Kültür Eserleri > THKK 2/C - Tarım Teknikleri > Tarla Çalışmaları

Tarla Çalışmaları

İlkbaharda tarlanın sürülmesine ahır aktarması-ahır hergi (Ank), ahır aktarması (Tn); yine ilkbaharın başında yapılan nadasa da ahır nadası (Ka, Es) deniyor. Buradaki ahır sözcüğünden işbu herk ve nadasla birlikte, kış aylarında ahırda birikmiş gübrenin tarlaya “aktarıldığı” tahmin edilir.

Zeytinlik ve incirliklerin iki kez sıkça sürülmesine baran etmek deniyor, Gaz’te. Aynı il ve Mr ile Yz’da baran’ın “çift demirinin yaptığı geniş yarık, saban izi” olduğunu görmüştük.

Darı tavı = “Nisan ayının ikinci yarısında, darı ekimi için toprağın taya gelmesi” (Zn) tanımlamasından, Zn’da darının bu mevsimde ekildiği anlaşılıyor.

Enel, “tarlada imece halinde çalışan işçilerin bir seferde çapaladıkları ya da biçtikleri kısım” (Isp, Brd, Dz); “tarlada çalışan işçilerin düzenli bir şekilde sıraya girip çalışmaları”dır (Af, Brd). Enlerci de “ekin toplayıcıların sağında ve başında duran adam” (Kn) oluyor. Aynı bağlamda enar-enacı da “orak biçerken kılavuzluk eden adam, amele başı”dır, Ay, Mn, Gr’da.

Her işçi belli bir miktarda iş yapmakla yükümlü olduğuna göre “bağ veya tarla işlerinde her işçinin payına düşen iş” ener tesmiye edilmiş Brd, Dz, İz’de.

Yukarda, Kn’nın enlerci’si, Isp, Dz, Ay, Brs, Ant, Af’ın eynelci-eğnel başı-eyner- eynerci’sidir.

Firezine ekmek, “ekin biçildikten sonra tarlayı sürdürüp tekrar ekmek”tir (Nğ).

Gedne-gedine-getne-ketene “set set tarlalar arasına çekilen duvar, set set basamak şeklinde tarla”dır (Ky, Sv, İç): “Kızılırmak kenarındaki bağ hep gedne gedne amana pek güzel üzüm bitiriyor”… Fot. 48’de, Yeşilırmak üzerinde bulunan Amasya’da işbu bağ gedne’lerini gösteriyor ki biz buna Anadolu’nun az çok her yöresinde rastladık. Hırim, yine İç’de “meyilli yerlerdeki tarlaların bazı bölümlerine toprağın kaymaması için örülen duvar”dır.

Bu aynı şeye, Mğ’da iskala deniyor ki Latince “scala”, merdiven, “scalae” de basamak manasınadır.

Gm’de, ekin biçilirken tarla küçük parçalara bölünüyor ve bunlara han deniyor. Mğ’da da horatalık, “küçük parçalara ayrılmış tarla”dır. χωρα ülke, bölge, yöre, yer anlamınadır.

“İmbal, daha önce gördüğümüz gibi, üvendire çivisi olmanın dışında, Çr ve Yz’da “bağın dar ve uzun olarak bölünmüş parçalarından her biri”dir. Aynı aileden ombal, “ince yollarla ayrılmış bağ, sebze karığı” (Isp, Nğ); umbal, “hendek” (Ada); yine umbul-umbal, “bağ ve bostanlarda, evleğin enine bölümlere ayrılmasından ortaya çıkan eşit büyüklükte parçalar”ı (To, Ky) ifade ediyorlar ki bunların “anası” άμπολή, çukur, oluk’tur1.

Anlaşıldığı kadarıyla tarlanın, sürüleceği ya da tohum atılacağı zaman, parçalara, bölümlere ayrılması mutat bir işlem oluyor. Nitekim Ay, İz, Ama’da buna kırım deniyor.

Lığ-lıg-lıgda-lığırt-lığlak-liğ-luğ, “selin, akarsuyun (tarlaya) getirdiği ince çamur, tortu, birikinti” (Isp, Çr, Sm, Ama, To, Or, Gr, Gm, Kr, Ezm, Ezc, Ağ, Sv, Ky, Tr, Gr, Yz, Or); “tortu, kireç tortusu” (Ezc) olup λιγδα, içyağı, yağ, kir, cüruf, yağ lekesidir. Bu alüvyonun faydalı olduğu sanılır.

Öğrek, “uygun zaman, elverişli durum” (Sm) olmak itibariyle “mevsim” (Ank), “tarlaya tohum atma zamanı” (Kü) olmaktadır. Keza haç, “ekim ayı”dır (Or, Ezc’da). Acaba buralardaki Hristiyanlar, tohum atmaya başlarken haç mı çıkarırlardı?…

Bağları, bahçeleri, örneğin ayrığı kırmak için, üstten çapalamaya toz çapa denir (Ist, Isp, İz) ki metallerin torna edilmesi sırasında çok ince, talaş toz halinde çıkacak gibi bir tabaka kaldırılmasına toz paso vermek denir.

“Fasulye, bakla gibi taneli tahılı ekmek için açılan ince uzun karıkları sabanla kapama”ya yama adı verilmiş, Isp’da.

Ve bağ ile ilgili bir uygulama: yazma, “bağ çubuklarını su kıyısına dikip köklendirdikten sonra yatırma yöntemiyle üretme”dir (Ank).

 

* * *

 

Bağın, bahçenin, tarlanın, özellikle bazı çok engebeli (ve bunun engeme-ingeme- ingaba… gibi birçok varyantının kökeni, “kertik, yarık, uçurum, engel anlamlarına gelen εγκοπή”dir)[1] yörelerde, hep düzlükte olduğu sanılmamalıdır. Dağlar da Anadolu insanına asırlar boyunca yiyecek sağlamış ve buna karşılık da ondan, düz ovadakine göre, çok daha büyük ceht, gayret istemiş. Dememişler mi “dağı, bağ eden himmet” diye?…

Kır, bağ, bahçeye Ama, Hat, Sv, Nş, Nğ, Gm’de yazı yaban-yazu yaban denmesi, bunlardan yaz aylarında “yaban”da, yani ıssız yerlerde faydalanıldığını ifade etmiyor mu? Burada “yaban”dan dağlık bölgenin kastedilmiş olması melhuzdur.

“Dağ”, Çağatay ve Azeri Türkçelerinde aynen bulunmaktadır. Bu sonuncusundan bir iki darbımesel ve şiir:

 

“Güvendiği alçacık dağlar, size de kar yağarmış!”

“Dağına bahar kar verir, bağına bahar bar (meyve, yemiş) verir.”

“Sana derler Sultan Dağı

Ne dumandır başın senin

Kocalardan sual ettim

Kimse bilmez yaşın senin

Eksik olmaz karın yağar

Bulutlar birbirin kovar

Her gün güneş sana doğar

Cevahirdir daşın senin

Alt yanın bağ ile bûstan

Çevre yanın gül gülistan

Ayırdılar meni dosttan.

Öter garip kuşun senin” “Köçerlû”dan

 

“Dağ” için DELT şunları söylüyor: “Karşılaştırınız Çince thai = ibd.; Babilonyaca tahv = ibd.; Kıptî taou = ibd….[2].

Çağatay lehçesinde “tag” da dağ oluyor. Keza Kazan Türkçesinde de “tag, tav”, dağdır.

Tagar-dağar, deri torba, zahire ölçülen kap, toprak saksı. Dağarcık da, omuza asılan ufak deri torbadır, dağda taşta dolanırken…

Bu arada, aşağıdaki hususu da dilcilerin dikkatine arz edelim: Samojloviç, Türk dillerinin tasnifinde tâγ (dağ) sözcüğünü, tasnifin anahtar sözcüklerinden biri olarak kabul etmiştir[3].

 

“Dağ üstü bağ”…

“Bağlasın pehlûyu naz üzre çiçekli şalini

Seyreden varsun disün bu halete: dağ üstü bağ” (Pertev Paşa)

“ Kırmızı güller durur sinemde dağ

Kim demişler âşıka dağ üstü bağ” (Şemsi Paşa)

“ Bağdaki sevmez iken dağdakini

Dağdaki gelse koğar bağdakini” (Şinasi)

“Dağ dağ üstüne olur, ev ev üstüne olmaz”…

“ Dilde gam var şimdilik lûtfeyle gelme ey sürur

Olamaz bir hanede mihman mihman üstüne “ (Rasih)

“Dağlar kadar günaha darı kadar iman”…

“ Yemen ellerinde Veyselkarani

Göçtü kervan kaldık dağlar başında!”…[4]

“Taş”, Uygur, Çağatay lehçelerinde aynen bulunuyor. Bu sonuncusundan: “ağzınınga taş! = dilim tutulsun!”; taşbaka = taşbaga, tosbaga.

Kazan Türkçesinden: taş yurt = kârgir ev; taş yol = kaldırım; taş yürek, taş gömül = taş yürekli, merhametsiz; taş kapçık = (mecazen) mahbus, zindan.

Ama bunun dışında “taş”, Çağatay lehçesinde dış, dışarı, hariç (iç zıddı) manasında da oluyor. Kaşgar lehçesinde “taşkaru-taşkarı-tışkaru” = dış, dışarı, taşra. “Taşlıg- taşluk” = dış taraf, hariç.

Taşmak = sular taşmak, feyezan etmek; taşımak = bir yerden alıp dışarı götürmek, göç etmek; taşık = dışarı çıkmış, taşkın; taşak = dışarı çıkıp taşan uzuv, taşak; taşamak = aşağı sarkmak. “Taş”ın aynı zamanda bir ağırlık ölçüsü olduğu dikkate alındığında bunun “sarmak” ile münasebeti fark edilir. Kazan Türkçesinde de “taş”, dış, hariç manasınadır: “taşlamak” = dışarı çıkarmak, bir tarafa atmak, bırakmak, terk etmek; mecazen kat-ı alâka ve münasebet etmek, bezmek, usanmak.

“Taşlaşmak” = kat-ı münasebet etmek; “taşlaşu” = ayrılma, ayrılık; “taşlandık bala” = anası tarafından bırakılan çocuk.

Uygurcada da “taş”= dış, dışarı, hariç, uzak, ırak, taşkın, aşkındır. “İçi taşı biliklik” = içi dışı belli. “Taş kılmak” = dışarı götürmek, taşımak, uzaklaştırmak; “taşartı” = dışta olan, dışarı, serbest, hür, azade, açıklık, ova.

Yakut: “tas” = dış; “tasar” = dışarı götürmek, taşımak; “tasagas” = alıp götürülecek şey, yük, göç.

Türkmence: “daş” = uzak, dışarı[5].

Divertimento

1954-55 yıllarındaydı. Kayseri’nin Erkilet kasabasının elektrik şebekesini inşa ediyorduk. Adamın biri bizi Belediye’ye şikâyet etmiş, kapısının önüne direk dikilmiş, saman arabasının giriş ve çıkışına engel oluyor diye. Aslında böyle bir şey mümkün değildi, ama reisin ısrarı üzerine hep beraber gidip baktık: boylu boyuna uzanan, aralıksız bir taş duvar ve ortasında da bir direk vardı.

“Kapı nerede?”

“Aha burası. Bağa göçmüştük de gapıyı örmüştük!”…

* * *

Tarlanın dağlık, sarp yerlerde olması halinde buralarda öküz yürütmek, dolayısıyla da sabanla toprağı sürmek mümkün olmaz. Buralarda kazma, bel, çapa, sabanın yerini tutar. 1950’lerde İmroz adası (şimdiki adı ile Gökçeada)nın dik yamaçlarında toprağı çapa ile yüzeysel olarak kazıp buğday ekildiğine tanık olmuştuk. Keza Doğu Karadeniz bölgesinin sarp yamaçlarında da mısır ekimi için bu araçlar kullanılır.

Çapanın işlevleri bel veya saban-pulluğun çıkarttığı iri kesekleri parçalamak, toprağı yumuşatıp havalandırmak, yabani otları köklerinden koparmak olup almış olduğu çeşitli adlar, öbür araçlarda olduğu gibi, bunun da kullanılma şekillerine ve kökenlerine ışık tutar.

“Tüccarın bir günü, ekincinin bir yılı, azabın (yanaşmanın) ömrü” (GA II, s. 363) Çapa, “İtalyanca zappa ve modern Yunanca Τσαπι= ibd., karşılaştırınız σκαπάνη=çapa, kazma… Fransızca sape = geniş ağızlı kazma”[6].

“Çapa”dan galat olması melhuz çağa, Kn’da çapadır. Aynı şeyi çepin-cepin-çepen-cepi, “küçük çapa” (Ay, Çkl, Brs, Ba, Bil, Es, Çkr, Çr, Ank, Ed, Krk, Tk, Rz) için de söyleyebiliyoruz.

“Çetele, günlük dilimizde, çizilerek veya oyularak açılan kertik olup işbu çetele’nin (BO. İst) “küçük çapa”yı ifade etmesi, herhalde bahçede açtığı kertiklerin bir hatırlatması olabilir. Çörtek de “iki taraflı küçük çapa”dır (Kn) da. Bu küçük çapaların genellikle bir tarafı düz ağızlı, öbür tarafı da iki dişli olur.

Kırsal kesimin adamı, çevre doğasının gereksinime göre, daima en “ekonomik” aracı yaratır. Bunlardan biri de cükür-çükür, yani “bir yüzü balta, bir yüzü kazma olan aygıt’tır (Af, Kn, İç, Ant).

Girebi-girebe-girebu (Kc, Sm, Ama, To, Or, Gr, Tr, Sv, Mğ, Af, Ks), gurebi-gorebi- gürebe-güreli (az çok aynı yerler) kürebi-kopru-körebi-körepe-kürepe-küreği (Kc, İst, Zn, Ama, Tk, Rz, Brs, Bil), “diken, çalı kesmeye yarayan yarım ay biçiminde küçük balta, keski”dir. κρωπι, bahçe tahrasıdır[7].

Güdü, “ufak çapa”dır, Ks’da. “Güdük’ten kısaltma olabilir. İgeş de aynı şeydir, Nğ’de.

İskelit-isgeliç-isgelt-iskelep, iskeliç (Nğ, Kn, Ant, İç), “küçük çapa”, aynı anlamdaki σκαλίδα’dan iştikak etmiştir[8]. Buna Gaz ve Mr’da kahniç deniyor, Sv’da kepni, Mr, Nğ ve İç’de kehni-kehme dendiği gibi.

Rz’de iki taraflı çapanın adı kirka’dır. Κιρκασιος, Çerkez demek olup bu tür bir çapanın Kafkaslardan gelmiş olduğu düşünülemez mi?

Köpen (Sm), kulbik (Sv) “çapa”; kürbe de “iki ağızlı küçük çapa”dır (El).

Baltaların, bunların, çapa ve bellerin-küreklerin sopa geçen deliklerinin… adlarını saymayı gereksiz gördük.

* * *

Osmanlıca Arapçadan bazı ürün adlarını almış: hınta = buğday (çoğ. hınat); şaîr = arpa, hubz-i şaîr = arpa ekmeği. Farsçadan da gendum-kendüm = buğday’ı benimsemiş.

“Kimi lûtfunda alır sürre kimi kemdüm ü cevv

Yoktur esb-i dilin ıstabl-ı riyaziyatte yemi” (Beliğ)

“Kendüm nüma vu cev-füruş”, buğday gösterip arpa satan hileci, yüze gülüp adam aldatandır[9].

Cev de Farisî arpa oluyor.

“Arpa”, birçok dilde müşterektir: Moğol arba; Mançu arba (siyah arpa); Macar árpa (Türkçeden geçme)[10].

Gerçekten DLT’de (I/123-4) şunları okuyoruz: “Arpa: arpa. Şu savda dahi gelmiştir: ‘arpasız at aşumas, arkasız alp çeriğ sıyumas = arpasız at koşamaz, arkasız yiğit asker bozamaz’. (At arpa yemedikçe yokuşu aşamaz, bunun gibi, bir yiğit de kendisine yardım eden bir arkacısı bulunmadıkça savaş saflarını yaramaz). Bu sav, her işte yardımlaşmayı emretmek için kullanılır”.

“Burçak” yine DLT’de aynen bulunuyor; ayrıca burada “Ter taneleri. Bu sözden alınarak ‘ter burçaklandı’ denir ki ‘ter taneleri burçak gibi çıktı’ demektir” (I/466). Bu sözde burçağa verilmiş olan önem beliriyor.

Halk dilinde alahinta, “karışık buğday” (Gm); dargan-darkan-darikan, “çavdar” (Vn, Bt); şifan, “yulaf” (Hat, Ed, İç, Ada) … dır. Buğday ve çeşitleri ile ilgili sözcük sayısı o denli büyüktür ki onları burada sıralamayı zait buluruz[11]. Felenin (Kn) bunlardan sadece bir tanesidir.

“Ekmek” fiil-sözcüğü Asya’da çok eskilere dayanıyor: Hakanî Türkçesinde “ol tarığ ekdi = badara’l-zar[12]. “Negü ekse yirke yana ol önür-negü birse evre anı ok alur = yere ne ekilirse, yine o biter; ne verilirse, karşılığında aynı şey alınır” (Kutadgu Bilig, beyit 1394)[13]. “Ekdi. Ol tarığ ekdi = o, tohum ekti. Bir şey üzerine ezilmiş bir nesne veya ilâç ekmek için de böyle denir…” (DLT I/168); “ekim. Bir ekim yer = bir ekişte ekilecek kadar olan yer” (I/75). “Ekildi. Tarığ ekildi = tohum ekildi. Bir şey başka bir şey üzerine ekildiği zaman da böyle denir…” (I/198).” Ekin = çiftlik (Oğuzca)” (I/78). “Ekindi: ekindi tarığ = ekilen tohum” (I/140). Zer’ = ekdi[14].

DLT’de ayrıca ekime dair öğüt de buluyoruz: “Baldır: baldır tarığ = ilkbahar başlangıcında ekilen ekin. En iyi ekin vakti budur. Herhangi bir iş ilk çağında işlenirse ona da ‘baldır’ denir. Kuzu doğumunda ilk doğan kuzuya da ‘baldır kuzu’ denir…” (I/456).

“Vardır ol bağda bir neş’e-i cavid meğer

Lâlenin tohmunu eksen dolu peymane gelür” (Nedim).

Çuvaş Türkçesinde ak = ekmek (fiil), aga = pulluk, sabandır[15]. Sümerce ek-lu, ek-kil, tarla (işlenmiş) olup Hatti dilinde aka, ağaç vs. dikmektir[16].                                                               

* * *

Sürülmüş-bellenmiş ve tohum atılmış toprak, tohumu örtmek, kesekleri parçalamak ve fazla buharlaşma suretiyle rutubet kaybını önlemek üzere düzeltilir. Bunun için kullanılan alet, şek. 69C’de görülen daban (Bo, Ks, Çkr, Ank); tapan-taban-tahan-tapa-tapanlama (Af, Ba, Kü, Bo, Sk, Çkr, Çr, Sn, Sm, Ama, To, Or, Gm, Gr, Tr, Kr, Ar, Ezm, Ezc, Ağ, Vn, Bt, El, Ml, Gaz, Hat, Sv, Ank, Krş, Ky, Ns, Nğ, Ada, İç, Krk, Tk, Nğ, Kıbrıs, Mn, Ml); tapanlamak-tapan çekmek-tapan etmek-tapannamak da buralarda “yeni ekilen tarlanın tohumunu kapatmak için sürgü çekmek, düzeltmek”tir.

Dızgara, “tohum atıldıktan sonra, tarlayı düzeltmekte kullanılan tırmığa benzer demir araç” (Ba) olup bunun İngilizce “discharrow”dan galat olduğunda şüphe yoktur.

“Daban = ayak tabanı, merdane, tarla tapanı-sürgüsü. Karşılaştırınız Ermenice dab-daban = düz, tekdüze, tarla tapanı-sürgüsü… Kürtçe tebane = sürgü”[17].

Taban etmek ise Tr’da “yağmurdan sonra, bellenmiş toprak üstünde ağır merdane gezdirerek sertleşmiş toprağı parçalamak, ezmek”tir. Bu “ağır merdane”, fot. 49’da görülen loğ-lağ-lô-log-loğ daşı-lov-lu…, yani “toprak damlarda, yollarda toprağı ezmek için kullanılan taş silindir”dir (Ay, İz, Brs, Çr, Ama, To, Gr, Tr, Gm, Ezc, Vn, Md, El, MI, Ur, Gaz, Mr, Hat, Sv, Yz, Ky, Ada, Mğ). Gaz’de de sözcük tanımlaması yapılmaktadır ki bu, kabaca düzeltilmiş taş silindiri: “lô-lov: evlerin damını, yumuşak topraklı bir yeri… bastırıp sıkıştırmak için kullanılan ağır taş silindir… lôdur ağacı: lô dediğimiz, silindiri, pekiştireceği toprak üzerinde döndürerek hareket ettirmeye yarayan, dar açı şeklinde birbirine bağlanmış iki ağaçtır. Serbest uçlarına eklenmiş olan küçük ağaç parçaları, lovun ekseni nihayetlerinde açılmış olan iki yuvaya geçirilir. Bu ağaçların birbirleriyle birleştikleri yere bir ip takılarak lô çekilir”[18].

GA’nın yaptığı, loğ taşını kendi üstünde döndürerek çekmeye yarayan tertibe loğdur-loğdut-loğkeç, yani “loğ taşına takılan iki kollu araç” (Tr, El, Ml, Gaz, Ezc, Sv) deniyor; loğlamak’ın “loğla damı ya da harman yerini düzeltmek” (Gr, Ezc, Gaz, Nğ, Sv, Ml, Mr, Ada, Yz) tarifinde bu silindirin bir işlevi daha belirmiş oluyor.

Loğn da “silindir”dir, Yz’da. Loğlan da Ml’da “iri adam”dır ki İstanbul’da buna “lök gibi adam” denir.

Bunlar bizi ilginç sonuçlara götürüyor: İngilizce log, “hacimli bir ağaç parçası, tahta köstek, mania, engel”, mecazen de “hareketsiz ve hissiz kişi”dir. Logan da, “sallanan, ırgalanan taş”tır[19]. Sözcüğün kökeninin bilinmediği belirtiliyor. Webster’s New Twentieth Century Dictionary (N.Y. 1959) da log’ın Orta İngilizce (Middle English) logge, bunun da muhtemelen Orta Skandinav diyalektinden geldiğini ve bunun birinci manasının “ya doğal haliyle yada yakacak odun vs. olarak binada kullanılmak üzere kesilmiş durumda kesilmiş bir ağaç gövdesinin bir bölümü” olduğunu yazıyor.

Tarım ve sair işlerde toprağı düzleyip sıkıştırmak için bu cylindrus (κúλινδρος) tesmiye edilen merdaneleri kullanmışlardı. Bunlar bizim ahşap tapan tipinde oldukları gibi kendi üzerinde dönen, loğ tipinde idiler[20]. Nitekim Columella “… tohum zemine bırakıldıktan sonra toprak bir tokmak ya da loğ ile özenle bastırılacaktır, zira toprağı gevşek bırakacak olursanız tohum genellikle çürür” diyor, maydanoz ve fesleğen ekiminden söz ederken[21]. Keza, ilerde, harman yerinin hazırlanmasında göreceğimiz gibi Virgilius da “ağır loğ-merdane” istimalini öngörüyor[22].

Ve birkaç bilmecesi, loğ’un: “Yazın bey, kışın azap”;  “dam üstünde iki götlü baban yatır”; “öte takır, beri takır, öldü gitti buruk Bekir”[23].

Tapan’ın bir başka adı olup o da “ekilen tohumu örtmeye ya da tarladaki büyük toprak parçalarını kırıp düzeltmeye yarayan çalılardan yapılan bir araç, ağaç silindir” oluyor Uş, Isp, Brd, Dz, Ba, Çkl, Bo, Sn, Sm, Gaz, Sv, Ky, İç, Krk, Kıbrıs’da. Sm ve Krk’de “tırmık”tır. Ayrıca, Kc, Sn, Sm da “harman yaparken otları temizlemek için çalılardan yapılan ve hayvan koşularak çekilen bir çeşit süpürge”dir.

Sürgü’nün bazı illerde “tırmık” anlamına gelmesi, izahını bulur şöyle ki tohumu örtmek için karasabanla toprağı devirmek, tapanlamak’tan başka, tırmık da, bazı yerlerde bu iş için kullanılır.

Sürgü’nün Asya’da, Çin’de olduğu gibi Kaşgar’da da bilindiğini görüyoruz: “Çigne: mala; çiftçilerin ‘sürgü’ dedikleri aygıt. Yağma dilinde “ (DLT I/435). “… Er çinke çiknedi = adam yere sürgü çekti…” (III/301).

Tapan’ın, yani şek. 69C’de görülen, kendi üzerinde dönmeyen ve hayvana çektirilen, ağırlığını artırmak için bazen üzerine taş bağlanan veya sürücünün üzerine çıktığı yuvarlak kütük’ün müteradifleri: hamel (Rz) (“hamel” Arapça “kuzu”dur); höbük (el sürgüsü-Bo); keşen (“… çekilen çalı, tahta sürgü”-Ama). küra-kürempe (“tahta sürgü” -Kn, Sv). Latince cura, “itina, bakım, yetiştirme”dir.

Yungu-yuvak da yine “bir yeri düzeltmek, düzlemekte kullanılan ağaç silindir”dir Brd’da.

Ekinlerin biçilmesi ve sair işlemlere geçmeden Elazığ yöresinde bulunan Hal ve Sün köyleri üzerinde yapılmış etnolojik etütten buraya kadar irdelediğimiz hususlara ait ayrıntıları aktaralım.

“Hal’de dört nevi buğday ekilmektedir. 1) Gılçıksız buğday, 2) Aşure buğdayı, 3) Menceki buğdayı, 4) Yazlık buğday. Ayrıca, ekilen hububat arasında ‘kara arpa’ da vardır. Gılçıksız buğday: başağında gılçık yoktur yani tüysüzdür. Aşure buğdayı: aynı kellede bulunup yalnız gılçıklıdır. Menceki buğdayı: ilk ikisinden farklı ve sapı kalın, kellesi kalın ve düğümlüdür. Yazlık buğday: Kelle bakımından aynen aşure buğdayına benzerse de tanesinin kırmızı olmasıyla öbüründen fark eder. Buğday nevilerinin ekim zamanları bakımından bir fark ve hususiyeti yoktur. Yazlık buğday hem güzün, hem de baharda ekilir. İlk üçü ise yalnız güzün ekilir. Menceki buğday bu topraklarda daha bereketlidir. l’e 5’den l’e 15’e kadar vermekte ve Ekim ayında ekilip Haziran’da yetişmiş olmasına rağmen Temmuzda hasat edilmektedir.”

“Burada toprağı işletmek hususunda genel olarak iki usul tatbik ve takip edilmektedir:”

“1) ‘Falhan’, dedikleri dinlendirme usulü yani toprağı sürüp de dinlendirmeye bırakmak: Bu halde toprak baharda sürülür, üstünden bir yaz geçer ve toprak bu zaman zarfında dinlenmiş olur ve Eylül de ekilir.”

“2) Münavebe usulü: Buğday ekildikten sonra Haziran’da mahsul toplanır ve gelecek bahara aynı sahada bu sefer mercimek, arpa veya başka bir şey ekilir.”

“Ekin sulama: Bu iş ilkbaharda kar kalkınca yapılmaktadır. Bazı kimseler karın üzerine de su vurur. Mart ayında don olmadığından, su vurma zamanı da don çıktığı, yani don sona erdiği zamandır. Bir tarla iki veya üç sefer sulanmaktadır… Kar kalkınca toprak sürülür. Mart 10-15’e doğru tohum atılır. Bu köyde genel olarak toprak çift yani ‘gara saban’ ile sürülmektedir. Arpa ekimi zamanı ilkbahar ve Mart aylarıdır.”

“Tohum atma tarzı: Tohum atacak olan önüne bir peştamal bağlar ve sol eliyle peştamalı tutar ve sağ eliyle peştamal içindeki tohumu alıp serper veya saçar fakat rençper tohum saçmadan evvel ‘evlek’ almalıdır. Yani tohum atılmış olan yerin bilinebilmesi için rençper tarlayı bazı bölümlere ayırır ve sonra çifti eğler ve bu bölümlere tohum atar”[24].

Gerçekten daha önce etimonunu da gördüğümüz evlek-evleg-evlet, her tarafta, “tarlaya tohum ekmek için saban iziyle bölünen kısımlardan her biri”, “bahçelerde sebze vb. şeyleri dikmek için ayrılan parçalardan her biri”,…,”öküzlerin bir seferde sürebileceği tarla parçası”dır (İç). Evlet tapanı ise “evlek yapmak için kullanılan bir karış genişliğinde, yetmiş seksen santim uzunluğunda tahta” (Ezc) olup, “sabanla evleği ayıran çizgileri çizmek”e evlek yazmak denir, Bo’da.

Şimdi de bu işlerin Sün köyünde nasıl yapıldığını görelim.

‘Burada buğday ekim zamanı Ekim ayıdır (güzün tarla suvarmasına ‘telbis etmek’ denir). Yılda bir defa buğday ekilir ve mahsulü de Temmuz’da alınır. İlkbaharda yapılacak ekimde, kar kalkmadığı takdirde beklenir ve bu zaman ya Mart başında veya sonunda tohum ekilir. Kar kalktıktan sonra ekin sürmeğe ‘bahar çütü’ denir.

“Telbis”, Arapça-Osmanlıcada “bir şeyin ayıbını örterek sahteleştirme”dir. Devam edelim.

İlkbaharda tohum ekme işine şöyle başlanır: bir Perşembe günü, öküzler çüt’e koşulmadan evvel, evde ‘gömbe’ pişirilir, yufka açılır ve yağlanır, bunlar siniler içinde herkese ikram edilir. Ayrıca birer ekmek de çüt’e çıkan öküzlere verilir. Tohum ekimine dua, yani Besmele ile ‘ekmek benden, vermek senden’ diyerek başlanır ve bu her gün tohum ekimine başlarken tekrarlanır. Burada bir ekin 6-7 taneye kadar zil ve Mayıs’ta da kelle verir. Sulu çiftçilikte zil’ler daha Mayıs başından 15 gün evvelinden kelle verirler.

“Ekmek benden, …” sözünden ve pişirilmiş gömbeden yenecek “ekmek” ile tohum “ekmek”in özdeşleştirildiği görülüyor. Devam edelim.

“Sün’de esas sulu çiftçilik ve biraz da kuru çiftçilik yapılmaktadır. Su olmayan arazide ve küçük tarlalarda kuru çiftçilik yapılır: yağan yağmurla iktifa edilen bu nevi çiftçilikte yağmur yağdıktan üç gün sonra tarla ‘tapanlanır’. İlkbaharda ise tarla ‘fehlan’a terk edilir yani bu zaman tarla iki defa sürülüp bırakılır ki buna da köy dilinde ‘ikileme’ denir. Güze kadar terk edilmiş yani fehlan edilmiş tarlanın bir kısmı suvarılıp ekilir, bir kısmı da istenirse kuruya ekilir. Güzün ekilen tohumun ve ilkbaharda ekilen arpa vs.nin mahsulü Temmuz’da alınır…”[25]

Şimdi de Alaca Höyük’ten (köylü ağzından): “Ekilen buğday çeşitleri: Üveyk[26] buğdayı-sarı Bursa: Her toprakta yetişen birinci buğday. İyi kelle altmış yetmiş tane verir. Kara buğday: üveyk kadar sevimli değildir. Urus[27] buğdayı: üveyk gibi danesi kırmızı, üveykten de parlak benizli olur. Hicaz buğdayı: danesi ve unu beyaz olur. Yazlık buğday: geç ekilir. Kılçıksız buğday: kılçığı olmaz”.

“Ekin ekme zamanı: 13 Birinci Teşrin, orta güzün başlangıcıdır. On beşinde ekerler, on beşini ekmezler. Songüz’ün on beşine kadar ekmezler, ondan sonra Mart’a kadar (eski Şubat’ın on beşine kadar) yine ekerler-suyu varsa su ile, rahmet varsa rahmet ile eker. Songüz’ün on beşinden sonra ekti mi bitmez, bahara kalır. Karın kalktığı zaman yeşerir çıkar. Ekti de bitmedi mi buna gömme derler.”

“Karın kalktığı zaman ekin sürmesine Çiğdem çötü = yaz çötü derler. Mart’ın onuna kadar buğday ekerler. Kurtaramazsa Mart’ın onundan sonra arpa eker, ondan sonra yulaf, burçak eker.”

“Tohum atma: önünde peştamal sol eli üzerinde bağlı, sağ ile tohumu evleğ saçar. Sağ eli sol ayağa uygunca tutar. Ayağı yanılırsa tohum noksan düşer.” “Dua: Bismillahirrahmanirrahim. Ya Muhammed, ya Âdem ata, ya Ali, ya Hızır!… Hazret-i Âdem atamızın icadıdır bu icat…”

“Ekinin büyümesi: Tohum biter, içinden tek zil çıkar (avunduruk sürerler) büyümeye başlar. Çatal çıkartır, sonra yere yatışır, pençelenir karın altında. Kar kalktı mı büyür (göceklenir), sonra iğlenir, iğ gibi olur. Rast gelirse, soğuk dokunmazsa bir kökte sekiz on dane sürer. Mayıs’ta kelle çıkartmaya başlar. Haziran da çiçek açar, çiçeği döker, dane bağlar, sıkınca sütü çıkar, firikleşir. Temmuz’da yetişir”[28].

“Ekinin düşmanları:

“San-poyraz iken ters arasında terse yakın eser. Tane alacağı zaman san düşerse ekinler çalınır, sap verir, tane vermez. San eserse ekin çabıta döner. Ters adamın hasmıdır. Ters (yel) adamı hastalandırır, poyraz eserse ortalık ferahlık olur.”

“Don kesmesi: kışın fazla don olursa güzün ekilen ekine zarar verir. Kırağı: Mayıs’ta kırağı fazla düşerse o da ekine zarar verir. Mayıs 7’de düşmezse iyi olur.”[29]

“Çiftçilerin bazıları tarlayı iki defa sürer: bir Ağustos’ta, bir de sonra, Eylül nihayeti, ya Teşrin’de. Ancak böyle çiftçiler azdır ve çoğu Ağustos’ta Eylülde anızı bozar ve sonra Teşrin’lerde, yetiştiremezse Kânun’larda tohumunu serper ve karasabanla kapatır. Bir takım çiftçiler de önceden anızı sürmez, ancak Teşrin’lerde sürer ve aradan bir müddet geçtikten sonra tohumunu eker. Öyle çiftçiler de bulunur ki anızı bir defa bile sürmez ve doğrudan doğruya tohumunu anıza serperek karasabanla kapatır. Çapa nebatı anızını, hele pancar anızını birçok çiftçiler böyle önce sürmeden ekerler…”

“Kuru yayla mıntıkasında ise, ekin biçildikten bir daha ekilene kadar aşağı yukarı 15 ay geçiyor, yani tarla bir yıl ekilir, ertesi yıl kara nadas yapılır. Nadas yapmaya buralarda havanın kuraklığı mecbur ediyor, çünkü bir yılda düşen yağış yetiştirilen nebatın su ihtiyacına kâfi gelmiyor…”[30]

“… münavebeye girecek nebat adedi pek mahdut ve aşağı yukarı yalnız tahıla münhasır kalmaktadır. Bu sonuncudan da arpa ancak gübreli tarlalara (arpalıklar), zayıflara ise yerine göre yulaf, çavdar ve buğday ekilmektedir. Demek ki, bir tarlaya bir yıl-buğday ekilir, ertesi yıl nadas yapılır ve bundan sonra yine buğday gelir. Başka tarlalarda da nadastan sonra yine arpa gelir.”

“Sahil mıntıkalarda… bazen gelişigüzel bir nevi münavebelere tesadüf edilir. Meselâ bazı ileri gelmiş çiftçilerin tatbik ettiği bir münavebe şekli: kuvvetli ve gübreli bir tarlaya 3-5 yıl, verimliliği azalmazsa daha fazla, arpa; bunun mahsulü düştükten sonra aynı tarlaya 2-3 yıl buğday; sonra bir yıl yulaf ve ertesi yıl kaplıca gelir. Bundan sonra tarlaya doğrudan doğruya bir yıl burçak ve fiğ ekildikten sonra, dinlendirilir. Burada da köy civarlarında gübreli ‘arpalıklar’ vardır ki buraya üst üste arpa ekilir; tarla zayıfladıkça gübrelenir ve yeniden arpa ekilmeye devam edilir. Trakya’da keten, kuşyemi ve susam tarlalarına tahıl gelir. Bostan tarlası behemehâl gübrelenir ve üzerine arpa veya buğday ekilir.”[31]

“ 1927 istatistiğine göre Türkiye’de 1 milyon 187 bin karasaban ve ancak bunun altıda biri kadar pulluk vardır (210 bin). Memleketin her tarafında pulluk mevcudunun karasabana nispeti ayni değildir. Meselâ, Batı Anadolu’da 167 bin karasabana karşı 65 bin pulluk, hatta Trakya İstanbul ve Kocaeli – Bursa’da 108 bine karşı 60 bin pulluk olduğu halde, bu nispet Orta ve Güney Anadolu’da 10-15 de bire, Doğu Anadolu’da otuzda bire, Karadeniz havzasında hatta kırkta bire inmektedir.”

“Karasabanın pratik ziraatta iyi ve fena cihetleri çoktur. Her halde iyi cihetleri bunun şimdiye kadar memlekette taammüm etmesine ve tutunmasına sebep olsa gerektir.”

“Bunun iyi vasıflarından birisi hafif olması ve memleketteki ufak hayvanlar tarafından kolaylıkla çekilmesidir. Zira kurak mıntıkalarda bir katre rutubet kalmayan tarlayı cılız ve zayıf hayvanlarla sürmek yalnız karasabanla kabildir. Diğer taraftan fakir çiftçi bununla hafriyat işleri yaptığı gibi, tohumunu da bununlar kapatır, yani karasaban hem pulluk ve hem de mibzer yerini görür.”

“Karasabanın fena tarafları da çoktur. Evvelâ bu toprağı çeviren bir âlet değildir; toprağı yalnız çizer ve karıştırır.”

“Buna göre toprakta bulunan otların kökünü kesemez ve nebat bakiyesini toprakla kapatamadığı için kolaylıkla çürümezler, dolayısıyla toprağı uzvî maddelerle zenginleştiremez. Karasabanı kullanmak da çok zor ve yorucudur. Daima üzerine basmak ve hayvan çizgiden çıktıkça sıralar muntazam olması için epi kuvvet sarf etmek ister. Bundan başka sürmeğe başlarken her çizginin başında saban derhal pulluk gibi toprağa kolay girmez ve bir müddet tarlanın üzerini tırmalar. Ona göre tarlayı bir daha çaprazına sürmek icap eder. Fazla iş kaçmadığı gibi derine işlemesi de 8, nihayet 12 santimden fazla değildir.”

“Sapanın kusurlarını hisseden çiftçiler memleketin muhtelif taraflarında bunu ıslah etmeğe çalışmışlar ve bazı tadilât yapmışlar. Evvelâ sabanın ucunu daha büyük ve toprağa kolay girmesi için sol tarafına bir set yapmışlar. Bu gibi sapanlara ‘dönmece’ veya ‘solak sapan’ ismi verilmiştir. Samsun’da yapılan tadilât ise, sapanın bir tarafına boynuz şeklinde bir bıçağın ve toprağı çevirmek için geniş bir tahta parçasının ilâvesinden ibarettir, ismine de ‘canik sabanı’ denir.”

“Memlekette bu kadar taammüm etmiş olan karasapan hakkında hulâsa olarak denilebilir ki, bu âlet memlekette lüzumsuz ve bir işe yaramaz addedilemez. Karasapan pulluğun işini göremediği gibi, pulluk da bunun işini yapamaz. Toprağı çevirmek ve üzerindeki otları toprağın altına devirmeğe ve kesmeğe lüzum olmadığı zaman, karasapan hafifliği için iyi bir âlettir. Pulluk daha fazla derine gider; ancak yaz günlerinde, pulluk toprağı çevirdiği için, karasapandan fazla kurutur. Eğer aktarmalar sonbahar veya kışın yapılırsa, rutubet zayiatı bakımından, pullukla sürmekle karasapanla aktarmak arasında fark yoktur.”

“Pulluğun karasapana karşı en büyük üstünlüğü, birincisinin anızları, toprağın üzerindeki otları ve verilen gübreleri toprağa daha iyi gömmesindedir; bu cihet toprağı uzvî maddelerle zenginleştirmek yönünden (hele Anadolu yaylası gibi kurak yerlerde) çok ehemmiyetlidir. Karasapanın başlıca büyük kusurlarından ikincisi de, bunun pek az iş çıkarması ve yaptığı işlerin bir taraflı olmasıdır.”[32]

“Tohumu Türk çiftçisi el ile serpip karasapanla kapatır. Hâlbuki karasapanla kapatılan tohumun bir kısmı pek derine gittiğinden toprağın üzerine çıkamaz; diğerleri kapanmadan tarlanın üzerinde kalır, karınca ve kuşlar taşır; ancak bir kısmı lâzım olan derinliğe gider. Bu sebepten çiftçi tohumu lüzumunun bir buçuk, hatta iki misli atar. Bundan başka el ile savrulan tohumun bir kısmı pek sık, diğer bir kısmı da pek seyrek düştüklerinden, tarlanın bazı yerlerinde az bir yerde sıkışmış, fazla nebata topraktaki gıda kâfi gelmez. Bilâkis, hiç tohum düşmeyen yerdeki gıdalar da istifade edilemeden yıkanıp toprağın derinlerine gider.”[33]

“Memlekette tohum ekme usulleri her tarafta aynı değildir. Hâkim olan usul tohumu el ile serperek kara sapanla kapatmaktır. Sıra vari zeriyat usulüne de tesadüf edilmektedir. Bunlardan en eskisi Şark’ta, Van vilâyetinde tatbik edilmekte olan usuldür. Bu gayet original, başka yerde benzerine tesadüf edilemeyen, asırlardan beri tatbik edilen ve sıravari zeriyat usulünün en eski şekillerindendir. Bu alet tohum ekmeğe mahsus bir kara sapandır. Uç demirinden biraz geriye iki direk parçasının arasında el ile tohum serpilmeğe mahsus bir boşluk bırakılmış ve arkaya doğru bu direk parçaları yanaştırılmış, yani boşluk daraltılmıştır. Bu tohum ekme sapanı çalışırken hem kara sapan vazifesini görür, toprağı karıştırır, ufak ve kökleri pek derinde olmayan otları koparır, hem de sapanın araladığı toprak arkadan akarak sapanın açtığı çukura delikten el ile serpilen tohumun üzerine geliyor ve tohumu kapatıyor. Ancak bu sapanla ekilen buğday sıralarının arası 50-60 santime baliğ oluyor.”

“Tohumu el ile serperek tırmık ve diskaro ile kapatıldığı da vardır. Bu usul mahdut ve muayyen yerlere münhasırdır. Meselâ Konya ve Çumra ovalarında yer yer tohumun tırmıkla kapatıldığına tesadüf edilir. İstanbul kırı ve Trakya’da da ara sıra tırmık ve diskaro ile kapatıldığı görülür.”

“Ekim zamanının da tohum miktarına çok tesiri vardır. Meselâ İstanbul kırında ve Trakya’da ekim vakti geçse, tohum miktarı da çoğalır; Kasımın yirmisinden sonra, yani son teşrinin nihayetinden geç ekecek olursa, çiftçi tohum miktarını yüzde % 10- 20 nispetinde artırır ve çiftçi avucuna tohumu doldurup tarlasına serperken: ‘Bu Allahın, bu kuş ve karıncaların ve bu da benimdir’. ‘Allah’ın’ tabirinde çiftçi bilhassa soğuk ve dondan mahvolanları kast eder, zira geç ekilen tohumlar soğuktan daha fazla müteessir olduğu gibi, karga ve serçelerin de tahribatına maruzdur. İklimin de tohum miktarına epi tesiri vardır. Yumuşak iklimde bitki iyi neşvünema bulur, iyi büyür, iyi kardeşlenir ve kışın donlardan müteessir olmak ihtimali azalır. Ona göre böyle yerlerde daha az tohumla idare edilir. Hâlbuki iklimi sert ve kışı soğuk yerlerde daha çok tohum atılır.”

“Tohum miktarı yılına göre de değişebilir: Sonbaharı mülâyim ve yağışlı yıllarda, tohum az atılabilir; buna mukabil aynı yerde sonbaharı kurak ve soğuk giden yıllarda tohum miktarını çoğaltmak icap eder. Çiftçi buraları hep kendi tecrübelerinden bilir.”

“Ekim mevsimi: Yurtta umumiyet üzere, iklimi sert ve soğuk olan yerlerde, meselâ Anadolu yaylasında, kışlık ekinler daha erken, tersine iklimi yumuşak ve kışı mülâyim olan yerlerde ise, geç ekilir. Kışı pek sert olan yüksek Şark yaylasında ise kışlık zeriyatı yapılmayarak yazlık ekilir. Kışı hiç soğuk yapmaz denilebilecek dereceden mülâyim geçen Güney ve Batı Anadolu’da ve İstanbul kırında zeriyata sonbaharda geç vakit, daha doğrusu buralarda pek geç başlayan sonbahar yağmurlarından sonra başlanır ve havalar uygun gitmediği takdirde, çiftçi bütün kış fırsat buldukça zeriyata devam eder.”[34]

Gerçekten tarımda en önemli faaliyetlerden biri de ekim işleri oluyor. Ama toprağın da tavlı olması, başarının ilk koşuludur:

“Evveli tav, sonrası yine tav”.

“Tavı bilirsen, ekmeği bulursun”.

“ Er ek, geç ek, tav’a ek”…

Tohumun iyisini seçmek de daha az önemli olmuyor:

“ Tohumu ya ene, ya dene, ya ele”.

“Tohumu tarladan üstün tut”.

“Tohumun arısı (temizi), öküzün irisi”.

“ Tohumun soylu, ekinin boylu”…

Ya ekim zamanı?:

“ Kasım’dan on gün evvel, on gün sonra ekme”.

“ Kasım’da ek, Aralık’ta ekini çek”.

“ Kasım elli, ekeceğin belli”.

“ Karakış ekini eyvah ekinidir”.

“ Ekim güzden, yemek tuzdan tat alır”

“ Yazlık yanık olur, güzlük kanık olur”.

“ Güzün kurak deme ek, yazın atı çayıra çek”.

 “ Yazlık eken her yıl aç kalırsa, güzlük eken on yılda bir aç kalır”.

“ Bir dönüm güzlük, on dönüm yazlığa bedeldir”.

“ Güzlük varlık getirir, yazlık tohum götürür”.

“ Arpanın kışlığı eksik etmez harçlığı”.

“Mart’ın sıpası, Şubat’ın arpası iyi olur”…[35]

Theophrastus, tahılların tasnifini yaptıktan sonra geçiyor bunların ekim zamanına: “Bunların çoğunu ekmek için iki mevsim vardır; ilki ve en önemlisi Ülker (Süreyya) takımının batışına doğru olanıdır; bu kaideyi Hesiodos’un da büyük otorite ile takip ettiğini görüyoruz; bu nedenle de bu döneme bazıları basitçe ‘tohum zamanı’ adını verirler. Bir başka zamanı da ilkbaharın başlangıcı, kış gün-tün eşitliği’nden (tesavi-i leyl ü nehar) sonradır. Mamafih çeşitli ürünler her iki mevsimde de ekilir. Bazıları erken ekilmeyi sever, bazıları da, kışa dayanmadıklarından, geç ekilmeyi yeğler…”

“Erken ekilen ürünler buğday ile arpadır ve bunların arasında, ikincisi en erken ekilenidir…”[36]

“Sık ya da seyrek ekmeğe gelince, toprağa bakılacak ve sair mülâhazalar dikkate alınacaktır; şöyle ki iyi bir yağlı toprak, kumlu ve hafif olana göre daha çok kaldırır. Mamafih aynı bir toprak bazen daha çok, bazen daha az tohum alabilir denir ve genellikle ilki bir elverişsiz hal olarak telakki edilir şöyle ki toprak aç denir; ama bu belki aptalca bir deyimdir…”

“Aynı şekilde ekilen ürünler için gübreleme (κοπρισις), toprağına göre yapılacaktır ve nadası kışın sürmek, ilkbaharda sürmekten iyidir. Ve bazı yerler vardır, Suriye gibi, derin sürme buralarda münasip değildir; bunun için de küçük sabanlar kullanılır…”[37]

Evet, geleneklerin dayandığı çok eski temeller mevcut.

Ve ay-tarım ilişkilerine dair inançlar:

“Ay hilâl halinde iken bağ budanmaz, ağaç kesilmez, yere tohum ekilmez, ayın yirmi yedisinden sonra da bu âdete uyanlar çoktur. Çünkü ay hilâl ve üzgün iken budanan bağda üzüm az ve cılız olur, kesilen ağaçtan yapılan odunun kuvveti, ekilen tohumun bereketi olmaz. Ay hilâl halinde iken uçları Kıble’ye doğru ise o ayda yağmur yağacağı, iyilik görüleceği… sanılır…”[38]

“Ayın iptidalarında ve sonunda, yani terbiievvel ve terbiisani zamanlarda ağaçlardan meyve alınırsa ertesi sene artık iyi meyve vermeyeceğini ve cinsi kuruyacağını zannederler.”

“Sebzeler, bostanlarda dahi zikredilen zamanlarda ekilirse tohumlar bozulur, kurt olur ve hâsılat alınamazmış.”

“Binalar için kesilen ağaçlar ayın iptidalarında kesilirse çabuk çürürmüş, bunun için ayın on beşinden sonra kesmek lâzımmış.”

“…”

“Bilumum meyveler ve sebzeler, bostanlar umumiyetle ay bedritam halinde iken toplanır. Yukarda yazdığımız gibi ayın ilk ve sonunda meyveler toplanırsa artık meyve olmaz ve bozulurmuş.”[39]

“Herhangi bir meyve ağacı ayın ikisinde aşılanırsa iki, üçünde aşılanırsa üç, beşinde aşılanırsa beş sene sonra meyve vereceğine inanılır.”

“Fasulye, nohut, mercimek gibi hububat ayın ikisinde ekilirse alınan mahsul ateşte geç pişermiş.”

“Köylüler, kânunsani (Ocak) ayının bidayetinden onuna kadar ekin ekmezler, ekilirse mahsulün noksan olacağına inanılır.”

“Köylüler, Mayıs’ın on üçüncü günü mısır ekmezler, ekilirse hepsini sıçan yermiş.”[40]

Döneceğiz bu konulara.

 

[1] A. Tietze.- Griechische Lehnwörter. s. 218

[2] DELT. s. 193

[3] Johannes Benzing.- T final dans les langues turques. inJean Deny Armağanı. TDK yay. Ank. 1958, s. 51

[4] BTL. mad. “dağ” (hem “d”, hem “t” ile)

[5] BTL

[6] DELT, s. 165

[7]  A. Tietze.- op. cit., s. 229

[8]  ibd.

[9] Mustafa Nihat Özön.- Büyük Osmanlıca-Türkçe sözlük. İst, 1959

[10] H. Z. Koşay.- op. cit.

[11] Bkz. Türkiye’de Halk Ağzından Söz Derleme Dergisi C. 5., Ank. 1957, s. 60-1

[12] Clauson. s. 100

[13] Yusuf  Has Hacib.- Kutadgu Bilig I. Metin (R. R. Arat-tıpkıbasım), Ank. 1979 ve II- Çeviri; çev. Reşit Rahmeti Arat, Ank. 1974

[14] Cemal üd-din ibn Muhanna.- Hilyet el-insan ve halbet ül-lisan. Kilisli Muallim Rıfat neşri, İst. 1921, s. 110

[15]  H. Paasonen.- Çuvaş Sözlüğü, çev. TDK. İst. 1950, s. 1-2

[16]  H. Z. Koşay.- Türkiye halkının maddî kültürüne, s. 9

[17] DELT. s. 192

[18] GA III. s. 479

[19] R. H. Poole.-Tlıe New Imperial Reference Dictionary, London (t.y.)

[20] Rich. s. 218-9

[21] Columella.- De Re Rustica XI. III. 34 (vol. III)

[22] Virgil.- Georgies I. 176

[23] İlhan Başgöz and Andreas Tietze.- Bilmece: A Corpus of Turkish Riddles, University of California Press. 1973, s. 723-4

[24] Nermin Endentuğ.- Hal köyünün etnolojik tetkiki, Ank 1956, s. 14-16

[25] Nermin Endentuğ.- Sün köyünün etnolojik tetkiki, Ank 1959, s. 8-9

[26] Güvercinlerden, avlanan bir kuş.

[27] Rus (?)

[28] H. Zübeyir Koşay.-op. cit., s. 13

[29] ibd.

[30] Mirza Gökgöl.- Türkiye buğdayları. Ist 1935. s. 192-3

[31] ibd, s. 212-3

[32] ibd.,s. 215-6

[33] ibd.,s. 218

[34] ibd.,.s. 222-4

[35] Azmi Güleç.- Ekim işlerine dair atasözleri ve deyimler, in TFA 258. Ocak 1971.

 

[36] Theophrastus- Enquiry into plants VIII. 1.2-3

[37] ibd. VIII. VI. 2-3

[38] Süleyman Sami Bucuoğlu.- Ay hakkında inanmalar  IV. Isparta’da, in TFA 83. IV. Haziran 1956.

[39] M. Akif.- Ay hakkımla inanmalar. Devrek’te, in TFA 92, IV, Eylül 1957

[40] M. Şakir Ülkütaşır.- Ay hakkında inanmalar. Sinop’ta, in TFA 92, IV, Mart 1957