Tarihin Sürekliliği

Kültür Eserleri > Düşündüklerim Yazdıklarım > Tarihin Sürekliliği

Tarihin Sürekliliği

Cumhuriyet, 25.07.1990

 

“Herkes gider Mersin’e, biz gideriz tersine” sözü, bütün halk deyimlerinin olduğu gibi, gerçek bir duruma ayna tutuyor. Mustafa Kemal, şahadet parmağıyla gösterdiği “medeni ülkelerin seviyesi” hedefine karşılık, başka uygun seçenek bulamadığı için baş vezir yaptığı İsmet Paşa, CHP genel sekreteri, sonradan başbakan olacak olan Recep Peker’i Mussolini’ye gönderip ülkenin nasıl yönetilmesinin gerektiği hakkında önerilerini alıyor. O da, İtalya’da uyguladığı faşist “korporatif rejim”i tavsiye ediyor. Bunu çok beğenen Peker ile Paşa bu yolda bir rapor düzenleyip Mustafa Kemal’e sunuyorlar. Kemal bunu, elinin tersiyle itip “sağlığımda böyle b…tan iş olmaz!” diyor…

 

Odalar Birliği’nin ve sendikaların siyasette ağırlıklarının kaldırılması ve bunun yerini meslek kuruluşlarının (loncaların?) alması, doğruca faşist Mussolini İtalya’sındaki korporatif düzene geçmek demektir.

 

Bir toplum belli bir sistem içinde kaldığı sürece hiçbir önemli olay birdenbire kendiliğinden ortaya çıkmaz. Onun mutlaka geçmişte atılmış bir tohumu vardır. Bu toplum her yıl, iklim koşullarına göre yeniden az ya da çok baş verir.

 

Son günlerde baş vermiş bu tür “sürgün”leri gözden geçirip bunların tohumlarının ne zaman ve kimler tarafından atılmış olduğunu görelim.

 

Sayın Cumhurbaşkanı, 26 Haziran tarihli gazetelerde çıkan beyanları arasında şunları buyuruyor: Ankara Sanayici ve İşadamları Derneği’ne (ASİAD) hitaben “Odalar Birliği ve sendikaların önümüzdeki dönemde politika ve Türkiye üzerindeki etkilerini kaybedeceklerini” söylüyor. Bunun yerine ASİAD benzeri meslek dernekleri ile çevreci örgüt ve kuruluşların ağırlık ve önemlerinin artacağını ekliyor.

 

Bundan başka sanayicilerin yatırım yaparken ileri teknoloji seçimine özen göstermelerini istiyor ve devam ediyor: “Bugün artık ağır sanayinin modası geçmiştir!…”

 

Devlet planlamasına (ve hele içine sosyal reformu da alacak planlamaya) fazlaca sıcak bakmayan Sayın Özal, bunun altyapıya inhisar edeceğini; “karayolunun hür sistem” olduğunu, demiryolculuğunun ise “komünist ideolojiye” uygun olduğunu, denetimi kolay olduğu için komünistlerin hep demiryolunda ısrar ettiklerini savunuyor!

 

Grevin de şiddetle aleyhinde olan Sayın Özal “Şimdi zaten komünist ideoloji ve diyalektik de kalktığına göre daha kolay anlaşma sağlanabileceği kanaatindeyim. Fedakârlık yapmak lazım. Fedakârlık yapmadan bir yere varılamıyor” diyor. Ama fedakârlığın kimin sırtına yükleneceği hususunda hiçbir açıklık getirmiyor.

 

Öbür yandan bütün bu beyanlara Türk-İş ve Odalar Birliği’nden herhangi bir tepki geldiğini bir yede okumadık. Sanki herkes “takdir-ilahi”ye boyun eğmiş gibi suskun.

 

Kırıkkale’deki konuşmasında da Sayın Cumhurbaşkanı “nereden buldun” yasasına karşı çıkmış, bu yasanın “milliyetçilik olmadığını” ifade buyurmuş.

 

MUSSOLİNİ İTALYA’SINA ÖZENMİŞ

 

Şimdi bütün bu düşüncelerin “evveliyatı”na değinmeden önce bunları kısa bir tahlilden geçirelim.

 

Odalar Birliği’nin ve sendikaların siyasette ağırlıklarının kaldırılması ve bunun yerini meslek kuruluşlarının (loncaların?) alması, doğruca faşist Mussolini İtalya’sındaki korporatif düzene geçmek demektir. Sayın Özal bize bunun işaretini vermiş oluyor. Oysa Doğu Bloku’ndaki gelişmeler, dünya sendikal hareketine yeni boyutlar kazandırıyor. Sendikal hareket, 1945’ler sonrası kaçırdığı birlik ve dayanışma şansını bu kez siyasal, ekonomik gelişmelerin gerisinde değil, önünde yer alarak yakalamak istiyor.

 

“Ağır sanayinin modası geçti” lafının bizce tek bir anlamı olabilir: Türkiye çelik, lokomotif, top, motor… üretmeyecek, arkasına don, gömleklik bez, ayağına ayakkabı imali ile yetinecek ve bunun için de “ileri teknoloji” kullanacak! Kaldı ki ağır sanayi demek belli merkezlerde işçi yoğunluğu demek olup bu da düpedüz bir “komünistlik yuvası” oluşturur!.. “İleri teknoloji” ile ise canlı ve cansız “robot’lar kullanılır.

 

Ama ortada bir çelişki var gibi geliyor bize: Komünistlik (ve diyalektik) kalktığına göre demiryolundan ve ağır sanayiden korkmaya ne gerek kalıyor?

 

Avrupa’dan ve özellikle Amerika’dan ünlü iktisatçıları çağırıp ülkenin kalkınması için fikirlerini (hayli de pahalıya) almak her zaman için moda olmuştur. Adamlar, başta 1947’de İnönü zamanında gelen Thornburg olmak üzere,[1] ağız birliği etmişçesine hep aynı şeyi söylerler: Günlük basit gereksinmelerinizi karşılayacak emtiayı imal edin, gerisine, ağır sanayi vs.ye kesinlikle karışmayın! Plan, ilk kez SSCB’de uygulandığı için “komünist” damgasını yemiş. “Bize plan değil, pilav lazım” denmiş. Hatta DP’nin ilk günlerinde (Limancı) Hamdi Bey Meclis’te plandan söz edecek olmuştu, Menderes kürsüye fırlayıp “Planımız plansızlığımızdır!” diyerek Meclis’i doldurmuş (her partiden) toprak ağalarının çılgınca alkışlarını toplamıştı. Ama İngilizler, savaş sonrası hiç de komünist olmayan Beveridge planını ciddiye almışlardı.

 

Karayolu işine gelince: 1946 Marshall planı sadece karayollarını hedef almıştı: Türkiye’ye petrol, lastik ve araba satılacaktı… Sayın Özal, sanki Teksas’lı petrolcülerin temsilcisi gibi konuşmuş olmuyor mu? Böylece “Enderûn”da öğrendiklerini tekrarlamış olmuyor mu? Bittabi çok özendiğimiz Japonya’nın bundan 30 yıl kadar önce gerçekleştirdiği Tokaido Line ve Fransızların bugünkü Paris-Lyon-Mediteranne hızlı trenleri birer komünist uygulaması oluyorlar…

 

Yıllardır İstanbul, Ankara gibi büyük kentlerimizin trafik sorununun tek çözüm yolu olan metronun yapımını bin dereden su getirerek önleyenler bu aynı petrol ve lastik tröstleri ve bunların yerli uzantıları değiller mi?

 

Yüzyıllık kuşakların içinde büyüdüğü komünist sistemin akşamdan sabaha nasıl, ne miktar, ne tür “kalktığı” konusunda karar vermenin erken olduğunu ifade edip “diyalektiğin kalktığı” konusunu felsefecilere havale ediyoruz.

 

Geçelim şimdi bütün bunların “evveliyat”ına. Yazının başında söylediğimiz kurala göre Sayın Özal bize hiçbir şey öğretmiş olmuyor, tıpkı “muhalefet” geçinen kişilerin öğretmedikleri gibi. Demirel’in yine aynı günlerde çıkmış bir beyanına yer vereceğiz, önemine binaen: “Milletin sesi çıkmazsa ne istediğini nasıl bilelim?..” Yıllarca ulusun kaderini elinde tutmuş kişi, milletin ne istediğini bir türlü bilemiyormuş? Biz ona bunu son bir kez söyleyelim: Adam ekmek, iş, eğitim, tedavi-ilaç, sosyal güvence… istiyor. Sayın Demirel bunları yine unutacak olursa ömrünün sonuna kadar meydanlarda aynı yaveyi boş yere tekrarlamaya mahkûm olacaktır. Sayın Özal ile aynı “Enderûn” mezunu Demirel, “İngiltere’de parlamento rahibin duasıyla açılır. Benim ülkemde ise inançlar modernleşmeye engel değildir…” gibi veciz laflar da etmiş Erzurum’da. Herkes, anayasaya karşın dini, bir yoldan istismar ediyor. Bu da yeni bir şey değil. DP’nin bu yoldaki faaliyetlerine karşın İnönü, seçim kaygısıyla (1950 seçimleri) ünlü ticani tarikatı Şeyhi Pilavoğlu’nu Köşk’e akşam yemeğine davet etmişti…

 

Bu arada ağızlara bir parmak bal: “Trakya’da denizde ve karadaki kaynak: Yerli gaz sevinci!” Çok alıştık bu türlü sevinçlere… Bugünlerde Türk-Yunan gerginliği artarsa kimse şaşmasın…

 

Ne Sayın Özal’ın ne Demirel’in sözleri bizim için yeni bir şey değildir. Bizim kuşak bunları elli yıldır dinliyor, işin “evveliyat”ından beri.

 

Sonradan başbakan olan CHP Genel Sekreteri Recep Peker, İtalya’ya gidip Mussolini ile görüşüyor. Duçe ona korporatif devlet modelini öneriyor. O da bunu benimseyip projeyi rapor haline döküyor, ama Atatürk buna kesinlikle yanaşmıyor.[2] Aradan zaman geçecek, ünlü Recep Peker kabinesi kurulacak.

 

Ortada ne iş kanunu ne de sendikalar kanunu vardı. Bu sonuncular “Cemiyetler Kanunu”na dayanarak kurulabiliyordu. Bir gün, Şehzadebaşı Ferah Tiyatrosu’nda sendikalar toplantısı yapıldı. Büyük kalabalık geldi ve toplantı hayli coşku içinde geçti. Ünlü Recep Peker kabinesinin Çalışma Bakanı Sadi Irmak, radyoda program dışı bir konuşma yaptı ve kurulmakta olan “İşçi Dernekleri”nden söz etti, işçileri sendikadan istifa edip bu derneklere yazılmaya çağırdı. Faşist korporatif düzenin ilk aşaması olan bu dernekler aynı zamanda ilk “sarı sendikacılığı” da temsil ediyordu (Şimdi birilerinin kulakları çınlasın).

 

Ama hiçbir güvencesi olmayan işçi, bu çağrıya iltifat etmedi. Sonunda, sosyalist geçinen Ticaret Bakanı Cemil Sait Barlas’ın da yer aldığı hükümet, sol partileri ve sendikaları kapatıp çok kişiyi tutukladı ve bunlara hayli eziyet etme yolunu tuttu (Parmaksız Hamdi’nin herhalde şimdi kemikleri sızlıyordur).

 

DAHASI VAR

             

Bu yetmedi… “Milli heyecana kapılmış” bir grup, polisin direktif ve himayesinde Tan ve La Turquie matbaalarını kırıp yıktı. Hiç suçlu yakalanmadı.

 

Aziz Nesin ünlü “Marko Paşa”sını çıkarıyor, bu aynı hükümet de sürekli kapatıyordu. O da başka ad altında (“Malum Paşa, Mahut Paşa…) yenisini çıkarıyordu. Sonunda başa çıkamadılar ve gazete bayilerini bunu satmaktan polis menetti. O da sokaklarda bizzat sattı çok alıcıya bu son derece değerli siyasi mizah gazetesini.

 

Bütün bunları okuyacak yeni gençlik, sanki bugünü yaşıyor gibi olacak. Ama bütün bunlar, o zaman CHP’nin içinde palazlanan sağ kanadın bilgi ve tasvibi ile oluyordu. Derken Sabahattin Ali öldürüldü.

 

“Evveliyatı” böylece özetledikten sonra günümüzde söylenenlere, bu arada “korporatif rejim” müjdelerine şaşmamak gerekir. İşi, “Enderûn” hocaları böyle istiyor…

 

Yabani bitki tohumu her zaman baş verir: 12 Mart, MC hükümetleri, 12 Eylüller…

 

 

 

[1]              Thornburg-Spry-Joule-Turkey: An economic appraisal, New York 1949.

[2]              Bütün bu olayların ayrıntıları için bkz. B.Oğuz Yüzyıllar Boyunca Alman Gerçeği ve Türkler, İstanbul 1983, s. 480.