Kültür Eserleri > THKK 2/C - Tarım Teknikleri > Tarım Usulleri Ve Aletleri

Tarım Usulleri Ve Aletleri

Halk kitlelerinin aslında yeterince tedvin edilmiş olmaktan uzak bir anonim geleneksel uygarlığa sahip bulunduklarını biliyoruz. Bu itibarla “alışılagelmişlik”, yani Batı diliyle “klasisim”, geçmişe, bir körü körüne bağlılığı temsil etmekten uzak olarak bir derin törel gereklikten ayrılmaz gibi belirmektedir.

Bireyin davranışı herkesin kendi içinde az çok bilinçli olarak taşıdığı değerler mertebesine bağlı olup aynı şey topluluk için de varittir; bu aynı değerlere çoğunluk tarafından saygı gösterilmesi onun tecanüsünü ve istikranın sağlar. Böylece de gelenek ile değerler kümesi arasındaki ilişki aşikâr olur. Yeterli bir süre boyunca devam etmiş bir değerler sistemi bir gelenek teşkil eder[1]. Doğal hareksizlik de bir efsanevî duyguya mı bağlanacak? 

Saban da bir “gelenek” olmaktadır. “Bir kısım ön tarih kalıntıları ve döküntüleri bugünün folklorunu teşkil eder. Bugünkü halk medeniyeti unsurlarının önemli bir kısmını atalarımız Orta Asya’dan hamil olarak gelmişlerdir. Bir kısmı da eski kültürlerin mirasıdır. Bu yerli kültürlerin eski Türk kültürü ile akraba olup olmadığı ayrı bir meseledir”.

“Türk dili hazinesi, medeniyet tarihimizin tam bir makesidir. Dil tahlili bizi aynı neticeye götürür…” dedikten sonra Hâmit Zübeyir Koşay, aşağıda vereceğimiz eski yeni kıyaslamalarına, projeksiyonda gösterdiği örnekler veriyor[2].

 

* *

 

Toprağın sürülmesi

Küçük Asya üzerine doğrudan ya da dolaylı etki yapmış Asya uygarlıklarının başında İskitlerinki zikredilebilir. Bu yerleşik topluluğun kuruluş efsanesinin Ulemasını “Gökten inmiş” bir altın saçı tası (ruhbaniyet), bir muharebe baltası teberi (muhariplik) ve bir sabanla boyunduruğun (ziraat) teşkil ettiğini Herodotus bize anlatmıştı[3].

 Kartacalı Mağon’un tarım teknikleri hakkındaki bugün kaybolmuş eserleri, kentin Romalılarca zaptından sonra Senato’nun isteği üzerine Latinceye çevrilmiş ve bunların Cassianus Bassus’un géoponiques’lerinin esasını oluşturmuş olmaları tahmin ediliyor. Romalılar eliyle bu bilgilerin de Küçük Asya’ya taşınmış olması melhuzdur. Buna dair aşağıda bazı örnekler vereceğiz.

 Finikelilerin kullandıkları saban tipi bu aletin en ilkel şeklini teşkil etmiş olup muhtelif aksam birbiriyle bağlar vasıtasıyla tutturulmuştur. Buradan, kullanma itiyadında oldukları aygıtın “kama” ve “pim-çivi” kavramlarının yerleşmesinden önce meydana gelmiş ve kendini devam ettirmiş prototip olduğu sanısını uyandırıyor. Zira gemi inşa eden bu insanların bu imal öğelerini bilmiş olmaları gerekir[4]. Mamafih keyfiyet, gerekli nitelikte ağacın yokluğu ile de izah edilebilir.

 “Saban: çiftçilik. Şu savda dahi gelmiştir: sabanda sandırış bolsa örtkünde irteş bolmas = tarla ekilip sürülürken kavga olursa, harmanda, çeç zamanında gürültü olmaz. Bu sav, sonunda kavga çıkmaması için önünden sağlam tutmakla emrolunan kişiye söylenir”[5]. Yine “sapanladı. ‘Ol yeriğ sapanladı = o, yeri sapanla sürdü’…” (III/ 342).

 DLT’ün bu ifadeleri, “saban” sözcüğünün Asya kökenli olduğunda şüphe bırakmıyor. Aynı bağlamda, Kaşgarlı’ya kulak vermeye devam edelim. Kitapta “saban demiri” karşılığında iki sözcüğün, ezcümle bukursı (III/242) ile tış’ın (III/125) bulunması, Türkmen’in, Anadolu’ya vardığında, demirli sabanı ve pulluğu bildiğine işaret oluyor. Amaç da, “amaç, hedef, nişangâh” olmanın yanı sıra “çift öküzü ve tarım aygıtlarını ifade ediyor (1/52). Yani bir yerleşik düzen yaşamında çift öküzü ile tarım aygıtları bir amaç mı oluyor?

 Anadolu’da toprakların genellikle renklerine göre tasnif edildiklerini görmüştük (boz toprak, beyaz toprak, kırmızı toprak, siyah toprak…) Bunlardan ilk ikisi hafif olup karasabanla kolay işlenirler. Öbürleri ise derin ve ağır olup genellikle sabanı ve pulluğu gerektirir. 60’lı yıllara kadar karasabanın büyük ölçüde kullanıldığına tanık olduk. Onu çoğu kez tek bir hayvan, genellikle bir öküz, bazen de bir at çeker; bu aygıt dikkate değer şekilde kuru tarıma elverişli olup, meyilli arazide daima mümkün olan erozyonu sınırlar ve taşlı ve sarp yamaçlarda çok kullanışlıdır. Çok çeşitli şekillerde olabilen bu aygıt her yerde mahallî şartlara uyar ve basit olması itibariyle de her köy ve hatta evde kolaylıkla tamir edilebilir. Pamphylia ovasında daha çok dağlarda kullanılmaktadır. Mamafih aynı bir köy toprağı içinde de zeminin tabiatı veya çalışma koşullarına göre yine bir işlev ayırımı yapılır. Yeni açılmış tarlalarda toprak daima sabanla sürülür. Buna karşılık karasaban az çok münhasıran nadas işlerinde kullanılır[6].

 Şek.69 (A ve B) ile 70-72, çeşitli saban tiplerini gösterir. Bunları genellikle sap ile gövdenin yekpare olup (şek.69 A) ok’un ayrıca bağlandığı “kürek tipi”; ok ile gövdenin tek parçadan olup sap’ın (tutak-eğek) ayrıca bağlandığı “çapa tipi” olmak üzere iki ana tipe tefrik etmek mümkündür. Anadolu’dakiler, görebildiğimiz kadarıyla, birinci, yani “kürek tipi”ndendir. Fot. 43 ve 44 her ikisi de kulak’lı (aratrum auritum) olmak üzere iki saban tipini verir. İlkinde tutak-eğek-evek, ekli parçalardan oluşuyor. Kulak’lar ökçe’nin iki yanından çıkan dallardan oluşmuş. Öbüründe ise tutak tek parçalı, kulaklar da, şek.69 B’de olduğu gibi, eklemedir. Hiçbirinde biçak-(culter), yani kesekleri parçalamaya yarayan bıçak (bkz. şek.44) yoktur. Gerçekten teker (currus) ve biçak’lı tipler de antik dünyanın tarım araçları arasına girmiştir. Toprağı yararak sabanın ömrünü uzatan bu biçak, çereşme (Çkl); çereşne (Ed), çireşne (Brs, Es, Ist, İç, Krk, Tk, Rusçuk-Bugaristan) adlarını da alır. Kullanıldıkları yerlere göre bu son sözcüklerin Rumeli kökenli oldukları tahmin edilebilir. Fot.43’deki demir, en makbul sayılan “söğüt yaprağı” biçimindedir.

 

 
  1. Zübeyir Koşay’dan aktardığımız saban tipleri, şek.70-73’de görülür. Şek.74, bir çüt koşumunu topluca, şek.75 ve 76 da çüt halkası-eyef-sap halkasını gösterir. Keza, şek.72’nin üst bölümünde, kayışın ayrıntıları verilmiştir.

                      Şek. 70                                                 Şek.71

 

 

 

Bazı çiftçi aletlerinin tarakçıl (To) adı verilen, küçük yapraklı bir çeşit ağaçtan yapıldığı ilk Derleme Sözlüğünde mukayyet ise de yenisinde bu sözcük bulunmuyor.

 Saban kayışı (şek. 72 üstte) öküz veya manda sırt derisinden yapılır. Deriyi yüzer, tuzlar, diler, sonra süte yatırırlar. Bir hafta süt içinde kaldıktan sonra üstüne şap (siysey) (Nğ) ekerler. Koyun kuyruğunu parçalayarak katlanmış kayış içine koyarlar. Yağ gönü öldürür (Alacahöyük) (H. Z. Koşay’dan).

Alacahöyük’ün neolithikten beri eski bir yerleşim merkezi olması itibariyle bu “teknoloji”nin de çok eskilere dayanmış olması düşünülebilir.

 Saban imali için halen, eskiden olduğu gibi, doğal olarak kıvrık bir sert karaağaç dalından faydalanılır. Uç-çüt demiri’nin gerektirdiği uzman işçiliği ödeyemeyenler ökçe’nin alt ucunu sivriltip olduğu gibi kullanmak yolunu tutarlar. Böylece oluşan hafif saban, toprağın derinliğine nüfuz edemeyip yüzeysel bir iz açmakla kalır. Buna karasaban-dönmece (Ba, Çkl, Ed, Krk) – kuşlu (Isp) adı verilmiştir. “Kara” sıfatının sabanın yapıldığı ağacın adından geçmiş olması melhuzdur.

1925-27 Yılları arasında bir Sovyet hey’eti, Prof. Zhukowsky’nin başkanlığında Anadolu’da ciddî bilimsel tetkikte bulunuyor ve sonuçları adı dipnotta verilen bir kitapta topluyor. Onun “yerli karasapan” üzerine söylediklerini, aynen aktarıyoruz:

“Karasapan kâmilen ağaçtan yapılmış olup yalnız sivrilmiş uçdemirinden imâl edilmiştir. Köy ustaları karasapanı meşe ve akgürgenden imâl ederler, fakat ekseriyetle meşe ağacı tercih edilir. Sabanın bükülmüş kısmında ‘enek’ denilen ağaç dallarından veya köklerin tabiî şekillerinden istifade edilir. İyi ustaların elinden çıkan karasapanlar, çiftçinin yardımı olmadan tarlayı sürebilir. Fakat yardımsız sürebildiği zaman da toprak düz olarak sürüldüğünden sapanın kuvvetli basılması icap etmektedir. Sapanın uzunluğu 80 cm, sapan uç demiri 45 cm, sürme derinliği 8 cm dir. Sapan toprağı devirmez. Tarlayı mütecanis olarak sürebilmek için muhtelif istikametlerde sürmek lâzımdır. Sapan hafif olup iki öküz veya manda tarafından kolaylıkla çekilebilir. Bazı yerlerde köylüler sapan demirinin şeklini değiştirir ve devirmek için tahta ve önüne kesici demir ilâve ederler. Bu şekilde karasapan daha müterekki bir hal alır”.

 “Bu çeşit tâdil görenlere köylüler ‘solaksapan’ derler. Diğer bir tekemmül de sapanın büyütülmesi ve idare edebilmek için küçük tekerlekli araba ilâve edilmesidir. Bu çeşit pulluk çok ağır olduğundan, çekmek için 6-8 çift öküz lâzım olur. Bunlardan başka Kuzey Anadolu’da bilhassa Samsun Vilâyetinde ‘Canik sapanı’ kullanılır. Türk sapanlarının resimleri eski mezar taşlarında görülür. Rivâyetlere göre karasapan Phrygya hükümdarı Godion tarafından icad edilmiştir. Boyunduruk doğrudan doğruya sapanın kirişine raptedilmiştir. Sonbahar sonu ve ilkbahar, çift sürmek için en mühim mevsimdir. Bazan sonbaharda sürülmüş tarla kışın, ilkbaharda ve yazın öylece kalır ve üzerindeki toprak bu müddet zarfında dağılmış olur. Umumiyetle ikinci sürme yapılmaz. Ekseriyetle tırmık çekilmeden tarla ekilir.”

 Zhukovsky daha sonra, bizim ilerde irdeleyeceğimiz sosyal konulara da hafifçe değiniyor: “Harpten (I. Dünya Savaşı) evvel Türk çiftçileri tarlalarını müştereken sürerlerdi. Bu işleri ‘ihtiyarlar’ idare eder ve bunların emriyle ekilecek tarlalar sıraya konurdu. Evvelâ yetim, dul ve hastaların sonra da diğerlerinin tarlaları müştereken sürülürdü. Şimdi ise bu gibi anlaşmalara az tesadüf edilmektedir”[7]

 Romalıların bu alet üzerinde geliştirdikleri yeniliklere rağmen saban, adının menşe’i olarak gördüğümüz gibi Asya’yı seçmiştir. Gerçekten DLT başta olmak üzere Kazan, Kızım, Kırgız, Karayim ve Azerî Türkçelerinde bu isim, mezkûr alete alem olmuştur. Kazan Türkçesinde saban aşlığı, tahılları; saban toyu da karlar eriyip yerler sürülmeye başlandığı sırada yapılan bayramı ifade ediyor[8].

 Anadolu’nun muhtelif bölgelerinde gerek görenek, gerekse ekonomik koşullar gereği çok değişik tipte sabana rastlanması bu aracın her çeşidinin bu topraklarda bilindiğinin delilidir. Esasen, bu aletin gelişmesine haylice hizmet etmiş olan Romalıların, sınırlarını Küçük Asya’nın çok ilerisine sürmüş ve işgal ettikleri alanlarda istikrarlı bir devlet nizamı kurmuş olmaları itibariyle, çeşitli tekniklerini de beraberlerinde getirmiş olmaları doğaldır. Bunların sınırlara kolonlar yerleştirdiklerini biliyoruz.

 Esasen bütün parça adlarının teknik folklor lügatçesinde bulunması, bu hususu teyit eder. Ancak, ekonomik nedenler, bu ek parçaları işleyecek uzman ellerin tediyesini çoğu kez imkânsız kıldığından, büyük bir kitle bunlardan zorunlu olarak sarfınazar edip tabiatın kendisine uzattığı kıvrık dalları olduğu gibi kullanma yoluna gitmiştir. Maddî olanakların yardımıyla tekâmülü benimsemiş olanlar, bunun faydalarının da bilincine varmışlardır: boyla kazığı-buğla adlı ve kulak’ları gövdeye kakan ağaç için “buğlasız saban, lülesiz çeşmeye benzer” denmiştir. Kulak’ları açık tutmak için araya sıkıştırılan kazık “fule” adını taşır. Latince “fullo” mastarının “sıkmak, burkmak” manasına gelmesi, “fule” sözcüğünün Latin kökenli olmasını hatıra getirir.

 Çatal, “tezek adı verilen toprakları yatırmak için saban demirinin arkasına takılan çatal ağaç”tır (Bo). Aynı parçanın birçok müteradifinin bulunması, birbirlerine yakın olup da şive farkı arz edenler dışında, çeşitli yönlerden gelen etkilerin ifadesi olmaktadır. Gerçekten yukarda da belirtildiği gibi saban, ilk mucidi Mezopotamya ve Asya ile onu tekâmül ettiren Akdeniz uygarlıklarının izlerini taşımaktadır. Bir saban-öküz manzumesinin en küçük çivisine kadar folklor teknolojisinde hattâ birkaç eş manalı isim almış olması, halkın, çeşitli öğelerin etkisinde kalmış olduğunu gösterir.

 İlerde, çeşitli ülkelerin saban tiplerinin ayrıntılarına döneceğiz.

 Kulak’ (anres)li sabana verilen adlardan biri olan aruna (Ar) (arona da Kr’de, karasaban oluyor) yine dikkatimizi Latin dünyasına çeviriyor, oranın aratum auritum’u[9] ile “Küçük pulluk” (Gm, Ezc, Kr), “saban” (Zn, Ar, Kr) anlamlarında kullanılan ulga-cilğa; harol = “buğdayı düzgün bir çizgi üzerine ekmeye yarayan, arkasında iki uzun tahtası olan saban” (Bt); haru = “sabanın ağaç kısmı” veya doğruca “saban” (Rz); kuşlu = “bir çeşit ağaç saban” (Isp); küllük = “çift sabanı” (Sm); tiringala = “üç demirli, üçgen biçiminde saban” (İz-Rumeli göçmenleri), yannama-yanlama- “pulluk” (Ed); yapassaban “düz yerde kullanılan eğri saban” (Or), bu aygıtın isim kervanına karışanlardan bazılarıdır.

Harol-haru babında χάραγμα’nın “çizgi, yarık” karşılığında olduğuna dikkati çekmekle yetiniyoruz.

 Tiringala’ya gelince, akla τρία’nın “üç”, γαλάζιος’un da “mavi, gök mavisi” demek oldukları geliyor, şöyle ki bu üç çeliğe su ve arkasından meneviş verildiğinde bu renkleri alırlar.

 Hoplu da Kr’da “2-3 bıçaklı pulluk”tur.

 Toprağı derin süren pulluk’ın Hintçe pelough = saban’dan geldiği, İngilizce plough’ın bundan iştikak ettiği ve Rusların da bu sözcüğü ploug şekliyle benimsediklerini DELT ifade ediyor[10]. BTL’da pulluk sözcüğünün Garp’ta oluştuğunu yazıyor, tıpkı iki çift öküz koşulan ağır saban papura gibi.

 Adı Garp’ta oluşmuş papora = “iki çift öküz koşulan ağır saban”[11] ile pahara = “ağaçtan yapılmış pulluk” (Brs) oluyor. F. Develli, aynı anlama gelen pâpûre’nin Farsça olduğunu yazıyor.

 Kazan Türkçesinde yine “saban” karşılığında soka sözcüğü geçiyor: soka timuru; soka tertesi (oku), soka kalağı (cemek’i)…; sokacı-sokalavcı = “çiftçi”; sokalamak = “çift sürmek”tir[12].

 Yine tahıl alanında kalmak üzere soka-soku ve çeşitli varyantlarının, Anadolu’nun To’ın Batı’sında kalan her yerinde “tahıl dövmeye yarayan büyük taş dibek” veya “dibekte, havanda dövme işini yapan tokmak” karşılığında kullanıldıklarını zikredelim.

 Köten-kotan-kötan-kutan, “pulluk, büyük saban” (Çkl, Brs, Çr, Sm, Ama, To, Kr, Hat, Sv, Ank, Krş, Ky, Ada, Tr, Gm, Ar, Ezm, Ezc, Ağ, Vn, Bt, Ed, yani Anadolu’nun bir ucundan öbürüne) karşılığında kullanılırken İst ve Kr “kara saban”, Ezc’da da “büyük çift demiri” oluyor. Kotan, Garp’ta gohta, kohtan şekliyle Ermenice “önü tekerlekli büyük saban, pulluk” olarak kullanılır. Çağatay Türkçesinde de yine “büyük saban, pulluk, kotan”dır. Bu Türkçede aynı zaman “ay ağılı (halesi)” ile yuvarlak olarak çevrilmesi mutat olan “koyun ağılı”nı göstermesi[13], bunun yuvarlaklık, yani öndeki tekerlerle münasebetini ortaya koyuyor.

 Gerçekten günümüz Ermenicesinde khotan, “pulluk”tur. Eski Ermenicede de kutakutan, “ön tekerli saban” oluyor (DELT).

 Çağatay Türkçesinde herl, “saban” oluyor (BTL). Günümüzde herle, “yağda kavrulmuş un çorbası, bulamaç” (Doğu illeri); “un”dur (Tr). Saban eninde sonunda un sağlamaz mı?

 Marco Polo Çin Türkistanı’nda, Tarım havzasında bulunan Khotan kentinin XIII. yy.da tarım ve özellikle pamuk üretimindeki belirgin durumundan söz eder[14]. O tarihlerde burası Moğollara tâbi olup kotan’ın da bunların aracılığı ile Anadolu’ya gelmiş olmasının mümkün bulunmasına göre, bu isim benzerliği bu aygıtın kökenini izah eder mi? Döneceğiz konuya.

 Soka’ya gelince, dikkati çeken bir husus, saban demiri’nin Fransızca karşılığının soc (“sok” okunur) olup bunun Kelt kökenli bir sözcük oluşudur. M.Ö. 500’lerde kendini gösteren büyük güçlerini ve bu arada Roma’yı işgal edebilmelerini demir metalürjisindeki maharetlerine borçlu olan Keltler, bir taraftan Tuna’ya inerek Güney Rusya’yı Azov denizine kadar istilâ edip İskitlerde karışmış; öbür taraftan da M.Ö. 280 civarında Trakya ve Küçük Asya’nın önemli bölümünü egemenlikleri altına almışlar ve sonunda Pompeus’a mağlûp olup Galatia eyaleti, yani Kızılırmak havzasında toplanıp orada yaşamaya devam etmişlerdir. Daha sonra bunların herhangi bir toplu hareketi tarih kayıtlarına geçmediğine göre, bunların Küçük Asya halkıyla bütünleşip içinde eridikleri sonucuna varılır.

 Golua-Keltlerden bahsedilirken “…Romalı çiftçinin sadece karasabanı bildiği bir çağda bunlar toprağı deviren sabanı icat etmişlerdi; İtalyan bağcının, şarabını kullanışsız toprak kaplarda sakladığı günlerde, Golualar fıçıyı icat etmişlerdi” deniyor.[15]

 Çeşitli Asya diyalektlerinde soka-soxa-suka-suva-suxa-sukula-suxala-sovala, “saban” olup Rӓsӓnen (s. 426), Rusça coxa’nın bunlardan iştikak ettiğini yazıyor. Bu arada suki’nin Japonca “saban” olduğuna da dikkati çekelim.

 Bütün bu sözcük benzerliklerinin antropolog, tarihçi ve dilcilere sayısız çalışma konusu arz ettikleri bir gerçektir. Döneceğiz bu soka’ya.

 Hış, Azerî Türkçesinde “saban”, hışlamak, “sabanla sürmek”tir. Bunun dışında hış, sert şeylerden çıkan ses (hışıltı, hışır, hışırdatmak…)[16] olup sabanın sert toprağı yardığı düşünülebilir. Yine BTL, “saban demirinin ucu”nu ifade eden, Garp’te oluşmuş, ipnuk sözcüğünü zikrediyor. Keza pazze de, Çağatay Türkçesinde “saban demiri” oluyor.

 Cüt, Azerî Farisî “çift muharrefi” olup sıfat olarak “çift, tek’in zıddı” dır. Cütcü, “çiftçi”, cüt sürmek, “çift sürmek” tir[17].

 Bildiğimiz gibi bir çift öküzle sürülebilen yere çiftlik denir. Bunun Gaz’da muharrefi çütlük oluyor. Çüt-cüt-çüf = “çift” (Bo, Kr, Vn, Bt, Md, Dy, Tn, El, Hat, Kerkük); çütçü (Hat), cütkar (Kerkük) de çiftçi, çüt demiri = “saban demiri” (Tn, Gaz).

 “Toprağın tasarrufunda temel birim, dolayısıyla vergi birimi, çift’tir. Kelime, teşmil yoluyla, karasabana koşulan bir çift öküzü ifade eder. Böyle bir tarım aracıyla işleneceği kabul edilen arazi parçasına verilen çiftlik adı da buradan gelir… Bu toprak 12 müd ekin verir…”[18].

 Bu bapta. “evlek”in mana ve etimonunu daha önce görmüştük. Pırasıt-pıresit-pirasit-piresit de” sebze evleği” oluyor Nğ, Ada, Nş’de. Bunların da kökeni πρασια’dır (A. Tietze).

 Ve Malatya-Tilekli’den bilmece: “yer altında gelinğ geder”: çüt demiri[19].

 Vermiş olduğumuz şekil ve fotoğraflarda sabanın bütün ayrıntıları görülür. Gerek sabanın kendisinin, gerekse bunun ayrıntılarının, aşağıda sıralayacağımız çok çeşitli adları, Anadolu’nun uygarlık tabakalarının bizlere birer mirası, birer yadigârı olmaktalar.

 Aradam, “karasaban demirinin eklendiği ve üstüne geçtiği ağaç parçası”dır (Bt, Vn).

 Bedelkılıç, “sabanın veya döğenin okunu boyunduruğa bağlayan ağaç kısım” (Kn); bılak, “saban okunun ucundaki halka” (Bn); bizik de “sabanın okuna takılan kılıcı tutmaya yarayan küçük demir parçası”dır (Ky). 

Börk, Çağatay, Azerî, Kazan lehçelerinde “külâh, papak, kalpak”, Anadolu Türkçesinde de “külâh, yeniçerilere mahsus keçeden veya beyaz çuhadan baş kisvesi” karşılığında bir sözcüktür.

 “ Kürküne börküne bakma asla

Ârif ve zarif adamı etmez alâ “(Sümbülzade Vehbi)[20] 

Anadolu’da patlıcanın yeşil takkesine balcan börkü dendiği gibi Gm’de de börk, “sabanda tutağın ilerisindeki kılıç bağının baş çivisi”ni ifade ediyor.

 Buğle,”ağaç sabanlarda kulağı sabana bağlayan ağaç” (İz); buli, “sabanda toprağı iki yana devirmeğe yarayan ağaç parçaları” (Çkl), yani kulak; buranya, doğruca sabanı (Çkl) ifade ediyorlar.

 Buylu-buyru-buyulu, genel olarak bir bağlantı aracı olup “kağnıda araba tekerlerine çakılan tahta çivi (Es, Çkr, Çr, Ks. Ama, To, Gm, Ezc, Ezm, Mr, Sv, Ank, Krş, Ky, Kn); “tırpanda, kılıcı sıkıştırmak için çakılan ağaç çivi (To); “övendirenin ucundaki çivi”yi (Nğ) ifade ediyor. Bunun Arabî “muylu”dan galat olduğunu tahmin ederiz. Büylü ise “saban kulağı” (Brs, Sv) olup buylu için verilen “sabanın kıvrık yerine konulan ve toprağı dağıtmaya yarayan çatal” (Kü, Bil, Kc, İst, Ed, Ant) tarifine uymaktadır. Yine aynı sözcük ailesinden boyla kazığı, İz’de, “saban kulaklarının girdiği ağaç” oluyor.

 Canbara-canpara, Ar’de, saban ya da pulluğu tekerlere bağlayan halka veya zincirdir. Yine aynı aileden cemberek-cembereyli-cenberek de Kr’da “pulluğu harazana bağlayan zincir; pulluğu çekmek için biri büyük, diğeri küçük olmak üzere iki tekerlekli basit demir araba” oluyor. Farisî “zemberek”ten mi galat?

 Cıba, “kağnı ve boyundurukta kullanılan ağaç çivi” (Çkl), cıda da “pulluk vidası” (Isp) olup özellikle cıba’nın çok değişik başka anlamlara da gelmesi ve bu arada “bozkır, verimsiz toprak” (Brs, Or, Gr, Ant); “tepe, yüksek yer” (Gr); “bol gübreli yumuşak toprak” (Ant) gibi farklı toprak tiplerini ifade etmesi de Planhol’un Pamphylya ve Pisidya’da saptadığı köylü lûgatçesinin belirsizliğini doğruluyor: “topraklar daha çok renkleriyle tefrik edilmekte olup Pamphylya ovasından Pisidya bölgesine, aynı sözcük çok farklı gerçeklere tekabül eder”[21].

 Kaldı ki cıba, bunların dışında “tüyü kırkılmış keçi ve koyun; zayıf, ince ve küçük; kalburdan geçirilen temizlenmiş pirinç, salyangoz; domuz yavrusu; yelken bezi; süslü çocuk giyeceği…” gibi birbirleriyle hiç alâkası olmayan birçok şeyi de ifade etmektedir, yerine göre.

 Cilga, “tahta sabanın kanatsız, ilk şekli” (Ar), yani kulaksız ilkel karasaban; cilkar da “küçük pulluk”tur (Ezm). Cığla-çığla da “pulluk”tur Ar’de. Kr’da da “sabah”ı ifade ediyor ki pulluk toprağa sabahleyin dalar.

 “Sabanda ok ile ökçenin birbirine eklenmesi için açılan delik”e Kn’da cükcük deliği, Isp’da ise sadece çük çük deniyor.

 Çaruh, Gm’de “demir saban” ise de bunun “çarık”tan galat olarak saban demirini ifade ettiğini sanırız. “Pulluğun uç kısmındaki eğri demir” Af, Isp, Dz’de çengel; yine Isp, Brd, Dz ve Çkl’de çenkel-çepkel adını alıyor. Çereşme, Çkl’de “pulluk bıçağı”dır.

 Çatalca, “toprağı kesip bir yana yatırmak için demirin üst tarafından sabana sokulan keskinin deliğine vurulan demir”dir (To, Or). Çılga, “saban demiri” (Çkl) olup çıngırt da “sabana, arabaya koşulacak hayvanın bağlandığı demir halka” (Or); “zinciri, araba veya herhangi bir eşyaya tutturan halka” (Sm, Gm) oluyor. Çerçel ise “çift sürülen saban”dır (Gm). (Çatalca’nın İstanbul’un bir önemli ilçesi olduğunu hatırlayalım…)

 Çıvkar, “pulluk öküzle kullanılacağı zaman pulluk halkasından takılan ok”a verilen addır (Kn). Çireşne, “saban demirinin önüne konan uzun demir” (Brs, Es, İst, İç, Krk, Tk, Rusçuk-Bulgaristan) oluyor.

 Çoraş-çoroş, “üç çift öküz ile bir pulluk takımına verilen ad”dır (Gm). “Eskimiş bir saban demirinin üzerine yine eski bir saban demirini kaynatarak yapıştırıp sağlam hale getirmek”e Isp’da çullamak deniyor.

 Damaksı ve çok sayıda varyantı, “boyunduruğun öküzün boynunun altına gelen kısmı”dır (Ba, Es, Kc, Bo, Krk, Çkl. Tk, Ed, Sm). “Saban kılıcını sıkan çivi” Kn’da davra adını alıyor. Orta ve Güney-Batı Anadolu’nun birçok yerinde “sabanda okun ucundaki deliğe geçirilerek boyunduruk ve sabanı bağlayan kayış halkaya geçirilen ağaç çivi”ye dedeağacı-dedefilli-dedegülü-dedevelle-dedekazığı ve bunların daha birçok varyantı alem oluyor.

 Isp’da “oku delip ökçeye geçilerek yapılan saban”a delgeçir deniyor.

 Deveboynu, “okla boyunduruğu birbirine bağlayan eğri ağaç kısım” (Ank, Krş, Ant) olup (şek.72, üstte) buna şek.74’de çüt halkası (meşe ağacından), şek.75’de eyef, şek.76’da da sap halkası deniyor. Bunların arasında eyef-egef-eğef sözcüğü, en yaygın olanı gibi görünüyor: Af, Uş, Isp, Brd, Dz, Ay, İz, Mn, Gr, Ml, Sv, Kn, İç, Ant, Mğ, Kü, Ank.

 Dide kılıcı Brd’da “boyunduruğun ucundaki deliğe geçirilen ağaç”tır.

 “Dide” Farisî-Osmanlıcada “göz” olup deliğe de çoğu kez “göz” dendiğini hatırlayalım.

 Eek “sabanın toprağı işleyen parçası” oluyor, Gr’da. Bunun yanı başında, Or’da, ehenk, “saban demirin takıldığı eğri ağaç”a verilen addır. Pirlepe (Makedonya) göçmenleri (Ist), “saban demirinin geniş yeri”ne emeç diyorlar. Yine Ist’ta emek,”saban kolu” oluyor. “Sabanın gövdesi”ne de Çr’da enak adı veriliyor. Tosya (Ks)’da “saban demirlerinin geçirildiği ve tutağın bağlandığı kısım”, yani evek ya da ökçe’ye enegk deniyor ki aynı anlama gelen enek, bunun çok daha yaygını oluyor: Dz. Brs, Kü, Es, Bo, Çr, Ama, To, Or, Ml. Sv, Ank, Nğ, Mğ, Ed, Tk, Ba, Çkl, Bil, Ist, Ks, Gm, Ar, Kr, Ezm, Ağ, Dy, El, Gaz, Yz, Ky, İç, Mğ, Ed, Krk. Bu aynı ad, Ist’da “saban bıçağı”, Kc’de de “karasaban yapmakta kullanılan ham odun”u ifade ediyor.

 Engez, genel olarak “araç, aygıt” (Ezc, Ml, Sv, Yz, Nğ) olmanın yanı sıra yine Nğ’de doğruca “saban”a verilen addır.

 Ensekoca. “sabanın ökçesiyle okunu birbirine bağlayan ve kılıç ile ökçe arasına takılan 40-50 cm uzunluğunda ağaç” oluyor, Mr, İç, Mğ’da. “Saban demirinin takıldığı eğri ağaç”, yani ökçeye Ks’da enyek deniyor ki bu Rz’de ernek oluyor. Ökce-eğek’in Ed’de müteradifi esek olup etik, “saban kolu”nu (Sm) ifade ediyor.

 Eygef, “saban kayışı yerine kullanılan eğri ağaç” (Kü), yani eyef’in bir varyantı oluyor.

 Etişken, “sabanın ön tarafına takılan halka çivisi”dir (Bo). Yine çivi babında Ezelğit, “saban okunu eyefe tutturan çivi” (Isp), fisik-fissik, “sabanda iğ demirini tabana tutturan demir çivi” (Sv, Ky) oluyor.

 “Sabanın kulaklarını açık tutmak için kulaklar arasına konulan kazık”a İz’de fule deniyor ki “fullo”, Latince “ezmek, sıkmak” manasınadır.

 Gandiréf-gandırıf, “sabanı boyunduruğa bağlayan ağaç” (Vn, Ezc) olup gayındiref de Gm’de aynı şeyi veya kayış halkayı ifade ediyor.

 Gerdeliç, “çift sürerken saban okunu duruma göre uzatmak ya da kısaltmak için ok deliklerine takılan ağaç çomak”tır (Or). Gerdevul da bunun müteradifi “sabanın çeki çivisi” (Brs) oluyor.

 “Sabanda enek ile kılıç arasına konan tahta”ya (To) geri deniyor (“germek”ten olacak).

 Sabanda kullanılan “çivi”ler, lügatçede gerçekten büyük yer tutuyor: gevele-gedavla-gedeğle-gedevle-gevebe çivisi-geve çivisi-gevere-gevile-gevle, “saban oku ile saban tabanını birbirine bağlayan çivi”ye verilen adlardır: Af, Isp, Brd, Dz, Kü, Or, Kn, Ant, Çkl, Ed. Nğ, Uş, Ky, Sv. Gever de Kn’da “boyunduruğun kayış bağlanan yeri oluyor. Yine geyve-geve, Dz ve Çkr’da “saban okuna takılan çivi”nin adı oluyor.

 “Sabanla eyefi birbirine bağlamakta kullanılan ağaçtan yapılmış bir çeşit araç’a Ant’da gezergiç deniyor.

 Yine bağlantı babında gıcıva, “sabanı boyunduruğa bağlayan kayış” (Brs, Krk); “sabanla boyunduruğu birleştirmek için kayış yerine kullanılan bükülü ağaç” (Isp- Bulgaristan göçmenleri, Brs, Bil, Es, Krk) oluyor.

 Görüldüğü gibi herkes, olanaklarına göre, doğanın uzattığı malzemeyi kullanmak suretiyle bir eksiği, ikame suretiyle, telâfi ediyor. Devam edelim.

 Halk ağzı, “çift sürerken sabanın ucuna takılan taş”a bile ad koymuş: gıltın (İç)! Ve yine “çivi” bahsi: gidecek, “saban okunun ucundaki çivi” (Ama); goda, “boyunduruğun ortasında bulunan ve kayış takmaya yarayan ağaç çivi”dir (Ar, Kr).

“Saban demirinin eğek’e geçtiği yere govanlık deniyor, Or’da (“kovan”dan galat olmalı). Gödek de tutak müteradifi oluyor yine aynı yörede. 

Konya’da sabana verilen adlardan biri hadde olup bu sözcük Arapça-Osmanlıcada sivri, ince uçlu, keskin, sert…; hadid de demir, çelik karşılığıdır. Ezm’da da “sabanın önündeki birinci çifte demir”e hambol deniyor.

 Harazan-harazan daşşağı, “pulluğun önünde bulunan tekerlek” (Ar, Kr); sabanı ya da pulluk tekerleklerini boyunduruğa bağlayan ağaç”tır (Ar, Vn).

 Kr’de sabanın adlarından biri de hevenk’tir. Buna Rz’de haru deniyor.

 Ar’de çift süren öküzlerin boyunlarına, boyunduruğu çökertmek için bir kütük ya da taş asılırmış ki buna hotak taşı deniyormuş.

 Yine çivi babında hatırıp, oku boyunduruğa bağlayan ağaç çivi oluyor, Mr, Ky, Ada, İç’de.

 Hop, “saban demiri”nin kendisidir (Ar, Kr, Vn, Sv, Ada), bununla hiç ilgisi olmayan sair anlamlarının yanı sıra.

 İğef (Af, Brd, Dz, Kn, Mğ), iyef (Dz. Mğ, Ed), “saban okunu boyunduruğa bağlayan ağaç halka”ya verilen adlardır. “Boyunduruktaki kayışın ucuna takılan eğri demir” de Ky’de ilmeçer adını almış.

 “Sabanın ince ve uzun kolu” (ok)una Ar’de isarni deniyor. “Boyunduruk”a da Ant’da işgelek adı alem olmuş. İşgil, “saban ya da pullukta öküzün boyunduruğunda asılı olan, ince zincire çakılan ağaç”tır (Kr). Hat’da “saban tutağı”na iyenk deniyor.

 Birçok değişik manasının yanı sıra kalafat, Çkr’da “saban”ı ifade ediyor.

 Kalacük de Kn’da aynı aygıt karşılığında kullanılıyor.

 Kalpak, “saban demiri ile oku birleştirip tutan ağaç”tır, Gm’de.

 Kandirif-kandırıf-kandiref “sabanı boyunduruğa bağlayan ‘u’ biçiminde kayış ya da eğri ağaç”tır (Gm, Ezc, Ağ, Ezm).

 Yine çivi: kazalaç, “sabanın ucunda kayışı tutmaya yarayan delikteki ağaç çivi” (Çkl); kedene, “çift süren hayvanların boyunlarına takılan meşin halka, boyunduruk” (Gaz, Ur) olduğuna göre burada beygir mi bahis konusudur?

 Kızan çivisi, “boyunduruğu araba okuna bağlayan ağaç çivi”ye (Ada) verilen adlar oluyor. Yine kerzevil, “sabanın okunu sabana bağlayan 20-25 cm uzunluğunda tahta çivi”yi (Ağ) ifade ediyor.

 Karzevil-karzivil, “sabanda, hayvanın başını boyunduruğa bağlamaya yarayan ağaç parçası” (Ezc, Ezm); aynı sözcük ailesinden korzeval-korzevel, “sabanın okuna açılan delik (Gm); korzevil-korzoğlu-korzovul-korzövil de “karasabanda oku boyunduruğa bağlayan parça” (Ezc, El, Sv, Ezm) oluyor. Yine körzehil-körzevel-körziyar…, “saban okunun ucunda bulunan ve okun boyunduruktaki halkadan çıkmamasını sağlayan eğri bir ağaç”tır (El, Ar, Af, Sv, Eze). Kelâme ise Tn’de “boyunduruğun deliklerine takılıp öküzlerin bağlanmasına yarayan ağaç” oluyor.

 Or’da “saban oku, boyunduruk vb. şeyler yapmak için yontularak biçimlendirilen odun”a tasar deniyor.

 Kelep-keleve, doğruca “boyunduruk”u ifade ediyor (Brs, Tk). Sözcükler, Farisî kökenli “kelepçe”den galat olabilir mi?

 Ve ilginç bir sözcük çakışması: yağandırık. “kağnıda, boyunduruğu oka tutturan kayış parçası”dır (Ky).

 Hitit dilinde ise yukan-yugan, doğruca boyunduruğu ifade ediyor!…[22]

İç’de saban demirleri kepir adı verilen bir araçla oluklanıyor.

 Bo’lu, boyunduruğuna taktığı ağacı kesme tesmiye ediyor. Oysa ki Ezm’da, “saban boyunduruğunun ortasında bulunan iki kazık” kıpı tesmiye ediliyor. Aynı yerde kipi ise, “boyunduruk ortasına, kayışı kaydırmamak için geçirilen ağaç” oluyor, tıpkı koda, yani “boyunduruğu arabaya bağlayan kayışın kaymaması için boyunduruğa geçirilen ağaç çivi” (Kr, Ky) gibi. Koçan ise, bildiğimiz kayış’tır (Ba, Ed). Kora’ya gelince o, “tırpan” (Çkl) olmanın yanı sıra Doğu’da, Ar ve Kr’da, “boyunduruğu sabana bağlayan zincirin takıldığı yer”i ifade ediyor. Ne denli değişik anlamlar!

 

Yine çivi!: koşan, “boyunduruğu araba okuna bağlayan ağaç çivi”dir, Bo’da. “Saban ucuna takılan enli ve yassı parçaya kovan demiri deniyor, Sn’da.

 Kuşlu (Isp) gibi küllük (Sm) de, hep sabanı ifade ediyorlar.

 Halk ağzı, sabanı, pulluğu yöneten kimseye de yer vermiş: maçkal-macgal-maçigel (Kr, Ky, Ar) Mizik, yine çivi babındadır: “araba kayışını boyunduruğa tutturan ağaç çivi”dir (Gm). “Toprağı derin kazmaya engel olan ağaç çivi”, vizik (To, Ezc, Ky) gibi.

 Ermeniceden geçme mac, “sabanın elle tutarak yönetmeye yarayan sapı” (To, Gm, Ezm, Ağ, Ar, Kr, Vn) olup maçkal ve varyantları da Ermeniceden (macakal) geçmedir.

 Poççık, pöçük gibi, geride kalan, kalma kavramını, kuyruk sokumu, kuyruğu ifade ediyor. Böylece de konumuz alanında Poççik, “sabanın elle tutulacak yeri” (Ks, Ezc) oluyor.

 Pazze, Çağatay kökenli olarak saban demiridir (BTL).

 Çivi’den ayrılmak zor: put (Ezm, Dy), “saban demirini eğek’e tutturmak için kullanılan çengel biçiminde çivi”yi ifade ediyor.

 Puylu-puyru’ya gelince bu, saban kulağı’ndan başkası değildir (Brs, Çkl, Bil, Es, İst-Bulgaristan göçmenleri. Ada, İç, Ed, Çkr).

 Sakak-sakağı. “boyunduruğun altında bulunan ağaç” (Kü, Bil. Gr, Es); sam, “boyunduruğa geçirilen eğri değnek” (Gm) oluyor.

 Sevinç-sevuç-sevüç, “pulluklarda toprağı diklemesine kesen kama biçimde demir”i ifade ediyor. Ar, Kr, Zn’da.

 Soya, aynı çerçeve içinde kalan (yüzeysel) manalarının yanı sıra “toprağa derin batmayan saban” (Af) olup ayrıca “bıçak, çakı”nın da karşılığı oluyor (Brs, Ant, Kn, Es).

Tamakçak-tamaçka-tamaksı-tamuşka, “boyunduruğun altındaki ağaç”a verilen addır, Çkl ve Kc’de.

Tuğ, “sabanın okunu tutturmak için takılan halka”dır (Ezc).

 Şumnu-Bulgaristan göçmenleri “saban demiri”ni türen tesmiye ediyorlar.

 Vizik, nasıl yapıyorsa, “sabanda toprağı derin kazmaya engel olan ağaç çivi” imiş, To, Ezc, Ky’de. Vizilik ağacı da “sabanı oka bağlayan ağaç”tır, Sv’da.

 Yağıldırık, Ky’de, boyundurukla eşanlamlı oluyor.

 Yapaz’ın birkaç anlamı var: “kalın, kısa ağaç” (Zn); “toprağı bir yana yatırmak için saban eğeğinin üstüne takılan kalınca tahta” (Sn, Sm, Ama); “çimli ve sert topraklar için kullanılan saban” (Çr, Sn, Sm, Ama).

 Dönelim yine “çivi”lerimize. Yedecek-yedavla-yedegıla, “saban okunun ön ucundaki deliğe, boyunduruğu tutturmak için geçirilen kalın demir ya da ağaç çivi” (Çr, Sn, Sm, Ama, To, Ezc, Sv, Yz, Ky, Çkl, Ks); yidecek de, “kağnı ve sabanı boyunduruğa bağlayan kayışın çıkmaması için oka ve kayış önüne takılan ağaç parçası” (Sv, Ky) oluyor.

 Yıldırma, “sabanın kesici demirini iki yana çeviren aygıt” (Sn) olmakla bu çevrilmeye imkân veren değişik türde bir saban bahis konusu olmaktadır. “Saban demircinin ucunu açtırma” ya da Isp’da yöleme deniyor.

 Zeftir, “boyundurukta zelveleri birbirine bağlamak için kullanılan yumuşak bağ” (Gr, Sv) olup zelve-zelbe-zelfe-zelvi-zevile-zölve… dahi “öküzün boyunduruktan çıkmaması için boyunduruğa geçirilmiş eğri değnek”e ve Doğu ve Güney-Doğu illerimiz dışında az çok her yerde verilen addır. Bunun bağı -zevtir ve deliği de tarif edilmektedir, şöyle ki zelve bağı, “zelveleri tutturmada kullanılan ip ya da deri parçası”dır (Sv, Ky, Nğ, Or), yukarıdaki zeftir gibi.

 ζευκτήρ, “boyunduruğu sıkıca bağlamak için bağ” olup yukarıdaki zevtir ve zeftir’in kökenini oluşturuyor. Keza zevle-zelve-… dahi ξεῦλα (ζεῦγλα) = boyunduruk’tan iştikak etmiştir. Aynı şeyler ζευλι (ζεβλι) (boyunduruk) ile zevli-sevli-zelvi için de geçerlidir[23].

 Zılgar, “sabanlarda kullanılan ayar zinciri ya da ipi”dir, Kn’da.

 Daha önce de mükerreren vurgulamış olduğumuz gibi, gerek sabanın doğruca kendisi, gerekse en ince ayrıntılarına kadar muhtelif aksamının bu denli çok ve birbirinden tamamen farklı adlara sahip bulunması, Anadolu’nun neolithikten beri barındırdığı sayısız uygarlıkların mirası olarak yorumlanacaktır.

 Kişisel gözlemlerimize göre sabanın önündeki çeki hayvanı büyük çoğunlukla öküz olup beygire sadece Trakya ve Kars’ta rastladık. Yoksulluk nedeniyle zaten bir iri keçi boyutuna inmiş öküze keçinin terfik edildiği de vakidir. Yine istisnaî bir olguyu zikredelim: “Bugüne kadar Ege bölgesinde ilk kez deve ile çift süren 39 yaşındaki çiftçi Coşkun Çelebi: ‘iki devem vardı. Pek iş yaptırmıyordum… Geçtiğimiz yıllarda tarlayı hep atlarla sürerdik. Fakat atların fiyatları bir hayli yükselince sattım. Elimde iki deve vardı. Bu develeri çok az bir süre yük taşımak için hizmete sokardım. “Geri kalan zamanlar hep masraf olurdu. Bir yıl da tütün ekmek için hazırlandım. Aklıma develer geldi. Deve ile çift sürmek belki ilk kez oluyor ama doğrusu ben çok memnunum. Çünkü 20 dönümlük tarlayı bir hafta içinde pullukla sürdüm’ dedi, konuşmasını şöyle tamamladı: ‘Şimdi develeri bedava beslemiş oluyorum. Hem de atlardan çok daha fazla iş görüyorlar. Ben bu işi denemeye kalktığımda bu yörenin pek çok ihtiyar çiftçisi başarı sağlayamayacağımı iddia etti. Çünkü Ege’de deve ile çift süren hiçbir çiftçiye rastlanmamış. Fakat ben inat ettim ve başardım.’ Coşkun Çelebi bu iş için Urlalı saraç Mehmet Aras’a uygun bir hamut sipariş etmiş; o da bunu bir hafta içinde hazır etmişmiş. Yani masrafı artan deve, kendini pulluğun önünde bulmuş!”[24] (fot.45).

 Fot. 46’da da Kars’ta kotan ve iki çift öküzle çift sürülmesi görülür. “Kabaca iki başlıca tarla tipi tefrik edilir. Gayrimuntazam, az veya çok çapraşık poligonlardan oluşan tarlalarla… daha düzenli, genellikle dikdörtgen şekilli tarlalar… Bu aykırılığın esası, toprağın işgalinin tarih ve gelişmesinde aranacaktır. Birinci halde genellikle az zamandan beri işgal edilmiş bölgeler bahis konusu olup buralarda parseller çalılıktan açılmış olarak, yerel doğal koşullara uymuş ilk şekillerini korumuşlardır. İkinci halde, uzun bir tarımsal geçmişin ve toprakların nispî homojenliğinin yeniden dağıtım ya da ailevî ve sosyal etkenlerin zorunlu kıldığı bölüşmelere elverişli oluşu bahis konusudur… Bu uzun parsellerde… belki Selçukluların yerleşmesine çıkan (toponimi eski bir tabakalaşmayı gösteriyor) ve toprağın bir sürekli işgali arasından kendini devam ettiren bir eski sistematik bölüşmenin kalıntıları mı görülecek?”[25].

 Kars’ta rastladığımız bu muntazam, dar uzun tarla sıraları bize, de Planhol’un Pamphylia ve Pisidya yöreleri için söylediklerini hatırlattı…

 Kr. yöresinde mergiz, “sürülmüş tarlaları iki üç metre genişliğinde uzun parçalara ayırmak için üç kişinin kullandığı uzun saplı araç “olarak geçiyor DS’de. Herhalde sürülecek tarlalar böyle ayrılıyor ve mergiz de bir nevi şablon oluyor.

 Merga, Romalıların hasat işlerinde kullandıkları, ancak mahiyeti kesinlikle saptanmamış bir tarım aleti olup merges de, küçük orakla ekin biçilirken bir orak darbesiyle kesilebilen ve sol elle kavranan ekin demetidir.[26]

 Halk ağzının bu denli zengin sözcük dağarcığında çeki hayvanları da ihmal edilmemiş:

 Çıvgar-çıvkar, “boyunduruğa koşulmuş öküzlerin arkasına yardım olarak koşulmuş bir çift öküz” (Ba, Ckl, Kü, Bil, Kc, Bo, İst, Kn, Ed, Krk, Tk); çıvgarlamak, “bir çift öküzün önüne bir çift daha koşmak”tır (Brs, Ant).

  1. Dünya Savaşı’ndan önce seyyar toplar hayvanlarla çekilirdi; bunlara “koşulu top” denirdi (Sabit, “çakılı” top’a karşın) ve sahra toplarını üç çift beygir ya da katır çekerdi. Bunlardan topun hemen önündeki çift en kuvvetli hayvanlardan seçilirdi ve yükün büyük çoğunluğunu bu ikisi yüklenirdi. Bunların arasında en güçlüsü sola koşulurdu ve adı dip idi; sağındakine de şıvgar denirdi. İlk harekette doğal olarak şıvgar geri kalıp yükü dip’e yükleme eğilimde olduğundan topçu talimnamesi gereğince onun koşumu, dip’inkine göre, on santim kısa tutulurdu… Dönelim sabana.

“Bir çift koşum öküzünün önüne bağlanan ikinci koşum çifti”ne çaraş deniyor, Gm’de. Çkr’da “2.çift öküzü eklemek”, çaraz yapmak’tır. Bunun varyantları da var: çoroş-coroş-çoros-çoruş (Sv, Kr, Ezm, Ezc, To, Gm, Sn, Gr, Ank, Ky). Yani Fot. 46’dakiler bu sonuncular oluyor. Bt’de de buna horuk adı verilmiş.

 Hahah-hadak-haduk, “çiftçilerin yanındaki yardımcı çocuk, yamak, çoban” (Gm, Vn, Bt. Mğ) olup Hodah (hodakh) – hodak, “sığır çobanı” (Gm, Kr, Gr, Vn); “ikiden fazla hayvan koşulan sabanı ve arabayı süren, özellikle çocuk ya da ufak tefek kimse” (Sv); hodak-hotak da “çiftçi yamağı, erkek hizmetçi”dir (Gm, Ar, Kr, Ezm, Ezc, Ağ, Bt, El, Vn). Ancak aşağıda, kotan’a ait ayrıntıları verdiğimizde hodakh’ın yedek öküz çiftine Kars’ta verilen bir ad olduğunu göreceğiz.

 Hodak-hodak, hodak-hotak, Ermeniceden geçmedir.

“Çifte koşulan tek öküz”e Kr’da Hamboyun deniyor.

 Şimdi bazı uygulamaların öykülerini vereceğiz.

 “…‘Muş’ kelimesine gelince; bu Ermenicede ‘duman’ anlamına gelmektedir. Çünkü orada dumanın etkisiyle, meyve veren ağaçların çoğu yetişmez… Kaldı ki, bu vilâyetin verimli ovaları ve zengin otlakları da vardır; Ekime elverişli topraklarda bir çift öküzün ekebileceği miktar demek olan her ‘kotan’da 24 baş sığır ve manda çalıştırılır.”[27] Şeref Han’ın 1597 tarihli bu tarifine göre “kotan”, “çift”in müteradifi oluyor. Ama anlaşıldığı kadarıyla on iki sıra öküz koşuluyor kotan’a. Bunun anlamı, toprağın verimli tabakasının derinlerde olduğudur.

 Bir “öküzler katarı”nın çektiği pulluk-kotan’a (şek.77) Anadolu’nun Batı’sında rastlanmıyor.

 Sivas valisi Halil Rıfat Paşa, 1297/1883 yılında sancak ve kazalara bir genelge gönderiyor: “Sivas vilâyeti devair-i nevahi (nahiyeler-bucaklar) müdirlerine birinci tenbihnâmedir”.

 “Rumeli’de pulluk, Anadolu’da kotan dedikleri sabanlar ile sürülerek ekilen tarlalar çok mahsul verir. Sivas vilâyetinin çok yerlerinde bunu bilmediklerinden, adi sabanla tarla sürdükleri için az mahsul alırlar. Ahalinin çok mahsul alınası ve zengin olması matluptur. Ve bunun içtin ahaliyi kotanla çift sürmeğe alıştırmak lâzımdır. Bu kotan dedikleri şey Kars muhacirlerinde vardır[28]. Bilmeyenler anlardan görsün öğrensün. Hangi köyde kotanla çift sürülmiyor ise, ol karye arazisinin iki üç yerinde bu senelik tecrübe ve nümune içün Devai-i Nevâhi Müdirleri birer tarla sürdürüp, ekin vakti ne mevsim ise o vakit ektirtsün. Bu tarlalardan ziyade mahsul alınur ise, artık andan sonra bütün köylü kotan ile tarla sürmeğe başlattırılsun. Ve bir çift öküzlüler kotan ile süremeyeceklerinden karyelerin öküzleri sekizer onar çift bir yere getirilerek bugün köylülerden birinin, yarın diğerinin tarlaları nöbetle sürdürülsün… “ (12. Sivas Salnâmesi, Yıl 1302, s.317-318)[29].

Şek. 77 (Mürsel Köse’den)

Kotanla herk (ve varyantları), yani “sürülüp dinlenmeye, nadasa bırakılan tarla”da (Bil; Es, Bo, Zn, Ks, Çkr, Çr, Sn, Sm, Ama, To, Or, Gr, Tr, Gm, Ar, Kr, Ezm, Ezc, Ağ, El, Sv, Yz, Ank, Krş, Ky, Nğ, Ada, Ml, Kn) toprak alt üst edilir. Üstteki otlar altta kalıp çürür. Alttan otsuz köksüz saf toprak yüze çıkarılmış olur.

 BTL “herk” için “Garp-Ermenice-zer’etmek, sürmek-isim-tarlayı sürme, nadas” diyor. Ermenice “herger”, toprağı sürmek, herk etmektir. Devam edelim.

 Kotanlar boy boy numaralanıyor. En küçüğü 2 No. olanıdır. Buna iki veya üç boyun, yani “çift”, öküz koşulur. Numaralar çifter çifter artar. 4 No.luya dört ile altı boyun öküz koşulur (şek. 78).

 Bunlardan büyük olanına karakotan denir ki bu, sadece toprağın verimli kısmının çok derinlerde olması halinde kullanılır, şöyle ki bir geçişte diz boyu derinlikte ve bir adım genişliğinde hagos-hakos (hendek-saban izi) açar.

 Bunu 10-20 boyun’dan az öküz çekemez. Öbür kotanlardan farkı da şek.78’de görülen eşşek kısmı demirden iken karakotan’da “möhkem” (muhkem) ağaçtan 20×20 veya 25×25 cm.lik kayından olur.

 Hiç sürülmemiş bir yer herk edilirse buna “hamdan kırma” veya “ham kırma”, yahut da “ham hergi” deniyor.

 Bir kez ekilmiş olan herk, ertesi yıl yeniden herk edilmeden tekrar ekilirse, buna hergayağı, yine tekrar herk edilmeden üçüncü kez ekilirse, buna da karaçöp adı veriliyor. Hozan da biçilmiş ama herk edilmemiş tarladır[30].

 Bu bapta Anadolu’nun her tarafında yaygın olan sözcük de anız olup “ekinin, biçildikten sonra tarlada kalan köklü sap kısmı”, “ekini biçildikten sonra sürülmeden boş kalan tarla”; “ürün kaldırıldıktan sonra ekilmeyerek nadasa bırakılan tarla”; “ekin biçildiği zamanki sebze mevsimi: Bahçenin yarısına vakit avarı (sebzesi), yarısına da anız avarı yapacağız” (Kn); “sonbaharda tarla bozumu, hasat zamanı” (Mğ). Anız biçmek, “ekin biçildikten sonra tarlada kalan saplarla aralarında kalan otları biçmek” (Uş, Bo, İç); “tarla kenarındaki otları biçmek, yolmak”tır (Dz, Ay, Çkl, Çkr). Anız bozmak, anız kaldırmak da “ekini kaldırılmış anızlı tarlayı sürmek” (Mn, Kü, Sn, Sm, Ama, Krk, Dz) oluyor.

 Kotan koşma olanaklarından yoksun olan köylüler çift hergi ile yetinmek zorunda kalırlar ve tarlayı verevine ve ikincisi, birincisine dik yönde olmak üzere iki kez sürerler. Buna ilk demire vurma denir. Bazen üç demire de vurulur [31].

 Kotan düzeni pahalı olduğundan çoğu kez köydeki yakın akraba ve dostlar olanaklarını biraraya getirip işbirliği yaparlar.

 Şeref Han, “Kürt tarihi”nde (1597) şunları anlatıyor: “Bedlis’in nahiyelerinden biri de eski Muş beldesidir… ‘Muş’ kelimesine gelince bu, Ermenicede ‘duman’ anlamına gelmektedir; çünkü orada dumanın etkisiyle, meyve veren ağaçların çoğu yetişmez!… Fakat tahıl ve öteki ürünler, örneğin pirinç ve diğerleri büyük ölçüde ürün verir. Kaldı ki, bu vilâyetin verimli ovaları ve zengin otlakları da vardır; halk buralarda birçok sığır ve manda sürüleri, binlerce koyun ve öteki hayvan beslemektedir. Ekine elverişli topraklarda bir çift öküzün ekebileceği miktar demek olan her ‘kotan’da 24 baş sığır ve manda çalıştırılır”[32].

 Daha önce gördüğümüz maçkal-macgal, kotanın tek sorumlu kişisi olup güçlü, dayanıklı, kotandan iyi anlayan bu “uzman” kotanı öyle ayarlar ki, başta, bir kez onu toprağa sapladıktan sonra, ellerini çekip artık onu tutmaz. Öbür başa değin serbestçe kotanın yanında yürür. Ve kotan hiç hagos’tan çıkmaz. Buna da kotana toprağı sevdirmek denir.

 Hodak’lar (sürücü çocuklar), maçkal’a gerekli itaati gösterirler. İki boyun, yani dört öküzü bir hodak sürer. Bunlar devamlı olarak öküzlerden bir çiftinin boynunda otururlar. Fazla ağırlık vermemeleri için de bunlar 8-10 yaşlarındaki çocuklardan seçilirler.

 Bir hodağın sürdüğü iki boyun öküzden, boynuna bindiklerine hodah altı, onun önüne koşulmuş olana da coroş adı verilir (şek.78). Bu her iki boyun öküzden öğleye değin birisi, öğleden sonra öbürü sırayla hodah altı’na ve coroş’a koşulurlar. Zayıf öküzler hodah altı’na koşulmaz.

Şek. 78 (M. Köse’den)

 

Bazı hayvanlar, boyunlarında ağırlık olmazsa iyi çekemezler. Bunun için boyunduruklarının ortasına, yukarda gördüğümüz, 7-8 kg ağırlığında hodak taşı asılır.

 Hodak’lar iki öküzün koşulduğu boyunduruğun ortasına ve yüzleri maçkal’a (kotana), arkaları gidiş yönüne (coroş’a) dönük olarak otururlar. Öküzler kotana, arka arkaya ve bir ucu harazan daşşağı’na (bkz. şek. 77), yani yukarda tanımlamasını yapmış olduğumuz harazan’ın üzerinde bulunan çengele, geçirilmiş olup boyunduruktan boyunduruğa devam eden zincirlerle koşulurlar.

 Hodaklar ellerinde uzun ve sağlam birer çubuk tutarlar ama bununla hayvanların canlarını yakmazlar. Hayvanlar, kotana koşuldukları ilk 2-3 gün içinde, ilerde ayrıntılarını vereceğimiz horavel, yani ses ve türkü ile sürülmeye alıştırırlar. Çubukların sivri uçlarıyla hayvanlar hafif dürtülür (modullanır). Çubuğun yontulan kısmı kabuktan çıkmış olduğundan, güneşte kuruyarak çabucak çatlar. Bunu önlemek için o kısmı dikkatlice öküzlerin kulaklarının içerisinde döndürerek, kulak kiri ile yağlarlar. Geceleri de bütünü ile nemli toprağa gömerler.

 Kotan, hayvanları çok yorup ezdiğinden bunlara özel bir bakım gerekir. Bu iş için görevlendirilenlere öküzcü denir ki bu, çoban demek değildir.

 Kotan bir günde iki kez açılır. Biri kısa bir süre için öğlenleri, diğeri de geceleri; dolayısıyla öküzcüler de evle (öğle) öküzcüleri ve gece öküzcüleri diye ikiye ayrılır.

 Öğle öküzcüsü tek bir kişidir. Kotan açılacağı zaman hazır bulunur, öküzleri alıp götürür. Onları otlak yerde otarıp suvarır. Kısa bir süre de yatmalarına izin verir. Sonra vakti gelince getirip maçkal ve hodak’lara teslim eder.

 Mutlaka iki kişi olan gece öküzcüleri’nin görevi akşam kotan açıldığından ertesi gün koşulana kadar sürer. Bunlar önce yorgun öküzleri birağız otarırlar, sonra kısa bir süre yatırırlar, sonra tekrar kaldırarak bol otlaklı yere götürüp doyuruncaya dek otarırlar. Sonra da suvarırlar ve doygun hayvanları kotanın yakınına getirip yatırırlar, kendileri de hırsızlığa karşı hiç uyumadan sabaha dek hayvanların etrafında dolaşırlar. Kotan koşma zamanı gelince maçkal ve hodak’ları uyandırırlar, öküzleri kaldırıp kotana koşarlar.

 Öküzler, kotandaki yerlerine göre adlandırılırlar. Bu adlandırma genel olarak beş boyun öküz içindir. Hodak’lar da aynı adı alırlar. Beş boyundan fazla öküz olursa dipten uca doğru, her iki boyun öküz aynı adı alır. Bu adlandırma şöyledir:

  1. Horik: en uçtaki öküzlerin yeri ve adıdır. Buraya en genç ve “ayağına çepik” (hareketli) öküzler koşulur. Bunlar bir nevi kılavuz olurlar. Özellikle başlarda dönerken çabukluğa mümkün kılarlar. 
  1. Pohlu boyun: horik’in hemen arka sırasıdır.
  1. Göbek: pohlu buyun’un arkasına ve bütün öküzlerin ortasına düşen yer.

4 ve 5. Karakayış ve sergâh: Göbek’in arkası ve harazan önüne gelen yer. Öküzlerin beş boyundan ibaret olmaları halinde, bu yerin bir adı da sergâh ve karakayış aradan çıkarak sergâh’ın önü göbek olur. Elde çamış (manda) bulunması halinde mutlaka bu sergâh’a koşulur. Aksi halde buraya en iri ve güçlü öküzler bağlanır. Sergâh, “boş yer” anlamında Farsça olmalıdır.

  1. Harazan veya dip: kotana en yakın olanlarıdır. Boyunduruk doğruca harazan koluna bağlanır.

Harazan hodak’ı, maçkal yardımcısı olduğundan, öbürlerinde daha büyük olur (14- 15 yaşında).

 Kotandaki ortaklığa imece değil, modgam denir. Bunda esas olan “günlük” kavramıdır, şöyle ki kotan “günlük” hesabı ile sürülür. 24 saat içinde öğle ve gece dinlenmeleri dışında kalan zaman içinde ne denli yer sürülürse, buna “bir günlük” denir. 4 No.lu kotanın bir günlüğü ortalama 5 dekardır. 6 No.lununki daha fazla, karakolan’ınki çok fazladır.

 Mahallî örf ve âdete göre her modgam (ortak)a kaç günlük yer sürüleceği bellidir. Kotan sahibinin hakkı dört günlük, maçkal’ınki üç günlük, her bir boyun öküzünki iki günlüktür. Manda varsa bunun hakkı üç günlük olur. Gece öküzcülerininki ikişer günlük, öğle öküzcüsü ve hodak’larınki birer günlüktür. Mamafih bu değerler yerden yere değişebilir. Ancak her yerde en çok pay, kotana verilir. En az da hodak’larınki olup bir günü geçmez. Sürme sırası bu saydığımız gibi olur.

 Günlük hesabında eşitliği sağlamak için kotanın açılma ve koşulma zamanlarına çok dikkat edilir. Zamanın saptanması saatle değil, gece ötücü kuşlardan veya yıldızlardan, gündüz ise, gölgeden faydalanılır. Kotan akşamları “gün batar batmaz” açılır. Sabahları da çoğu yerde şafaktan önce, bazı yerlerde de “şafakla birlikte”, “şafak (tan) yerine nişan düşünce” (fecir) koşulur. Yaşlı ve usta öküzcüler sözü edilen zamanları, iyi tanıdıkları ve sabah yıldızı-kotan yıldızı-çoban yıldızı-kervan kıran-ülker-demirkazık diye andıkları yıldızlardan birinin doğuşuna ya da batışına göre ayarlarlar. Hadahyıldızı, “çoban yıldızı”dır, Gm’de.

 Kotan 20 ilâ 30 gün sürer[33]. Bu denli zaman içinde yıldızların seyirleri her gün farklılık gösterirse de usta öküzcüler bunu hesaba katarlar. Yılların verdiği deneyim ve alışkanlıkla, belli dağ ve tepeleri nirengi olarak ele alır ve yıldızların bunlara göre günlük sapmalarını gözleriyle ayarlarlar.

 Ama zaman tayininde çoğunlukla ötücü kuşlardan, özellikle bıldırcın (güzde) ya da tarla kuşu’ndan faydalanılır. Bunlar ötünce kotan koşulur. Bunları seslerinden tanırlar. Her ikisi de şafaktan önce, fakat bıldırcın daha önce öter.

 İlk başta ortaklık kurulurken, kotanın mezkûr kuşlara ya da yıldızlara göre mi koşulacağı peşinen saptanır. Bulutlu havalarda yıldızlar yerine ötücü kuşlara iltifat edilir. Öğlenleri ise, çeşitli yerlerde değişik ölçülerle kölge (gölge)den yararlanılır. Kotan ayı’nda insanın kendi gölgesi bir ayağa dek düşer. Bazı yerlerde gölge üç ayak olunca kotan açılır ve yine üç ayak olunca koşulur. Bazıları bir ayak+bir özengi, yani bir buçuk ayak açar, bazıları da üç ayak+bir özengi. Gölgeyi ölçmek için sırt güneşe döndürülür ve dik durulur. Başın gölgesi işaretlenir ve mesafe ayağa vurulur.

 Tarlanın sürülme şekline gelince, bunun birkaç türü vardır.

 1- Göbek (şek.79): tarlanın ortasından itibaren kenarlara doğru sürerek doldurma şekline göbek denir. Özellikle bir başı dar, bir başı geniş tarlalarda bu yöntem uygulanır.

 Önce tam ortadan bir baştan öbürüne bir hagos atılır. Son aynı hagos üzerinden geri gelinir. Böylece tarlanın ortasında boydan boya bir kabarık (göbek) oluşur.

Şek. 79 (M.Köse’den)

Bir başı dar tarlalarda sonraki gidişlerde başa kadar çıkılmaz, daha kısa yoldan geri dönülür (şekil 79’da I, II, III). Bunu her iki yan kısım paralel kenarlı olana kadar devam edilir ve bundan sonra bir baştan öbür başa bir yandan gidilip öbüründen dönülmek suretiyle tarla kenarlara doğru sürülüp doldurulur.

 Göbek sürerken öküzlerin başlarda dönmesi önceleri güçlük arz eder, sonra gittikçe kolaylaşır. Aralık’ta bunun tersi olur.

 2- Aralık (şek. 80): bunda tarla, yine uzunlamasına, ama yukarıdakinin tersine, bir kenardan gidip öbüründen gelinerek, kenarlardan ortaya doğru sürülüp doldurulur.

 

 Şek. 80 (M. Köse’den)

 Bir tarlayı sürerken o tarlanın her iki başında öküzlerin dönebileceği kadar gerekli serbest araziye tarlanın döneği, ya da sadece dönek denir. 6-8 boyun öküzün dönebilmesi bahis konusudur. Bunun her tarla için, özellikle düz ve verimli arazide hemen hemen imkânsızdır. Çok kez, iki komşu arasında bir iki adımlık bir aralık bırakılır. Komşu tarla ekili değilse, bir güçlük çıkmaz, komşu tarla içinden dönülür. Ancak bu tarla ekili ya da koruk, yani hayvanlara çiğnetilmesi yasak ise, herk edilen tarlaya yastık atmak gerekir.

 Dönek yeri olmayan bir tarla sürülürken başa kadar çıkılmayıp yeteri kadar bir dönek yeri bırakılır. Bu kısım sonradan, bu kez enine olmak üzere sürülür (şek.81). Tarlanın bu kez yan taraflarında dönek yeri yoksa o tarladan şimdilik vazgeçilip onu uygun bir zamanda sürmek üzere başka bir tarlayı sürmeye bakılır.

          Şek. 81 (M. Köse’den)                 Şek. 82 (M. Köse’den)

 Bazen bir tarlanın dönek yeri olursa da tüm 6-8 boyun öküzün dönmesine yeterli olmayabilir. Bu durumlarda baştaki horik, pohlu boyun, göbek öküzler yavaş yavaş dönerlerken yük dipteki yine göbek, karakayış, sergâh, harazan öküzlere biner. Bu sonuncular öndekileri izlemeye eğilimli olurlar ve hodak’ların bütün çabalarına rağmen katar, hafif bir yay çizer (şek. 82) ki buna kayış eğrisi denir. Camış veya güçlü öküzlerin sergâh’a koşulmasının önemi burada belirir. 

  1. Köse’nin bildirdiğine göre “kotanın bir gidişte çevirebildiği toprağın genişliğine alaf” deniyormuş (bu sözcük, bu anlamda, DS’de bulunmuyor). Alaf genişliği, harazan’ın demiri ile kendi olanağı içinde, ayarlanabilir (şek. 77’ye bkz.). Kotanlar bu alaf genişliği ve açtıkları hagos (hendek, iz) derinliğine göre numara alırlar. Örneğin 4 No.lu kotanın alaf’ı, 6 No.lununkinden dardır. En genişi karakotan’inki olup 60-70 cm.yi bulur[34].

Arapça “alef’ çoğulu olarak “a’lâf”, hayvan yemlerini, otları, samanları ifade eder. Mr’da hallaf, “zahireci”dir.

 Bütün bu işlerde en çok verim “ham herk”ten alınır:

 “Ekersin hergi, giyersin kürki

Ekersin hozan, olursun hızan”[35]

Kotanda hodak’ların öküzlerin canını yakmadan, hep bir ağızdan türkü, söz ve ses ile onları sürmelerine horavel denir. Öküzler bu seslere bir iki gün içinde alışırlar. Horavel, bir mısra, beyit ya da üç dört beş mısralık kıtalar halinde, bazen de uzunca bir deyim yahut tekerleme, sataşma olabilir ve bu işte şöyle söylenir: maçkal, becerebildiği ölçüde, o anda aklına gelen horavel’i okumaya başlar. Bu sırada hodak’lar, maçkal türküyü bitirene dek, hafiften, ancak öküzlerin işitebileceği bir sesle “çe, çe, çe, çe” der ve her “çe” dedikçe de, sürmekte görevli oldukları dört (iki boyun) öküzden her birini, çubuğun ucuyla modulluyarak (dürterek) onları uyarırlar. Böylece de öküzler gitgide hızlarını artırırlar (horavel’in mahiyetini daha sonra açıklayacağız).

 Maçkal, horavel’i bitirir bitirmez, hemen arkasından daha yüksek bir sesle ekler: “hode (söyle) hodak” ve burada hafif bir “es” geçerek nefesini toplar, sonra hodak’ların katılması ile hep birlikte ve nefesleri yeterince, önce bi uzun hoooooooo! … ve sonra da üç kısa hooo!… hooo!… hoooo!… diye bağırırlar… Bu sırada öküzler hızlanırlar.

 Ve yemekler, maniler (horavel)ler, eğlenceler…[36]

 Ve bir bilmece: “Hol ola, hotan ola, bayguda yatan ola; seksen ayak, kırk boynuz; bunu bir tapan ola” (Nadast kullanılan saban ve buna koşulan on çift öküz)[37].

 Kars’ta kotan uygulaması vesilesiyle tipik bir tarla sürme örneği vermiş olduk. Son olarak da sabanın tarlada açtığı iz’in aldığı çeşitli adları görelim.

 Abara, “çift demirinin açtığı çizgi, saban izi” (Yz, Ada); akos-akoz-hakos-hakoz, “saban, pulluk veya traktörün toprakta açtığı iz, çizgi”dir (To, Kr, Ar, Bt).

 Yunanca άγκος “büküntü; boğaz, dere içi” olup Latince angulus (Fransızca ve İngilizce angle= açı)[38]daki “açı, köşe, açı şeklinde herhangi bir eşya…”dır. Ἂγω da “götürmek, sevk etmek…”tir.

 Argus-horkus, “saban izi” (Ezc, Gm) oluyor. Latince arcus,”kıvrıntı, kemer” anlamındadır. Burada da, bundan önceki sözcük ailesinde olduğu gibi bir kıvrıntı, büküntü, kemer (ters), açı kavramıyla karşılaşılıyor ki bu, saban izinin şeklini tarif edebilir.

 Hees-heğes-hens-hevis-hevüs sözcük ailesi de yine “sabanın tarlada açtığı iz”i ifade ediyor Or, To, Ama’da. Hergos-hevgus da Sm Ama’da geçiyor. Hevlek-herek-herk bu iz’e Ba, Çr, Or, Gm, Ank, Ky, Çkr, Krş, Tr.’da verilen ad oluyor. Aslında, yukarıdaki hevis ile hees aynı zamanda “bahçeyi sulamak için açılan ark”tır (To) ki bu da nihayet bir saban izinin düzeltilmiş şeklinden başkası değildir. Aynı şey, karık (Isp, Dz, İz, Mn, Ba, Brs, Es, Bo, İst. Zn, Sn, Sm, Ama, To, Gr, An, Krş, Nş, Nğ, Kn, Ada, Tk) için de varittir. Saban ve pulluğun açtığı iz, korz tesmiye ediliyor, Vn’da.

 Kandıra’da “…kasaba çiftçileri üçlü bir dinlendirme ile toprağı işler. İki yıl değişik ekim yapılır ve üçüncü yıl ekim yapılmayarak toprak dinlendirilir…”[39].

 Çumra’da “…harmanı kaldırdıktan sonra yağmurların yağmasını müteakip çift sürmeye başlarlar… sapanına eğeyif denilen ağaçtan yapılmış bir halka ile bağlı ve zılvgar’la[40] (zincirle) tutturulmuş boyunduruğa öküzünü koşup… ‘haydi oğlum’ diyerek daha evvel tohum saçtığı evleği sürmeye başlar. Çızı’dan (sapanın izinden) çıkan öküze ‘dorrr… (durrr…) aşağı, yukarı, iş iş, doğrul, cızı’ya gel’ gibi konuşmalarla öküzü yola getirir. Sınır başlarında da dönüşte sapanın kuyruğundan tutarak ‘gelll… kiçi kiçi kiçi’ deyip öküzleri döndürür ve tekrar çızı’ya sokar. Sapan demirine yapışan ıslak toprağı, elinde öküzleri embellemek (dürtmek) için kullandığı öğendire’nin (ucunda çivi bulunan bir ağaç) arkasına takılmış absa (çamurları, kazımaya mahsus demir) ile temizler…”

 “Akşam olup eve gidecekleri zaman öküzlerin kuyruklarını iki defa çekerler ve bundan sonra boyunduruktan kurtarırlar. Bunun da usulü vardır. Her iki öküzün arasına girer, öküzleri tutan boyunduruğun zelve’lerini (gerek asıl boyunduruğa, gerekse öküzün boğazının dayandığı ağaçtaki deliğe geçen bir ucu ince, diğer ucu kalın değnek) çıkarır. Bu çekişi dışarıdan yapsa hapis gibi duran öküzün hızla çıkması yüzünden bir kaza olabilir… Öküzlerin kuyruğunu çekmekle onların yorgunluğunu giderdiklerine inanırlar. Bu düşünce ile her gün işin sonunda bu hareketi tekrar ederler. Öküzler de kuyrukları çekilince anlarlar ki o günkü iş bitti…”

 Gönen, yani yağmurdan sonra toprağın altında hâsıl olan ıslaklık, köylülerce o denli önemlidir ki Cumra’da birine ilenirken (beddua ederken) “yaha (keşke) gönenmeyesin!” denir…[41]

 Isp’da çift sürülürken bir kişi öne düşerek hayvanların cizi tutması sağlanır.

 Ve atasözleri. Bunların çokluğu, geleneksel üretim aracı toprağa verilen değerin bir ifadesi oluyor. Bunlardan birkaçı:

 

“Toprak avuçlayan altın tutar”

“Toprağın verdiğini padişah vermez”

“Geçinmek isteyen elini topraktan çekmez”

“Düştünse toprağa sarıl”

“Tarlanın taşlısı, kızın uzun saçlısı, öküzün inek başlısı.” Taşlı tarlanın rutubeti daha iyi muhafaza ettiğini tahmin ediyoruz. (buharlaşma alanı azalıyor)

“Toprak saban yerse, orak altın biçer”

“Toprağın karası, buğdayın sarısı”

“Tarlanın yenisi, çiftçinin eskisi”

“Toprağı beyaz, aldığı ayaz”

“Toprağı kızılca, iyi bağ olur kazınca”

 

Su ve sulama ile ilgili olanlar:

 

“Üç sür, bir su ver”

“İki çapa bir su yerini tutar.”

 

Bu arada yabani otların temizlenmesi önemli oluyor şöyle ki bunlar suyun bir bölümünü çekiyorlar.

 

“Tarlanın öz evlâdını öldür ki, üvey evlâdına muhabbet etsin.”

 

Nadasla ilgili olanlar:

 

“İyi nadas, kıtlık gelmez”

“Nadası üçle, ambarı eşle”

“Nadassız rençper, tüfeği bozuk avcıya benzer, on atar bir tutar”

“Nadassız rençper, namazsız sofuya benzer”

 

Ve gübre ile ilgili olanlar:

 

“Hırsızın aklı olsa, gübre çalar”

“Gübreyi tarlaya değil, kösenin sakalına döksen göğertir”

“Kadı yalan söyler, gübre yalan söylemez”…[42]

 Bundan önce toprak türlerinin ve bu arada da dinlenmeye (nadasa) terk edilmiş olanlarının bazı adlarını zikretmiştik. Aslında verdiklerimiz halk ağzı lügatçesinin içerdiğinin ancak bir kısmını oluşturuyor. Bu kez yine bunlardan bazılarını, ancak özellikle işlenme-nadas konularıyla ilgili olanlardan bazılarını sıralayacağız.

 Aloy, “pullukla bir günde sürülen toprak” (Kr); ahır nadası, “ilkbaharın başında yapılan nadas” (Kü. Es); ahır tarlası, “ilkbaharda sürülüp ekime hazırlanan tarla” (Ank); ahır aktarması-ahır hergi-ahur aktarması, “ilkbaharda tarlanın sürülmesi”dir (Ank, Tn).

 Bu sözcükler üzerinde yorumda bulunmadan önce “ahır” üzerinde duralım. “Ahır, âhûr” için “garp-mekân-Farisî ile müşterek-hayvanların bağlandığı yer, hayvan damı, establ, hayvan yemliği” deniyor, kelimenin Farisîde aynen kullanıldığını, Çağatay lehçesinde de “mekân, yemlik, âhır” manalarına geldiği belirtiliyor[43]. Burada geçen “establ”a gelince, sözcük, Osmanlı resmî yazışmalarında has ahırlarına verilen addır, “establ-ı âmire” gibi…

 Bunun için “Arapça-Latince stabulum – isim- hayvan bağlanılan yer, ahur” deniyor[44]. Bunun modern Yunanca karşılığı da σταῦλος’dır ki bundan Fransızca “étable” türemiştir.

 Ahur’un Ermenicesi ahor olup eski Yunancada αγυρις, toplantı yeri anlamınadır,[45] bundan da Fransızca “écurie” türemiş olmalıdır.

 Yine “ahır”lı sözcük ailesinden ahırev, “köy evlerinde ahırı bitişik olan oda (Kn); ahır sekisi-ahor sekisi-ahur odası…, “kışın, sıcaklığından faydalanılarak oturmak için ahırın bir yanına set halinde yapılan yüksekçe ve sofa genişliğinde oda: oturduğu yer ahır sekisi, çağırdığı padişah türküsü…’’ (Brd, Es, Çr, Ama, To, Gm, Kr, Ezm, El, Ml, Sv, Yz, Ank, Krş, Ky, Nş, Nğ, Kn, Vn, Tn). Böylece de “ahır” ile “ilkbahar” arasında bir “ısınma” kavramı bağlantısı kurulabiliyor. Bir başka ihtimal de, kışın ahırda birikmiş gübrenin tarlaya yayılıp sürülmesidir.

 Arıs, “sürülmemiş, terk edilmiş bakımsız tarla: bu yıl bizim tarlalar arıs kaldı…”dır (Sv). Abanges de Tr’da “aklı eksik, kıt akıllı” kişiyi ifade ederken sözcük, To’da “tarlanın seyrek sürülmüş yeri” oluyor.

 Beyar, “iki üç sene ekilmemiş toprak” (Vn, Bt, Kerkük) olup Arapça ba’ır (işlenmemiş toprak)tan galattır[46].

 Bel, çok yaygın olarak “işaret, nişan, sperma” olmanın dışında “dağ silsilesi, sıradağ” (Mn, Kn); “tarlanın ortası” (Ks); “suların ayırım yeri” (Krk), “seviye” (Sn); “davar sağılan yer” (Or, Gr) … olup belli toprak da “yumuşamış, nemli toprak”tır, Kn’da. Belleme ise “belin çıkardığı iri toprak parçası, kesek, işlenmiş toprak oluyor, Gr ve Or’da.

 Kesek’in sair müteradifleri ise kağıl, “kurumuş çamur, toprak yumrusu” (Sm, Mğ); “iri çakıl” (İç); “çakıllı toprak” (Dz); kalle (“kelle”den galat?), “toprak yumrusu, kesek” (Çkl, Ank); gırt, “kuru olarak sürülen tarlalarda meydana gelen iri toprak parçaları”dır (To).

 Nadas edilmemiş tarlaya bozay deniyor, Ada’da. “Çift sürerken pulluk veya saban değmeden kalan yer” çiğ tesmiye ediliyor, Krk’de. Çiğleme ise, “işlenmemiş tarlayı sürme”dir (To). “Sonbaharda ekilen tarla” coğart adıyla anılıyor (Ezm).

 Çiğ’in bir anlamdaşı da cızdırma’dır, Isp’da. Cıba, tanımlamaların istikrarsızlığına bir başka örnek oluyor: Brs, Or, Gr, Ant’da “bozkır verimsiz toprak” iken yine Ant’nın bir başka bucağında “bol gübreli yumuşak toprak”, yani tam tersi oluyor. Gr’da “tepe, yüksek yer”!…

 Bundan önce verdiklerimiz kadar başka toprak türü adı var ki bunları da burada saymayı zait addediyoruz.

 Tarlayı sürmeye kaydım’dan başlanıyor, Gaz’de. Bu aynı sözcük, yine orada, “tarla sürülürken bir gidiş gelişlik uzaklık”ı ifade ediyor. Aynı sözcük ailesinden kaylım, “çift sürerken yapılan devir” (Nğ); kaylım başı da “çift sürmeye başlanılan yer”dir (Ba, Sv, Nğ).

 Tarla nadasa bırakılarak kuvvetlendirilir, dincedilir, Brd’da. Bunun hıdrellezden sonra yapılmışına da ferg deniyor Ks ve Mğ’da. Ferketmek, “tarlayı bir yıl boş bırakmak”tır (Ks). Arapça “ferağ”dan “fâriğ” sıfatı, “boş, vazgeçmiş, rahat, dinç halde…” manasında olup bunda mezkûz sözcüklerle bir ilişki seziliyor. Ancak burada da yine bir terslik çıkıyor karşımıza şöyle ki ferk, “sürülmüş tarla” (Kü, Çr) da oluyor.

 Fosa bırakmak, “tarlanın sürülmesini, en nemsiz olduğu zamana bırakmak”tır (El).

 Benzer tersliklere her an rastlıyoruz: dike, “sabanın toprağı iyi yaramadığı yer” (Ky, Nğ) iken Ezm ve yine Ky’de “sabanın çok derin battığı yer” oluyor. Bunun dışında “saban demirinin toprağa dikey oluşu”nu da ifade ediyor (Isp): “saban çok dike, çiviyi arka deliğe al, soya olsun”.

 Bazen çiftçi dikkatsizlikle saban demirini hayvanın ayağına batırır ki buna demir eğmek (Isp) ya da demirlemek (Tr) denir.

 Anadolu’nun Kuzey’inde (Tr) ve Güney’inde (Ant) harbi, “sürülmemiş, işlenmemiş toprak” oluyor ki mecazen “harbi”, “doğru, hilesiz, temiz…” manasınadır.

 Hargin, “ekime elverişli nemli toprak” (Ml), havres de “düzgün sürülmemiş, aralıklı sürülmüş tarla”dır (Ar) ki bu iki sözcüğün kökeninin araştırılmasına değer gibi geliyor bize. Hargin, herg-herk’ten muharref olabilir mi?

 Gaz’de, “tarlalara çekilen doğru çizgilere hayıt deniyor ki Arapça “hayt”, iplik, iplik teli, tire olup örneğin “hayt-üş-şue”, güneşin tel tel görülen ışığı; “hayt-i mâ”, akan suyu elementer “ip”idir (hidrolikte). Kn’da, “tarlayı sürerken doğru çizgi yapmak için karşı tarafa dikilen taş ve toprak yığım”na hoyuk deniyor.

 Tarla yüzölçümü bazen, ekilen tohum miktarıyla ifade ediliyor. Örneğin haklık, “on iki okka tohumun ekildiği arazi parçası” oluyor, Ks’da. Ömür yandan aynı sözcük, “küçük tahıl ambarı” (Zn), “su değirmenlerinde hak olarak alınan tahılın konulduğu yer” (Mğ) oluyor ki böylece değirmencinin aynî olarak tediye edildiği anlaşılıyor.

 Garip bir sözcükle ile karşılaşıyoruz: melank. “Sürülmemiş tarla” demekmiş, Gm’de. Aynı şeyi melek-melenk-melen de ifade ediyor (Rz). Akla meleklerin “bakire” oldukları geliyor…

 Konuyla ilgili bir başka sözlük ailesine yer verelim. Eke, “büyük, yetişkin, … olgun (insan ve hayvan)”, “kurnaz, açıkgöz (insan)”, “tecrübeli usta”, “zeki, çok bilgili”, “dâhi, görgülü…”, “baş çoban” ve sair manalara gelmektedir. Buna bağlı olarak ekecek-ekenek-ekilge, “tohum”dur (Brd, Dz, Ba, Çkl, Kc, Bo, Sm, Ama, Rz, Ar, Kr, Ezm, Sv, Nğ, Kn, Mğ, Ada). Ekek diye de, mahiyetini saptayamadığımız bir “ekin ekme aygıtı”na (Ba) deniyor. Ekelemek ise, “tane ya da toz halinde bir şeyi serpmek” (Sm, Ama, Or, Mr, Hat, İç); “tarlayı ikinci kez sürmek” (Brd); “tohumları tarlaya gelişigüzel dikmek” (Gr); “tohum ekmeden önce tarlayı ekime hazırlamak için sürme” (Ay); “tohumu seyrek olarak saçmak”tır (Isp, Ama, Ky). Ekelge-ekerek, “ekin” oluyor Nğ, Ada ve Kerkük’te. Ekenek-ekelge-ekerge-ekilge, “ekilecek, ekilmeye elverişli yer, tarla” (Çr, Sn, Ama, To, Or, Gr, Tr, Gm, Rz, Ar, Kr, Ezm, Ezc, Sv, Ank, Ky, Kn, İç, Nş, Nğ, Ada); yukarda zikredilen ekecek, Ezc’da “saban demirinin geçirildiği ağaç” oluyor.

 Ekelemek gibi kabalamak da, Ks’da, “tarlayı ikinci kez sürmek”tir. Sv’ta “tarlayı üçüncü kez sürme”ye saban verme deniyor.

 Asya bozkır geleneğinde birçok örneğine özellikle DLT’de rastladığımız günlük işlerde yardımlaşma (imece)nin günümüz Anadolu’sunda da çok yaygın olduğunu görmüştük[47]. Bu baptan olmak üzere höbül-höbük, “ortaklaşa yapılan iş, imece” (Yz, Ank, Krş, Ky, Kn); “ortak” (Af, Krş, Nş); “ödünç” (Çkr) olup höbül etmek de “ortaklaşa iş yapmak”tır (Ezm). “İmeceyle çalışan işçilerden en sondaki işçi”ye karakuyruk adı veriliyor, Brs’da. Çkr’da “karşılıklı yardım etmek, yardımlaşmak”a koyaşmak deniyor. DLT’de (I/243) koygaşmak, “koynuna girmek” oluyor ki bir beraberliği ifade ediyor. Bu konuda yine yaygın bir sözcük grubu da kubaşmak-kobaşmak-kumaşmak-kupaşmak-kuplaşmak, yani “imece ile iş yapmak, yardımlaşmak” (Dz, Es, Ama, Çkr, Çr, Gaz, Sv, Yz, Ank, Ky, Nş, Tk, Kn); “ortak olmak” (Yz); “paylaşmak, bölüşmek”tir. Dilimizde “kuma”, aynı erkekle evli olan kadınların birbirine göre adı olmuyor mu? “Kuma”lar bir nevi “ortak”tırlar.

 Dy’da çiftçiler sabah erkenden toplanarak birbirlerinin işlerinde çalışırlar ki buna orada cin kuşluğu deniyor…

 Bazı yerler sırayla ekiliyor; sala-salan, “sırayla ekimde köyce ekime ayrılan yer” (Nr, İç) olup sal, “köyün yakınında ekime ayrılan yer” (Ama), “dağ eteğinde geniş düzlük”tür (Ky). Salı-salan, “bir yıl ekilip bir yıl dinlendirilen tarla” oluyor, Isp, Kn, Mğ, İç’de. “Bir köyün ekilmemiş nadasa bırakılmış bölgesi”ne de salım deniyor, Bdr, Dz, Ant’da. Bu tanımlamalardan bunların köyün bir müşterek toprağına ait oldukları hissi doğuyor.

 Karot, Sn’da, “dinlenmeye bırakılan tarla” olup καρωτικος, “yarı uyku, sükûnet”tir.

 Seyip, Mr’da aynı anlamda kullanılıyor. “Müseyyeb”, Arapça “tembel, ihmalci”, “seyyib-seyyibe” de “dul” kadın anlamınadır.

 Birkaç yıl işlenmemiş, sürülmemiş tarlaya, özellikle Kuzey-Doğu illerimizde aros-haros deniyor ki άροσις, “çift sürme, toprağı işleme”dir. Köken, ters anlamda kullanılmış.

 “Sürülmüş tarlanın çeşitli adları arasında buna Doğu’da (Bt, Vn) şohum da deniyor.

 Bu arada tarla sahibi ile işçileri arasında ilginç bir sosyal ilişki de meydana çıkıyor. Şekere, “çeltik tarlasının bir bölümü” (Mr), “başkasının tarlasına ekilen tahıl” (Gaz, Hat) olmanın dışında “çiftçinin altı aylığına tuttuğu işçisi için ektiği tohum” (Ada), “dost için ekilen ürün”dür (İç). Yine Gaz’de “tarlası bulunmayan çift amelesi veya fakir bir köylü için, toprak sahibinin kendi toprağından küçük bir yere ektiği ekin” olarak biliniyor[48]. A.Caferoğlu da bu sözcük için (Kilis kökenli olarak) “azabın, yani işçinin şahsî menfaati için, ekmek üzere, kendisine bırakılan arazi parçası” diyor[49]. Bu sözcüğün “işlenmiş ve ekilmiş küçük bir arazi parçası” manasını taşıyan Arapça “şakâra”den geldiği anlaşılıyor[50].

 Gübreye gelince: DLT’de (III/167-8) mayak: deve gübresi. En ziyade burada kullanılır. Sonra buradan alınarak koy~mayakı’ dahi denir ‘koyun gübresi’ demektir. At gübresine ancak yundak denir. Şu savda dahi gelmiştir: ‘tewey bedük erse mayakı bedük ermes = deve büyük ise de pisliği büyük olmaz’. Bu sav, kendinde büyüklük gören kimse için söylenir…” diye yazıyor Mahmut. Günümüzde maya “genel olarak damızlık dişi hayvan” (Nğ); … “buhur deveyle adi devenin birleşmesinden doğan uzun tüylü deve” (Isp, Dz, Ay, İz, Mn, Çkl, Ama, Or, Dy, Gaz, Mr, Hat. Ank, Nç, Krş, Nğ, Kn, Ada, İç, Ant, Mğ); “4-5 yaşındaki deve” (Brd, Dz); “yük devesi”dir (Ant). Yund da, Ezm’da “at” karşılığında kullanılıyor. Buna göre Kaşgar Türkçesinde mayak, deve gübresi; yundak da, beygir gübresi oluyor. Gerçekten “at” karşılığı yund, DLT’de birçok yerde geçiyor: “Yund = at. Bu, cins ismidir. Bir ve birçok ata söylenir; … ‘yund eti yıpar = at eti misk gibi kokar’, (at eti pişirildikten sonra soğumaya bırakılır, o zaman etten güzel bir koku çıkar)”. “Yund= Türklerin on ikili yıllarından birinin adı[51]; buna ‘yund yılı’ derler…”(III/7). “Okraşdı = yund kamuğ okraşdı = bütün atlar yemi gürünce-kişnediler… Şu parçada dahi gelmiştir: ‘Yaşın atıp yaşnadı-Tuman turup tuşnadı-adhgır kısır kişnedi-Ogür alıp okraşur’. Şimşek çaktı, bulut durup karşılaştı, aygır kısrak kişnedi, öğür alıp okraşur (Baharı anlatarak diyor ki: Bulut şimşek çaktırdı ve bulutlar coştu, kısrakla aygır baharın geldiğini görerek kişnediler. Her aygır kısrağını aldı)” (I/235-6). “Sewündi= ‘er sewündi = adam sevindi’. Şu beyitte dahi gelmiştir: ‘Sewünmegil yund öğür adhgır anın-Altun kümüş bulnaban agı tawar = at, aygır ile altun, gümüş, ipek kumaşla sevinme’ (at, aygır, tay, kısrak, altın, gümüş, ipek kumaş bulmakla sevinme. Bunlardan kendin için hayırlı iş edin)” (II/153).

 Dönelim, kendisinden biraz ayrıldığımız “gübre”ye.

 “Her sene salak olarak kalmış (istirahat eden) tarlalarda davar yatırmak ve ertesi sene için gübrelemek Karatepelilerin[52] umumî Adetlerindendir. Tarlaların hazırlanmasına tarla etmek adı verilir. Tarla etmek için ameliyat bahar aylarında olur. Bu tarlalar Kasımda ikinci defa sürülür, istirahata terk edilir. Üçüncü defa tarlaya (bider-tohum) serpildikten, sonra yeniden sürülür.”[53]

 Gübre ve bunun varyantları gübür-güpür ve küpren’in sırasıyla κοπρια, κοπρι ve κοπρανο kökenlerini görmüştük. Şimdi de hayli yaygın bir sözcük ailesine yer verelim: abunluk, “tarlaların kıyısında önce gübre biriktirilip sonra arpa ekilen yer”dir, Or’da.

 Ahbun-abgın-abıgın-afkın-afkun-ağbun-ağpun-ahbun-ahbin-ahbum-ahmın-ahpun-ahpu-ahpun-akben-akbun-akmın-akmun-akpun-akpıın-apgin hep “gübre, fışkı”dır, Ama, To, Or, Gr, Tr, Gm, Ar, Kr, Ezm, Ezc, El, Ml, Sv, Ada, Isp, Gr, Vn, Dy, Rz, Ky, Mr, Ağ, El’da, yani İsp dışında Anadolu’nun Doğu yarısında.

 Ahbin tarla, “toprağı kuvvetli tarla”dır (Tn). Ahbunlamak, “toprağı gübrelemek, gübre dökmek (To, Tr, Gm, Ar, Sv, Tn, Gr, Gm, Kr, Ezc, El, Sv); akbunluk da yine bu aynı bölgelerde “gübre konulan yer, gübrelik” oluyor.

 Ağp-ağpel, Ermenice “gübre”dir…

 Basma-basmalık-basmo-bastırma, “gübre, tezek”tir (Brd, Gm, Kr, Ezm, Ezc, Vn, Dy, Sv, Ky, Nğ, yani yine genelde Anadolu’nun Doğu yarısında). Aynı yörelerde basmalık, “gübre biriktirilen yer”; basma da “gübre şerbeti”dir.

 Vn’da koranik, “tezek yapılacak gübrenin biriktirildiği çukur” olup korannik da, Dy’da, “gübre yığını”dır. Ermenice koranik, gübre çukuru, kagor da tezektir.

 Yine Ermenice olması melhuz kortik, “yaylalardaki çukur ve alçak yerler” (Ezc) olup Dy’ın Silvan ilçesine bağlı köylerden birinin adı “Kortik”tir. Herhalde çukurda bir köy…

 Dy’da, özellikle ünlü karpuzların yetiştiği tarlalar, güvercin gübresiyle gübrelenir ve bunun toplanması için de yabani güvercinlerin tünemesi için kerpiçten, borahane tesmiye edilen güvercinlikler yapılır. Fot. 47’de bunlardan biri görülür. Bunların tasvirini, fotoğrafı ve şek. 83’ü istiare ettiğimiz Albert Gabriel’den dinleyelim: “Diyarbakır her zaman için, ağırlığı bir eşek yükünün sınırına varabilen karpuzlarıyla ün yapmıştır. Bostancılar bu fevkalâde sonuçları, güvercinlerin tersinin sağladığı bir gübre sayesinde elde ederler. Böylece de civar kırlarda, özellikle Dicle’nin sol kıyısında, hayli ilginç bir geleneksel tipe göre tasarlanmış birçok güvercinliğe rastlanır. İran’ın meşhur güvercinlikleri, kule şeklinde inşa edilmiş olup bilhassa İsfahan’ın banliyösünde bazen görkemli bir karakter iktisap eder. Diyarbakır güvercinlikleri daha basit, dikdörtgen şekilli (şek. 83 ve fot. 47) olmakla birlikte çok sayıda güvercini barındıracak kadar vâsidirler. Alt kat, dikdörtgenin uzun yanına paralel duvarlarla birkaç bölmeye ayrılmış olup duvarlar birkaç kat yuva ve dallardan yapılmış tünekleri taşır. Zeminde biriken güvercin tersi belli zamanlarda toplanır ve çok faal bir ticarete konu olur”. 

 

Şek. 83.- Tel Halo’da güvercinlik (A. Gabriel’den)

“ 60 cm kalınlıkta olan duvarlar kerpiçtedir ve dam, kil ve saman sapı tabakalarından ve bunları taşıyan ve birkaç düzeyde tertiplenmiş hafif çalılardan oluşur. Taşan damlar, duvarların tepelerine açılmış çok sayıda deliğin üstünde bir sürekli sundurma teşkil eder. Bütün basitliği içinde binanın bütünü, ne özgünlük, ne de karakterden yoksundur.”[54]

 Ist ve Dy’da, yine “güvercin vb. kuşların gübresine” koğa da denip bu aynı kelime Ezc’da “ahırda gübre biriktirilen yer” oluyor. Brd’da da “kuş gübresi”ne sangı deniyor. Çiçine de, Ba’de, “kümes hayvanı gübresi”dir. Aynı şeye Tn ve Rz’de cid-çineya-çinya deniyor.

 Bu vesile ile “tünek” ve “tünemek” sözcükleri üzerinde biraz duralım, bizi ilginç konulara aşina edecektir.

 “Ay = ay (30 günden ibaret olan ay). Şu beyitte dahi gelmiştir: ‘kışka etin kelse kalı kutluğ yay – Tünkün[55] keçe alkınur ödhlek bile ay = kutlu yaz geldiğinde kış için hazırlan; gece gündüz[56] geçerek ay ile zaman tükenir’…”

 “Senenin on iki parçasından her birine ‘ay’ denmesinin sebebi, bu müddetin ayın geçmesiyle bittiği içindir. Nitekim şu savda gelmiştir. ‘ay tolun bolsa eliğin imlemes’ ay, tolun-on dördü-oldukta elle gösterilmez. Çünkü onu her gözü olabilen görebilir…” (DLT-I/82-83).

 “Parmakla ay’ı gösterenlerin ellerinde siğiller oluşacağı inancını hatırlayalım. ‘İrteldi: irteldi nenğ = o şey arandı, araştırıldı’. Şu parçada dahi gelmiştir. ‘Könğlüm içün öıtedi – Yetmiş yaşığ karladı – Keçmiş üdhük irtedi- Tün kün keçüp irtelür = gönlüm içten yandı – onulmuş yarayı tırmaladı- geçmiş günleri aradı- gece gündüz geçerek aranır’ (Ağıt olarak anlatıyor; belâ ateşiyle yandım; onulmuş yaranın başı açıldı; geçen zamanı aradı. Felek onu yakaladı durmadan kovalıyor, araştırıyor.)” (I/245)

 Kim demiş Orta Asya’da lirizm yoktur diye?… Devam edelim.

 “Çeş = Perüze (Firuze). Şu parçada dahi gelmiştir: ‘Yarattı yaşıl çeş – Sawurdı ürüng kaş – Tizildi karakuş – Tün kün üze yürkenür = Firuze gibi yeşil göğü yarattı, üzerine beyaz yüzük kaşları saçtı, karakuş yıldızı dizeldi, gece, gündüz üzerine örtülür’. (Şöyle ki, baharı anlatarak, Ulu Tanrı yeşillikte perüze gibi olan göğü yarattı ve üzerine yeşim gibi yıldızlar saçtı – yeşim, beyaz bir taştır ki ondan yüzük kaşı yapılır – Mizan yıldızı dizildi – bu yıldızın adına Türkler Karakuş derler – gece ile gündüz her biri üzerine örtülüyor)” (I/330-1).

 Devam etmeden önce, günümüz Anadolu’sunda yaşayan, az çok her yerde kullanılan çeç-cec-ceç-cej-ceş-cez-cığe-cığı-çec-çecik-çeş-çiç-çiçi ailesinin “savrularak samanından ayrılmış tahıl yığını”nı ifade ettiğini belirtelim. Geriye kalan, bir yandan tahıl tanesi, öbür yandan da sapı, zamanında “yaşıl” değil mi idiler?… Devam edelim.

 “Türütti = ‘Tenğri yalnğuk türütti = Tanrı âdemi yarattı’. Başkası da böyledir. Oğuzcada bir şey takdir veya ıslah edildiği zaman ‘türütti’ denir. Şu beyitte dahi gelmiştir: ‘Tenğri ajun türütti çızı udhu tezginür-yulduzları çergesip tün kün üze yörgenür = Tanrı açını (evreni), âlemi yarattı, felek durmadan döner, yıldızları sıra sıra dizilip gece, gündüz üzerine sarılır’…” (II/303).

 “Küçedi = ‘ol anınğ tawarın küçedi = o, onun malına zulmetti’. Şu parçada dahi gelmiştir: ‘Üdhik meni küçeyür-Tün kün turup yıglayu-Kördi közüm tawrakın-yurtı kalıp aglayu=Aşk bana zulmediyor, gece gündüz durup ağlayarak, gözüm onun davrandığını gördü, yurdu boş kalarak’…” (III/258).

 Ve daha niceleri: aşk, lirizm, felsefe. Geldik buraya güvercinin “tünemesinden”… Dönelim geriye, devam edelim bıraktığımız yerden.

 “İhya”, Arabî kökenli olarak, “canlandırma, diriltme, çok iyi duruma getirme, güçlendirme” demektir. Gübrelemekten amaç da bu değil mi? Bu bağlamda olarak ehya, “toprak altından çıkan yumuşak, beyazımsı, yağlı ve tarlalara çok faydalı[57] olan bir çeşit taş” (Gr); “her çeşit gübre” (Tr); Kirizme, toprağı derince sürerek altını üstüne getirme, havalandırma’dır (Rz). Aşağıda değineceğimiz kirizma ve derin sürerek “toprağın altını üstüne getirme” işlemi, havanın azotunu toprağa tespit ederek onu “ihya” etme amacını güder.

 Ehyalık da “gübrelenmiş toprak” oluyor Mr’da. Eski DS’de rastlamış olduğumuz ferhan da yine aynı yörede kendisinden iyi ürün beklenen toprak oluyor. Ferhan, Arabî kökenli olup “sevinçli” anlamınadır.

 Mğ’da fışka, “yaş gübre”, Af’da da fışkılık, “gübrelik” olup güncel dilimizde fışkı, “atgillerin taze tersi”dir. Sözcük, “gübre” manasındaki ϕουσκι’den geçmedir. Kün de “birkaç yıl yerinde kalarak iyice yanmış ve kül gibi olmuş hayvan gübresi” (Çkr, Çr, Ank, Ky) olup “tarlasını künleyen yokluk görmez” denir.

 “Deve, keçi, koyun vb. hayvanların pisliği” yine bir sözcük kümesiyle ifade ediliyor: gığ (Af, Çkl, Es, Çr, Kr,Vn, Sv, Nğ, Kn, Ank), gıcı (Çkr), gıcık-gıg (Ama), gıgalak (Isp), gıgı (Kr, Ezm, Ml, Sv), gıldik-gıllik (Ezc, El), giğil-gildik (Sv), gilik-gillek-gillik (Kn, Brd, Ada).

 g-k değişmesiyle de kıh-kıak-kığ-kığalak-kığı-kığıl-kıhak-kıkı-kıkın-kıyak-kıyığ, yine “koyun, keçi gübresi” oluyor Brd, Krş, Kn, İç, Sv, Nğ, Isp, Bt, Ky, Çr, Ml’da.

 Ed’den Ar’e kadar birçok ilde “gübre, tezek” karşılığında kemre-kemüre-kerma-kerme-kerpiç ailesinden biri kullanılıyor. Sonuncusunun daha çok, kalıplanmış tezek muadili olduğunu sanıyoruz.

 Mayıs için BTL “Garp-Rumca: μάιος-isim-senei rumiyenin üçüncü ayı, taze inek gübresi” diyor. O ise ki günümüz Rumcasında Μαης, Mayıs ayı; Μαιος da Mayıs ayının ilk günü toplanan çiçeklerden yapılan demettir. Halk lügatçesinde ise mayıs, “yaş sığır pisliği, gübre” olarak Isp, Brd, Dz, Ay, Ba, Çkl, Brs, Kü, Es, Kc, Bo, Sk, Ks, Çr, Sn, Ama, To, Gr, Tr, Gm, Ar, Ezm, Ezc, Vn, El, Ml, Gaz, Mr, Hat, Sv, Ank, Ky, Nğ, Kn, Ada, İç, Ed, Krk, Tk’da, yani az çok bütün ülkede, kullanılıyor.

 Gr’da, ufalayarak gübre yerine tarlaya serpilen bir çeşit yumuşak taşa ohyataşı adı veriliyor.

 Samıra-samır-samira-samura-samra, hep “gübre” oluyor, Dz, Mğ, Brd, Kn, Isp, Ay, Çkl, To, Ant’da.

 Ve nihayet “gübrelik”e Isp, Brd, Dz, Ay, İz, Kü, Ank, İç, Gr, Ky’de verilen ad, terslik-tersik-tesik-teslik olup terslemek, “tarlayı gübrelemek”tir yine az çok aynı yörelerde.

 Arapça zibl, “çamur, çirkef, hayvan gübresi” anlamına olup sözcük zibil-zebil, “çöp, süprüntü, pislik, gübre” (Dz, Mn, Ba, Brs, Gr, Tr, Gm, Rz, Ar, Ezm, Ezc, Vn, Dy, Bt, Tn, El, Ml, Gaz, Mr, Hat, Sv, Ank, Ky, Nğ, Kn, Ada, İç, Ant, Kıbrıs, Ama, Yz) olarak dilimize geçmiş. Zıbil dağıtmak-zibillemek de “gübrelemek” oluyor Ar, El, Sv, Hat’da. Gaz’da zibil kümesi “gübre yığını” olup “hamamcının parası zibilde bağlı gerek” atasözünden hamamda tezek yakıldığını anlıyoruz. Keza yine aynı ilde zibillik, “gübre ve süprüntülerin biriktiği yer, bostanlarda gübrelerin toplandığı yer” olup aşağıdaki Gaz atasözü ve deyiminde yer alınış: “zibillikte yatar, padişahı düşünde görür”, “herkes zibilliğinin horozu”: “zibillik otunu eşek de yemez”[58]

 Toprağın veriminin çeşitli yollardan artırılması gereğine insanoğlu çok eskiden beri deneysel yolla kani olmuştur. Bu yollar arasında günümüz Liguria halkının debbio tabir ettiği ve fundalık araziyi yakmak ve hâsıl olan külleri de gübre olarak kullanmak suretiyle bu gibi toprakları tarıma elverişli hale getirme keyfiyeti vardır. Halen ekin biçildikten sonra toprakta kalan saplar (anız, firez) yakılır ve külleri toprağa karıştırılır (özellikle potasyum ihtiyacı). Keza, “arpa tarlalarına öbek öbek kül dökülür” (Çkr) ve buna üğmeç denir.

 Yine başvurulan yöntemlerden biri de toprak altındaki sapları herk-hirk ederek bunları orada çürütmek suretiyle toprağı gübrelemektir. Ayrıca “toz, çöp, süprüntü” anlamında olan künge-küge-kükür-kümge-künke-künkür (İz, Mn, Ba, Çkl, Kü, Bil, Es, Sk, Zn, Ks, Ezm, Bil, Ank, Kn, Brs, Gaz) dökülerek aynı sonuç alınır. Nitekim bu sözcük ailesi yine az çok aynı yörelerde “pislik, gübre” manalarında da kullanılmaktadır.

 Bu işlemlere Antikçağlarda tanrı Stercutius “nezaret eder”miş…[59]

 Toprağı “zenginleştirme” tekniği hakkında ilk mehazlar M.Ö.400 yıllarından sonra Grek uzmanlarından gelmişse de gerek nadasa terk etme, gerekse değişik ekim (rotasyon) gibi devrî tarım usullerinin İlk Demir Çağı’nda keşfedilmiş bulunduğu sanılıyor[60]. Grek ülkelerinde nüfusun artması yüzünden ortaya çıkan beslenme sorunu gerek Anavatan’da, gerekse buraya tahıl sevk eden Akdeniz kıyılarına yayılmış kolonilerde verimi artırma çabalarını körüklemiş, buna Paros’lu Charmantides, Lemnos’lu Apollodorus ve Atinalı Androtion gibi uzmanlar kalemleriyle iştirak etmişlerdir, keza Xenophon’un Oeconomicus’u ile Theophrastus’un aşağıda birçok bölümünü aktaracağımız Historia Plantarum’unda da bu konulara eğilinmiştir. Devrî ekimde, o tarihlerden beri ele alınan kaba yonca, oralara İran’dan gelmiş olup “Media otu” olarak bilinmiştir[61].

 Yonca-yonce, isim olarak garp menşeli olup Çağatay lehçesinde yonuçka-yorunka’dır. Azerî’de de yonca’dır: “ölme eşeğim ölme, yaz gelir yonca biter!…”[62]

 Yoncanın yabanisi tirfil olup bu sözcük Mn, Çkl, Ba, Kn, Krk’de mana değiştirip “çimenlik yerlerde yetişen yuvarlak yapraklı bir ot” olmuş.

 “Yabanıl yonca” olarak üçgül-üçkulak-üçlüce-üçyaprak (Çkr, Sm, Mr, Sv, Ky, Nğ, Ada, İç, Ama, Ar, Ağ, El); korunga(Gm, Ezc, Ağ) adları vardır.

 Tinfil, τριφυλλιου’dan galat olup bunun Latincesi tri folium’dur.

 Keza İtalya yarımadasında Cato Censorius (M.Ö. 234-149) tarım üzerine mufassal eser yazmış, Palladius (IV. yy.) toprağın yapay drenajı ve çeşitli deniz otlarıyla gübreleme hakkında geniş bilgileri kâğıda dökmüştür. Bu bilgilerin, Anadolu’ya yerleştirilen kolonilerle birlikte buralara gelmiş olması melhuzdur.

 Karadeniz kıyılarında satılmayan hamsi balığının gübre olarak tarlalara serilmesi âdeti eskidir. Thévenot (XVIII. yy.), Hindistan’ın Gujarat eyaletinde aynı gübreleme usulünün şeker kamışı tarımına uygulandığını belirtiyor[63].

 Hayvan dışkısından gübre olarak faydalanmanın en pratik yolu, gördüğümüz gibi, hayvanları günlerce tarlada yatırmaktır (salma). Bunun dışında, ahırlardan alınıp belli mahallerde açılan çukur-kuyularda (tomsek -Or; kortik-Ezc; hortik-Gm, El, hortuk-Gaz)[64] biriktirilir ve buralardan tarlalara götürülür Bunun için arabaların üzerine yerleştirilen, hasır otundan yapılmış “karoseri” ya da hayvana yüklenen torbalar kullanılır (Selevir-selevür-Nğ, silece-Gaz). Sele, Anadolu’nun az çok her yerinde sepet, küfe, harç tezkeresi, ağ, file karşılığında kullanılmakta olup selevir ve diğerlerinin işbu sele’den türemiş olması melhuzdur[65].

Ekim, hasat ve harman işlerine geçmeden önce, son olarak bir güncel uygulamayı zikredelim.

 Ankara-Elmadağ (Kırıkkale) yöresinde “Yenimahalle ve Kayadibi’ndeki kurak ve erozyona yatkın topraklarda karasaban elverişli bir alettir. Bu topraklarda nemin korunması için sürme işleminin derin yapılmaması, toprağın iri tezekler halinde kesilerek alt üst edilmemesi, karıştırma şeklinde yapılması gerekir. Dry farming usulüyle tarımda kullanılan toprağı karıştırıcı sürme âletlerinin basit bir şekli olan karasaban amaca uygun ve kullanışlı bir araçtır”[66].

 “Tarım usullerine genel bir bakış şunları göstermektedir:”

“1. Geleneksel işletmelerde tarla tarımında nadasla münavebe usulü uygulanır. Her yıl tarlaların bir kısmı nadasa bırakılır, diğer bir kısım ekilir. Nadasa bırakılacak tarlalar ilkbahara kadar anızlı olarak bekler. Yaz ekimi zamanından sonra on veya on beş santim derinliğinde nadas sürmesi yapılır. Sürülen toprağın nemini daha iyi tutması için tapanla düzlenir. Sonbahara kadar beklemeye bırakılır. “Ekim işi sonbaharda yapılır.” 

“2. Sulak arazide anız üzerine ekim yapıldığı da olmaktadır. Anızlar sonbaharda sürülmekte, ilkbaharda fiğ[67] veya bostan ekilmektedir. Bu tarlalarda nadasla münavebenin yerini, hububatla kökleri daha çok derinliğe inen fiğ veya bostan bitkileri münavebesi almıştır. Gerçek anlamda münavebe sayılamayacak olan nadasla münavebenin yerine geçen bu usul, çok az kullanılmakla birlikte, teknik bir ilerleme sayılabilir.” 

“3. Geleneksel işletmelerde ekim, tohumlar elle saçılarak yapılır. Bu işlemden sonra hafif demir takılı sabanla, saçılan tohumlar örtülür. Tapanla düzleme yapılır ve gömülür. Buğdayda sulak tarlalara 20 ilâ 25 kilo, kıraç tarlalara 15 ilâ 20 kilo tohum atılır. Arpada bu miktar biraz daha yüksektir.”[68] 

Toprağı sürme ve genel olarak tarımla ilgili ritüel, merasim, şölen, toy, festivalleri ilerde ayrıntılarıyla irdeleyeceğiz. Şimdilik, yukarda sözü edilmiş olan, kotan sürücüsünün horavel’ini ele almakla yetinelim.

“…Hikâyecinin, ancak tabii bir anlatma çevresinde ve hâl icabına göre, zemin ve zamana uygun olarak ve temsilî inşadını canlandırmak için ilâve ettiği birçok tâlî parçalar, hattâ hikâyecilik geleneğinde karavelli diye ad alan tâlî hikâye ve menkıbeler -bunların birçoğu dinî menkıbelerdir-yazılırken, kendiliğinden kayboluyor…” diyor P.N. Boratav[69], dinî mahiyette olmasının melhuz bulunduğu karavelli’yi tanımlarken.

Ve devam ediyor, Boratav: “Hikâye…, mensur ve manzum kısımlardan mürekkeptir. Mensur hikâye kısmında, hikâyeci âşık, tam bir anlatma serbestliğiyle konuşur. Mevzuun esas hatlarından sapmamak şartıyla, hikâyesine istediği genişliği verir. Asıl hikâye arasına karavelli adını verdikleri müstakil hikâyeler katar…”[70] “Hikâyenin esas planıyla ilgisi olmayan ilâveler arasında münasebet getirilerek anlatılan masallar da vardır. “Bu ilâvelerden hikâye mahiyetini gösterenlere umumî olarak bazı yerlerde, karavelli adı verilir; karavelli’lerin çoğunu masallar teşkil eder…”[71]

Kirzioğlu ise, karavelli’yi anlatırken, “bu deyimde kara, ‘türküsüz, bayağı, sade’ sulama olup velli de, ‘kıssa, küçük hikâye’ demektir. Çok yaygın olarak bilinen bu deyimdeki velli sözü, belki de eski Oğuzca ‘hikâyet/hikâye’ karşılığı idi… kotan (pulluk) sürülürken hep bir ağızdan söylenen türküye Hora-vel denilmesi de, velli’nin Türkçe ve bel/belli’den bozma olabileceğini hatıra getiriyor” diyor[72], ve devam ediyor: “… tarlada ‘kotan sürülürken (Temmuz ayında) hep bir ağızdan söylenen türkü’ye horavel denir… kara-velli deyiminde de söylediğimiz gibi, bu deyimin sonundaki vel sözü, velli ile bir ve eski bir bel/belli’den bozma olsa gerekir. Baştaki hora (‘he’ ile ‘kh’ ile değil) ise, aslında ora iken başında (ayva-hayva, arık-harık, araba-harava gibi) bir “h” eklenmiş olarak karşımıza çıkmışa benziyor.” 

“Divanü lügati’t-Türk’te (1/239, 309) orlaşdı/orılaştı’nın anlamı ‘bağrıştı’, orıladı da ‘bağırdı, sesini yükseltti’ diye geçiyor[73]. Uygurca Oğuz Kağan Destanı’nda da oran’ın ‘savaş bağırışı’ anlamını anmıştık. Bütün bunlar, Eski-Oğuzların başkenti ‘Ağcakala (k)’ ile ‘Sürmelü’nün içerisinde bulunduğu Kars ilimiz ile çevresinde bugün de yaşayan bu H’ora-vel deyiminin ilk sözünün ‘bağırma, yüksek sesle söyleme’ anlamını belirtmeye yarıyor. Pekarsky’nin Yakut Dili Sözlüğü’nde de khor veya kör, ‘destan söylenirken nakarat’ anlamında gösteriliyor[74]. İşin kökünün dilciler bulmalıdırlar.”[75] 

Kirzioğlu, P.N. Boratav’ın karavelli’yi “dinî menbabe” ve “masal” olarak göstermesini de eleştiriyor. Bu konuda herhangi bir fikir ileri sürme yetkisini kendimizde görmemekle birlikte bunun başlarda, toprağı sürmeye girişildiğinde tanrı ya da (Ana) tanrıçadan bereket, bolluk yakarma eylemi olabileceğini düşünürüz, tıpkı halk danslarımızın olduğu gibi[76] 

Kirzioğlu’nun zorlayarak, tutarlılığı meşkûk varsayımlar ileri sürerek, Akçakale’yi “Eski-Oğuzlar(?)’ın başkenti” yaparak, karavelli ile horavel’i birbirlerine bağlama çabasında olduğu görülüyor…

Horavel, Ermenice çoban türküsüne verilen ad olup holever dahi, Sv’da, “iki çoban arasında karşılıklı olarak ya da bir çoban tarafından neşe yaratmak için söylenen bir çeşit mani”dir[77]. Bu sonuncusunun, horavel’in bir varyantı olduğu aşikârdır. Ya horova: “çiftçilerin, çift sürerken karşılıklı konuşma ve şakaları” (Ar)? Ya garavelli, “boş sözler-başımda garavelli okuma” (Kr)?

 

* * *

 

Bahsi kapatmadan önce “saban” konusunu bir kez daha ele alacağız.

 Amaç sözcüğünün çok erken dönemlerde, Türkler ilk olarak tarımcılığa yöneldiklerinde, sabanla birlikte Farsçadan alınmış olduğunda şüphe yoktur. Farisî âmȃc başlıca “saban”ı, bundan “saban tarafından çevrilen bir toprak yığını”nı ve bundan da “öyle bir yığın ki sonradan genişletilerek okçuluk hedefi olarak kullanılmış…” kavramı çıkmış[78]. Kaşgarlı bu her iki manayı, ezcümle saban ve hedefi de veriyor. Bizi burada sadece ilki ilgilendiriyor.

 Kaşgarlı (I/52) “amaç: çift öküzü, tarım aygıtları” diyor. Doerfer de “amaç=saban, hedef tahtası; öküz, sapan ve benzerleri gibi çiftçi aygıtları, hedef, nişan yeri, annaç, arnaç”; “amaç Doğu Türkçesi (günümüzün yeni Uygurcası) ve Tarancîde saban”; “Ermenice maç, Farsçadan alınma olarak saban” ayrıntılarını veriyor[79].

 Özellikle bu son cümle ve daha önce gördüklerimizin ışığında, sabanın kolunu idare eden maçkal’ı da, İran üzerinden gelmiş bir Ermeni sözcüğü olarak kabul edebilir miyiz?

 Sair toprağı işleme şekilleri

“Öküz ölür, çift kalır; eşek ölür, yük kalır”…

“Tarla sürme işi Karatepeli’de (Toroslar) yalnız karasaban’la değil, ekseriyetle kol kazması (şek. 84B) veya sivri kazma adını taşıyan kazmalarla hazırlanır. Karatepeliler arasında kazma, karasabandan çok iş görmektedir. Zira arazi çift sürmeye müsait değildir. Hele Kızıldam köyü sırtla toprak taşımak suretiyle bütün çift vazifesini kazmaya yükletmiş gibidir.”[80]

Meğel-maal-meel-megeç-megel-megil-mehel-mekel-meyel… “kazma”dır (Mn, Sm, Or, Gr, To, Sn), “çapa” (Çr, Sn, Sm, Ama, To, Gr, Kr, Yz, Dy, Ezc, Or, Dz). Bunların kökeni “bel” karşılığında olan μακελλτ’dir (Tietze). Yine iskelit-isgelt-iskelep-iskeliç, “küçük çapa” (Nğ, Kn, Ant, İç) olup bunun da kökeni, aynı anlama gelen σκαλιδα’dır (Tietze). Zanaat Terimleri Sözlüğü’ne göre ise meğel, “yamaç tarlalardaki toprağı altüst etmeye yarayan büyük çapa” (Ama, Or, Gr) oluyor.

Hopur etmek, “toprağı bel ya da kazmayla derin kazmak”tır (Ky).

Toprağın derin kazılması, tarlanın derin sürülmesine kirizme denir ki bu κοιλισμα’dan geçmedir[81]. Bel küreği (kirizme beli-küreği) ile olabildiği gibi, derin süren kirizme pulluğu ile de olur. Kirizme’den galat kilizme, “toprağı diz boyu sürerek, kazarak altını üstüne getirme” (Dz, Ay, İz) olup bu sonuncu sözcük aslında κοιλισμα’ya daha yakındır.

Tr’da vol, “bel denilen gereçle iki, üç, dört kişilik bölüklerle, tarlanın aktarılması”; volar “belle kaldırılan büyük toprak parçası, keçek”; volatmak, “toprağı bellemek”tir. Βωλι, kesektir.

Ve nihayet, ağaçları, iri çalıları… kesmekte kullanılan “balta” için DELT “karşılaştırınız Sümerce bal, Asurî palu ve Babilonyaca pilakku= balta; Zend baruatra= yarma aleti, kama, eski Fransızca ve Hollandaca barde=balta, hallebarde (baltalı mızrak, teber) da olduğu gibi. Yine karşılaştırınız Yunan πέλεκυς ve Sanskrit parasa=balta diyor (s. 95). Öbür yandan Clauson (s.333) baltu (balto) için “balta, ilk dönemde daha özgül olarak muharebe baltası ve sonra daha genel mana kazanmış ve az çok bütün modern dil gruplarında yaşamaktadır: Güney-Doğu Türkçesinde paldu-paltu-palta. Başka yerde balta. Manihaist Uygurca ot tenrig baltuça kılıp ‘Ateş tanrıyı balta gibi kullanarak’ (tanrı Homuzd iblisin başını yardı). DLT’te baldu (I/418). Kutadgu Bilig’de kayusı çerigde kılıç baldu yer ‘saflarda bazı askerler kılıç ve baltayla yara aldılar’ (1736)…” diyor.

İnsanoğlunun beslenmesinde zorlanan yaratıklar başlıca, sabanı süren rençper ile sabanı çeken öküzlerdir. Çiftçinin güdülenmesi doğruca karnını doyurma gereksiniminden kaynaklanmaktayken öküzleri uyarmanın daha “maddî” yolu, onları, bir ucunda sivri çivisi bulunan bir değnekle dürtmektir (Fot. 44’de, sabanın solunda yere doğru eğilmiş uzun değnek). Bu bir ucunda sivri çivisi, öbür ucunda da sabanın çamurunu kazımaya mahsus bir yassı demiri bulunan değnek, genel olarak üğendere-üvendere olarak anılır (şek. 85). Ancak gerek bu değneğin tümünün, gerekse ucundaki sivri çivi ve çamur kazıyacağının çok sayıda ada sahip bulunması, bu.aletin önemi olduğu kadar bunun çeşitli uygarlıklarca aynen kullanılmış olduğunun delili oluyor

Bunları sırasıyla ele alalım

Şek. 84A (Hâmit Z. Koşay’dan)

 

Bizlengiç ve yakın varyantları: “ ucu çivili sopa” (Isp, Ml, Mr, Nş, Nğ, Kn, iç. Ant, Mğ„ Kıbrıs Dz, Bo, Sın, Gaz). Bu sözcükler, heıne kadar genel olarak “sopa” yı ifade ediyorlarsa da uçtaki çivi belirtiliyor.
313

 

Şek. 85. (H. Z. Koşay’dan)

 

Önce genel olarak öğendire’yi ifade eden adları sayalım:

Bizlengiç ve yakın varyantları: “ucu çivili sopa” (Isp, Ml, Mr, Nş, Nğ, Kn, İç, Ant, Mğ, Kıbrıs, Dz, Bo, Sm, Gaz). Bu sözcükler, her ne kadar genel olarak “sopa”yı ifade ediyorlarsa da uçtaki çivi belirtiliyor.

Nitekim aynı ad, “kunduracıların kullandıkları “biz” (Yz); “kürdan”a (İç) da verilmiş.

Bu sözcüğün esası bîz olup “garp, delik ve hâk etmek için kullanılır ucu sivri âlet; biz gibi ucu sivri ve batan şeyler. Azerî, delik delmek için kullanılan ucu sivri demir… bizbiz olmak: tüyler dehşetten dikilmek… Bizlangıç, bizlengeç, ucu iğneli değnek, öğendirenin küçüğü”[82].

“Ol değnektir ki bir karış miktarında olup ve ucuna mahmuz gibi bir ince demir bîz geçirilip ve birkaç halkadan düzülmüş bir zinciri dört ince tasma ile dört taraftan bend ederler; anınla eşek sürerler. Türkîde bizlengeç derler”[83].

Cımbız, “hayvan sürmeye yarayan ucu sivri demir veya ağaç” (Dz, Ank, Kn); “deri ve meşin delmeye yarayan sapı tahta, ucu demir olan araç” (Ar). Cımbız ayrıca, birçok varyantıyla birlikte “çimdik” anlamına gelen cimcik müteradifi oluyor… Τσιμπίδι, cımbızdır.

Ögendire ve tarla tapanı yapmada kullanılan yumuşak çubuk da germeşoy adını alıyor, Kr’da. Bunda bir Slav köken düşünülemez mi? Keza kansideren-kansiyen, “özellikle dallarından çubuk, övendire yapılan, yemiş vermeyen, yaban kızılcığı ağacı (İst, Bo.Kn).

Masta-marsa-masas-…, “üvendire” oluyor Ist, Sn, Sm, Ama, To, Gr, Tr, Gm, Ezc, Ml, Sv, Tn, El, Kr, Ezm). Bunun dışında masta, “büyük kalın ve uzun” oluyor Ezm’da. Mάστιξ ise “kırbaç” karşılığındadır…

Yine aynı kökenle meses-mesis-meşes grubu da, az çok aynı yörelerde, üvendire olup bunun “dürtme” yanı belirgin oluyor. Mέση, “ara, araya girme, vasıta olma, müdahale etme”dir. Arapça “massâs” da üvendiredir[84]. Östen, Çkl’de “üvendire”dir.

Gelelim şimdi de üvendirenin doğruca kendisine. Bu değnek Dz, Ay, İz, Mn, Es, Kc, Sn, Sm, Sv, Ank, Kn, Ada, İç, Ant, Mğ, Or, To, Bo, Ba, Mrs, Bil, Krk-Ks, Kü, yani Anadolu’nun Batı yarısında övendire-öndere-öngendire-örende-örendere-örgendire-örkendere-övendere-övrende-öyendere… adlarıyla anılır. “İlk ünlü bize akışmalı gibi geliyor. Sanskrit kandara, fil bakıcısı üvendiresi, Grek βοῦκεντρον da sığırtmaç üvendiresidir” diyor Keresteciyan[85].

Zökürge, Ml’da üvendire olurken zökte-zökürde, yine Ml ve El’da “öküz yürütmekte kullanılan sopanın ucuna takılan çivi” oluyor.

Şimdi de üvendirenin bir ucundaki çiviye verilen adları görelim: bizmile(Ay, Nğ) ve bundan galat mizmile (Isp, Brd, Ay), yukarda zikrettiğimiz “biz” ile ilgilidir. Embel- enbel (Isp, Çkl, Kn, İç, Ant); imbal-ımbal-ımbar-imbez-imbil-imbir-imbiz-imdal-inbal-inbiz(Af, Isp, Çkr, Ank, Nğ, Ant, Bo, Es, Krş, Kn). Bu sözcük ailesi yine aynı yörelerde doğruca üvendireyi de ifade ediyor. İmballamak da Krş’de, “bir işi söyleye söyleye zorla yaptırmak” gibi bir mecazî manaya bürünmüş; ἔμβολο, “mahmuz”dur.

Labıt-labıd-labırt-labut-lapıt’ın (Gaz, Ada, İç, Kıbrıs, Ml, Ky, Ezc, El, Mr), kalın, kısa ve düzgün sopa demek olan Arabî “lobut”tan galat olmaları melhuzdur.

Modul-mudıl-modu-modur-mudul, “hayvanları dürtmek için kullanılan ucu çivili değnek ya da değneğin ucundaki çivi, nodul” (Isp, Brd, Dz, Çkl, Çkr, Bil, Sm, Ama, To, Or, Gr, Ar, Ezm, Ezc, Sv, Yz, Ank, Ky, Nğ, Ada, Ant, Mğ, Kr, Tr, Kn) olup modul-nodur-nozul-nozur-nudul ise sadece “üvendirenin ucundaki sivri demir”i ifade ediyor (Af, Ay, İz, Ba, Çkl, Brs, Kü, Bil, Es, Kc, Ba, Sk, Zn, Ks, Çkr, Çr, Sn, Sm, Ama, Ml, Mr, Sv, Yz, Ank, Nş, Ky, Nğ, Ada, Ed, Krk, Tk, İç). Latin modiolus, teker poyrası, zeytin cendere taşının dingilini, nodus da düğümü ifade ediyor…

Sakit-zakit-zakut, Ada, Ur, El’da üvendire çivisidir.

Üvendirenin öbür ucunda bulunan, saban demirine yapışmış çamuru sıyırmaya yarayan yassı demir de çok çeşitli adlar alıyor:

Cemek-cembek-cenek-cenrek-cömek-cunek-çemek (İst, Çkr, Çr, Sn, Sm, Ama, To, Or, Gm, Kr, Ezm, Ezc, Mr, Sv, Yz, Krş, Ada, Gm, Ks, İz, Ank); çefkel (Ist, Çkr); çegi-çeğel (Kr, Çkl), çekel-çekgel-çekül-çerkel-çevkel-çikel (Isp, İz Yunanistan göçmenleri, Mn, Ba, Çkl, Brd, Kü, Bil, Es, Kc, Bo, İst, Zn, Çkr, Sv, Ank, Kn, Ada, Ed, Krk, Tk, İç, Mğ, Mr, Ant, Sm, Brs, Kn); çeykel (Af, Isp, Brd, Dz, İz, Çkl, Kc, Tk); çirçel-çirçene (Çkl, Ed Bulgaristan göçmenleri); çöme-çökel-çömek (Ks, Zn, Ed), gecene ve vary. (Af, Brd, Dz, Mğ, Sv, Es, Ml, Mn, Uş); hazne eğişi-hazneğiş- hazne kesesi (El, Sv, Ezc); hopsa-hopça-hopuza (Isp, Kn, Ant); obsa-obussa-ofsa (Isp, Ks, Kn), ısran(İz); kavlav (Kırım Türkleri İst); kazavu (Zn); kubray (Gr); meğene-mekene (Kn); sapakal (Kr; sapakarda Gm’de “kerpeten”dir); tüleyka (Rumeli göçmenleri, İst).

“Dinleyüb bir sühanver ol öküzü

Ağzına tıktı ot gibi bu sözü” (Şinasi-Tenasüh hikâyesi)

“Öküz altında buzağı arar”.

“Öküz üvendireye bakar gibi yan yan bakar”.

“Öküzü boynuzundan, insanı sözünden tutarlar”.

“Öküze boynuzu yük değil”.

“Öküz damı gibi yaktı donanmayı Tosun paşa”

(Süruri – Tarih).

Enenmiş ve burulmuş sığır olarak “öküz”, Garp, Uygur, Cağatay ve Azerî Türkçelerinde aynen geçiyor.

“Karşılaştırınız, Grek οχος, taşıyıcı; atın nadir olduğu uluslarda, yük ve saire taşımak için öküzlerin kullanıldığı bilinir. Sanskrit uxan, vaxas, öküz… gotik auhsus = öküz, Almanca ochs-ibd, İngilizce ox = ibd”[86]. (İlerde, “Münakale Teknikleri” cildinde, öküzlerin sırtlarında yük taşımaları sorununu açıklayıp buna dair fotoğraf da yayınlayacağız).

“Tohum”, Farisî “tuhm”dan muharref olup[87] bunun halk dilindeki karşılıkları şunlar olmaktadır:

Arapça “bizir”den muharref bider (Gaz)([88]); biderci, “tohumcu, tohum veren” (Mr), “para karşılığında tarlalara tohum serpen kimse” (Gaz). “tohum veren”, ortaklık ya da yarıcılık anlaşmasında tohumu veren taraf olmaktadır. Bunu tarla sahibi de verebilir, ortaya çalışmasını koyan da. Tarım araç ve gereçlerini ve öküzleri genellikle çalışan ortak sağlar zira bunları tarla sahibinin vermesi halinde bir takım “amortisman”, eskime, kırılma, öküzlerin hastalanması veya ölmesi durumları gibi sorunlar ortaya çıkmakta ve nizâ konusu olmaktadır.

Foli, “tohum ekmek için toprağa açılan küçük çukur” (Rz); folik-folit, “kabak ekilen çukur”dur (Tr). Tavuklar için hazırlanan “folluk”un da iştikak ettiği ρωλεα, “yuva, yeraltı yuvası, delik”; φωλος de “fol”dur.

Herke, “Haziran, Ağustos aylarında sürülerek bırakılmış tarlaya ekilen tohum” oluyor, To’da. Bunun herk ile ilişkisi aşikârdır.

İnemek, “ürünün iyisini tohumluk için ayırmak” (İz, Ba); inemelik de “tohum almak için ekilen soğan”dır (Kn).

Toprağı işlemeyi sürdürelim ve kazmanın aldığı adlara göz atalım:

Çöğür-çökür (Af, Isp, Mg); çölte, “küçük kazma” (Kn, İç); çüğül (Kn); gıldam,”kazmanın ince, keskin tarafı” (Isp, Dz); herik, “kazma, kürek” (Ml). Bunun da “herk”ten iştikak etmiş olması melhuzdur. Keddum “tek ağızlı kazma” (Hat) olup Arapça “kadd”, ağır çalışma, uğraş, “hadud”, çalışkan anlamlarınadır. Kındam, “kazma, balta vb. araçların arka ve sivri tarafı” (Dz, Mn, İç); kırka, “bir tarafı enli, diğer tarafı sivri kazma” (Gm); meğel-maal-meel-megeç-megel-megil-mehel-mekel- mel -meyel, “kazma” (Mn, Sm, Or, Gr, To, Sn). Bu sözcük ailesi aynı zamanda “çapa”yı da ifade ediyor, Çr, Sn, Sm, Ama, To, Gr, Kr, Yz, Ezc, Dy’da Mακελλι,sivri uçlu kazma, iki dişli tarla çapası, bel’dir (A. Tietze).

Geçelim küreklere:

Agalama,” tahta kürek, sıyırgı” (Çkr); betni, “tarla belleyecek aygıt” (Çkr); çafili kürek, “gübre yığınlarını eşelemeye yarayan ucu tırmıklı kürek” (Rz); dişli kürek, “en aşağı üç, en çok altı dişi olan demir, sapı odundan bir çeşit kürek” (Rz); dikel,”kürek, bel” (İz, Gr, Krk), “çapa” (Mn, Çkl, İst, Pirlepe göçmenleri Gr, Sv, Kn, Ed, Tk); Bunun varyantları dikeleç (aynı iller), tikel (Ba) olup δικελλι, iki ağızlı çapa’dır. (A.Tietze).

Lapakka-lapatka, Kr’da “kürek” olup sözcük Rusçadan geçmiş olabilir mi?…

Dürü, “bel” (Mn, Ba, Kü, Es, Kc, Gr, Sv), “çapa şeklinde çatal bel” (Ay); elsun, “toprak küreği” (Ama); hampa, “bel denilen tarım aracının ayakla basılacak yeri: bu toprak hampasız belle bellenmez” (Ezc); ıssırom, “ucu yassı ve enli olup kürek gibi de kullanılan bir çeşit maşa (Brd); isran, “kürek” (Kc, İst); katı kürek, “bel” (Kn); katsa, “kürek” (Ed), katsiya (Kr); keş küreği, “buğday savurmakta kullanılan ağaç kürek” (Sk); tahta, “tarla ya da bostanların su yollarını genişletmeye yarayan ve iki kişinin birlikte kullandığı bir çeşit kürek” (Ky); tapan, “demir bel” (Kn); tepçek, “bel sapına geçirilen tahta ayakçak” (Vn, El, Sv, Krş); tepki, “belin ayakla basılan tahta bölümü, ayaklık” (Isp, Dz, Ama, Nğ, Mğ); yartma, “tarlada, evlekleri birbirinden ayıran tümsekleri yapmakta kullanılan özel bir çeşit kürek” (Ky); zıpçık, “belin sapında olup, üstüne basılan kol” (Ada). Tahta’yı kullanmak için *tepçek-tepki’nin iki taraflı olması gereksiz, şöyle ki çalışan iki kişiden biri, işbu geniş küreğin sağına, öbür de soluna aynı zamanda basarlar.*

  

[1] Victor Martin.- Leçon d’une ancienne crise de la tradition, in Coll.-Tradition et innovation. Rencont res internationales de Genéve 1956. Ed. de la Baconnière. Neuchatel 1956, s. 38-9

[2] Hâmit Koşay- Türkiye’de eski medeniyetlerin maddî kültürde temadisi, in IV. Türk Tarih Kongresi Tebliğler, Ank 1952, s. 214-5.

[3] The Histories IV/5; J.-P.Vernant.-Les origines de la pensée grecque. s. 34; Tamara Talbot Rice.- The Seythians; London 1958. s. 50

[4] G. Contenau -La civilisation phénicienne. Paris 1949, s. 225

[5] DLT I/402

[6] Xavier de Planhol.- De la plaine pamphylienne aux lacs pisidiens. Nomadisme et vie paysanne, Paris 1958. s. 143

[7] P. Zukovsky.- Türkiyenin ziraî bünyesi. terc. C.Kıpçak ve ark., T.Şeker Fabr. A.Ş. yay. 20, 1951, s.139-140

[8] BTL. mad. “saban”

[9] XVII. yy.da İngiltere’den Amerika’ya hicret edenlerin beraberlerinde götürdükleri sabanların “kulaksız”, sadece demirli basit tiplerden olduğunu kaydedelim. Bkz. P. Chamberlain and H. Flynt.- Frontier of freedom. N.Y. 1952. s. 134

[10] s. 126

[11] BTL

[12] ibd

[13] ibd

[14] A. t’Sertevens.- Le livre de Marco Polo ou le devisement du monde. Paris 1955, s. 110

[15] Archeologia 7. nov-dec. 1965, s. 20

[16] BTL

[17] ibd.

[18] Stefanos Yerasimos.- Azgelişmişlik sürecinde Türkiye I. Bizans’tan Tanzimat’a, İst. 1974, s. 221

[19] Ahmet Caferoğlu.- Güney-Doğu illerimiz ağızlarından toplamalar, İst. 1945, s. 67

[20] BTL

[21] Xavier de Plahol.- op. cit.. s. 50

[22] Edgar II. Sturtevant- op. cit., s. 233

[23] A. Tietze.- Griechische Lehnwörter. s. 219

[24] Hürriyet (gaz.). 21 Mart 1978

[25] Xavier de Planhol- op. cit., s. 138-9

[26] Rich. s. 401

[27] Şeref Han- Şerefname. Kürt Tarihi, çev. M. E. Bozarslan. İst. 1975. s. 452

[28]1293/1877 Rus harbi sırasında göçmüş olanlar

[29] Mürsel Köse.- Kars’ta kotan I. in TFA 169, Ağustos 1963

[30] ibd.

[31] ibd.

[32] Şeref Han.- Şerefname. Kürt tarihi, İst. 1975, C.I. s. 452

[33] ibd., II. in TFA 170, Eylül 1963

[34] ibd. III. in TFA 171, Ekim 1963

[35] hozan, biçilmiş ama herk edilmemiş tarla; hızan, “miskin, tembel; yoksul hizmetçi, uşak…”tır.

[36] Mürsel Köse.- op. cit. IV. in TFA 172. Kasını 163. Ayrıca bkz. Mogdam-modganlık, in TFA 181, Ağustos 1964

[37] İlhan Başgöz and Andreas Tietze.- A Corpus of  Turkish Riddles, University of California Press. 1973. s. 581

[38] YTS. s.3

[39] Muzaffer Uyguner – Kandıra’da toprağın işlenmesi, in TFA 122, Eylül 1959

[40] “Teknik” sözcükler tarafımızdan belirtildi.

[41]Veli Varol.- Cumra üyesinin Alanlı köyünde ekime dair bazı tabirler ve âdetler, in TFA 6, Ocak 1950

[42] Azmi Güleç.-Sulama, nadas ve gübre ile ilgili atasözleri ve deyimler, in TFA 256, Kasım 1970

[43] BTL, mad. “akhour” (Arap harfleriyle)

[44] BTL.

[45] DELT

[46] A.Tietze.- Direkte arabische Entlehnungen, s. 267

[47] Örneğin bkz. C.I, “Kış ekmeği hazırlanması”

[48] G.A III. s. 638

[49] Ahmet Caferoğlu.- Güney Doğu illerimiz, ağızlarından toplamalar, İst 1945. s 307

[50] A.Tietze.- Direkte arabische Entlehnungen, s. 286

[51] On ikili takvimin ayrıntılarına bu kitabın sonlarında gireceğiz.

[52] Toroslar’da

[53] Hâmit Z. Koşay.- op. cit., s. 11.

[54] Albert Gabriel.- Voyages archéologiques dans la Turquie orientale I. Texte, s. 204-5, II. Planches, Pl. LXXV, Paris 1940. Ayrıca bkz. Mirza Gökgül.- Türkiye buğdayları, İst 1935, s. 209

[55] Tarafımızdan belirtildi

[56] Tarafımızdan belirtildi

[57] Tarafımızdan belirtildi.

[58] GA III, s. 784

[59] History of mankind, vol. II/1. s. 120

[60] ibd.

[61] op. cit. II/2. s. 384

[62] BTL

[63] EI, mad. “Filâha”. s.909

[64] Kortik, Ermenice “çukur”dur.

[65] Sele’nin etimonu için bkz. B.Oğuz, C.I, s. 497

[66] Erdoğan Güçbilmez.-Yenimahalle ve Kayadibi karşılaştırmalı bir köy araştırması, Ank 1972, s. 99, infra 44

[67] Baklagillerden burçağa benzer ve hayvan yemi olarak yetiştirilen bir bitki

[68] E. Güçbilmez. – op.cit., s.101

[69] Pertev Naili Boratav- Halk hikâyeleri ve halk hikâyeciliği, Ank. 1946, s. 3

[70] ibd., s. 50-51

[71] ibd., s. 79-80

[72] Kirzioğlu M. Fahrettin.- Halk edebiyatımız deyimleri, in Türk Dili XI/126. Mart 1962, s. 350

[73] O ise ki DLT I/309’da orıladı değil, uruladı şeklinde geçiyor ve kelime aynı zamanda “er uruladı = adam kendini övdü ve övmekte ileri gitti” anlamında kullanılıyor.

[74] Edouard Pekarskiy.- Yakut dili sözlüğü I, İst 1945’de khor, masaldaki nakarat sözlerinden biri kör de “eğlence, şenlik temaşa, ziyafet, işret” karşılığında olarak gösteriliyor.

[75] Kirzioğlu.- op cit., Türk Dili XII/133. Ekim 1962, s. 64-5.

[76] Bu hususta II. cildin l. “İnançlar” bölümümle yeterli bilgi vermiştik.

[77] DS VII. s. 2396.

[78] Clauson. s. 156

[79] Doerfer.- op. cit. II. mad. 552, s. 124

[80] Ali Rıza Yalgın.- Toroslarda Karatepeli bölgesi. Ank. 1950, s. 23

[81] BTL

[82] BTL

[83] Terceme-i Bürhan-ı Kaatı

[84] A.Tietze.- Direkte arabische Entlehnungen. s. 309

[85] DELT. s. 64. Ayrıca bkz. A. Tietze.- Griechische Lehnwörter, s. 215

[86] BTL ve DELT. s. 58

[87] BTL

[88] GA I. s. 322