Cumhuriyet, 22 Ekim 1992
“Amerikan Enderunu”ndan mezun Özal, başkanlık sistemi peşinde koşuyor, yetiştirildiği ülkede olduğu gibi yetkileri elinde toplayıp ona diyet borcunu rahat ödemek istiyor.
Hep söylediğimiz gibi bütün oyun, Türkiye’nin sahibi bulunduğu ama işletilmesi büyük dostunca yasaklanmış petrol yatakları etrafında dönüyor…
Sayın Özal’ın aktif politikaya dönme girişimleri, başkanlık sistemini yeniden gündeme getirmesi ve nihayet hükümetin işi iken bu Kürt sorununda bizzat faal rol oynamaya kalkışması, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay’ı ziyaret ederek ve üniversite rektörleri, basın ve öteki organlarla bu konuda görüş alışverişinde bulunması ve izlenimlerini MGK’ya götürmeye kalkışması bazı düşünceleri uyandırıyor.
“Her şeyin yeni olduğunu sanırız. Oysa öbür yüzyılların insanlarının yaptıkları deneyleri tekrarlayarak onların geçtikleri yolları arşınlamaktayız.” (J. Bainville)
Bu savı Akif de dile getirmişti: “… Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar. Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?”
Gerçekten, eskil (antik) çağlardan beri süregelen “Şark Meselesi” bütün çıplaklığı ile dünya sahnesinde sergileniyor. Bu “Mesele” XIX. yüzyıldan itibaren Avrupa’nın tüm politik tarihine egemen olmuş, özellikle II. Dünya Savaşı, Yakındoğu’yu hangi kaçınılmaz zorunluluğun Batılı uluslar arasında büyük mücadelelerin sahne ve amacını oluşturduğunu göstermeye yeter.
Aslında, çıkan yüzyılda Osmanlı devletinin egemen olduğu geniş Ortadoğu alanı dolayısıyla “Şark Meselesi”, bir “Türk Meselesi”ne indirgenmişti. Batılılar, Osmanlı’ya karşı bağımsızlık savaşı veren Balkanlı uluslara yardıma koşarlarken çok daha yaygın ve bunların bağımsızlık sorunlarıyla çok daha az ilgili niyetleri vardı. Osmanlı istilacıları def edildikten sonra mirasın taksim şeklinin Batı’nın politik ve ekonomik geleceği üzerinde hesap edilemez yankıları olacaktı. Türklerle Balkanlı uluslar arasındaki uyuşmazlıklar aslında çok daha geniş bir sorunun belirginleşenlerinden biriydi: Çarlık Rusya’sı için Tuna ile Küçük Asya ve Karadeniz ile Akdeniz arasındaki çok önemli ulaşım sorunu ve Merkezi Devletler, yani Almanya ve Avusturya-Macaristan için (Almanca konuşan ulusların) “Drang nach Osten-Doğu’ya yüklenme” değişmez politikası. Alman birliğinin gerçekleşmesinden (1870) çok öncesinden beri Prusyalının beyninde var olan Pan-Cermen ülküsünün somutlaşması ancak ilk ağızda Osmanlı mülküne el atmakla mümkündü. Gerisi kendiliğinden gelecekti. Böyle de yapıldı ve doğdu “geleneksel dostluk.” Güzel giyimi ile ün yapmış Şansölye Prens von Bülow, “Herhangi bir yerde sınırsız umutlardan söz edilirse burası Mezopotamya’dır” demişti. Mezopotamya ise bizim Güneydoğu, yani bugün PKK’nın üzerinde faal olduğu illerimizden başlamaktadır… Böylece de Almanya’nın PKK’ya ve ayrıca o bölgelerimizdeki Kürt unsuruna ve hatta Ermenilere çeşitli şekilleriyle bu denli arka çıkmasının anlamı belirgin oluyor. I. Dünya Savaşı sırasında Harekât Şubesi Müdürü İsmet Bey (İnönü) kendisiyle çalışan bir Alman yüksek subayına “Zaferden sonra kazancınız ne olacak?” diye sorar. Aldığı yanıt “Die Türkei!” olur.
Ama Almanya’nın, bugün Avrupa’da birinci planda bir itici güç olmasına karşın dünya arenasında hâlâ ABD’nin arkasına saklanmış durumda olduğuna işaret ederek geçelim.
Prens von Bülow’un üstüne bastırdığı “umutlar”, tarım ve hayvancılık ürünleri, endüstrisi için gerekli hammaddeler, krom, manganez, tungsten, kobalt… gibi alaşım elementleri ve bugün ön plana çıkmış olan petroldü. Ünlü İngiliz filozofu Bertrand Russel dememiş miydi, “Batı’nın uygarlık götürdüğü yerler hep petrolü kömürü, sair madenleri bol olan ülkelerdir” diye?..
Petrol ve maden bölgemiz
Körfez Savaşı’ndan hemen önceki günlerde Haluk Gerger “Savaşa karar verme durumunda olan ABD açısından temel sorun, “Körfez’de kalmak”, bir başka söyleyişle Saddam’ın saldırganlığından yararlanarak gerçekleştirdiği “Suudi Arabistan İşgali”ni sürdürebilmektir. Bu, aslında, yeni bir fırsatı değerlendirmek kadar eski bir düşü gerçekleştirmektir de” diye yazıyordu (Cumhuriyet 24.12.1990). Bundan iki hafta kadar sonra da (09.01.1991) aynı sütunlarda emekli büyükelçi Hâmit Batu “Anlaşıldı ki Körfez’de yapay bir petro-dolar âlemi kurulmuş…” diyecekti. Ne yapayı? Dosdoğru doğal, somut bir âlem olmuştu bu.
Bundan kısa bir süre sonra (Milliyet 30.03.1991) emekli Amiral Sezai Orkunt, “Bunalım ve savaş, bölge petrolü üzerinde oynanan ekonomik kavganın sonucudur. Bu itibarla, savaş hangi sebeplerle çıkmışsa da bölge barışı da, o barışı idame ettirecek güvenlik tedbirleri de o temel üzerine oturacaktır” diyordu. Bunların hiçbiri kehanet değildi.
Yıllar yılı ülkede ciddi bir sanayinin kurulmasına karşı çıkmış toprak ağalarıyla dış kapitalizm ve bunun buradaki uzantıları mümessil ve komisyoncu takımı “Türkiye’de sanayi olmaz, burada bir şey olmaz” sloganını iyice yaymış, birçok safdil kişiyi buna inandırmışlardı. Bugün aynı doğrultuda “Türkiye’de petrol yok, olan da çok derinde, rantabl değil” kaydırmacası dillerde dolanıyor. Meğer sınırımızdan elli metre ötedeki petrol üst tabakalarda imiş, sınırı geçer geçmez derine kaçıyormuş! Satılmış birçok ağızdan, MTA’cıların bazılarından ve maden fakültelerinin bazı hocalarından kaynaklanıyor bu aldatmaca. İnsan o zaman soruyor: Mademki yok, neden bu denli uzman Amerikalısı, İngiliz’i, Hollandalısı bunca para döküp sondaj üstüne sondaj yapmaya devam ediyor? Biz yanıtını verelim: Onlar rezervleri saptayıp kapatıyorlar, zamanı geldiğinde tam egemen olarak açmak üzere!…
Aynı tür laflar madenlerimiz için de söylendi. Geçenlerde Bakan “Bizdeki metal madenlerinin tönörü (yani cevher içindeki metal yüzdesi) düşük olduğundan işletilmeleri ekonomik değil” diye beyanda bulundu.
Ama biz, Amerika ile F16 anlaşmasında, MTA’nın yok diye ilan ettiği Türk kobaltının Amerikalılara bırakıldığını daha önce bu sütunlarda yazmıştık.
Bugün artık Silopi’nin, Kurtuluş Savaşı’nın ruhu “istiklâl-i tam” kavramına tümden ters düştüğü gerçeğini görmeyen kalmadı, Washington “Enderun”unda yetiştirilmiş olup “mecburi hizmet”e tabi bazı büyüklerimiz dışında!… Büyük Nutuk’un son paragrafı olan gençliğe hitabı, her gün bir kez daha okumanın sırası geldi. Bu sütunlarda kaç kez yazdık: Batı’nın amacı bölgede, devlet geleneği olmayan, etkin bir bürokrasiden yoksun, kamuoyunun oluşmadığı bir aşiret düzeninde kurulu bir Kürt devleti kurdurup her şeye karşın elimizden kolayca kopartmadığı petrol ve sair madenlerin akşamdan sabaha üstüne oturmaktır, Arap şeyhliklerinde olduğu gibi. Şimdilik bu oyun sınırlarımız dışında oynanıyor gibi. Ama sayın Demirel “Hadise bağımsız devlete dönüşürse, Türkiye, İran ve Suriye’den toprak talep ederler” diyerek endişesini belirtti. Ertesi günü Milliyet’te Necati Doğru’nun, Körfez Savaşı sırasında Güneri Cıvaoğlu’dan aktardığı şu satırları birlikte okuyalım: “Amerikalı yarbay ile dev Ortadoğu haritasının önündeyiz. Sağ elinin avuç içini Musul/Kerkük vilâyetini alan alanda gezdiriyor. Ve sakin bir sesle kelimeleri tane tane seçerek anlatıyor: İşte Kürt devleti burada kurulur. Savaş bitecek, Saddam çökmüş olacak, yörede devlet kalmayacak. Devlet otoritesinden yoksun boşluk doğacak. Kürtler bir devlet kurarak buradaki boşluğu dolduracaklar. Türkiye’den de toprak isterler… Irak’ın Kuzey’indeki Kürtlerin de yakında silahları olacak. Saddam’ın bıraktığı silahlar onlara kalıyor. Belki Türkiye’de sizinkilerden bile ileri silahları olacak.”
Güney Iraklı Türkler de Ecevit’e Kürdistanî Cephe tarafından bastırıldığını iddia ettikleri bir Kürdistan haritası vermişler. Haritada İskenderun, Gaziantep, Erzincan, Erzurum ve Kars’ın tamamı, yani bizim en zengin petrol, maden ve hayvansal ürün bölgelerimiz, Kürdistan sınırları içinde gösterilmiş (Hürriyet 09.10).
Bütün bunlara karşı hükümetin tepkisi bir bayram topu gürültüsünden öteye gitmiyor. Ve sayın Özal da federe Kürt devletini tehlikeli bulmadığını vurgulayıp duruyor!…
Sayın Özal’ın aktif politikaya dönme girişimleri, başkanlık sistemini yeniden gündeme getirmesi ve nihayet hükümetin işi iken bu Kürt sorununda bizzat faal rol oynamaya kalkışması, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay’ı ziyaret ederek ve üniversite rektörleri, basın ve öteki organlarla bu konuda görüş alışverişinde bulunması ve izlenimlerini MKG’ya götürmeye kalkışması bazı düşünceleri uyandırıyor: Acaba Amerika, 1965’te Johnson’la kolkola resimleri seçim propagandası olarak dağıtılan ve o zamanlar Morrison Süleyman diye anılan sayın Demirel’de bugün tam umduğunu bulamayıp Bush’un can-ciğer dostu (!) sayın Özal’ı tekrar sahneye çıkartma peşinde midir?…
Olaylar zincirleme birbirlerine bağlanıyor. Göreceğiz bunları gelecek günlerde, bakalım gelişmeler nasıl olacak?