14 Mayıs 1977
Evet, “zülüf-ü yâr”e dokunmayacak, büyük işadamlarımızı gücendirecek yazılar yazılmayacaktı. Ben de, yazılarımın basılabilmesini teminen buna gayret ediyordum, ama düşünce sistemimi kâğıda dökme ateşiyle yanıyordum. Yine de kendimi tutarak günümüzde siyasî önem kazanmış “kurt’un peşini bırakmamıştım.
İnsanoğlunun en eski çağlardan başlayarak, tarım ve hayvancı topluluklarda, herkesin derin istek duyduğu bolluk ve refah, bir Tanrıça tarafından simgeleştirilmişti. Gerçekten Ana, doğurganlığın, bereketin canlı simgesiydi. Uygarlıkların fecrinde Ana Tanrıça’nın kendini en büyük olarak kabul ettirmiş olması, gebe kalma olayında erkeğin rolünün henüz anlaşılmamış olması nedenine dayanıyordu. Dişi Tanrı kış toprağında uykuya yatmış tohumun beşiğini sallamaya daha ehil görünüyordu. Ölümün, mevsimlerin, filizlenmenin ürkütücü sırları insanların üzerine çökmüş, yalnızca, doğurganlığın simgesi olan Tanrıça bunlarda umut ve coşkunluğu kamçılayabiliyordu. Yaşantı koşullarının ağırlığı karşısında gerekli olan bolluk ve refah düşleri hep bu dişi Tanrı çevresinde görülebiliyordu.
İlkel toplumlarda iş, cinsiyetler arasında, her birinin kudreti göz önüne alınarak, bölünmüştü. Besin maddeleri toplama işini, daha az meşakkatli olması itibariyle, kadın üstlenmiş; daha üstün bir fiziksel güç gerektiren av ise erkek işi olarak sürmekteydi. Aynı şekilde, tarım ve hayvancılıkla uğraşan topluluklarda da tarımla küçük hayvancılık kadının, av ile bundan türeyen büyük hayvancılık da erkeğin payına düşmüştü. Bu noktadan hareketle, tarım ve küçük hayvancılığın temel zenginlik kaynağı olduğu ilk tarımsal topluluklarda güç, esas itibariyle kadının elinde bulunuyordu. Kaldı ki bu iktisadî nedenlerin yanı sıra bir etki ve nüfuz kaynağı olan analık niteliği de vardı. Bu aşamada din, bir doğurganlık (velûdiyet) kültünden ibaretti.
Bütün akarsular Ana Tanrıça’dan fışkırır, kozmik ağaç olarak görülen incir ağacı onun simgesi olarak kabul edilirdi. İnsan şeklinde yontulmadan önce ağaç şeklinde temsil edilmişti. Sonradan buna başak da eklendi. Büyük Ana’ya, fıstık çamı, incir ağacı, bağ, buğday vesaire Tanrısı olarak tapıldı.
Tanrıçanın insan biçiminden gayrı görünümleri saydığımız bitkisel unsurlar değildi yalnız: Yabanıl hayvanların suretine de bürünürdü Büyük Ana: yılan, atmaca, kurt bunlardandı. Evcillerden de boğa, at, onun sair şekillerindendi.
Mısır’da şahin-Tanrı’nın simgesi güneş kursu idi.
Anadolu’da tanrıların anası ya da Büyük Ana (Magna Mater)’in kültü M.Ö. IV. yüzyıldan itibaren çok belirgin haldeydi. “İda (Kazdağı) Hatunu – Mater Idaea”, Efes Artemis’i, Girit Rhea’sı ile büyük yakınlık arz ederdi. Anayurdu Frikya olup her şeyden önce mümbitlik Tanrıçası, yabanıl yaşantının Hanım’ı, insan ve hayvanların sağlık ve refahının bekçisi, savaşlarda halkının koruyucusu idi. Sevgilisi Attis “buğday sapı” adı ile anılırdı.
Bütün eski uygarlıkların, etkilerin kesişmesinin sonucu oldukları gerçeği kuşkusuz kabul edilmektedir. İnsan düşüncesi özellikle iki odakta, Helen öncesi Küçük Asya ve Ege ile Aryen öncesi Hint’te ışıldamış olup bu iki kutup birbirlerini aydınlatmışlardır. İran ile kuzey Mezopotamya da aradaki aşamaları temsil ederler. Buralardan her yöne, bir yandan Orta Asya’ya, bir yandan Roma ve daha ötelerine, Mısır’a, göçler, istilâlar, kervanlarla birlikte fikir ve teknikler de dağılmıştır. Alışverişin tek yanlı olduğu da düşünülemez.
Ana Tanrıça’nın, arkeologlarca “Venus” diye adlandırılan heykelciklerine Batı Avrupa’dan Baykal gölüne kadar her yerde rastlanır. Dinler tarihinin büyük uzmanlarından Eliade, “kadim Yakındoğu’nun dinsel fikirleri çok önceleri Orta ve Kuzey Asya’ya yayılmış ve özellikle Sibirya ve Orta Asya şamanlığına bugünkü görünümünü vermekte etkili olmuşlardır” diyor. F. Cumont da, Ön ve özellikle Küçük Asya dinlerinin Roma’ya girişini anlatırken “… Uzun süre siyasî gücü elinde tutmasına rağmen Roma, daha ileri milletlerin kaçınılmaz manevî üstünlüğüne boyun eğmiştir… İmparatorluğun ilk üç yüz yılının hikâyesi Doğu’nun Batı’ya barışçıl sızması şeklinde özetlenebilir” diye ekliyor.
Orta Asya’da Askâbâd civarında Anau uygarlığı ile Sus ve Sümer (Ur) uygarlıklarının teması sonucunda Hindistan’da Mohenjo-daro’nunki vücut bulmuştur, M.Ö. 4000’lerde. Bura harabelerinde Orta Asya tipinde heykelcikler M.Ö.3000 ilâ 1300 yıllarına ait kültür tabakaları arasından çıkmıştır. IV. binin sonlarında Güneydoğu Türkmenistan, eski İran arazisinden hareket eden göç dalgalarını kabullenmiş. III. binin başlarında da aynı durumun Orta Bölge’de de oluştuğuna tanık oluyoruz, belgelerle. Erken Bronz döneminde (M.Ö.2000 – 1600) ciddî ticarî ilişkiler Hindistan ile Orta Asya arasında önemli bir kültür alışverişini de körüklüyordu.
Mohenjo-daro ve Harappa’da bulunan ve her iki tarafta ortaklaşa eşyalar bu durumu kanıtlamaktadır. Aynı şeyler Mezopotamya için de söylenebilir. Kuzeye giden ticaret yollarından da bütün bu kültürler tüm Orta Asya’da yayılabilme olanağını buluyordu.
Orhon yazıtlarında geçen Umay Ana da doğurganlık-verim Tanrıçası olarak belirir.
Gördüklerimizin ışığı altında gelelim şimdi Ana Tanrıça kavramının zihinlerde aldığı şekillerden biri olan kurt’a. Onu çoğu kez güneş kursu ile birlikte temsil etmenin dayanağından kısaca söz ettik. Üzerinde çok uzun yazılabilir.
VI. ve VII. yüzyıllarda Orhon ve Yenisey ırmakları boyunca yaşayan milletlerden bir halklar konfederasyonu oluşuyordu. Başında da Khan-Khagan vardı. Bu halkalarda şecere babadan geçer ve soylardan hiç değilse biri efsanevî bir kökene maliktir. Bir Çin kaynağına göre “muhafız kıtası Fu li (büre) diye adlandırılıp Moğolca kurt’u ifade eder ki bu da kurttan indiklerini hatırlatır”. Birkaç yüzyıl sonra Moğol “Gizli tarih”i şöyle başlayacaktır: “Çinggis hahanın ceddi, yüksek tanrının takdiri ile yaratılmış bir boz kurt idi, eşi beyaz bir dişi geyik idi…”. Aynı “Gizli Tarih”te, Cengiz’in atalarına dair başka bir öykü daha okuyoruz: “Dobun-mergan’ın ölümünden sonra, (karısı) Alan-ho’a’nın, kocasız olduğu halde üç oğlu oldu…”. Dedikoduyu kesmek üzere hatun, kocasından olan çocuklara şunları anlatıyor: “Fakat her gece sarışın bir adam, evin (çadırın) bacasından (damdaki açıklıktan) sızan ışık vasıtasıyla girerek karnımı okşuyor ve onun nuru vücuduma geçiyordu. Çıkarken de, güneş (veya) ayın nurları üzerinden sarı bir köpek gibi sürünerek çıkıyordu…”.
Ziya Gökalp “bu dinin (Şamanizm) kutsal gücü kadında somutlaşmıştır” deyip “… Çam fıstığının Ana olması gerektiğini ifade ediyor. Ve Oğuz Han, Dokuz Oğuzlar, Göktürkler… menkıbelerinde kurt kiminde “gün ışığına benzer bir ışık” içinden çıkıp yol gösterir, kiminde Hiong-Nu hükümdarının kızı ile birleşerek nesiller türetir, kiminde ise aksine, kurtardığı, yiyecek getirdiği delikanlıdan gebe kalır.
Kurt her seferinde ya doğuruyor, ya doğurtuyor, ya da koruyup besliyor. Yol gösterme eylemi dahi besleme ile ilgili oluyor. Gerçekten, üretim sistemi Hindistan ve Yakındoğu’nun yerleşik tarımsal topluluklarınınkinden farklı olan bu gezginci-hayvancı kavimlere en iyi otlakları göstermek bir yerde toprağın verimini arttırmaya eşit oluyor.
Roma’da, bu kentin kurucuları olan ikizler, Romulus ile Remus’u besleyen (emziren) dişi kurt Ana Tanrıça’nın değişik görünümünden ibarettir. Efsaneye göre adı geçen ikizler tanrı Mars ile Vesta rahibesi Rhea Silvia’dan olmadır. Buna karşılık ne Roma’da, ne de sair illerde Rhea bir kült konusu olarak gözükmüyor: Fazlaca bir “şahsiyeti” olmayan bu hanım Roma milletine iyi aileden bir nine vermek üzere uydurulmuş, bu nedenle de Vesta rahibesi ataların dişi kürtünün yerine geçmiştir. Dişi ve erkek kurt çifti, zamanla uygarlık geliştikçe, yerini, simgesi kurt olan Büyük Tanrı ile dişi kurda sadece sütninelik görevini bırakan rahibeye terk ediyor. Oysa M.Ö. III. binden itibaren Yakındoğu ve Akdeniz belgelerinde doğurganlık-verim-bolluk tanrıçasının çoğu kez kendi rahibi ile birleştiği saptanıyor.
Daha ilerlere giderek Fransa’da, Almanya’da ve Slav memleketlerinde “tahıl-buğday ruhu”nun kurt ya da köpek tarafından temsil edildiği görülür.
Yukarda anlatmaya çalıştıklarımızı şöylece özetleyebiliriz:
Çağımıza yakışmayan şimdiki kurtlar ise ülkemizde durmadan ısırmıyor, insan etiyle besleniyorlar. Tarihteki kurda lâyık olmaya çalışsalar hiç değilse!