile, güne görünmez; sarı ineğin sütünü içip balını emerek büyürmüş…”
“Günlerden bir gün aşağı ‘in’e, ineğin yanına inmiş… Derinden derine bir ses duymuş…: ‘Sarı kız, Sarı kız, gelmesine geliyorum; ağlayarak mı geleyim, çağlayarak mı?”
“Sarı kız kalbine inen, kanına karışan bu büyülü sesten öyle bir korkmuş… ki… Soluk soluğa koşup gelmiş, kendini kocakarının kucağına atıvermiş… ana kız baş başa vermiş; durmuş ve düşünmüşler:
‘İn içinden gelen ses, in sesi mi? cin sesi mi? Yok yoksa dev anasının sesi mi? Herhalde tekin değil bu’ demişler… Derken akşam olmuş; Sarı kız da yerinde duramaz, oturamaz olmuş… istemeye istemeye gene ine, ineğin yanına inmiş; kulağına aynı ses çalmasın mı? ‘Sarı kız, Sarı kız; desen de geliyorum, demesen de; harlayarak mı geleyim, gürleyerek mi?’.”
“Kız… nasıl olmuşsa ‘harlayarak gel, harlayarak!’ demesin mi!”
“Vay sen misin diyen! Birden kayalar çatırdamış, sular çağıldamış; harlayarak, çağlayarak sarmışlar Sarı kızı.”
Ne yaptılar onu, neylediler ona? Yalana borcum ne! Biliyor muyum, bilmiyorum… Bir bildiğim, duyduğum varsa, Sarı kız saçlarının rengini, yüreğinin ateşini bu sulara vermiş ve sır olmuş; kocakarı ile sarı ineği de bir daha gören olmamış….
“Ha işte, bizim dilde ‘Ilıca’, sizin dilde ‘Kaplıca’ dedikleri Çermik suları bu yüzden sarı, bu yüzden sıcakmış. İmdi, ‘Arılık, duruluk, Sarı kız aşkına bir cum!’ deyip de dalıp dulunmazsanız, bu şifalı sular, şifasını vermez! Üstelik Sarı kızın saçları ağrı olur, sızı olur, dolam dolam bir yerinize. Amanın deyin, siz siz olun da yüreğinize dolanmasın ha!”[12] Böyle imiş Çermik sularının masalı.
Roma’da, M.Ö. I. yy.da L. Sergius Orata adlı bir Romalı tarafından icat edilen sıcak hava ile merkezî ısıtma sisteminin, genel ve özel hamamların gelişip yayılmasında önemli etkisi olmuş. İmparatorluk döneminde muazzam ve görkemli hamamlar inşa edilmiş. Biz burada bunların mimarî ve teknik ayrıntılarına girmiyoruz. Vitruvius da bunlar hakkında yeterince bilgi veriyor.[13]
Bu bapta bize şunları anlatıyor, Romalı ünlü mimar:
“Sıcak hamamın asma döşemeleri şöyle yapılır: önce zemine, ocağa doğru meyilli on sekiz parmaklık çiniler döşenir, şöyle ki ona bir top atıldığında içinde durmaz, kendi ocak odasına geri gelir. Böylece alev, döşemenin altında daha kolay yayılacaktır. Bu döşemenin üstüne sekiz parmaklık tuğladan destekler, üzerlerine iki ayak boyundaki çiniler konabilecek mesafelerde inşa edilir. Destekler (ayaklar) iki ayak yüksekliğinde olacaktır. Bunlar kıtıkla karıştırılmış kil içine oturtulacak, bunların üzerine, döşemeyi taşıyacak iki ayaklık çiniler konacaktır.”
Acaba, Ankara’daki Roma hamamı kalıntısında (Resim 28) görülen destekler bunlar mı oluyor?
Burada üzerinde durmadığımız İstanbul içindeki hamamların ayrı ayrı öyküleri var.[14] Türk hamamlarının mimarî özellikleri câmekan-câmegâh kısmında değil, hamamın erkek kadın bölümlerinin bağlanmasında ve sıcaklıkta görülüyor. Bu mekân ortada göbek taşı ve etrafında halvet hücreleri ile güzel mimarî tertiplere sahip bulunup çeşitli şekiller arz etmektedir. Bu tertiplerin biri doğruca çok eski Türk mimarîsinden esinlenmiş “dört eyvan” tertibi oluyor ki başta medreseler olmak üzere, ev mimarîsinde de kullanılmış. Öbürü de, yuvarlak mekânın çepeçevre duvarlarında hücreler açılmış olmasıdır (Örneğin Resim 91a’daki medrese). Bu şekil daha çok kaplıcalarda kullanılmış ve esası, Anadolu’daki Roma dönemi kaplıca ve hamamlarından esinlenmek suretiyle Türk sanatına girmiş.
BTL, hamam ocağı “külhan’ı “kül-ateş koru” ve “han’ın birleşmesinden oluştuğunu ve Farisî kökenli olduğunu ifade ederken Räsänen (s.308) bunun yine Farisî “kalhan” (kalhane-metal ergitilen yer)den geldiği iddiasında.
“Kimi mestane seher yâr ile gülşende yatur
Kimi derd ü gam ü hicran ile külhanda yatur” (Ruhi)
İstanbul’da her zaman için her sosyal kategoriye hizmet veren, hattâ Hristiyan ve Yahudiler için de hamamlar mevcut olmuş (Gayrimüslimler Müslüman hamamlarını da, ancak belli saatlerde olmak kaydıyla, kullanabiliyorlardı). Hamama gitme âdeti o dereceye varmıştı ki bu, birçok İstanbullu için, kahvehane gibi, dost ve tanıdıklara rastlanan bir toplantı yeri halini almıştı.
Eskiden, ihtiyaca göre kullanılan hamam kategorileri vardı:
Hamâm-ı harr, sıcak hamam; hamâm-ı mutedil, orta derece sıcaklığı olan hamam; hamâm-ı tennur-i ratib (“rutubetli fırın” – “tennur”, bizim “tandır”ın kökeni), 40-45 derece sıcaklığı olan hamam; hamâm-ı yabis (kuru), 37-55 derece sıcaklığı olan hamam (ML). Bu sonuncusu aslında gündüzleri gusülhane olarak, ya da fazla sıcağa dayanamayan kişilerce kullanılırdı. 40’lı yılların sonlarında Amasya’daki hamam, gündüzleri de bu türdendi.
Ve hamam hakkında tarihî bir veri: Hamam mühürü, Mevlevîlikte, üzerinde “hamam” kelimesi yazılı matbu (?) kâğıt olup bazı tekke mensupları hamama gittiklerinde, hamamcıya para yerine bu kâğıtlardan verirler, hamamcı da bu kâğıtları tekkeye götürerek ücretini alırdı (ML).
Hamamda, vücuttaki istenmeyen kılları dökmek için hamam otu tesmiye edilen bir yeşil toz kullanılırdı. Toz, suyla karıştırılarak merhem haline getirilir ve sürülürdü. Bir süre sonra su dökünüldüğünde, kıllarla birlikte giderdi. Bu, kükürtlü bir madde olmalıydı.
Hamamcının sağladığı bütün hizmetleri ödeme gücünden yoksun yurttaşlar için hamam kapılarında kıllardan arınma malzemesi satan seyyar satıcılarla berberler bulunuyordu. Mezkûr malzemeyi Evliya Çelebi hırızma tesmiye etmiş.[15] Halk dilinde hırızman-hırızma, gerdek gecesinden bir gün önce yapılan gelin hamamı oluyor, Çkr’da.
“Osmanlı Türkleri zamanında, Bursa’da I. Murat ilk olarak Eski Kaplıca’yı bir Bizans yapısının malzeme bakayasıyla (artıklarıyla) Christodulos namında bir Rum mimarına yaptırmıştır.”
“Hammer, ‘kaplıca’ kelimesinin etimolojisiyle meşgul olmuştur. ‘Kaplıca’ kelimesi Rumca ‘duman’ manasına gelen kelimeden gelir.”[16] (καπνοζ, “duman”, xανιζω da “tütmek”tir.)
Resim 246’da, Karaman’da rastladığımız (1953) bir eski hamamın iç kapısı görülüyor. Bunun kendiliğinden kapanmasını, bir teneke kova içine yerleştirilmiş bir taş, ağırlığı ile aşağıya inerek sağlıyor.
Çamaşırın ve bu arada çocuk bezlerinin derede, saplı bir yassı tahta tokmakla vura vura yıkandığına ve çok kez de, aracı temizlik malzemesi olarak kilin kullanıldığına sık tanık olduk. İnce kilin, yağları “emme” (fizikte “adsorpsiyon” olayı) kabiliyetinden faydalanılıyor. Bu uygulama o denli yerleşmişti ki, 50’li yıllarda, ekonomik durumu sabun almaya müsait olan yerlerde bile çamaşır böyle yıkanıyordu.
Çok eski çağlarda hayvan iç yağları ve odun küllerinden tıbbî amaçlarla sabun imal edilmiş. Temizlik malzemesi olarak sabun, ancak II. yy.dan sonra kullanılmaya başlanmış. Ortaçağda çamaşır yıkamak amacıyla evlerde sabun yapılmış. Önceleri odun ya da çeşitli sair bitkilerin küllerinin suyla karıştırıldıktan sonra ortama yağ eklenip kaynatılması yoluyla üretilmiş. Bu işlem sırasında yağdaki asitler bitki küllerindeki alkali karbonatlarıyla reaksiyona girerek sabun oluşturuyordu.
“Sabun” sözcüğü Cermen saipo’dan alınmış Latin sapo ve Grek σαπών’dan bize geçmiş. Eski çağlar, günümüzün sabununu bilmemişlerdi. Plinius’a göre sapo, bir saç boyası malzemesi (rutilandis capillis) ve aynı zamanda tıbbî merhem manasına geliyordu; temizlenmek için ise, bazen içine güzel kokuların katıldığı bazı killi topraklar kullanılmış. Ama sabun Ortaçağ boyunca, temizlik malzemesi olmanın dışında, tıpta haricen çeşitli şekillerle de kullanılmış. Günümüz sabununun imali, çok yeni olmalıdır. O zamanlar kalıp halinde olmayıp, pişmiş nişasta kıvamında görünen “Magrip sabunu”, genellikle “Arap sabunu” diye biliniyor.[17]
Makedonya Sülâlesi Dönemi Bizans’ında (867-1056), başkent Konstantinopolis valisi (Eparqus) sınırsız yetkilere sahip bulunup çok çeşitli görevleri arasında Eparqus Sicili’ne kayıtlı tüccar ve zanaatkârlarla bunların loncalarının sıkı denetimi vardı. Loncalar cetvelinin başında noterler loncası (οι ταβουλλαριοι, tabularii) geliyordu. Bundan sonra kuyumcularınki, ipek imal ve dokumacılarınınki, bez, mum, sabun, deri imalâtçıları ve fırıncılarınki sıralanıyordu. Keza tüccarlar listesinde de ham ipek, ıtriyat, mum, sabun… tüccarları vardı.[18]
XII. XIII. yy.larda Frank Suriye’sinde Tyr’de (Sur, Beyrut’un 82 km Güney’inde Lübnan kenti) seramik fabrikaları bulunuyordu. Bölgenin yoğun ticaretinin konuları arasında Lattakiye, Trablusşam, Sayda, Hebron (el-Halil, Ürdün’de Kudüs’ün Güney’inde) ve Kudüs boyahaneleri, Antakya, Akkâ ve Nablus’un sabun imalâthaneleri, Tyr ve Trablusşam, Antakya, Akkâ ve Hebron camcılık işleri zikrediliyor.[19]
Daha önce sözünü etmiş olduğumuz Kırşehir’de Caca Bey Camii kapısı üzerindeki İlhanî kitabesinin tercümesinde şunlar okunuyor: “Hükümranlığı ebedî kalmasını Allah’tan dilediğimiz Padişah’ın adalet nuru tekmil yaradılış üzerine parladığı için buyurdular ki Şahne vergisi (şehir subaşılığı için toplanan vergi), Tabkur vergisi (İlhanlılar zamanında hükümdarların veya valilerin hükümet namına yaptırdığı binalara inşa maddesi getirmek angariyesi), keza sabun vergisi ve Gûçe vergisi (caddeleri temizlemek için alınan vergi, bir nevi yol parası) ortadan kalksın. Cihana hâkim olan Padişah’ın hükmiyle bu fena (gayri şer’î) vergiler tamamıyla ortadan kaldırılmış olduğundan… Keza keten ekenlere mahsus damga, bunun gibi aşbazlık (Aşbazlık vergisi, hükümdarların ve valilerin mutfaklarına verilen vergi) namına alınan vergiler de kaldırılmıştır.”[20]
Ve nihayet Osmanlının yeni zamanlara ait (1776) tarihli narh defterinden: “… mum, okkası 64-66 akçe; don yağı, okkası 58 akçe; İzmir sabunu, okkası 46-47 akçe; Girit sabunu, okkası 48-50 akçe…” (zamanın para birimi kuruş olup üç akçe bir para, kırk para bir kuruş etmektedir).
Yine 1831 tarihli bir narh defterinden: “… Midilli sabunu, okkası 95-100 para, Edremit sabunu, okkası 90-95 para..”[21] Hayat pahalılaşmış…
Halen Gaz ve Hat’da, yani Suriye’ye yakın illerde, sabun yapılan yere masmana deniyor. Daha öncelerine ait olanlar da var. Ezcümle, 1640 tarihli Narh Defteri’nden (Eşya fiyatları defteri):
“Es’âr-ı sabun-ı mümessek (misk kokulu): Miski çiçek sabun’un on dört dirhemi bir akçaya ola. Bu neviden alaca top leğen sabun’un on dört dirhemi bir akçaya ola. Miski buhurlu ve Bektaşi Sabunu’nun on iki dirhemi bir akçaya. Çiçek Sabunu’nun ve buhurlu sabun’un sâir envâ’ı dahi bu minvâl üzere füruht oluna (satıla).”[22]
Ama bu işler, buraya dek söylediklerimiz kadar yeni değil, şöyle ki ateş, çamaşır yıkamayı, sadece ısınan suyun “yıkama gücü”nü artırarak kolaylaştırmadı, aynı zamanda ateş, odunu küle dönüştürdü ve kül sıcak su ile birleştiğinde daha iyi bir çamaşır yıkama malzemesi oluşturdu: kül veya yıkama eriyiği. Bu yöntemin ilk kez nerede ve ne zaman kullanıldığı, sönmüş kirecin eklenmesiyle soldurucu etkisinin artırılarak ne zaman kullanıldığı bilinmiyor. Çok eski tarihlerde bile odun külü eriyiğinin (alkalisi), daha doğru bir deyimle “bazik kül çözeltisi”nin, sadece kumaş için değil, tüm diğer kullanım araçlarının temizliğinde yaygın olarak kullanıldığı biliniyor.
Kuzey ve Orta Avrupa’nın zengin ormanlık bölgelerinde bu eriyik için gürgen ağacı külü kullanılıyordu. Kumsal bitkilerin küllerinden elde edilen eriyiğin de daha etkili olduğu biliniyordu. Temizlik külünün etkisini artırmak için kül, sönmüş kireçle karıştırılıyor ve bu karışımın üstüne birkaç kez sıcak su dökülüyordu.
Bir kadın eli çocukların kirli giysilerine sabunu ilk kez ne zaman sürmüştü? Bunu kimseler bilmiyor. Eski Mısırlıların sabunu bildikleri kesindi. Hiç olmazsa alkalik tuz olarak trona ellerinin altındaydı. Bu, Nil vadisi ve tuz göllerinin kıyısında bulunuyordu. Mısırlılar bu doğal sodayı hayvani ve bitkisel yağlarla karıştırıyorlardı. Eski Mısır papirüslerinde hayvanî ve bitkisel yağların bu tür alkalik tuzlarla ısıtılarak nasıl kullanılacağına dair reçeteler mevcuttur. Bu şekilde kimyasal olarak sabun meydana gelmiştir.
Herhalde odunu bol olan ülkelerde de odun külü ve bununla sabun üretimi de biliniyordu. Bugüne kadar malûm olan en eski sabun M.Ö. yaklaşık 2500 tarihli oluyor. Prof. Martin Levey, Temple University, Philadelphia/ABD, Sümerce okuyabilen ender bilim adamlarındandır. Levey, Sümerlilerin kimya bilgisi üzerine de araştırmalar yapmış ve sabunun en eski kimya ürünü olduğunu saptamıştır. Sabunla ilgili en eski yazılı kaynak yün yıkanmasıyla ilgilidir ve M.Ö. 2500 yılından kalan bir kil tablet üzerinde yer almaktadır. Bu ilginç tablet Sümer dilinde yazılmış olup bu dil, Dicle-Fırat (bugünkü Irak) bölgesinde kullanılıyordu. Atamız İbrahim’in bu bölgeden geldiği kabul ediliyor. Her iki nehrin ağzı da kilden yana zengindir. Keski uçlu bir kalemle sabun reçetesi kartpostal büyüklüğündeki kil Resim 247: İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde bulunan bir Sümer tabletlere kazınmış. Kızgın güneş bunları katılaştırıyor, Mısır’ın papirüslerinden, parşömen deri ve bugün kullanılan kâğıttan daha sert oluyordu. Bu kil tabletlerin binlercesi, bazıları kral adalarında, bazıların da bu eski topluluğun ev kalıntılarında arkeologlar tarafından bulunmuş.
Resim 247’de görülen, İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde bulunan bu tablette ilk kez potasın yıkama malzemesi olarak kullanıldığı yer alıyor. M.Ö. yakl. 2000’lerde kralın maliye bakanı şu notları almış: “Kral Şusin için bir adet tören giysisi. Erkekler için bir adet tören giysisi. En iyi kalite kraliyet giysisi. Tüm bunlar için gerekli işçilik günde 185 işçi. Gerekli yağ miktarı 1 Sila (yaklaşık 1 litre). Gerekli sabun otu (potas) miktarı 5 Sila 10 Gin. Gerekli iplik miktarı 10 Gin (ölçü birimi). Kare biçiminde üretilen kumaş…”[23]
* * *
“Görmedik aybını bu hatunun
Lekesi var mı acep sabunun” (Fâzıl)
Yukarda ifade edildiği gibi sabun gerçekten ilk kez Mezopotamya’da kullanılmaya başlanmış. Dokumacılığın M.Ö. 4000’li yıllarda burada iyice gelişmiş olduğu, dokuma evlerinde iplik ve kumaşların yıkanmasında sabun, potas ve şap kullanıldığı biliniyor.
Belgelere göre bugünkü sabunun ilkel şekli ilk çağlarda Araplar tarafından yapılmış. Yukarda söylendiği gibi alkaliyi sıvı yağla karıştırarak ilk sabunu Mısırlılar yapıyor. Ancak bu yöntem, daha peygamberler çağından beri Filistin’de biliniyordu. Beni İsrailliler metalürjide kullanılan potasyum hidroksit (bor, borit) ve özellikle tuvalet sabunlarında kullanılan sodyum hidroksit (neter) olmak üzere iki çeşit alkali kullanılmış. Tevrat’ta Rab Yehova, “Çünkü kül suyu ile yıkansan ve çok sabun kullansan da yine fesadın önümde kirli duruyor”, diyor bir fahişeye (Yeremya II/22).
Dokunmuş kumaşların Anadolu’da, daha M.Ö. 6000’lerden beri kullanıldığını görmüştük. Neden sabun kullanımının bu yarımada ile ilgili yanından söz edilmesin? Yine Orta Asya kökenli yünden üretilen keçenin üretim aşamasında sabunlu suyun kullanılması, sabunun Orta Asya ile bağlantısının da bulunduğunu gösteriyor.
Türkler yaklaşık olarak XI. yy.a kadar sabun yerine sulardaki tabii soda (Van gölü), çöven, saparna, kaşık otu, kılaya kavuğu, acı ağaç, herdemtaze, tavşan kulağı, hintkestanesi ve daha niceleri gibi saponinli maddeler ve kül kullanmışlar.[24]
Anadolu’da bu gibi yöntemlerin hâlâ kullanıldığını söylemiştik: “Eskişehir’in Mihalıççık İlçesi’nde yaşayan kadınlar analarından öğrendikleri temizliği uyguluyorlar. Dr. Erçin Özüntürk, ‘bu yörede yaptığım incelemelerde kilden kaynaklanan egzama olayına rastlamadım’ diyor.”[25]
Anadolu’da, özellikle çok zeytinyağı üretilen bölgelerde sabunculuk da geleneksel bir uğraş konusu olmuş. Bu bölgelerden biri Ayvalık oluyor. Ayvalıklı ustalar, yeterince pişip pişmediğini anlamak için sabunun tadına bakıyorlar. Hüseyin Yıldırım usta, “… göz kararıyla pişip pişmediğini anlamak güçtür. O nedenle yenir. Yeterince pişip pişmediğini, acılığının gidip gitmediği, en iyi böyle anlaşılır… Her sabun yenmez! Bizim yediğimiz sabun saf, içilecek nitelikte zeytinyağından yapılan sabundur…” diyor.[26] Ünlü Hacı Şakir sabunlarının yapımcısı Hacı Şakir Bey’in torunu Şükran Hanım, “biz çocukken sabunları yalardık” diye anlatmıştı.
Anadolu’nun bir başka ucunda, yine geleneksel sabunculuğu ile ünlü, orta yeri sabun atölyesi olan Nizip var. Nizip ilçesi için az çok sabuncu ülkesi denebilir. Zeytin ağacı çok boldur. Burada kireç, sudkstik, tuz ve su kullanılır. Bunların dışında bir de kereker denilen madde vardır ki çölden gelir ve daha çok Şam bölgesinde bulunur. Bunun toprağı ayrılır, külü alınır, taşta öğütülür, kireç ve suyla karıştırılıp hamur haline getirilir; bu hamur kurutulur. Tahmine denilen kapların içine konup su dökülür; su, bu mahlûtun Tahmine’lerin altındaki kuyulara süzülmesine hizmet eder. Kuyulara süzülen madde kazanlara alınır, zeytinyağı ilâvesiyle kaynatılır ve kaynadıkça kerekerli su eklenir. O zaman zeytinyağı kesilir, ayran gibi bir kıvam alır. Soda ilâvesiyle kaynatılarak sabun haline getirilir. Ama iş burada kalmaz. Kazandaki mahlûta (karışıma) soğuk ve sıcak su katılarak yine ayran kıvamına getirilir. Bir kez daha kereker’li su ile karıştırılır, mahlût kazanda kabarır, ocak söndürülür. Yine kuyulardan su alınarak kazana konulur. Tekrar ayran haline gelen mahlûl düz bir yere dökülür, iki saat içinde donar. Sabuncu ustası yere serilmiş olan sabunu kalıp halinde bıçakla keser, üstüne fabrikanın damgasını vurur.[27]
Sabuncuların pîri Cemşid imiş…
Rivayet edilir ki, evlilik çağına gelmiş her kızın çeyiz sandığında bir torba defne kokulu sabun bulunurmuş. Öyle ki bir zamanlar Nizip defne, defne de sabun kokarmış. Ama zamanla defne kokulu sabunlar pahalı olduğu için yapılmaz olmuş. Nizip’in eskileri “nerede o eski sabunlarımızın kokusu” deseler de yine kuleler halinde kurutulan sabunlar, çevresine kendilerine özgü hoş kokular yaymaya devam ediyor.[28]
Bu sabun hikâyesini burada bırakıyoruz.
* * *
Asya’da sâpun-sapın-sapun sözcüğü çok yaygın olup (Räsänen, s.402) sabunun burada epey zamandan beri imal edilmiş olduğu düşünülebilir. Örneğin Kazan, büyük bir üretim merkezi olmuş. Ülkemizin ünlü “Hacı Şakir” sabunlarının üreticileri Kazan’lı olup yedi batın sabun imalcileriymiş. Yine dedeleri sabuncu olan başka Kazan kökenli aileler de tanıdık.
Türkiye’de sabun üretimi oldukça eski tarihlere kadar uzanıyor. Resmî kayıtlara göre XIX. yy. başlarında Antakya’da taş kazanlarda sabun yapıldığı biliniyor. Ortaçağlarda Suriye’de de bu işin yaygın olduğu biliniyor. Ama her şeye rağmen sabun, yaygınlaşmak için, XIX. yy.ı beklemiş (AB ve BL).
Ky’de (Erkilet) sabuna “üllüp” deniyor. Farisîde “gûşne-gûşe-guvîşe”, “taze iken yenir, kuruyunca el yıkanır, karalı beyazlı bir nebattır ki ‘davut çöğeni’ denir = guznek. Bir nevi mantardır ki kadınlar tatlısını yapıp semirmek için yerler. Köpürtken ve ‘yapağı sabunu’ denilen bir nevi ot diyenler de vardır” (GG, s. 1400). Bir de Isp, Kn, İç, Hat’da Tesbi-tespi denilen, yaylalarda yetişen 1-2 m boyunda, boz yapraklı, fındıktan büyük meyvesi olan ve çekirdeğinin içindeki ak madde sabun gibi kullanılan bir çeşit çalı da vardır.
Aynı bağlamda çöven, özellikle Orta ve Doğu Anadolu’da yetişen, kalın köklü, basit yapraklı ve küçük çiçekli, karanfilgiller ailesinden çok yıllık bir bitki olup suyu, sabun gibi köpürten ve kir temizleyici özellik taşır; bunun köklerinden yünlü kumaşların temizlenmesinde yararlanılır ki İranlının buna “yapağı sabunu” demesi anlaşılıyor. Ayrıca bazı saponinlerle şeker içeren kökler bir çeşit tahin helvası yapımında kullanıldığı gibi (Acem kadınları bununla şişmanlamıyorlar mıydı?) halk hekimliğinde seyrek de olsa, idrar ve balgam söktürücü olarak da kullanılır. Halk arasında çevgen, çövenotu, dişiçöven, helvacı çöveni, şark çöveni adlarıyla da bilinir (BL)
50’li yılların ilk yansında Siirt’te görev yaptığımız sıralarda bize, Pervari ilçesinin ünlü ve çok aranan balının, içine çövenle ağartılmış pekmez katılarak tağşiş edildiğini söylemişler, bu balı alırken dikkatli olmamız hususunda bizi uyarmışlardı. Pekmez, çövenle kaynatıldığında, rengi açılıyormuş.
60’lı yılların ortalarına kadar dolaştığımız Anadolu’daki köy evlerinde akarsuya rastlamadık. Su gereksinimi, kuyulardan çekilen ve çeşmelerden alınan taşıma su ile karşılanıyordu. Suyun sağlanma şekil ve yöntemlerini daha önce etraflıca irdelemiş olduğumuzdan[29] bunları burada tekrarlamıyoruz.
[1] J. K. Finch. Yüzyıllar boyunca inşaat mühendisliği (Civil Engineering mecmuasından). Çev. M. P. S., DSİ Yay. 76, Ank.1959, s.59
[2] ibd., s.30
[3] Burçay Anger.- Temizlik âdetleri, in Bilim ve Ütopya, 13.03.94
[4] Rich, mad. “Strigilis”.
[5] Tarafımızdan belirtildi.
[6] Celâl Esad Arseven. – Eski İstanbul (abidât ve mebânisi), İst. 1989, s. 186
[7] E. Hakkı Ayverdi ve İ. Aydın Yüksel. – İlk 250 senenin Osmanlı mimarîsi, İst. 1976, s.108- 109
[8] Tarafımızdan belirtildi.
[9] “Came”, Farsça “elbise”dir.
[10] Elginkan Vakfı – Tarihi gelişim içinde musluklar, İst. 1993, s.19
[11] Eflâtun Cem Güney. – Bir varmış bir yokmuş, İst.1963, s.5
[12] ibd., s.52-55
[13] Bunlar için bkz. Burhan Oğuz. – Bizans’tan günümüze İstanbul suları, İst. 1998, s. 30 ve dev. Ayrıca Vitruvius V/10.2-3 ve C.I, s.XXI
[14] Bkz. Ekrem Hakkı Ayverdi. – Osmanlı mimarîsinde Fatih devri 855-886 (1451-1481), C.IV, İst.1974, s.590-611 ve Semavi Eyice. – İstanbul (tarihî eserler). Hamamlar, in İA C,5A
[15] Robert Mantran – İstanbul dans la seconde moitie du XVIIe siecle, s.504 – 505
[16] Kemal Ahmet Aru. – Türk hamamları etüdü, İst. 1949, s.29, 31
[17] J. Ruska. – Sabun, in İA ve A. Dietrich. – Sâbûn, in EI
[18] A. A. Vasiliev. – Histoire de “Empire byzantin, T. I. trad. P. Brodin et A. Bourguina, Paris 1932, s.454
[19] René Grousset. – L’Empire du Levant. – Histoire de la Question d’Orient, Paris 1949, s.324
[20] Halim Baki Kunter. – Kitabelerimiz I, in Vakıflar Dergisi II
[21] Neşet Çağatay. – Bir Türk kurumu olan Ahilik, Konya 1981, s.119-120, s.37 ve Mübahat S. Kütükoğlu. – Osmanlılarda narh müessesesi ve 1640 tarihli Narh Defteri. İst. 1983, s.102
[22] Yaşar Yücel. – Osmanlı ekonomi-kültür-uygarlık tarihine dair bir kaynak. Es’ar Defteri (1640 tarihli), Ank.1992
[23] K. G. Bruckmann.- Kulturgeschichte des Waschen, Düsseldorf, 1966, s.10. Metni tercüme etmek lûtfunda bulunan değerli dostumuz Prof. Dr. Şermin Alyanak’a teşekkürlerimizle.
[24] Said Öztürk ve Gülden Sarıyıldız. – Sabun, in TOMBAK 15, 1977
[25] Gönül Öktem ve A. İhsan Aydoğmuş. – Bir parça kille çamaşırlar bembeyaz, in Kelebek (Hürriyet eki), 23.03.1987
[26] Necati Güngör. – Sabun yeniyorsa güzeldir, in Cumhuriyet (Gaz.). 08.07.1990
[27] Hurşit Alpaslan. – Nizip’te sabunculuk ve halıcılık, in TFA 82, Mayıs 1956.
[28] Nizip’in orta yeri Sabun atölyesi, in Cumhuriyet (Gaz.) 2, Sanat kültür eki, 21.05.1993
[29] Bkz. Kültür kökenleri, C. I, s.325-400
( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.