Kültür Eserleri > THKK 2/C - Tarım Teknikleri > Tarım Teknikleri

“Devlet oğul, mal tahıl, mülk değirmen” (Atasözü)

  1. GİRİŞ

Homo Sapiens’i, oldum olası, kafasını kurcalayan, bütün yaşamına yön veren, kâh umutsuzlukla onu yeise boğan, kâh düşünde gördüğü bir ışıkla mutlu eden bir “Cennet” kavramı kovalayıp durmuştur. Neresiydi, bu “Cennet”? O, hiç şüphesiz, her türlü yaşam emniyetinden yoksun insanoğlunun, üşümeden, yabanın hayvanıyla boğuşmadan, geyiğin peşinde koşmadan karnını doyuracağı yer olacaktı.

Bu “cennet düşkünü yaratığın” öyküsü, onun Kitab-ı Tekvîn’i ile başlar. O artık hâlk edilmiştir. Bundan böyle soylu başarıları, aşağılık davranışları, bu öykünün sayfalarını oluşturacaktır.

Fizikî ve zihnî olarak “İnsan” olduğundan itibaren daha binlerce yıl süreyle âdemoğlunun yaşam tarzı, kültürel yapısı, doğal dünyanınki olarak kalacaktı. O hâlâ sair avcılar arasında bir avcı, sayısız besin maddesi toplayıcılar arasında bir toplayıcı olarak yaşamını sürdürecektir. Ve ancak bitkileri yetiştirmeyi, hayvanları ehlileştirmeyi öğrendikten sonra yaşamı ve kişiliği bir “beşerî” hüviyet kazanacaktır.

Ve bundan on bin yıl kadar öncesine varmış oluyoruz: Eski Dünya’nın bazı talihli bölgelerinde çiftçi olarak yerleşmiş göreceğiz, homo sapiens’i. O bundan böyle, tam anlamıyla bir homo faber’e dönüşmüştür.

Evrimin anlamı üzerinde hangi görüş ileri sürülürse sürülsün, bu evrimin vaki olduğundan şüphe caiz değildir. Evrimin doğal seçim (selection) ve/veya anî genetik sıçrama (mutation) ile vaki olduğu, bunun zamanı, tartışma konusu olabilir. Ancak beşer soyunun dik yürüyen bir varlıktan ve bunun gerisinde de büyük maymundan türediği yadsınamaz[1].

 

* *

 

Yıllar boyu ilk insan nevinin gün gördüğü yerin Asya, muhtemelen Himalaya’ların Güney yamaçları boyunca uzanan alan olduğu sanılmışsa da bugün beşerin içine doğduğu beşiğin Afrika kıtası olduğunda ittifak edilmiştir. Ancak âdemoğlu kendine gelip alet imal etmeye başladığında bazı grupların Doğu Asya’ya göçüp orada fizikî ve kültürel gelişme için yeni bir merkez tesis etmiş olduktan anlaşılmaktadır. Gerçekten, daha ilk çağlardan itibaren, biri Doğu Asya’da yuvalanmış, öbürü de Afrika da yurt tutmuş, iki büyük kültürel gelenek, bir çok değişik dallarıyla birlikte, Hindistan’dan Avrupa’ya uzanan bir vâsî alanda buluşacaklardır[2].

İşte bütün buralarda âdemoğlu, yaşamın tatlı geçmesi için gerekli koşulların sağlanması babında muhayyilesinde yaratmış olduğu canlı ve cansız doğa dışı varlıklarla hemhal olmuş durmuş[3]. Ama bunun yanı sıra da sağaltıcıyı (otacıyı), şamanı, kâhini ve sanatkârı buluyoruz: Adam, işin manevî yönünü de yaratmış. Ve doğmuş kentsel uygarlık. Bir organik sosyal gelişme bunun doğal sonucu olacaktır.

Bu uygarlığın ilk odaklarının Batı Asya ve Akdeniz çevresinde yer aldığı aşikâr olmuştur. Artık uygarlığın evcilleştirilmiş hayvan ve bitkilere dayandığında karar kılınmış olup bu hayvan ve bitkilerin başlıca cinsleri bir yaşayan miras olarak sürüp gideceklerdir.

Sabanın icadının sonucunda beslenme sistemlerinde büyük değişmeler olmuş, daha çok et ve süt ürünlerine dayalı beslenme rejimi, geniş ölçüde bitkisel gıdalara doğru kaymış ve bazı tüberküllü bitkilerle köklerin yerini taneli ürünler, yani tahıllar almış ve bunlar dahi darı çeşitlerinden ekmek imaline elverişli (panifiable) türlere, buğday ve arpaya doğru gelişme kaydetmişlerdir. I. ciltte bahsi geçen soğan ve sarımsak, bu ilk bahçecilik dönemlerinin yadigârı olmaktadır.

M.Ö. 3000 civarında Mısır, Mezopotamya ve Uzak Doğu’da ayrı ayrı vaki olduğu saptanan bu temel icatla aynı zamanlarda yazı, metalürji (bakır esaslı) ve çömlekçi tornası da insanoğlunun hizmetine girmişlerdi.

Günümüzde fizik-kimya bilimi, insanoğlunun beslenme tarihine ışık tutabiliyor şöyle ki insan kemikleri, o kişinin yediklerine ilişkin kanıtlar sağlıyor: İnsan kemiklerinde bulunan kollajen proteini, karbon izotop analizine elverişli bir madde olup kallojen liflerinde bulunan karbon moleküllerinin atom sayısı, kişinin hangi kaynaktan beslendiğini ortaya çıkarıyor. (Örneğin mısır bitkisinde dört atomlu karbon molekülleri mevcut).

 

* *

 

Evet, neresi oluyordu, Âdem’le Havva’nın içinden kovulduğu, Ahd-i Atik’in bu “cennet” i? Tarihin bu en eski muammasının çözümü bize, sistematik tarım’ın gün gördüğü yeri de aydınlatacaktır. Anadolu’ da Nuh’un Gemisi’nin konduğu Cilo Dağı yöresi mi? Ağrı Dağı civarı mı? Babil kulesinin inşa edildiği Babilonya civarı mı? Ya da Fırat’la Dicle’nin birleştiği Şattülarap vadisi mi? İnsanoğlu yazıyı sanki bu kaybolmuş cenneti tasvir etmek için icat etmişti. Duanın ritüelini de burada tertiplemiş olmalıydı. Sanki Babil kulesini Tanrı’yla eşit olma sevdasıyla değil, Tanrı’nın gökten inebilip cenneti ona iade etmesini sağlayacak merdiven olarak inşa etmişti, Âdemoğlu…

 

* *

 

Ahd-i Atik’in rüya âlemini bırakıp dönelim dünyamıza.

İlk tarımın hangi koşullar altında doğmuş olması, uzun süre arkeolojinin başlıca sorunlarından birini teşkil etmiştir. Epey yıl önce bir parlak öncü, Gordon Childe, doğal çevreye hükmetme yolunda insanoğlunun ilk girişimlerini ıralamak için “Neolitik devrim” ifadesini icat ediyordu: artık tarım ve hayvan yetiştiriciliği av ve bitki toplamanın yerini alacaktı. Childe bu ifadeyi, Avrupa’nın Endüstriyel devrimi ile benzerliği dolayısıyla seçmişti; onda da teknik yenilikler, bir kez daha toplumun tümden değişmesini intaç etmişti[4].

Carl Sauer (Agricultural origins and dispersals-1952), av-toplama’dan tarıma dönüşmenin altı koşulunu ileri sürüyor, ezcümle:

  • Bahis konusu toplum müreffeh bir ekonomik temele sahip olacak; zaruret içinde, sefil toplumlar yaratıcı olamazlar, şöyle ki bunları düşünmek, denemek ve tartışmak için yeterli boş vakitleri yoktur.
  • Bu toplum avcılıktan çok besin maddesi toplamacılığına yönelik olmalıdır; böylece tarımsal deneye daha eğilimli olur.
  • Bu toplum yerleşik olacaktır, zira ürün açıkta gözetimsiz bırakılamaz.
  • İlkel alet imali için bu toplum ağaçlıklı yerde bulunacaktır.
  • Büyük nehir vadileri, taşkın dolayısıyla drenaj ve sulamayı gerektirdiğinden, bu toplumun böyle yerlerde oturmaması gerekir. Ve nihayet
  • Çok sayıda değişik bitki ve hayvan bulunacaktır.

Bu varsayımların bir kısmı deneye gelmekle birlikte bunlardan bazıları, ezcümle ilki ve üçüncüsü, aksi misallerle çürütülmektedir.

Jane Jacobs da (1969) konuyu şöyle genelleştirmektedir: “Kırsal ekonomiler, tarımsal çalışma da dâhil, doğruca kent ekonomisi ve kent çalışması üzerine bina edilir”. Tarımsal prodüktivite ve yenilikler kentten filizlenir, ilkel avcı-toplayıcı toplumlarda bile özellikle değerli metalar-ince taşlar, kabuklar, boya maddeleri vs. – ticaret metalarıdır. Böyle bir metaın inhisarını elinde tutan bir avcı-toplayıcı toplum bir ticaret merkezi yaratıp onu idame ettirebilir. Opsidian (ok uçları kesme aletleri) vs. imal edilen sert taş-çakmak taşı buna bir misaldir. Başka benzer toplumlar bu değerli meta ile doğal ürünleri değiş tokuş edeceklerdir. Tüccar toplum obsidian’ı başka ticaret merkezlerinin uzmanlaşmış mallarıyla değiştirecek ve muhtemelen de bu mallar için bir ikinci ambar rolünü oynayacaktır.

Jane Jacobs’un modeli basitçe bir alışveriş düzeni değildir. Burada başlıca iki husus bulunmaktadır: Ticaret ve yerel bir yaratıcı ekonomi. Çalışabilmek için bunun birçok küçük kente ihtiyacı vardır: “Bir kent sadece bir kırsal hinterlandla ticaret yaparak büyümez. Bir kent daima, birbirleriyle alışveriş halinde bulunan bir kentler grubunu istilzam eder.” diyor, başlıca esin kaynağı Çatalhöyük olan Jacobs.

Gordon Childe’nın ünlü “What happened in history”sinin 1975 baskısının ön sözünde Prof. Gr. Clark “O, sosyal evrimin her aşamasında toplumların, yaşamlarını şekillendiren ancak belli bir yönde yeni üretim güçlerini ve yeni sosyal evrim devresinin ortaya çıkmasını zorlayan kesin üretim güçlerine dayandıklarını farz etmeyi faydalı görmüştür” diyerek G. Childe’ın Marksizm’e olan ilgisini vurgulamış oluyor[5].

Bu hususlar üzerinde yayılacak değiliz. İleri sürülmüş bazı kuramları, ezcümle Baidwood’un kültürel düzeyleri, sistemik yaklaşım ve bu arada sibernetik prensipleri, eko-sistem modellerini… zikretmekle yetiniyoruz[6].

Neolitik ekonomi genellikle karma çiftçiliğe dayanıyordu. Günümüze kadar bilinen en eski yerleşimler hem evcil hayvan, hem de yetiştirilmiş tahıllara bağlıydı. Bu hayvan yetiştirme ya da tarımın birbirlerinden müstakil olarak teessüs etmiş olması hususunda herhangi bir bilgimiz bulunmamaktadır. Gezginci hayvancılığa gelince bu, son derece uzmanlaşmış bir yaşam tarzı olup ancak nispeten geç dönemlerde mükemmelliğe ermiş olmalıdır. Gerçekten, sonradan beşiği olacak olan ve içinde gelişeceği engin Evrasia bozkırlarında bu, ilk karma çiftçi yerleşme merkezlerinin teessüsünden ancak birkaç bin yıl sonra meydana çıkacaktır. Bu itibarla gezginci hayvancılık ilk neolitik kültürünün kökeni ve yayılması bağlamında mütalâa edilemez.

Hem tarım hem de hayvancılık için en eski merkezlerin Güney-Batı Asya’da toplandıklarında şüphe yoktur (Şek.1,2)[7]. Özellikle şek. 2’den History of Mankind’in I. cildinin 1. bölümünün yazarı Jacquetta Hawkes’in hele Çatal-Höyük, Alaca Höyük, Hacılar vs. gibi çok önemli yerleşme merkezleri hakkında yeterince bilgisi olmadığı anlaşılıyor. O ise ki “…Anadolu… Ön Asya’nın en ileri neolitik bölgesi olmuştu. Çatal-Höyük’de ortaya çıkmış neolitik uygarlık, çağdaş tarımsal kültürlerin bulutsu gökadası içinde bir süper nova gibi parlamaktadır. Gerçekten Çatal-Höyük ve halefleri olan Hacılar, Batı Çatal-Höyük ve Can Hasan, M.Ö. 5000’den sonra Anadolu’nun kültürel gelişmesi üzerinde iz bırakmadan sönmüşlerdir…”[8]

Birkaç küçük istisna dışında, Anadolu’nun Bronz-Çağı öncesi iskânı, ülkenin Güney yarısına, Toros bölgesine, Güney kıyı üzerinde belirgin kültürlerle, ya da dağların iç yamacı boyunca orman ve mer’a kuşağına inhisar etmiştir. Kızılırmak’ın Kuzeyi veya Ankara-Eskişehir havzasında neolitik’in izine rastlanmamış, ancak Marmara denizinin doğu kıyılarıyla Akhisar-İzmir alanında tek tük neolitik kültür buluntuları görülmüştür. Obsidian üreten iki volkan grubu, Anadolu yaylasının Güney kısımlarına hâkim olmaktadır: Çiftlik ve Acıgöl’den siyah obsidian membaı Konya ovasının Kuzey-Doğu sonunda merkezî Anadolu grubu; Nemrut Dağı’ndan yeşil, Suphan Dağı’ndan kurşuni (gri) ve Ağrı’dan siyah obsidian membaı, Van Gölü civarında Doğu Anadolu grubu. Bu açıkça değerli malzeme daha Yukarı Paleolitik’ten itibaren Toros Dağlarının arasından yolunu bulmuşsa da az çok muntazam ticaret, Filistin ve Zagros bölgesinde Erken Holocene’de ilk tarımsal yerleşimler çağında başlar…”[9].

“Bir tarımsal yerleşme için en eski delil Güney-Batı Türkiye’de, Burdur’un 25 km. Batı’sında, Seramiksiz Hacılar’dan gelmektedir. Bu sonuncu höyüğün altında, birbiri üstünde yedi katlı bir eski sit bulunmuş olup bunların alttan itibaren üçüncüsü tahıl ürünü hakkında kesin delil teşkil etmektedir. C 14 ile saptama, burasının 6750 ± 180’e ait olduğunu gösteriyor.”[10]

1870 yıllarında Schliemann, bulgularıyla (ve hırsızlığıyla) Homeros’un anılan dünyasını yeniden yaşatıp bunu bir araştırma konusu yapmıştı. Truva, Mycena, Agamemnon, sadece Homeros’un koşuklarında değil, aynı zamanda mezar ve hisar bağlamı içinde de canlanmıştı. Arkeolojinin romantik dönemi başlamıştı.

Daha sonra, Girit’te, Sir Arthur Evans, Homeros’un çizgilerinin prehistorik temelini şekillendirmeye başlayıp Akdeniz ve Avrupa uygarlıklarının fecrini tahayyül ve canlandırmaya koyulacaktı. Buna koşut olarak da bilimsel arkeoloji (Stratigrafi, karbon 14, polen yataklarının tahlili…), yazının keşfine tahaddüm eden 50.000 yıl için az çok doğru bir kronoloji çıkartma olanağını sağlamıştı.

Gerçekten arkeoloji, incelemelerini iki yoldan sürdürmektedir; ilki maddî kalıntılar, aletler, öbürü de bunları meydana getirmiş olan insanların fikrî yapısı, yani sosyokültürel davranışlarıdır. Şu halde arkeoloji hem doğa bilim yöntemlerini, hem de sembolik deneylerin daha çok uygulandığı sosyal bilim yöntemlerini kullanır ki o böylece kesinlikle “müspet bilimler” kategorisinde yer alır: araştırmalarında bilim felsefesi, sembolik mantık, istatistik, mineraloji, metalürji, hematoloji, immunoloji, biyokimya… gibi bilimlerle işbirliği yapar[11].

Batı Asya’da, buzul sonrası dönemde aynı anda üç kültür odağı gelişmişti: Zagros dağları bölgesi, Filistin ve Ürdün ve nihayet Anadolu yaylasının Güney’i. Avrupa’dakilere göre Yakın-Doğu üst Paleolithik kültürler daha az bilinmektedir. Bunun sebeplerinden biri, bu daha sıcak bölgede açık hava yerleşim merkezlerinin, araştırıcılara yol gösteren mağara işgallerine uzanan daha çok sayıda olmuş olması olabilir. Buralarda henüz açık hava sitleri sistematik olarak kazılmamış ve üst Paleolithik’e ait hiçbir heykelcik ele geçmemiştir. Keza duvar resimlerine de rastlanmamıştır; bunlara ve yassı taş üzerine gravürlerle eşya sanatı ürünleri Yakın-Doğu’nun sadece küçük bir bölgesinde, Antalya yakınlarında bulunmuştur. Bununla birlikte bu keyfiyet sanatın, realist ve geometrik şekilleriyle, Anadolu’da, üst Paleolithik’de, Çatal Höyük uygarlığının doğacağı Konya ovasından birkaç günlük mesafede mevcut olduğunu ispata yeterli olmaktadır.

Her ne kadar yetiştirilmiş en eski bitki-kalıntıları yedi bin yılın ötesine geçmiyorsa da (Hacılar, Beidha ve Alikosh’un seramiksiz neolithik kültürü), varılan evcilleştirilme derecesi ve yetiştirilmiş bitkilerin çeşitliliği, tanrımın uzun bir evrimini peşinen kabule götürür. Böylece de M.Ö. 9000’lere varılmaktadır. Jericho’da (Ürdün’de Ariha) bir büyük kaynağın yakınında kurulmuş bir tapınak bulunuyor. Biraz daha sonra, ama yine de 8000’den önce, kaynak civarına Natufyen taştan işlenmiş aletler kullanan bir halk yerleşiyor. Bunlar orada hafif barınaklar inşa ediyorlar; bu sonuncular zamanla yaklaşık 4 metre yükseklikte bir tepecik, müstakbel Jericho’nun çekirdeğini oluşturuyor. Taş endüstrisinde iki önemli yenilik göze çarpıyor: İlki kertikli ok uçlarının ortaya çıkışı olup, bu keyfiyet yayın kullanılmış olduğunun delili oluyor; öbürü de obsidian ithalâtı. Son tahliller bu obsidianın Orta Anadolu’dan geldiğini gösteriyor ki böylece M.Ö. 8300’den itibaren bir değiş tokuş akımının varlığı ortaya çıkmış oluyor[12].

Bu arada bir hususu belirtmeden geçmeyelim: Jericho’nun, 8000’e ait “Neolithik seramik öncesi A” tabakasında, Eynen natufyeni’ndekiler gibi, evler yuvarlak şekilli topraktan ve kubbe ile örtülüydü[13].

Bu aynı evler günümüzde Harran ve yöresinde aynen mevcut olup, bunlar hakkında ayrıntıları “İnşa, ısıtma ve aydınlatma” cildimizde vereceğiz.

Tahıl, sebze, meyve ve sair besin maddelerinin kökenleri hakkında 1. cildimizde yeterince bilgi yerilmiş olduğundan bunu yeniden ele almıyoruz.

 

* *

 

Bitkilerin yetiştirilmesi fikri, insanoğlunun çok uzun süren toplama dönemi sırasında doğadan topladığı ve biriktirdiği kök, yumru, tohumlardan yere dökülenlerin yeşerdiklerinin ve yeni bitkiler meydana getirdiklerinin fark edilmesi sonucu doğmuştur; uzun bir süreden sonra da nihayet yeni bitki yetiştirmek için meyve çekirdeklerinin ve tohumların elle ya da sopayla toprağa gömülmesinin gerektiği fark edilmiştir. Bu tesadüfî buluş veya buluşlar başlangıçta herhalde en çok değer verilen ve çoğalan besin ihtiyacı karşısında doğada hazır bulunanı toplamak yoluyla yeterli miktarda elde edilemeyen bitki ve ürünleri yetiştirmek üzere kullanılmıştır.

Bitkilerin yetiştirilmesinin önceleri elle dikme şeklinde başlamış bulunduğu isabetle tahmin edilebilir. Daha sonraki dönem ve kültürlerde bu tarım, ucu sivri sopa ile dikme, ocak açmak suretiyle ekim şekillerinde devam etmiş olmalıdır. Ve nihayet bugün Tropikal Afrika, Güney Amerika, Güney ve Güney Doğu Asya’da hâlâ yaygın halde bulunan asıl çapa ile ekim şekline intikal etmiştir ki iş bu çapa kültürü, mezkûr “Neolithik devrim”in esasını teşkil etmiştir. Çapa kültürünün ilk kez Tropikal bölgelerde doğup bu bölgelerden diğer iklim kuşaklarına yayılmış bulunduğu sanılmaktadır. Hayvanların ehlileştirilmesinden önce başlamış bulunan bu çapa tarımının hayvancılıkla bir ilgisi olmamalıdır.

İlkel çapa tarımı iklim, rölyef ve toprak koşullarına göre yeryüzünde çok değişik şekiller almış ve çok geri veya mütekâmil şekilleriyle günümüze kadar sürüp gelmiştir. Dar ve ileri anlamda çapa tarımı, hemen bütün tropikal bölgelerin dışında, orta iklim kuşağı ülkelerinde de, bahçe tarımında ve arazinin engebe koşulları itibariyle saban tarımına elverişli olmayan her yerde uygulanılmaktadır. Doğu Karadeniz bölgesinin dik yamaçları buna tipik örnek teşkil eder.

İlk çapa tarımı ile birlikte toprak mülkiyeti kavramının ve mahsul mübadelesinin hemen başlamış olduğu düşünülemez. Açılan tarla ve ekilen toprağa sahip olma fikri herhalde tarımın başlamasından çok sonra, mekân düşüncesi ile birlikte gelişmiştir ve bu düşünce herhalde birey ve aileler tarafından güçlükle açılan orman ve fundalık gibi alanlarda doğmuştur, “İlk çapa ziraatı devirlerinde insanlar açtıkları toprakları, bu topraklara tesahup etmeyi düşünmeden ekmişler ve yetiştirdikleri gıda mahsulleri ile kendi ve ailelerinin ihtiyacını karşılamışlardır. Anlaşıldığına göre ilk zamanlardan itibaren yalnız meyve ağacı dikenlerin diktikleri ağaçların meyvelerinden faydalanma hakkı düşünülmüşe benziyor. Böylece ağaç mülkiyeti muhtemelen toprak mülkiyeti kavramından önce başlamış olmakta ve ağaç dikimi toprak mülkiyetinin teessüsünde ve insanların toprağa bağlanmasında önemli bir rol oynamış görülmektedir.”

“Çapa ziraatından sonra, daha ilerde ele alacağımız saban kültürünün geliştiği bozkır sahalarında toprak mülkiyeti kavramı başka şekillerde doğmuş ve gelişmiş görülmektedir. Bozkırlarda toprak boldur ve bozkır toprakları tabii halde ekime hemen hemen hazır haldedir. Yağmurların yeter derecede yağdığı ve suyun bulunduğu her yerde herhangi bir hazırlığa ihtiyaç olmadan bu topraklar sabanla sürülerek ekilip biçilebilir. Bu sebepten buğday ve arpa ziraatının yapıldığı step sahalarında toprakta şahıs mülkiyeti fikri geç gelişmiş görünmektedir. İlk zamanlarda tarlalar şahısların değil, bu toprakları işleyen bütün kabile yahut köyün ortak mülkü sayılmıştır. Köy toprakları her işletme yılının başında yahut da uzun dönemler dâhilinde esasen akraba olan köylüler arasında her ailenin ihtiyacı göz önünde tutularak dağıtılır ve öylece işlenirdi. Alman coğrafyacı Wenzel tarafından (Die Steppe als Lebensraum, Kiel 1937, s.91), Neolitik çağa çıkan step sahalarındaki bu çok eski toprak hukuku düzeninin Orta Anadolu’nun bazı köylerinde hâlâ cari olduğu ileri sürülmüş…”[14]

Bu önemli husus üzerinde biraz duralım ve KADRO Mecmuası yayınlarından İsmail Hüsrev’in klasik olmuş “Türkiye Köy İktisadiyatı” (Ank. 1934) kitabında bize aktardıklarına kulak verelim. “Memleketimizde kanaatkârlık zihniyetinin saf bir halde (Stilrein) hâkim olduğu köylere tesadüf etmek mümkündür. Buralarda köy büyükleri, her müstahsilin zatî ihtiyaçlarının hacmine göre istihsalin hacmini tayin ederler. Hâkim olan kaide ihtiyaç nispetinde tarla, ihtiyaç nispetinde istihsaldir. Bu tip köylerde istihsalin bu kaideye göre nasıl organize edildiği hakkında birkaç misal verelim: ‘Kars vilayetinde… Ruslar zamanında arazi köylüler tarafından müştereken ziraat edilirdi. Her üç senede bir köylü arasında taksime uğrardı. Fakat araziye kimse sahip değildi. Hiç kimse tasarruf hakkına malik değildi. Yalnız araziden ekip biçmek suretiyle istifade edilirdi. Kars vilâyeti bize intikal ettikten sonra bu vaziyet değişmiş değildir. Bugün de devam etmektedir. Arazinin münferit sahipleri yoktur. Bu yüzden birçok ihtilâflar ve münazaalar zuhur etmektedir. Köylerden biri muayyen bir sahayı ekmek isterse, diğeri mani olur.’[15] ‘Bu vaziyet mülkiyeti müşterekeden mütevellittir. Orada arazi tıpkı bizim köylülerimizin meraları gibi idare olunmaktadır.’[16] Karadeniz Ereğli’sinde ‘Gezek usulü yüzünden yani köylünün elindeki arazinin müşterek bulunmasından her sene aynı tarlayı başka şahıslar idare eder. Bunun için arazi ekseriya gübresiz kalır. Köylü ancak evlerinin civarında müstakilen malik oldukları ufacık sebzeliklerini gübrelemektedir’[17].

“Bu istihsal tarzının hâkim olduğu köylerde arazi başlıca iki kısma ayrılmaktadır:

“l – Müstahsilin şahsî mülkiyeti altında bulunan evinin etrafındaki bahçe.

2- Köyün müşterek mülkü olan arazi. Bu arazi muayyen müddetler zarfında köylü arasında taksim edilmektedir. Arazi taksim edilirken elde bulunan ölçü, her ailenin zatî ihtiyaçlarının hacmidir. Anane ile teessüs eden kaideye göre bir aile ne kadar istihlâk ediyorsa o kadar istihsal edecektir. Tarla da bu muayyen miktardaki istihsali temin edecek vüsatta olacaktır.”

“Bu nevi istihsal tarzı menşe itibariyle bazı farklar arz etmekle beraber bize Orta zamanda Almanya’da tatbik edilen ‘Mark’ usulünü, Rusya’da ‘Obşina’ tarzını hatırlatmaktadır. Avrupa’da Ortaçağa takaddüm eden devirlerde aralarında kan rabıtası olan göçebe kabileler, üzerinde yaşadıkları araziden müştereken istifade ederlerdi. Arazi fertlerin değil kabilenin mülkiyeti altında idi. Müruru zamanla istihsal faaliyetlerinin merkezi sıkleti çobanlıktan ziraata intikal edince, müştereken istifade edilen topraklar, aralarında kan rabıtası olan kabileler efradı arasında her ailenin zatî ihtiyaçları nispetinde taksim edildi. Topraklar bazı yerlerde ailenin daimi istifadesine bırakıldı. Bazı yerlerde de muntazam ve münavebeli bir taksim usulüne tabi kılındı. Fakat bu taksimde toprak kimsenin mülkiyeti altına girmedi. Her aileye isabet eden topraklara ‘plough-land’, ‘pflug’ yahut ‘possesio-familia’, ‘aratrum’, ‘terra familia” yahut kısaca ‘familia’ derlerdi. Bu topraklardan istifade eden köyler ve aileler de ‘Markgenossen’, ‘Mitmaerker’ yahut ‘Consortes’ ismini alırdı. Topraklar aileler arasında taksim edilirken, mühim miktarda bir kısım arazi de kimseye taksim edilmeden köy halkının müşterek mülkiyetine terk edilmişti. Meralar ve ormanlardan ibaret olan bu araziye ‘Almende’ denirdi[18].”

Çapa tarımının, daha genel olarak “uygarlık”ın, kadının öncülüğünde geliştiğini daha önce incelemiştik[19]. Bugün bile Anadolu’da, sadece çapa ve bahçe tarımının değil, genellikle tüm tarla işlerinin kadının görev alanında olduğu bir gerçektir. Bunun erkeğin “tembelliği” olarak nitelenemeyeceğini, bütün bir inançlar sisteminin ürünü olduğunu görmüştük.

Gerçekten “bir Likyalıya kim olduğu sorulduğunda” diye anlatıyor Herodotus[20], “önce kendi adını, sonra anasınınkini, daha sonra anneannesininkini ve ilâhiri söyler…” Yani anaerkil bir aile sistemi arz etmekle Likyalıların II. binden önceki kavimlerden birisi olduğu anlaşılmaktadır, şöyle ki analık hakkı, Akdeniz kültüründe görülen ve Hint-Germen öncesi devirlere ait bir kurum olmaktadır[21]. Bu kitapta Türkiye’de aile strüktürü, üzerinde önemle duracağımız bir konu olduğundan şimdilik bunun üzerinde eğlenmeyeceğiz.

 

* *

 

Çapa tarımından sabanınkine geçmeden önce, hayvanların evcilleştirilmesi üzerinde de biraz duralım.

Hayvan evcilleştirilmesinin çapa tarımından sonra başladığı genel olarak kabul edilmektedir. İlk çapa tarımı ve mesken inşasıyla birlikte insanla bazı hayvanlar arasında bir yakınlaşmanın vaki olduğu bir gerçektir.

Bunların arasından, Akdeniz ormanları için büyük felaket sayılan keçi, çok eski bir zamandan itibaren, anavatanı sayılan yine bu bölgede yahut Anadolu, Kafkasya, İran, Afganistan ve Belucistan yolu ile Akdeniz bölgesinden Hindistan’a kadar uzanan alanda muhtemelen koyundan da önce evcilleştirilmiştir. Yabani keçiye Anadolu’da hâlâ rastlanmakta olup değerli bir turistik av hayvanı olmaktadır.

Eti, sütü, yünü ve derisi için beslenen ve daha çok bir dağ hayvanı olan keçiden farklı olarak bir ova ve bozkır hayvanı olan koyun, öbürüne göre çok daha zararsız, ekonomik açıdan çok daha yararlı bir hayvandır. Korsika ve İran cinsi yabani koyunların (ovis musimon ve ovis orientalis) yakını bulunan evcil koyun (ovis aries) coğrafî menşe itibariyle Akdeniz bölgesi ve bu bölgenin Doğu ve Güney-Doğu’ya doğru devamı olan bozkır alanları hayvanı olarak görünüyor. Bugünkü hayvan sürülerimizin oluşmasına yardımcı olmuş olan bir üçüncü yabani tür de Orta Asya kökenli Argali (Ovis ammon) olup iri gövdeli, ileri doğru kıvrık halka oluşturan uzun boynuzlu bir hayvandır.

Evcil koyunun Avrupa neolithik çağında İsviçre’ye kadar varmış olması, bunun çok eski bir zamanda sübtropik ve orta iklim kuşağı bozkırlarında evcilleştirildiği ve bu bozkır alanlarına çok erken çağlarda yayıldığının delili oluyor. Olay beşerî coğrafya açısından önemli olmaktadır, şöyle ki koyunun ehlileştirilip yetiştirilmesi ile birlikte bugün Evrasia’nın birçok bölgesinde ve bu arada Orta Asya ve Akdeniz ülkelerinde pek eski bir gelenek halinde cari olan göçebelik (nomadism) ve mevsimlere bağlı olarak sürülerle birlikte yazın yaylalara çıkış, kışın ovalara iniş (transhumance) şekillerindeki yaşam tarzı doğmuştur. Koyun aslında durmadan yeni otlaklar arayan gezici bir hayvandır[22].

Koyunla keçinin bir Caprinae alt-türüne ait olmaları çoğu kez bunların sadece iskelet kalıntılarından tefrik edilmelerini olanaksız kılmaktadır. Bu itibarla Neolithik’in adamının bunlardan her ikisine bir arada sahip olup olmadığı pek belli değildir[23].

Sığıra gelince, bunun mütalâasında bir başka, tarımsal boyut giriyor devreye. Gerçekten onun eti, sütü, derisinin dışında, aynı ölçülerde önemli olan fizikî gücü de âdemoğlunun yaşamında köşe başı yerini tutmuştur. Nitekim başlarda Mezopotamya’da bunun sadece bu gücünden faydalanılmıştır: çeki ve yük hayvanı[24] olarak arabada, toprağın sürülmesinde, harmanda ve sulamada kullanılıyordu; eti yenmezdi, sadece kurban edilirdi. Mezopotamya, et gereksinmesini o çağlarda koyun ve keçiden sağlamıştır.

Çalışma hayatının vazgeçilmez unsuru eşekle at, bu aynı Mezopotamya’ya koyun ve keçiden daha sonra girmiş olsalar bile özellikle eşek, saban tarımında ilk planı sığıra bırakmış olmakla birlikte Mısır’dan başlamak üzere bütün Mezopotamya, Küçük ve Ön Asya’da başlıca yük hayvanı olarak tarih yüzüne çıkar. Tarihin ilk arabasını (fot. 1) dört yaban eşeği çekmektedir. M.Ö. 2000’lerden başlayan Asurluların Anadolu’daki geniş ticarî faaliyeti, hep eşek nakliyatına dayanmaktadır[25].

Eşeğin bugüne dek Anadolu insanının başlıca nakil aracı olmaya devam etmesi, bir geleneğin devamı olmanın yanı sıra yol şebekelerinin yakın zamanlara kadar motorlu araçların çalışmasına müsait olmayışıyla da izah edilebilir.

Eşeğin ehlileştirilmesi attan biraz daha eski gibi görünmektedir. Evcil eşeğin Afrika’nın yabani Nübya eşeğinden geldiğinden şüphe yoktur. “Bir sene Melikşah, hacıları teşyi için Küfe’den çıktı ve Uzeyb nam mahalli geçip Vakısa yanındaki Sübey’a’ya vasıl oldu, orada bir minare bina ettirdi ki, minarenin taşları arasına, oraya giderken avlamış olduğu geyiklerin boynuzlarını ve yabani eşeklerin tırnaklarını sokuşturdu. Bu minare bugüne kadar baki olup boynuz minaresi (Minaretül kurun) diye maruftur.”[26]

Atın savaş ve ulaşım aracı olmasının yanı sıra tarımdaki rolü de küçümsenemez. Sığıra göre daha canlı, ilk hareketi daha hızlı olmakla çektiği araba ya da sabanın statik ataletini daha çabuk yenebilen bu hayvan bu son yüzyılda tarımda makine uygulamasına başlanmadan önce, bütün ileri tarım ülkelerinde sürme, harman ve nakil işlerinde öküzün yerini almıştır.

Atın coğrafî kökeni büyük ihtimalle Orta Asya olmalıdır. At ilk kez bu bölge bozkırlarında evcilleştirilmiş ve buradan itibaren önce Batı Asya ve Avrupa’ya dağılmıştır. Mezopotamya’da at, koyun ye sığırdan sonra öğrenilmiştir. Asur kabartmalarında süvari askerler ilk kez M.Ö. IX. yy.da görülmeye başlıyor. Atı Mısır’a Hyksoslar M.Ö. 2000’lerde sokmuşlar ve ilk zamanlar sadece harp arabalarına koşulmuştur. Ata binmeyi Mısırlılar çok sonra öğreniyorlar. Bu konulara aşağıda Tchihatchef in kaleminden yine değineceğiz.

[1] Jacquetta Hawkes, Sir Leonard Wooley-Prehistory and the beginnings of civilisation in Coll.- (UNESCO) History of mankind, Vol 1, s. 3-4 London 1964-196.

[2] ibd., s. 5-6.

[3] Ayrıntıları bundan önceki bölümün konusunu teşkil etmiştir.

[4] James Mellaart-Villes primitives d’Asie Mineure, Bruxelles, 1969, s.6. Stuart Piggot’un önsözünden.

[5] Gordon Childe.-What happened in history, Middlesex 1975 s. 8.

[6] Ayrıntılar için bkz. Barbara Bender. Farming in prehistory. From hunter-gatherer to food – producer, London 1975 s. 19-36.

[7] History of Mankind, vol. I. s. 220, 223, 239.

[8] J. Mellaart – Villes primitives d’Asie Mineure, s.77.

[9] James Mellaart – the neolithic of the Near East, London 1975 s. 91.

[10] ibd s.95.

[11] Ali M. Dinçol ve Sönmez Kantman – Analitik Arkeoloji. Denemeler, İst. 1969 s. 10-1.

 

[12] James Mellaart-Çatalhöyük Une des premières Citès du monde. Tallandier,1971, s.17-20 ve Ymär Daher-Agricultura Anatolical. Die volkstümlichen landwirtschaflichen Geräte, Helsinki 1970, s. 11.

[13] J. Mellaart-Çatalhöyük s. 20.

[14] Ali Tanoğlu – Ziraat Hayatı I. Ziraat Tarihine Bir Bakış ve Orta İklim Memleketlerinde Ziraat. İst. 1968. s. 13-15

 

[15] Büyük Millet Meclisinin 21.11.1928 tarihli celsesinde 810 numaralı kanun müzakere edilirken münakaşa esnasında Kars meb’usu Ağaoğlu Ahmet beyin beyanatından. Hakimiyeti Milliye 22. XI. 1928.

[16] Aynı celsede dâhiliye vekili Şükrü Kaya Beyin beyanatından.

[17] Karadeniz Ereğlisi Ziraat Odası Raporu.

[18] İsmail Hüsrev – Türkiye Köy İktisadiyatı, Ank. 1934 (KADRO Mecmuası Yay.) s.25-7.

[19] Bkz. C. II/I, s. 280 ve dev.

[20] Herodotus – The Histories I/173 Transl. A. de Sélincourt. Middlesex 1965.

[21] Oktay Akşit – Likya Tarihi- İst. 1967, s. 71.

[22] Ali Tanoğlu.- op cit., s. 20-3.

[23] History of Mankind I, s.281-2.

[24] Bir yük hayvanı olarak Doğu Anadolu’da hâlâ kullanıldığını “Münakale Teknikleri” kitabımızda göreceğiz.

[25] Bu hususta “Münakale ve Mübadele Teknikleri” cildimizde geniş bilgi verilecektir.

[26] İmad ad-din al- kâtib al -İsfahani. Irak ve Horasan Selçukluları tarihi, çev. Kıvameddin Burslan, İst. 1943, s. 69.