Tarih Boyunca Türk – Alman İlişkileri

Aralık 11, 2017
Kültür Eserleri > Faşizm Alman Kimliği Türkiye İle İlişkiler - Cilt 1 > Tarih Boyunca Türk – Alman İlişkileri

Tarih Boyunca Türk – Alman İlişkileri

Biz, “yüzyıllar boyunca Alman gerçeği ve Türkler” adlı kitabımızda (1983), Alman “derin devlet” mensuplarının (bunları o kitapta “ocaklı” tesmiye etmiştik) cephe gerilerinde müttefikleri Türkler aleyhindeki faaliyetlerini ayrıntılarıyla yazmıştık. Bu kez bunları Kâzım Karabekir Paşa’nın kaleminden okuyacağız(206) .

 

… Açıkça söylemelidir ki, Büyük Harp’teki Almanlar, biz kendilerine hayatımızı verirken bile, büsbütün dürüst değillerdi; iki tarafın askerleri, muhtelif cephelerde müşterek düşmanlara karşı yan yana harbederken, birçok üniformalı ve üniformasız gayretkeşler, cephe gerilerinde, kâh Bağdat ve İran istikametlerine kâh Irak, Arabistan ve Suriye Arap aşiretleri alanlarına müteveccih ve Türk’ün itibar ve menfaatlerini kırıcı bir Alman istilâ ve hulûl siyaseti güdüyorlardı.

 

Toroslardan itibaren Suriye demiryollarının askerî işgal altına alınmalarının ve Halep ve Şam’da Alman casusla mücadele, askerî polis teşkilâtının hedef ve hareketleri bir an bile Türklerin gözünden kaçmamıştı. Bunlar, müttefiklerimize karşı itimatlarımızı selbediyor (olumsuz hale getiriyor)du. Fakat ortada bir harp ve bir vazife vardı.

 

Harbin sonlarında, Gümrü ve Erivan dolaylarından Azerbaycan istikametlerinde yürüyen 9. Türk ordusu kıtalarının önüne çıkan ve yolu bize kesen Alman kuvvetlerini harekete getiren ve yine 9. Orduyu mahzâ Azerbaycan ve Hazar denizi sahillerinden uzaklaştırmak için onu Cenup Batı İran içlerine sokup tevcihe çalışan Alman emellerini Türkler anlamamış değillerdi; fakat, arada bir ittifak ve önümüzde henüz düşman vardı.

 

O tarihe kadar olan en mühim hâdise Almanlarla çatışma oldu… Karşımızda bir Alman faaliyeti görerek hayrete düştük. Şöyle ki; 28 Mayıs Karakilise muharebesini kazandığımız bir sırada, ben Kışlak’ta bulunuyordum. Şose boyunca Karakilise’den bir kamyon geldi. İçinden, üniformalı ve başında heybetli helmi ile bir Alman zabiti çıktı. Almanvârî bir cakalı selâm vererek kendini takdim etti ve vazifesini bildirdi:

 

Karakilise, Falaşiram ve Sanahin istasyonlarının muhafazası ve bu civardaki anarşinin bastırılması için Tiflis Alman misyonu tarafından memur edildiğini ve emrinde Karakilise’de elli Alman neferinin bulunduğunu, beraberinde getirdiği Karakilise ileri gelenleri ile onbir Alman neferi olduğunu; bunların, kasabaya bir an önce Osmanlı kıtalarının girerek asayişi temin etmeleri ve civar İslâm köylerinin tecavüzlerden vikâye olunmalarını istirham ettiklerini ve Karakilise’de ahaliden bir miktar silâh topladığını ve yanında muhafaza ettiğini anlattı.

 

Elli Alman neferinin nereden geldiği sorusuna, bunların Rusya’daki Alman esirlerinden olup Bolşevik ihtilâli sayesinde Kafkasya’ya geldiklerini ve bu defa Almanya hükûmeti tarafından eski Tiflis konsolosu ve harp zamanında bizde lejyon taburu kumandanlığı yapan Graf von Schulenberg Tiflis’e memur edilmiş olduğunu söyledi. Bunlar lâzım gelen talimatı ondan almışlar.

 

Ermeni ordusuyla muharebe ettiğimiz sırada bir Alman zabitiyle elli neferinin Karakilise’de bulunuşu pek hoş bir şey değildi. Demek Ermeniler mağlup olunca Alman Helmi’nin himayesine girmek üzere bir pazarlık yapılmış! Doğruca Kars’a gönderilmelerini 11. Fırka kumandanına emrettim. Grup kumandanına bunu etrafıyla bildirdim. Şevki Paşa da hayretler içinde kaldığını bildirdi. Aradan iki gün geçti. 30 Mayıs’ta grup kumandanlığından gelen resmî tebliğde şu bildirildi: Ermeniler ve Gürcüler, Almanlara müracaatla Güney Kafkasya’nın Alman hükûmetinin himayesinde bir hükûmet olarak kalmasını istirham etmişlerdir.

 

2 Haziran’da cephelerimizde müsademe olmamıştı. Gümrü Güney kışlalarındaki gazinomuzda mütadın veçhile müzikle yemek yiyorduk. Gruptan “acele bir emir var!” dediler. Nöbetçi zabitini sofradan kaldırıp telefona gönderdim. Az sonra şu emri getirdi : “Süvari alayı (iki bölük) en kısa yoldan Penbek’teki Cellavus’a gidecek! Alay kumandanı Binbaşı Zihni Bey, tren veya otomobille serîan bu akşam veya yarın sabah Celavs’a varsın!” Sebebi bildirilmiyordu. Merak ettim. Grup erkân-ı harbiyesine sordurdum. Bu sebebi hayretle öğrendik : “Bir Alman taburu Tiflis – Karakilise demiryolunu işgal altına almış. Süvari alayı demiryolunu bu taburdan atacakmış. Karargâh-ı umumînin bu Alman taburundan haberi yokmuş. “Ne âlâ” dedim. Eğer Tiflis’deki Alman esirleri bu becerikliliği yapıyorlarsa, bravo onlara!

 

Fakat bir hafta evvel ahaliden Kafkasya’ya Almanlar geliyor diye işittiğimiz şaiyalar doğru çıktı da, karşımızda muntazam Alman kıtaları varsa, âferinin büyüğü bizim karargâh-ı umumîye! Süvari alayının trenle gitmesini uygun buldum ve bunu temin ettim. Haziran’da Zihni Bey ve bir bölük ve gece de diğer bölük trenle Gümrü’den geçtiler ve Karakilise’ye indiler. Buradan Celavus’a gidecekler, orada ikinci kolordunun iki bölüklü süvari alayıyla birleşerek Kazak – Gence demiryolunun Almanların elindeki kısımları da işgal edeceklerdir. Eğer Almanlar karşı koyarsa, harp esiri olarak silâhlarının alınması hakkında grup emri geldi. Almanların silâh vermeyeceklerini ve müsademe olacağını tabiî görüyordum. Bugün Ahilkelek 123. Alay tarafından işgal olundu. Cemil Cahit Bey’in emrindeki dokuzuncu alayın Gence’ye giderken Nuri Paşa’nın (Başkumandan vekili Enver Paşa’nın kardeşi olup paşalığı hudut dışı içindi)(Resim 40) emrine gireceği gruptan bildirildi. Sonradan öğrendik ki Almanlar von Kress (Resim 38) kumandasında 3 bin kişilik Bavyeralı bir kuvveti Sevastopol’da Poti’ye çıkarmışlar. Bunlar Bakû’yü işgal edeceklermiş. Fakat bizim ordumuz orayı daha önce işgal etmiş bulunduğundan Kuzey Kafkasya’ya kadar uzanmışlar(207) .

 

Vaktiyle Bismarck’ın şöyle söylediği rivayet olunuyor : “Ben, İstanbul postasını okumam”.

 

Fakat o zamanlar artık geçti. Almanlar artık Şark meseleleriyle hayrete değer bir surette uğraşmaktadırlar, Wilhelm hükümdar olur olmaz… Arz-ı Mukaddes’i (Kutsal Toprakları) ziyaret ettiğinden beri takibe başladığı politika, İslâm politikasıdır. Almanlar yayılmaktan ümit ettikleri yardımı göremeyince İslâm’dan istifade etmeyi düşündüler (Beynelmilel Mecmua-i İktisadiye’de 1912’de Alman muharrirleri bir gün evvel Türkiye’nin Almanların eline düşeceğinden ümitli olduklarını yazdılar).

 

Suriye ve el-Cezîre (Fırat ile Dicle arasındaki Irak toprağı) hakkında imrendirici makaleler yazıldı. “Küre-i arzın hiçbir kıtası buraları kadar müsait değilmiş, tabiî zorlukları olmadığından madenler için derinlere inmeden toprak üstünde işlemek pek kolaymış, buraları henüz büyük devletlerden hiçbiri tarafından benimsenmediğinden bu fırsat kaçırılmamalı imiş…”.

 

Almanlar hakikaten Suriye ve Filistin’de çok işlere başladılar, Yafa’da bir de hastane yaptılar. Türkiye’den bir sürü imtiyazlar kopardılar.

 

Alman diplomatları ve maliyecileri birlikte çalışarak Anadolu’da Alman siyasî ve iktisadî nüfuzunu kuvvetli bir surette kurmaya muvaffak olmuşlardır.

 

Yollar ve nakliyatı ellerinde tutanların bu yol vasıtasıyla o memleketin her işinde hâkim bir rol oynayacaklarına Almanlar kanî idiler.

 

Almanların Slav ırkı hakkındaki fikirleri de şu idi : “Slavlar, büyük bir medeniyeti temsile muktedir olmayan aşağı bir ırktır. Onlar, Alman medeniyetini kabul etmedikçe Slavların terakki etmelerine imkân yoktur”(208) .

 

Almanlar, Anadolu’da yaptıkları demiryolunun her iki tarafını bir müstemleke haline ifrağ edebileceği bir miktar arazi almaya teşebbüs etmesi muhtemel değil mi? Bunu yaptılar, Enver de taraftar oldu, fikrimi sorduğu zaman, felâket olacağını söyledim. Dedi : “Biz kendi kendimize adam olamayız, onlardan istifadeye mecburuz”. Dedim : “Bizi müstemleke halkı gibi kullanırlar!”. Bu fikrim benim erkân-ı harbiyeden ayrılmaklığıma, hattâ memleketten İran’a, Turan’a sefere kadar sebep oldu.(209) .

 

1878 Berlin antlaşmasının ardından Alman bilim ve siyaset kurumları, Alman ulusunun karşılaştığı tehlikeleri gördüler. Osmanlı devleti, çıkacak bir dünya harbinde düşman saflara geçerse, ya da belini doğrultamaz da düşmanlar tarafından işgal edilirse, Almanya demir çember içinde ölüme mahkûm duruma düşmüş oluyordu.

 

O halde, alınması gereken tedbirler şunlar olabilirdi: 1. Osmanlı ordusunu ıslâh etmek ve düzenlemek; 2. Osmanlı hükûmetini daha fazla İslâm birliği politikasına sürüklemek; 3. Bağdat demiryolunu yapmak; 4. Anadolu’ya Alman göçmenler yerleştirmek… Bunlar barış yoluyla Doğu’ya sokulma politikasının ana hatları demekti.

 

Bunu sağlamak için Alman basın yayını ve diğer etkili güçler faaliyete geçirildi. Bu maddelerin uygulanmasına geçildi. Meşrutiyet’in ilânından sonra da çalışmalar durmadı. 1912 Balkan harbi sonucunda Osmanlıların Meriç ötesine atılmaları Almanları büsbütün endişeye düşürdü. Korktukları çember hareketi tamamlanmış, Almanya çember içine alınmıştı.

 

Almanlar, şimdiye kadarki çalışmaların yeterli olmadığını ve yeni bir hız verilmesi gerektiğini düşündüler. Osmanlı ordusunun genelkurmayını bizzat ele alarak, köklü bir şekilde ıslâh ederek askerî nüfuzlarını artırırken, basın ve yayınlarıyla da, Türklere mal etmek istedikleri İslâm Birliği idealini ve hattâ Türklerin daha fazla rağbet ettikleri Turancılığı yeniden canlandırmak…

 

1912 ilkbaharında Rohrbach tarafından yayımlanan Dünyada Alman Düşüncesi adlı kitapta :”Toprak işgal etmek bizim hatırımızdan bile geçmemesi gereken şeylerdir. Bizim işimiz gücümüz Almanya’nın düşüncelerini yaymak olmalıdır…” diyerek savaşçılık yerine barışçı yollarla nüfuz etme politikasını tavsiye ediyor, yani vahşi milletleri medeniyete sokan, Çinlileri, Habeşlileri kazanarak dünyayı imar edenleri takdir ederek Almanların da Osmanlı topraklarına bu şekilde görmeleri sonucuna varıyor. Şu satırlar daha da dikkate değer:

 

Son sistem bir ordu, güçlük çekmeden İstanbul – Anadolu üzerinden Mısır’a ulaşabilir. İngiltere’nin korkuları ve ıstırapları da bu ihtimalden doğmaktadır. Bağdat demiryoluna karşı çıkardığı bin bir siyasî problem de bundandır. Arabistan ve Suriye’yi ele geçirip, Fırat, Dicle ve Nil arasında Mısır ile Hindistan’ı birbirlerine bağlayacak güvenli bir İngiliz bölgesi kurma düşüncesi de bu sebepten uyandı. Kap’tan Kahire’ye ve Kahire’den Kalküta’ya demiryolu yapmak bu plânın içindedir. Vilkoks İngiliz parası ve çabalarıyla bu kıtalara uygarlık gücü kazandırmak, Muhammedî olup da İngiliz uygarlığını kabul eden milletlerle oraları yönetme düşüncesindedirler. Bağdat demiryolu Boğaziçi’ni Bağdat’a bağlayan bir Türk – Alman hattıdır. Bu sayede büyük imparatorluğun en uzak yerleri İstanbul’a, kıyıyı merkeze bağlamış olacaktır.

 

1914’te bu demiryolu Halep’e ulaşıyor. Böylece Suriye’ye kadar olan yerleşimin bağlantısı sağlanmış oldu demektir. Bu bile Türklerin, ya da Türklerle güçlü bağları olan üçüncü bir ülkenin bunlarla beraber Mısır’a saldırmasını mümkün kılar. İngiltere bunu göz önünde bulunduruyor. Hiç şüphe yok ki Türklerin harap edildiğini ne Almanya, ne de Avusturya – Macaristan oturdukları yerden seyredemezler. Türklerin yeryüzünden kalkması, dünyanın dengesini İngiltere lehine şiddetle bozacaktır.

 

O kadar şiddetle ki, zaten çevirme politikasıyla rahatsız olan Avusturya ile Almanya’yı genişleme siyasetleri temelinden yıkılmış, berbat bir hale sokacaktır. Almanya’nın düşüncesi de, Kuzey’de İngiltere’nin denizden saldırısına maruz kaldığı gün Doğu’da Türkler vasıtasıyla İngilizlere zorluklar çıkarmaktır. Oldukça uygun olan bu plândan Almanya vazgeçemez. Bu onun hayatî bir meselesidir” deniyor(210) .

 

Ve Karabekir Paşa ekliyor: Almanya’nın hedefi, Osmanlı devletini tamamen kendine boyun eğmiş hale getirerek İtilâf devletlerinin Cihan Harbi’nde Almanya’yı çember içine almalarına fırsat vermemek, Turancılık, İslâm birliği gibi idealler peşinde koşturacağı Osmanlı Devleti vasıtasıyla İtilâf devletlerinin kendi sömürgelerinde daha fazla kuvvet bulundurmaya ve onları Osmanlı ordularıyla da uğraşmaya mecbur etmek.

 

Yine, (kendisinden Alman gerçeği kitabımızda geniş alıntılar yapmış olduğumuz Avusturya – Macaristan askerî heyeti başkanı korgeneral) Joseph Pomiankowski de, “Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü, 1914 – 1918, I. Dünya Savaşı”, (çev. Dr. Kemal Turan, İstanbul 1990) adlı eserinde şunları söylüyor : “Harpten önce Almanların Türkiye ve Yakın – Doğu’daki politikaları hakkında pek bilgim yoktu. Anladığım kadarıyla, Almanların bunu açıkça itiraf etmekten kaçınmalarına rağmen, Türk topraklarının tamamını hâmilik yahut siyasî anlaşmayla tedricen ele geçirmeye çalıştıklarına dair ayrıca Orta Asya’ya, muhtemelen Hindistan’a kadar uzanan plânları vardı” (211) .

 

Şimdi de, Hasan Amca’nın “Doğmayan Hürriyet, bir devrin içyüzü 1908 – 1918” adlı eserinden konuyla ilgili şu ifadeleri aktarıyoruz(212) .

 

“General Klein, Tacht (?) gazetesinde çıkan bir yazısında, K. von Winterstettle’nin ‘Orta Avrupa siyasetinde yeni hedefler: Berlin – Bağdat’ adlı kitabını söz konusu ederken diyor ki : … Ciddî bir Almanın gelecek için biricik ülküsü, bir büyük Alman – Avusturya – Türk İmparatorluğu olmalıdır…”.

 

“Bu büyük İmparatorluğun büyük limanları Hamburg ile İstanbul olacak ve bu Büyük Devlet’in nüfuzu Küçük Asya ve Mezopotamya’dan Bağdat’a varacaktır…”

 

“Elbe nehrinin ağzından Fırat ve Dicle’nin denize döküldüğü yere kadar uzanacak olan bu imparatorluğu kurmak, ancak milletlerin en büyüğü olanlara.. Yani Almanlara lâyıktır”

 

Rohrbach adlı bir başka yazar da, ‘Dünyada Alman Fikri’ (der deutsche Gedanke in der Welt) adlı kitabının bir yerinde:

 

“Bağdat hattı Boğaziçi’ni Bağdat’a bağlayan bir Türk – Alman hattıdır. Bu sayede büyük İmparatorluğun en uzak yerleri, İstanbul’a, deniz kıyısındaki bir merkeze bağlanmış olur”.

 

“Görülüyor ki, onlarca İstanbul ve Anadolu adetâ kendilerinindir. Gerçi bu bir fikir, fakat sadece bir yazarın veya düşünen bir adamın değil, Alman emperyalistlerinin müşterek davasıdır. Bu davanın fikir cephesini kurmak üzere meydana getirilmiş çeşitli kurumlardan biri de ‘Alman Anadolu Komitesi’dir. Bu komitenin sözcüsü Hugo Grote : ‘Anadolu’ya göç etmeye taraftarız. Ancak Rusya’daki Almanları kurtarmak ve bunları Anadolu’ya yerleştirmek lâzımdır’ “.

 

Mahmut Şevket Paşa’nın yakın dostlarından olması lâzım gelen İmhoff Paşa’nın (Resim 39) 1913 yılı Ekim ayında Berlin’de verdiği bir konferanstaki şu sözler dikkate değer :”Anadolu’da 60 – 70 milyon insan barındırılabilir. Hâlbuki bu gün orada ancak 15 milyon nüfus vardır. Arazinin ancak % 3’ünden faydalanılmaktadır. Bir milyon üç yüz yirmi bin kilometre kare toprak üzerinde onbeş milyon insan oturuyor. Hem sonra Türkler buraları ekip, imar etmeyi de bilmemektedir. Nüfuslarında da bu geniş memleketi dolduracak bir artış yoktur. O halde tam kolonizasyon yapılacak yerdir”.

 

O zamanki Türkiye’nin başında bulunan Mahmut Şevketlerin, Enverlerin, daha doğrusu “İttihatçıların” Türk Ordusu’nun başına “Paşa» ettikleri bu Almanlardan birinin bu sözleri Almanya’nın “Türk dostluğundan» ne anladığının apaçık bir ifadesidir.

 

David Tirgetsch adlı bir başka yazar da, “Almanya ve İslâmiyet» kitabında bunu teklif ediyor : “1910’da Karl Mermann, bu fikrin ekonomi bakımında çok büyük bir mâna ifade ettiğini söyledi,» der.

 

Alman siyasî yazarlarının çoğu artık maksatlarını “Türk dostluğu” , “İslâm koruyuculuğu” , “medeniyet taşıyıcılığı” filân gibi yaldızlı kılıflara bile bürümeye lüzum görmemektedirler. Arthur Diks Alman Emperyalizmi adını vermekten çekinmediği kitabında:

 

“İmparatorluğun selâmeti Güney Avrupa’ya el uzatmaktadır. Bu sayede Anadolu ve oradan Hind Denizi elde edilir. Orta Avrupa (Yani Almanya!), Güney Avrupa, Anadolu ve Mezopotamya birleşmelidir.”Diks, kitabının başka bir yerinde de diyor ki:

 

“Şu felâketli Balkan Harbi’nde Almanya ile Avusturya’nın takındıkları aptalca seyirci rolü Sırbistan’ı büyüttü. Romanya’yı bizden ayırdı; Asya yolunu kapadı. Etrafımıza demir bir çember koydu. Fakat biz istersek bu halkayı kırabiliriz. Çabuk hareket lâzımdır. Ekilecek yeni arazi elde etmek, yeni, büyük bir ekonomi siyaseti. Almanya ile Avusturya’nın kurtulması, Büyük Cermen Birliği; Güney yolunun açılması, Berlin – Bağdat Hükümetini kurmak. Bütün bunlar yeniden dünyaya gelmek demektir. Bu meseleler aksine hallolunursa, dünya çekiç, biz örs olacağız. Bunları lehimize halledemezsek bizim için her kapı kapandı demektir. İşimiz gübrecilik etmekten ibaret kalacak.”

 

Gelişen Alman kapitalizminin İngiltere’yle giriştiği hammadde ve pazar kapışmasında yani sömürgecilik yolundaki savaşın bu akıl hocaları kaleyi içinden fethetmek için “Pan – Türkizm” , “Pan – İslamizm» diye acaip ideolojiler de icat etmişlerdi. Memleketimizin fikir pazarını dolduran bu sakat ithâl mallarının altındaki “Made in Germany” damgasını bizim düşünürlerimizden, yazarlarımızdan çoğu bilerek veya bilmeyerek görmediler.

 

Bütün “Birinci Cihan Harbi» boyunca Türkiye’nin rakipsiz diktatörü olan Enver’in Almanya’nın emperyalist gayelerini gerçekleştirmekte bel bağladığı sadık dostu olduğunu yukarıda adı geçen Alman yazarının şu sözleri ortaya koymaktadır : “… bir aralık son bir ışık, bütün mesut ihtimalleri aydınlatacak sanıldı. Enver Bey harp sahnesine atılmıştı. Ama Berlin ve Viyana’dan umduğu mukabeleyi göremedi.”

 

Yalnız bu kötümser Almanın yüzü bu satırları yazdıktan kısa bir müddet sonra gülecekti. Enver Bey, tıpkı Mahmut Şevket Paşa’nın olduğu gibi, birden bütün kademeleri aşarak ve “Harbiye Nâzırı”, “Başkumandan Vekili”, “Enver Paşa” adını takınarak, Türkiye’yi gözü kapalı Almanya’nın dümen suyunda Cihan Harbi’ne atacaktır.

 

Almanlar, Anadolu’yu o kadar benimsemişlerdi ki, buradan, hiç sıkılmadan ve sıkıntı duymadan Almanya’nın bir vilâyeti imiş gibi bahsedebiliyordu. 1913 yılında “Alt Deutschen Blatter” adlı dergide şöyle bir yazı çıkmıştı:

 

“Rusya’daki 1,5 milyon Alman sefalet içindedir. Ruslar bunları kovuyorlar. Alman unsurlarının yabancı memleketleri kuvvetlendirmelerine tahammül edilebilir mi? Gerçekten bunları Anadolu’ya yerleştirmek elimizde değil mi?”

 

Eschpranger’de  “Babil: İlk çağın ve bugünün en zengin kolonisi” adlı kitabında:

 

“Henüz yükselmek isteyen bir memleketin eline geçmemiş bir ülke varsa o da, doğudaki bu memlekettir. Almanlar fırsatı kaçırmayıp kazaklardan önce oraları kolonize edecek olurlarsa dünyanın taksiminde en kârlı çıkan millet olmuş olurlar. Anadolu’da kendi milletlerinin her tabakasını iskân edebilirler, orada eli silâh tutan bir kaç yüz bin Alman oturacak olursa Kayzer’imiz Asya işlerine elini uzatabilir. Bu sayede bütün Asya’da sulh ve refah (!) baş gösterir. Tüccar da, sanatkâr da orada kendi yerini bulur; Kapitalist de sermayesini genişletecek saha bulur. Almanya’nın beş parasız çingenesi bile gözünü açar, işe yapışırsa mükemmel bir tacir olur.”

 

Almanlar böylece yazarı, askeri, profesörü, diplomatıyla Büyük Alman İmparatorluğu’nu gerçekleştirme ve Anadolu’yu sömürgeleştirme yolunda kitaplar, dergiler çıkararak, cemiyetler kurarak çalışırlarken bir taraftan da Türkiye’nin kaderine hükmeden İttihat ve Terakki iktidarı Alman generallerini paşa yaparak Türk ordularının başına geçirmekteydi.

 

Silâhını bir yabancı devletten alan, ordusunu bu yabancı devletin generallerine teslim eden, siyasetini bu yabancı devletin menfaatlerine âlet eden bir iktidarın bir memleketi ne hale getireceğinin en acı örneğini biz, Türkiye’nin Birinci Cihan Harbi’nin sonunda uğradığı büyük felâkette görüyoruz.

 

Atatürk, Büyük Nutuk’taki “Gençliğe Hitabı”nda:

 

“İktidara sahip olanlar gaflet, dalalet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini müstevilerin emelleriyle birleştirebilirler,” derken Türk milletini bunlara karşı uyanık olmaya çağırmıştır. Buna rağmen, uçurumun dibine yuvarladıkları memleketi bozgun günü yüzüstü bırakıp, Berlin’e sığınan bu türedi diktatörleri hâlâ bir “Millî Kahraman» gibi göstermeye özenenlere ve bunlara inananlara bu kitapta anlatmaya çalıştığımız gerçekler nasıl aldattıklarını ve nasıl aldandıklarını göstermeye yeter sanırım.

 

.

.     .

 

Aynı bağlamda devam ediyoruz.

 

Osmanlı ve Türkiye politikalarının Almanya bakımından çok büyük önem taşıdığını vurgulamak, öbür politikalardan daha da fazla bir ağırlıkta, yaşamsal nitelik taşıdığını söylemek, hiç de abartmak olmaz. Şöyle ki, Almanya’nın sıcak denizlere ve uluslararası enerji kaynaklarına ulaşabilmesi için aşması gereken güzergâhta, bugün olduğu gibi dün de, Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Türkiye Cumhuriyeti’nin askerî, siyasî, ticarî, iktisadî gücü yer alıyordu.

 

Unutmamak gerekir ki, daha sonra Almanya’nın birliğini tesis edecek olan Prusya Krallığı’na karşı tüm askerî ve siyasî faaliyetleri, adetâ bir orkestrayı yöneten şef gibi, İngiltere organize ediyordu. İngiltere’nin asıl hedefini Osmanlı İmparatorluğu teşkil ediyor, araç olarak özellikle Petersburg’u, dolaylı olarak da Viyana’yı kullanıyordu. İşte bu siyasî ve askerî tablo, Almanya ile Türkiye arasındaki “tarihî dostluk»un temel nedenini teşkil ediyordu.

 

Doğu Avrupa ve Balkanlar Almanya bakımından büyük önem taşıyordu. Nitekim, tarihî bakımdan reddedilmesi mümkün olmayan bir gerçek, XX. yy’ın başında Führer tarafından “yaşam alanı» (Lebensraum) nitelemesiyle “ulusal politika»ya dönüştürülecekti. Tuna – Ren ve Selânik, Viyana ticaret yollarının kesiştiği Balkan bölgesi, daha sonra “petrol yataklarına açılan kapı” niteliğini alacak ve taşıdığı önem bir kat daha artacaktı. İşte bu nedenle, daha XVIII. yy’ın sonunda Osmanlı İmparatorluğu’nun gösterdiği zaaf, adetâ Osmanlılardan çok Prusya’yı endişelendiriyordu. Çünkü Balkanlar’daki Osmanlı gücü zayıfladıkça, “Slavlık ve Ortodoksluk» bağları nedeniyle, otorite boşluğunu Rusya ve yandaşları doldurmaya başlıyordu. Dahası Berlin, İngiltere ve Rusya’nın nihaî amacının Osmanlıları Avrupa’dan çıkarmak olduğunu biliyor, bunun da Güney – Doğu’ya açılan tek kapının Almanya’ya kapatılması anlamına geldiğini idrâk ediyordu. Berlin’in Balkanlar’da tutunabileceği tek dalı Osmanlı İmparatorluğu idi. Bu nedenle İstanbul’u desteklemek, Berlin’in kendi kendisini desteklemesi anlamına geliyordu. Nitekim bu girişimin bir devamı olarak 1790 yılında İstanbul ile Berlin arasında ilk kez “ikili anlaşma» imzalanıyordu. Bu anlaşmaya göre her iki ülke, üçüncü devletlere karşı peşinen “ittifak» kuruyor ve taraflar aynı anda, birlikte savunmayı taahhüt ediyorlardı. Ne var ki Berlin, her zaman olduğu gibi bu dönemde de “dostluk gösterilerinin” arkasında, vazgeçilmez çıkarlarının bulunduğunu ortaya koyuyordu. Yapılan anlaşmaya göre, Osmanlıların savaşı sürdürdükleri sürece, Prusyalıların da silâh bırakmaması ve çarpışması gerekiyordu. Ancak Berlin, atılan imzanın arkasında durmuyor, “münferit anlaşma» yaparak silâh bırakıyordu. Bunun sonucunda da İstanbul zor durumda kalıyor ve Ruslarla masaya oturuyordu.

 

Osmanlı ordusunun içine düştüğü zaafiyetten kurtulabilmesi için bir ıslâhata gereksinim duyan Osmanlı yönetimi, önce Fransa’dan medet umuyor, fakat kısa bir süre sonra, hayranlık duyulan Prusya askerî disiplinine talip oluyordu. İngiltere nasıl ki Osmanlı Deniz Kuvvetleri’ni “reorganize» etmek bahanesiyle bu kanaldan devlete nüfuz etmek imkânını buluyorsa, Almanya da kara ordusunu ıslâh etmek gerekçesiyle Önasya’da yer edinmeye ve politikalarını uygulatmaya muvaffak oluyordu. Bu bağlamda sırasıyla Albay von Goetze (1789 – 1793), Tümgeneral von Knobelsdorffky (Muhlis Paşa), topçu teğmen Schwanzfeuer (Rami Paşa, 1838 – 1841 ve 1851 –1888) , İstihkâm teğmen Bluhm (1851 – 1887), Yüzbaşı Drigalski (1859 – 1885), topçu teğmen Strecker (1854 – 1890)  yılları arasında Osmanlı ordusunda hizmet ediyor ve çok önemli görevler üstleniyorlardı.

 

Osmanlı ordusunun yeniden yapılanması için çaba sarf eden bu Alman subayları, aynı zamanda, dolaylı olarak, Alman savaş endüstrisinin yeni pazarlar bulmasına da katkı yapıyorlardı. Nitekim Alman top ve tüfek fabrikalarında üretilen silâhlar bu dönemde Osmanlı ordusuna giriyor, Osmanlı subay ve erleri bir yandan Prusya modeli eğitim alırken, diğer yandan Alman silâhlarını da kullanmayı öğreniyorlardı.

 

Bu akım yüzyılın sonuna kadar sürecek; Colmar von der Goltz’un görev yaptığı 1882 – 1908 yılları arasında çok sayıda Alman subayı Osmanlı ordusunun üniformasını giyecekti. Bu subayların başında ise Albay Koehler (1882 – 1885), Yüzbaşı Kampfhoevener (1882 – 1890) , süvari yüzbaşı von Hobe (1882 – 1896), Topçu Yüzbaşı Ristow (1882 – 1890) geliyordu. Öte yandan Mareşal Colmar von der Goltz’un Osmanlı ordusundaki çalışmaları 1882’den başlıyor. Birinci Dünya Harbi’nin ortasına, yani 1916 yılına kadar devam ediyordu. Unutmamak gerekir ki von der Goltz da aynı zamanda başta Mauser olmak üzere çeşitli silâh firmalarının temsilciliğini yapıyordu.

 

Askerî alanda başlayan bu ilişkiler sadece askerî faaliyetlerle sınırlı kalmıyor, giderek her alana yayılıyor ve Osmanlı Devleti’nin ve toplumunun derinliklerine nüfuz ediyordu. XVIII. yy’ın ikinci yarısında başlayıp XX. yy’ın ilk çeyreğine kadar devam eden Alman etkisi toplumsal eğitim, dünya görüşü ve sosyal yaşamda da “mümeyyiz vasıf” haline geliyordu. Unutmamak gerekir ki Osmanlı toplumu değişik inanç ve etnik kökenlerden gelen insanların oluşturduğu “kosmopolit bir toplum” yapısı sergiliyordu. Bu nedenle Osmanlı toplumunun, özelliği itibariyle, daha bireyci, dolayısıyla daha liberal bir dünya görüşünü benimsemesi gerekiyordu.

 

Buna karşılık Alman İmparatorluğu ezici bir çoğunlukla ki aralarında önemli sayılabilecek oranda Slavlar ve Keltler başta olmak üzere diğer kavim mensupları da bulunuyordu, Cermen karakterine dayanıyordu.

 

Bir Kuzey avcı kavmi olan Cermenler, ileri derecede “ortak değerleri paylaşan” bireyden çok toplumun tercihlerine önem veren bir anlayışa sahipti. Zaten Alman milliyetçiliğinin kaynağını da bu yapı ve anlayış oluşturuyordu. Aradaki derin farklılığa karşın Osmanlı askerî yapısına nüfuz eden Alman subayları beraberlerinde toplumcu fikirleri de getirerek, verilen eğitimin felsefî mayasını oluşturuyordu. Osmanlı toplumsal tabanında, milliyetçilik anlayışının karakterinde yer alan toplumcu ve ulusçu fikirler hızla yayılıyor. Beraberinde kaçınılmaz olarak etnik zıtlaşmaları ve çatışmaları gündeme getiriyordu.

 

Bilindiği gibi Abdülaziz’in ünlü sadrazamlarından Mahmud Nedim Paşa, Rusların İstanbul sefiri Ignatiev ile olan yakınlığı vasıtasıyla Rusya ile dirsek temasında bulunuyordu. Bunun sonucunda Osmanlı İmparatorluğu, bu dönemde Rusya ile sıcak ilişkiler kuruyor, dostça bir siyaset izliyordu. Dahası bu yakınlık sonucu Sultan Abdülaziz, Osmanlı Devleti’nin Batı ülkelerine olan borçlarının ödenmesini sınırlandırıyor, böylece Paris ve Londra borsalarında sarsıntıya sebep oluyordu.

 

İstanbul ve Petersburg arasındaki dostluk, en çok Bismarck’ı rahatsız ediyordu. O da, Balkanlar’da ve Doğu Avrupa’da Rusya’nın önünü açıyor, Osmanlılar aleyhine kışkırtarak yayılmaya teşvik ediyordu. Böylece Başkent’i sırtından hançerlemeye çalışıyordu.

 

İstanbul’un şimdi de Rusya ile olumlu münasebet tesis etmesi Berlin’i iyice rahatsız ediyor ve Bismarck iki ülkenin arasını açmak amacıyla Rus yayılmacılığına göz yumuyordu. Bunun sonucunda tarihe “93 Harbi” olarak geçen 1877 – 1878 Osmanlı – Rus Harbi patlak veriyor, Rus ordusu Yeşilköy’e kadar iniyordu. Bu nedenle, tahta yeni oturan II. Abdülhamid Rusya’ya karşı Avrupa’da destek arıyordu. Doğal olarak bu destek öncelikle Bismarck’tan geliyordu. Nitekim onun devreye girmesiyle birlikte Londra da duruma müdahale ediyor ve Rus ordusu büyük ödünler verilerek durdurulabiliyordu. Ardından Berlin Konferansı toplanıyor; Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa kıtasındaki varlığı ve egemenliği ipotek altına alınıyordu.

 

Bununla birlikte Osmanlı – Rus Harbi’nin sonuçları Türkiye ile Almanya’nın ilişkilerini de yeni bir döneme sokuyordu. Bu yeni dönem bir bakıma artık klasikleşmiş olan “Türkiye – Almanya’ya dayanışması”nın bir kez daha yeniden kurulması anlamına geliyordu. Berlin’deki yeni yönetim Osmanlı Devleti’nin içine düştüğü durum sonucunda Almanya’ya, her alanda, daha fazla gereksinim duymasını iyice değerlendiriyordu. Bu süreçte Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki nüfuzunu pekiştirerek artırıyor ve tüm dikkatini de Osmanlı Ordusu üzerinde yoğunlaştırıyordu. Zira Almanlar, Osmanlı İmparatorluğuna nüfuz etmenin en etkin yolunun ordu üzerinde kontrol tesis etmek olduğunu çok iyi biliyorlardı.

 

Sultan II. Abdülhamid de zaten “93” bozgunu nedeniyle ağır darbeler yiyen ordunun yeniden düzenlenmesi ve hayatiyet kazanması için Berlin’e geniş ödünler veriyordu. Hezimetten sonra İstanbul’u tehdit eden Rus Ordusu’nun durdurulmasında Berlin’in öncülük etmiş olması, ne de olsa Sultan Abdülhamid’in Bismarck’a daha sıcak bakmasına yol açıyordu. Böylece Alman subaylarının oluşturduğu “askerî heyetler”in geliş gidişi sıklaşıyor, ordu yeniden Alman silâh ve cephanesiyle techiz ediliyordu. Buna paralel olarak Osmanlı subayları da Alman askerî eğitiminden geçiriliyor, çok sayıda subay Almanya’ya giderek oradaki askerî okullarda eğitiliyordu.

 

İki ordu arasındaki bu yakınlaşma, sadece askerî konularla sınırlı kalmıyor, sosyal ve siyasî konularda da etkileşim yaratıyordu. Almanya’da eğitilen Osmanlı subayları Alman savaş taktik ve tekniklerinin yanısıra, Almanların “devlet sosyalizasyonu”, kolektif yaşam, milliyetçilik” konularındaki düşünce ve felsefelerini de paylaşıyorlardı. Bu yakınlaşma, beraberinde “fikrî ve felsefî” faaliyetlerin yoğunlaşmasını ve etkinleşmesini de birlikte getiriyordu. Nihayet, Osmanlı subayları sadece askerlik mesleğinin esaslarıyla sınırlı kalmıyor, ülkenin siyasî yapısından, toplumsal sorunların temel nedenlerine kadar her konu ile ilgilenmeye, arayış içine girmeye ve çözümler üretmeye girişiyorlardı.

 

Bir başka ifadeyle, İngiltere “bireyci ve liberal” görüşlerin malî politikalar ve ticarî faaliyetlerle Osmanlı yaşamına sokmaya çalışırken Almanya, “toplumcu dünya görüşü”nü devletin en dinamik unsuru olan silâhlı kuvvetler üzerinden empoze ediyordu.

 

Abdülhamid’in baskıcı politikalarında son kez “yaşam mücadelesi” veren mutlakiyet rejimi, karşısında “Meşrutiyetçi” İttihat ve Terakki’yi buluyor. Ve bu örgüt, (bir süre), hem liberalleri, hem de merkeziyetçi toplumcuları birlikte barındırıyordu (1913 tek parti süreciyle birlikte).

 

Örneğin, Goltz Paşa’nın, adetâ Osmanlı İmparatorluğu’ndaki sağ kolu Mahmut Şevket Paşa’nın karargâhında görev yapan ve tam anlamıyla “Berlin hayranı” olan Enver Paşa ile kadrosu, İttihat ve Terakki’nin “askerî kanadı”nı oluşturuyordu. Buna karşılık liberal ekonominin, dolayısıyla liberal siyasî yapılanmanın savunucusu olan Cavid Bey ve arkadaşları da İttihat ve Terakki içinde “muhalif grup”u oluşturuyordu. Almanya, Osmanlı toplumuna kendi yaşam tarzının bir tezahürü olan sosyal ve siyasî dünya görüşünü empoze ederken elbette ki bu yayılmacı emellerini ön plânda tutuyordu. Zira XIX. yy sonunda, XX. yy’ın başında “düvel-i muazzama” adı verilen İngiltere, Rusya, Almanya ve Fransa arasındaki mücadele Ortadoğu ve Kafkasya bölgelerinde yoğunlaşıyordu. Bu iki bölge de Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içinde yer alıyordu.

 

Her iki bölgenin de ortak özelliği, “zengin petrol yataklarına” rastlanmasıydı. Buhar makinasının savaş araç ve gereçlerine monte edilmesi ve bu cihazların da akaryakıt gereksinimini artırması, “düvel-i muazzama” nezdinde bu bölgelerin önemini artırıyordu.

 

Kafkasya ve Ortadoğu petrollerine, hattâ diğerlerinden çok daha fazla gereksinim duyan Almanya, başta İngiltere olmak üzere hasımlarının girişimlerinden son derece olumsuz etkileniyordu. Zira Almanya, hasımları tarafından adetâ kuşatılmış bulunuyordu. XX. yy’a girerken tablo, Almanya bakımından “olmak veya olmamak” noktasında, yaşamsal bir nitelik taşıyordu.

 

Birinci Dünya Harbi sürecinde Almanya’nın hedefi, strateji ve davranışı, büyük farklılıklar gösteriyordu. Almanya öncelikle, harbin öncesinde ve başlangıcında Osmanlı İmparatorluğu’nu eşit durumdaki bir müttefik olarak görüyordu. Alman yönetimi, davranışlarını bu zemine göre ayarlıyordu. Böyle de olması gerekiyordu. Zira Almanya İmparatorluğu’nun geleceğinin petrol bölgelerine ulaşmakla eşdeğerli olduğunu bilen yöneticiler, bunu ancak Osmanlı İmparatorluğu ile eşit şartlarda işbirliği yaparak gerçekleştirebileceklerini idrâk ediyorlardı.

 

Ne var ki, savaş ilerledikçe, Berlin’in stratejisinde önemli değişiklikler meydana geliyordu.

 

En önemli değişikliği ise Osmanlı Ordusu’nun kaba bir biçimde Almanya’nın çıkarları doğrultusunda kullanılması, Osmanlı Devleti’nin ve toplumunun ise dikkate alınmaması oluşturuyordu. Berlin’deki kurmaylar, kendi cephelerindeki Rus baskısını azaltmak amacıyla Doğu’da sürekli yeni cepheler açıyor ve Osmanlı kuvvetlerini gereksiz yere hedef haline getiriyordu. Sarıkamış İhata Manevrası ve Meydan Muharebesi, Kanal seferi, Gazze muharebeleri gibi harekâtlar tamamen Almanya’nın çıkarları gerektirdiği için gerçekleştiriliyorlardı. Osmanlı erat ve subaylarının yaşamları bu kurmaylar için hiçbir şey ifade etmiyor, körü körüne Berlin’e bel bağlamış genç ve deneyimsiz Osmanlı Yönetiminin zaafları kullanılarak “dost ve müttefik bir ülkenin çocukları” yok pahasına ateş ve ölüme gönderiliyordu!

 

Berlin’deki kurmayların “çıkarcı davranış ve uygulamaları” bununla da bitmiyordu. Harp ilerledikçe ve cephelerde durum olumsuzlaştıkça Almanlardan yapılan askerî ve ekonomik yardım da giderek azalıyordu. Dahası, cephelerde görev yapan Alman subay ve danışmanları, siyasî bakımdan da ikiyüzlü bir davranış içine giriyorlardı. Adetâ, Osmanlı kuvvetlerini başarısız duruma düşürmek istercesine bir tutum izliyor, özellikle başkaldıran yerel kuvvetlerle dirsek teması kurarak, savaştan sonra ortaya çıkabilecek “yeni devletcikler”le şimdiden iyi ilişkiler kurmanın yollarını arıyorlardı.

 

  1. Dünya Harbi sürecinde de Türkiye bir kez daha “uluslararası” alanda kilit ülke durumunda bulunuyordu. Buna karşılık, Hitler “toplumcu ekonomi politikalarını” insan gücünün yanısıra, savaş sanayiine endeksleyerek dinamize ediyordu. Bu nedenle de Alman ekonomisi bir kez daha, tarihî ve stratejik bakımdan petrol yoksunluğunun sıkıntısını duyuyor ve yaşıyordu. Hitler, Doğu politikasını “Drang nach Osten” ve “Lebensraum” idealleri üzerine oturtuyordu. Bu ideallerin sınırları ise Avrupa’dan taşıyor, Ortadoğu ve Kafkasya’ya kadar uzanıyordu. Her iki güzergâhın üzerinde de Türkiye, aşılması zorunlu olan bir engel oluşturuyordu. Türkiye’nin “tarafsızlığı”, Alman ordularının önünde bir engel teşkil ederek İngiltere ile yandaşlarına avantaj sağlıyordu. Böylece petrol bölgeleri ile Almanya arasında bir “tampon” oluşturuyordu.

 

1980 yılında Türkiye’de gerçekleştirilen 12 Eylül askerî müdahalesi bahane edilerek çoğunluğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan gelen yurttaşlar, Almanya’nın gümrük kapılarına başvuruyorlardı. Bu yurttaşlar, kökenleri ve siyasî fikirleri nedeniyle Türkiye’de baskı gördüklerini ve kovuşturulduklarını söylüyor, sığınma talebinde bulunuyorlardı. Yasal yollardan ülkelerine gelen Türklere gümrük kapılarında ağır işlemler yaparak onları adetâ istiskal eden görevliler, sığınma talebinde bulunanları büyük bir hoşgörü ve yardımseverlikle karşılıyorlardı. Bu yolla ülkeye sokulan “kaçak işçilerin” durumu adetâ yasallaştırılmış oluyor, pahalı işgücünün yerine, çok daha ucuz ve niteliksiz işgücü olarak istihdam ediliyorlardı. Bu, sorunun sadece ekonomik boyutunu yansıtıyordu. Konunun bir de siyasî boyutu bulunuyordu.

 

Alman yönetimi bir yandan “kaçak ve turist işçi istemediğini” iddia ederken, öbür yandan da Doğu ve Güneydoğu kökenli yurttaşların “sığınma talebinde bulunmalarını”, adetâ teşvik ediyordu. Sığınma talebinde bulunanlar genellikle aynı gerekçeyi gösteriyorlardı. Bunlar “Kürt asıllı olduklarını, Türkiye’de kökenleri nedeniyle baskı gördüklerini, ekonomik, siyasî ve kültürel alanda özgürlüklerinin bulunmadığını, işkenceye uğradıklarını tekrarlıyorlardı. Bu ve benzeri suçlamalar akıl almaz boyutlara ulaşıyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin ağır bir dille itham edildiği dilekçeler Alman makamlarına teslim ediliyordu.

 

Dahası, zaman içinde bu uygulama yoğun ve ürkütücü biçimde teşvik ediliyordu… Örneğin, Alman makamları sadece bu iş için gümrük kapılarında hukuk müşavirleri istihdam ediyor, bu müşavirler de Türkiye’yi hangi iddialarla suçlarlarsa taleplerinin daha kolay kabul edilebileceği konusunda sığınmacılara yol gösteriyorlardı. Böylece, 1970’lerin sonu ve 1980’lerin başında Avrupa’da Türkiye aleyhine bir “Kürt sorunu”nun yasal zemini hazırlanıyor, ilerde baş gösterecek kanlı eylemlerin siyasî ve ekonomik dayanağı sinsice tesis ediliyordu. İşin ilginç yanı ise Alman makamlarının benzer bir uygulamayı henüz bağımsız ve birlik içinde bulunan Yugoslavya’dan gelen Sloven ve Hırvatlara da uygulamaları da ülkelerindeki sisteme karşı organize etmeleriydi. Nitekim Sloven ve Hırvat kökenli Yugoslavlar, Almanya’dan yoğun bir ekonomik destek görüyor, bu ülkede “ulusal hedefler doğrultusunda” örgütlendiriliyor, tıpkı Türkiye’den gidenler gibi “etnik bilinçlenme ve örgütlenme” konusunda Almanya tarafından teşvik ediliyorlardı.

 

Bütün bu uygulamalar Almanya’nın iki temel politikasından kaynaklanıyordu. Bu politikalardan birincisini, iki Almanya’nın birleştirilmesi hedefi oluşturuyordu. İkincisini ise Ortadoğu petrol bölgelerine ulaşmak ve bu bölgede etkili olmak amacı teşkil ediyordu (213) . 1970’lerin sonunda Federal Almanya’yı Sosyal Demokratlar ve Liberallerin (SPD- FDP) gerçekleştirdiği koalisyon hükûmeti yönetiyordu. Bu “Sosyal – Liberal koalisyon” ne de olsa Moskova’ya daha sempatik görünüyordu. Unutmamak gerekir ki, işgal kuvvetleri ne denli belirleyici olurlarsa olsunlar, SPD Genel Başkanı Willy Brandt, savaş ortamında denenmiş kararlı bir solcuydu. Brandt, Nazi Almanya’sından kaçarak faşist yönetime karşı mücadele eden arkadaşlarından sağlam bir kadro oluşturmuştu. Üstelik yine savaş yıllarında Washington ile Moskova arasında ne denli yakın ilişki ve dayanışma varsa, bunun bir benzeri Sosyal Demokratlarla ABD yönetimi arasında da mevcuttu. Kısacası ABD, Brandt’a güveniyor, Moskova ise onu “siyasî bir partner” olarak görüyordu.

 

İyi de, Sosyal – Liberal koalisyon, ne denli “özgürlükçü” bir görünüm sergilerse sergilesin, ülkedeki “yabancı işçiler”e, ki bu sözcük Türkleri amaçlıyordu, o denli olumsuz davranıyor ki, “kısıtlayıcı karar” alıyordu. Taşınma yasağından, ailelerin Almanya’da birleştirilmesini engellenmesine… Eş ve çocukların Almanya’ya getirilmesinin sınırlanmasından, ülkedeki çocuklar için ödenen paraların kesilmesine kadar birbirini izleyen olumsuz kararlar, Türkleri bunalttıkça bunaltıyordu. Her ne kadar “Yabancıların Alman toplumuna uyum sağlamaları” ilkesi ve programı, bu koalisyon döneminde ortaya atılıyorsa da… . Sonuç olarak “yabancı düşmanlığı” da bu koalisyon döneminde ortaya çıkıyor, örgütlü bir tehlike haline geliyordu. Keza, aşırı milliyetçi Neo – Nazi hareket, yine bu iktidar döneminde eyleme geçiyor ve hedef olarak Türkleri seçiyordu.

 

1970 – 1980’li yıllarda Alman sanayii bir kez daha şaha kalkıyor ve buna paralel olarak “rekor düzeyde” akaryakıta gereksinim duyuyordu. Böylece Almanya bir kez daha “çok pahalı” Ortadoğu petrolüne göbeğinden bağlı hale geliyordu. Bir başka ifadeyle, Kuzey Irak’taki petrol, “ateşli kestaneleri” anımsatıyordu. Bu kez, “ateşli kestaneler maşa kullanarak” toplanamaz mıydı? … Üstelik 1980’li yıllarda dünya konjonktürü bu iş için son derece elverişli bir nitelik taşıyordu. Ön Asya’da, çok uluslu bir satranç oynanır oluyordu.

 

1980’li yılların başlamasıyla birlikte, uluslararası alanda da büyük bir değişim ve küresel oluşumlar yaşanmaya başlanıyordu. Nitekim tamamıyla “liberal ilkeler” doğrultusunda cereyan eden bu gelişmelerin başlangıç noktasını da Almanya oluşturuyordu. Zira Almanya, Avrupa’nın beynini ve yüreğini teşkil ediyordu.

 

Önce Sosyal – Liberal hükûmet bozuldu. Koalisyonun Liberal kanadı hükûmetten çekilince ülke erken seçime gidiyor ve ABD’ye  SPD’den daha yakın olan Hıristiyan Demokrat Birlik (CDU) partileri seçimi kazanıyordu. Doğal olarak Anglo – Amerikan dünya görüşünün temsilcileri durumundaki Liberaller, gereken desteği veriyor ve 15 yıllık bir süreç için Kohl’un başbakanlığı tescil ediliyordu.

 

Soğuk Savaş sona ermiş, Berlin Duvarı yıkılmış, iki Almaya birleşmişti. Böylesine “büyük bir idealin gerçekleşmesi”, başka ideallerin gerçekleştirilmesi yönünde cesaret veriyor ve Kohl yönetimi gündemine “petrol sorununun çözülmesi” maddesini alıyordu. Yani Bonn, dikkatini Türkiye’nin Güneydoğu’suna ve Kuzey Irak’a çeviriyordu. Gerçi ilk bakışta Bonn’un bölgeye yönelik politikası tamamen Almanya’nın çıkarlarına dayanıyormuş gibi görünüyordu ama… Hiç kuşkusuz, güdümlü Alman iktidarının arkasında ABD’nin destek ve teşviki bulunuyordu. Dolayısıyla Bonn’un Güneydoğu ve Ortadoğu politikalarının bir tarafında Washington (ve Londra)’da hazırlanan senaryolar yer alıyordu. Hedef tahtası ise Türkiye bulunuyordu. Şimdi zamanı biraz geriye alıp “Anglo – Sakson” ve “Anglo – Amerikan” dünya görüşünün, bölgeye yönelik senaryolarına bir göz atmakta yarar var…

 

Anglo – Sakson dünya görüşü, Osmanlı İmparatorluğu’na “adem-i merkeziyet, teşebbüs-ü şahsî” slogan – ilkesiyle yansıyordu. Bu ilkenin siyasî vizyonunu ise, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde bir “Avrasya Konfederasyonu”nun tesis edilmesi amacı oluşturuyordu.

 

Kısacası, Balkanlar, Kafkasya, Önasya ve Ortadoğu’da ortak paydasını “ılımlı İslân”ın oluşturacağı federasyonlar yapılanacak… Bu federasyonlar da, “siyasî bakımdan” iğdiş edilmiş bir halifenin önderliği ve denetiminde “konfedere” edilecekti. Böylece bir “yeniden yapılanma” yönünde Tanzimat, iyi bir başlangıç teşkil etmiş… İngiltere bu yapılanmayı hararetle desteklemişti. Ne var ki Osmanlı “Sultan – Halife”leri, siyasî iradelerinden fedakârlık etmemiş, böyle bir “federasyonlaşma” ve “konfederasyon” tesis edilememişti.

 

Bu açıdan bakıldığında, Birinci Dünya Harbi’nin sonunda oluşan Sèvres haritası, “Önasya Konfederasyonu”nun tesis edilme girişiminden başka bir şey değildi. Balkanlarda, Kafkasya ve Ortadoğu’da çizilen yeni haritalar ise geçici bir görünüm yansıtıyordu. Bu geçici formüllere Rusya’nın Marksistleşmesi ve bu bölgeleri tehdit etmesi yol açmıştı. Kısacası, Soğuk Savaş’ın olağanüstü koşulları söz konusuydu.

 

Fakat, 1980’li yıllarda SSCB dağılıp da XX. yy’ın başındaki duruma düşünce… Nasıl ki Bonn’un Bağdat iştahı” kabarmışsa… Anglo – Sakson siyasetlerin mirasçısı durumundaki Anglo – Amerikan egemenler de “Avrasya Konfederasyonu” projesini raftan indirmiş bulunuyordu. Her iki odağın amacı da Anadolu üzerinde kesişiyordu. Zira Kurtuluş Savaşı ile kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Misak-ı Millî hudutları içinde, halk ve toprak varlığıyla bir bütün oluşturuyordu. Bu bütünün koruyuculuğunu ise sayısı 700 bine varan dev bir ordu yapıyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin tasfiye olması, Anglo – Amerikan dünya görüşünün hedeflediği Avrasya Konfederasyonu’nun oluşmasına en önemli katkıyı yapacak… Almanya ise, bu Konfederasyon’da yer alacak olan “muhayyel” (hayalî) Kürt Eyaleti (veya devleti) üzerinden, nice on yıllardır düşlenen petrol yataklarına ulaşacaktı!

 

İşte, Soğuk Savaş bitince, bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti hedef tahtasına konulmuş, kenarından köşesinden adetâ kemirilmeye başlanmıştı. Hele buna Kuveyt’in işgal edilmesi sonucu uluslararası platformda lânetlenen Irak’ın tasfiye edilmesi ve üç parçaya bölünmesi operasyonu da eklenince, tüm gözler Kuzey Irak’a ve Türkiye’nin Güney-doğusuna dönmüş bulunuyordu. Dahası, Almanya Balkanlar’da da emeline ulaşıyor, Doğu’ya doğru önemli bir adım atıyordu. Şöyle ki : Bilindiği gibi Tito’nun ölümüyle Yugoslavya’yı bir arada tutan bağlar 1979 yılından itibaren gevşemeye başlıyordu. Bu ihtimali göz önünde tutan Almanya, yıllar öncesi Hırvatları ve Slovenleri örgütleyerek gerekli hazırlıkları yapmış bulunuyordu. Nitekim SSCB tehlikesi ortadan kalkınca önce Yugoslavya çözülmeye başlıyor ve eyaletler bağımsızlıklarını ilân ediyorlardı. Ne var ki bu aşamada Yugoslavya’nın dağılmasını hiçbir Avrupa devleti benimsemiyor ve bağımsızlığını ilân eden eyaletleri resmen tanımıyordu.

 

Ancak Almanya, kendi güdümünde bir Hırvatistan ve Slovenya’nın Akdeniz’e açılması anlamını taşıyacağı için acele ile Hırvatistan’ı tanıyor, bu girişimiyle de Avrupa’nın kana bulanmasına yol açıyordu. Zira tanıma kararının arkasından Sırplar, önce Hırvatlarla savaşa tutuşuyor, Almanya tarafından teçhiz edildiği anlaşılan Hırvatlara dişini geçiremeyince de uluslararası desteğe sahip bulunmayan Bosna Hersek’te katliama girişiyordu. Fakat Hırvatistan ve Slovenya’nın bağımsızlığını sağlayan Bonn, bundan sonra cereyan eden her şeye sadece seyirci kalıyor, Avrupa Birliği’nin hemen yanı başında yaşanan vahşeti adetâ sessiz kalarak destekliyordu. Nihayet, Bosna Hersek’te öldürülen Müslümanlardı…

 

Hırvatistan ve Slovenya’nın bağımsızlığı aynı zamanda Almanya’nın Akdeniz’e açılması anlamına geliyordu. Katolik Slovenlerle Hırvatlar kendilerini asırlarca Almanya’nın ve Avusturya’nın bir uzantısı olarak kabul etmişlerdi. Kaldı ki XXI. yy’a girerken de bu dünyada bir değişiklik olmamış, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte bölgesel siyaset, adetâ aslına rücû etmişti.

 

Bir yandan Berlin Duvarı’nın yıkılması ve iki Almanya’nın birleşmesi, öbür yandan Slovenya ve Hırvatistan üzerinden Akdeniz limanlarına ulaşması, Bonn’u iyice cesaretlendiriyor ve Alman yönetimi Türkiye’nin dostluğu yerine çıkarını, Türkiye’nin bölünmesinde görüyordu. Bu aşamada, nasıl ki Hırvatistan’ın bağımsızlığını kazanmasında Almanya’da örgütlenen Hırvatlar kullanıldıysa, Türkiye politikasında da yine, Almanya’da örgütlenen Doğu ve Güneydoğu Anadolulu sığınmacılar kullanılıyordu. Böylece, “sığınma yasası”ndaki boşluklardan yararlanılarak hazırlanan “mülteci – terörist” tezgâhı işlemeye başlıyordu.

 

Kürt kökenli oldukları için Türkiye’de takibata uğradıklarını ve baskı gördüklerini ileri süren “mülteci adayları” Almanya’ya girdikten sonra derhal, ayrılıkçı siyasetleri kotarmak amacıyla kurulmuş bulunan “ayrılıkçı Kürt Örgütleri”ne başvuruyorlardı. Böylece mülteci adayı örgüte üye oluyor ve hemen, almış olduğu sosyal yardımdan bir kısmını bu örgüte aidat olarak ödemeye başlıyordu. Böylece terör örgütü ile Almanya arasında köprü kuruluyordu.

 

İşte 1984’ten itibaren Güneydoğu’da kanlı eylemlere girişen PKK, bölgedeki bazı ülkelerin yanısıra Almanya’dan da bu kanaldan yardım ve destek alıyordu. Alman yönetimi, ülkedeki örgütlerin ve mülteci adaylarının terörle bağlantısını ince detayına kadar biliyor, Alman haber alma örgütleri sadece ülke içinde değil, tüm güzergâhlarda ve hattâ Türkiye’de bile bu ilişkileri adım adım izleyerek siyasî otoriteye rapor ediyordu. Ne var ki, iktidardaki “Hıristiyan – Liberal koalisyon” müdahale etmiyor, adetâ suskun kalarak destek veriyordu.

 

Dahası, Kuzey Irak ve Güneydoğu Anadolu’da bir “Kürt devleti” oluşturma iddiasıyla kan döküp terör estiren PKK, en büyük siyasî desteği Alman yönetiminden görüyordu. Nitekim 1980’li yılların sonunda zamanın Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı olan Liberal Parti Genel Başkanı Hans Dietrich Genscher’in (Resim 41) girişimiyle koalisyon hükûmeti Türkiye’ye silâh ve mühimmat ambargosu koyuyordu. Ambargoya gerekçe olarak da, Türkiye’ye NATO çevresinde yapılan silâh ve teçhizat yardım ve bağışlarının Güneydoğu’da teröre karşı kullanılması iddiası gösteriliyordu.

 

Bu aşamada Alman yönetimi ilginç bir siyasî ikilem sergiliyordu. İkilemin bir ayağında Almanya’nın çıkarları bulunuyordu. Öbür ayağında ise ABD’nin çıkarları yer alıyordu. İlk bakışta, Anglo – Amerikan politikalarının Almanya’daki uygulayıcısı konusunda bulunan, daha da açıkçası Anglo – Amerikan liberal dünya görüşünün savunuculuğunu ve uygulamacılığını yapan FDP’nin Türkiye politikası “ulusal çıkar” gereği imiş gibi bir izlenim yansıtıyordu. Zira Bonn, bu politikalarıyla, kimi zaman doğrudan, dolaylı olarak da Anadolu’nun parçalanması ve kendi güdümünde bir Kürt devleti kurulması yönünde faaliyet gösteriyordu. Bonn, bu hayalin gerçekleşmesi halinde Kuzey Irak petrolleri üzerinde, terör yöntemleri kullanılarak, egemenlik tesis edebileceğini hesaplıyordu. Hıristiyan – Liberal Koalisyon’un izlediği politika, böylesine “ulusal çıkar” manzarasını sergiliyordu.

 

Ne var ki, bu politikanın bir de “gizli yönü” bulunuyordu. Anglo – Amerikan liberalizminin uygulayıcısı durumundaki Genscher ve arkadaşlarının peşine takılan Kohl hükûmeti, bazı yöntemlerle PKK’ya sağladığı destek sonucunda Ankara’yı karşısına alıyordu. Bonn, Ankara’nın güvenini iyiden iyiye kaybediyor ve iki ülke arasında adetâ görünmeyen duvarlar örülüyordu.

 

 

 

 

 

 Bilindiği gibi Almanya, AB’nin âdeta “kaptanlığını” yapıyordu. Unutmamak gerekir ki 1980’lerin başında Türkiye’ye karşı vizeyi önce Bonn koymuş, sonra öbür Avrupa ülkeleri onu izlemiş veya izlemek zorunda bırakılmıştı. Bu nedenle Almanya’nın PKK’ya vermiş olduğu destek, Avrupa Birliği’nin bu konudaki politikalarını yönlendirmesi bakımından büyük önem taşıyordu. Nitekim PKK, bu dönemde Almanya’dan başka diğer Avrupa ülkelerinin de en üst düzeyde desteğini görüyor, neredeyse legal ve demokratik bir örgüt hüviyeti kazandırılmaya çalışıyordu.

 

İlk bakışta ABD, Türkiye’nin AB içinde yer almasını istermiş gibi görünüyor. Verilen demeçler ve Almanya’ya yapılan telkinler bunu tayin ediyordu. Ne var ki böyle bir oluşum, Balkanlar, Kafkasya, Ortadoğu bölgelerinde etkinlik arayan Washington’u “Türkiyesiz” bırakıyor ve “coğrafyada siyasî bir kopukluk” meydana getiriyordu. Dahası, acaba ABD, AB’nin, dolayısıyla Almanya’nın Türkiye’yi içine alarak petrol bölgelerine komşu olmasını nasıl karşılıyordu? Kaldı ki küresel bazda oluşturulmak istenen Yeni Dünya Düzeni’nin dayanaklarını teşkil eden “NAFTA (North America Freee Trade Association – Kuzey Amerika Serbest Ticaret Teşkilâtı) – AB – Asya Birliği” gibi dev bütünleşmelerin arasında yer alması istenen “Avrupa Konfederasyonu’nun da bölünmesine neden olmayacak mıydı? ABD’nin buna izin vermesi mümkün olabilir miydi? Türkiye eğer AB’ne tam üye olursa Avrasya Konfederasyonu’nun kaptanlığını kim yapacaktı? Avrasya’nın lideri de Almanya olmayacak mıydı? (214) .

 

Gerek buraya kadar anlattıklarımızın, gerekse yine aynı bağlamda olmak üzere derc edeceklerimizin, günümüzde yaşanan Türk – Alman ilişkilerindeki oluşumları yeterince izah ettiklerine inanıyoruz. Devam ediyoruz bu yönde.

 

.

.     .

 

Başbakanlığı sırasında Mesut Yılmaz, Financial Times’de yer alan ve Almanya’yı ayağa kaldıran “Lebensraum” (“Yaşam alanı”)lı açıklamalarından sonra, Alman haber ajansı DPA’ya bir demeç vererek “Alman hükûmeti, Türkiye’nin Avrupa Birliği’nden dışlanmasının mimarıdır. AB’nin Türkiye’siz bir Hıristiyan medeniyeti projesi olduğu Başbakan Kohl tarafından dile getirilmiştir. Bonn, Türkiye’ye karşı ikiyüzlü bir politika izlemektedir. Almanya, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerini kendi etki alanının içinde görme alışkanlığından vazgeçmiyor” demişti. Üstelik “Türkiye’nin yeri Asya’dadır” diyen Kohl’ün, Avrupa Hıristiyan Demokrat Partiler toplantısında, “Türkiye’nin Avrupa’da yeri yoktur. Çünkü Avrupa’nın Hıristiyan kültürel ve insanî değerlerine sahip değildir” ifadesi de hâlâ sıcaktı (Şükrü Elekdağ, Milliyet 16.03.1998. Zikreden Erhan Yarar).

 

27 Eylül 1998 Alman genel seçimlerine az kala Deniz Baykal’ın, Almanya’da oy hakkı olan Türklere, Sosyal Demokrat Parti’yi (SPD) desteklemeleri için çağrı yapması ve Yılmaz’ın da, Lüksemburg’ta Türkiye’ye yapılan haksızlığı düşünerek oy kullanmalarını tavsiye etmesi, Kohl hükûmetini çileden çıkarmıştı. Türkiye ile Almanya arasında son yıllarda gerçekleşmiş en büyük siyasî gerginlik yukarıdaki açıklamalarla başlamıştı.

 

Soru işaretlerinin başlangıcı biraz daha geriye gittiğinde, sosyolojik sıkıntıları ve yangınları da bulmaktayız. Esasen iki Almanya’nın 1990 yılında birleşmesi ile sosyal ve ekonomik sıkıntılarının artmış oluşu, hem Alman jeopolitiğine yansımış, hem de saklı gerçekleri, yani ırkçılığı hortlatmıştır. Birleşmeden sonra Türklerin, Almanya’daki güvenliğinde önemli sorunlar başlamıştır. 1989’da Der Spiegel dergisinin kapak manşeti ve ırkçı saldırıların slogan haline gelen “gemi artık doldu” sözü sonlarında, 1990’lı yıllarda Solingen, Mölln, Hoyerswerda ve daha birçok yerde Türklere karşı aşırı sağcı ve ırkçı Almanlar tarafından saldırılar düzenlenmiş, evler içindeki insanlarla beraber yakılmıştır. 1999 yılına kadar irili ufaklı 25.000 ırkçı saldırı gerçekleşmiştir.

 

Konu çifte vatandaşlık sürecine girince, Alman liderlerden gelen tatsız mesajlar arasında en çarpıcı olanı yine Kohl’a aittir. Helmut Kohl’un, Magdeburg Genç Muhafazakârlar Birliği toplantısında sarf ettiği “zaten Almanya’da iki milyon Türk var, eğer bunlara bir de Alman vatandaşlığı tanırsak, sayıları altı milyona çıkacak, Almanya farklı bir kültüre mensup bu kadar çok Türkü hazmedemez” sözü ve 4 Mart 1997’de Brüksel’de toplanan Hıristiyan Demokrat Halk Partileri zirvesinden çıkan Martens ve Kohl damgalı “Türkler Asyalı ve medeniyet farkımız var” açıklaması, iki ülke arasındaki gerginlik “Lebensraum” sözünde özetlenmiş gözükmektedir.

 

Genel kanının tersine, Alman yayılmacılığının tarihî kökenleri Alman Birliği’ni gerçekleştirmiş Kaiser I. Wilhelm ve Bismarck dönemine uzanmaz. Çünkü bu her iki devlet adamı da bu birliği 1871 yılında hayata geçirdikten sonra itidalli statüko siyasetleri uygulamış ve yayılmacılıktan kaçınmışlardı. Von Treitsche’nin ilk teorisini yaptığı “İlâhî Savaş” ideolojisi XIX. asır sonunda Amiral von Müller tarafından güncelleştirilmiş ve “Weltmacht” (dünya gücü) sözcüğü Prusya militarizminin bayrağına dönüşmüştür. Rusya’ya genişlemeyi hedefleyen “Ostpolitik”, Doğu siyaseti ise aynı “Weltmacht” fikri içinde coğrafî bir unsur oluşturmuştur. Bu manâda her ikisi de, ırkçılık esprisinin geri plânda olduğu, XIX. yy emperyalizmlerinin Alman türevidir. “Lebensraum” kavramı, AEG, Thyssen, Krupp, Siemens, Hoechst gibi Türk kamuoyuna hiç de yabancı olmayan tröstlerin desteği ile iktidara gelmiş olan Adolf Hitler’in “Kavgam” kitabında, özünde Arî ırk olan bir dış siyaset motoruna dönüşmüştür.

 

Drang mach Osten, Alman jeopolitikasının temel kavramlarından olarak tarihteki yerini almıştır. 1888’de Kaiser, Berlin – Bağdat Demiryolu Projesi için, Osmanlı Sultanı II. Abdülhamid ile yakın ilişki kurar. Demiryolu güzergâhı Alman kurmaylarını sadece enerji kaynaklarına taşımayacak, ayrıca Alman koloni alanlarını da genişletecekti. 1896’da Pan – Cermen Birliği “Türk mirasında Alman talepleri” adlı bir bildiri yayınlar ve Mezopotamya’yı Almanya’nın Hindistanı (215) ilân eder. Bu tarihlerden başlayarak Almanya’nın Filistin bölgesine Yahudi yerleşimini ve Protestan misyonerlerin gidişini teşvik etmiş olması da önemlidir.

 

“Gerçek bir Türk dostu” (!) olarak anılan von der Goltz Paşa’nın sözleri daha ilginçtir. Ona göre Türkler, İstanbul’u terk edip Anadolu ve Mezopotamya’ya çekilmeli ve Almanya’nın önderliğinde bu bölgeler ıslâh edilmelidir. Bu düşüncenin ardında da Alman sanayii için gereken kaynakların da bu topraklarda bulunduğu kanısı egemendir. Bugün bu konuya, bağımsız ama zayıf bir Kürt Devleti’nin varlığına bağlamak pekâlâ mümkün olabilir. 1898’de II. Wilhelm, İslâm dünyası ile yakınlaşmak için Şam’a gelir ve Osmanlı üniformasıyla resimler çektirir. İstanbul’a gelir ve kendisini 300 milyon Müslümanın hâmisi olarak takdim eder. Çökme sinyalleri veren Osmanlının paylaşımındaki İngiltere, Fransa ve Rusya rekabetine artık Almanya da dâhildir. 1918’de Brest Litovsk Andlaşması ile Rusya I. Dünya Harbi ‘nden çekildiğinde, Bakû gibi petrol ağırlıklı topraklara Osmanlı ordularının girmesini engelleyen gücün Almanya olduğunu da anımsamalıyız.

 

  1. Abdülhamid’in Panislâmist politikasını ve I. Dünya Harbi sırasında İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin genel politikasını destekleyerek kendi jeopolitiğinde fayda alanları yaratmaya çalışan Almanya’nın, bugün de İslâm Dünyası ile olan ilişkilere dikkat çekici oluyor. Suriye ve Mısırlı Müslüman kardeşler, Cezayirli İslâmî Selâmet Cephesi, Tunuslu An-Nahda, Türkiye’den Anadolu İslâm Devleti ve İslâm Cemiyetleri ve Cemaatler Birliği gibi muhalif İslâmcı örgütlere kendi toprağında bürolar kurma izni vermesi de dikkati çekmektedir.

 

Alman kamuoyuna yansımış olmasına karşın, Hitler’e sonuna kadar sadık kalmış olan General Dietl’in ve insanlık dışı eylemleri sonucu Adriyatik Canavarı olarak anılan General Kübler’in adlarını taşıyan askerî garnizonlarının varlığı ve birçok diğer Nazi suçlusunun adının gemilere ve filolara verilmiş olması, askerî doktorlardan oluşan bir birliğin Nazilerin ırkçılık teorilerini araştırmaları ile destek vermiş olan Ernst Rodenwald’ın adını taşıyor olması, bugün hâlâ nazizmin geçerliliğini koruduğunu gösteriyor(216) .

 

 

.

.     .

 

Aynı alanda devam ediyoruz.

 

Son kırk yılın Avrupa’sında Türkiye ve Almanya kadar inişli çıkışlı ve aynı oranda girift ilişkiler içinde olan çok ender iki ülke daha bulunabilir. Bu saptama hem siyasî, hem de ekonomik ve kültürel ilişkiler açısından geçerlidir. Günümüzde, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne adaylığı çok yönlü olarak tartışılmaktadır. Türkiye, Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye karşı takındığı olumsuz tutumun arkasında Almanya’yı gördüğünden, Türkiye – Almanya politik ilişkileri bir kriz dönemine girmiştir.

 

Başlangıçta bazı Batılı araştırmacılar, bütün bu gelişmelerin, geçmişte NATO askerî paktının Güney – Doğu Avrupa bölge bekçiliğini üstlenmiş olan Türkiye’nin dünya ekonomisi ve politikasındaki yerini olumsuz etkileyeceğini düşünmüşlerdir (217) . Örneğin, daha 1985 yılında, Türkiye’yi çok iyi tanıyan bir araştırmacı unvanına sahip David Barchard, Avrupa ile ilişkileri soğumuş bir Türkiye’nin Kore, Meksika, Marksist ya da Yeni Osmanlı modelini mi uygulamak zorunda kalacağı sorununu incelemek gereğini duymuştur (David Barchard . – Turkey and the West, London, Routledge and Kegan Paul, 1985, zikreden Ş.A. Bahadır ve Y. Z. Aksu). Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra da, İngiltere Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü araştırmacılarından Philip Robins, ortaya çıkan Yeni Dünya Düzeni’nden Türkiye’nin en fazla ve olumsuz etkilenen ülkelerden birisi olacağı tezini savunmuş ve Türkiye’nin önünde sadece Pan-Türkist veya Pan-İslâmist seçeneklerin kaldığını iddia etmiştir. (Philip Robins. – Turkey and the Middle East. Chatham House Papers, The Royal Institute of International Affairs. New York: Council of Foreign Relations Press, 1991. Zikr. Ş. A. Bahadır ve Y. Z. Aksu).(218) .

 

.

.     .

 

Almanya, savaşın bitiminde erkek işgücünü büyük ölçüde savaşta yitirmiş, ancak sanayi altyapısı ve onarılacak kentleriyle yeniden ayağa kalkmaya hazırlanıyordu. Fakat yitirilen işgücü açığının da kapatılması gerekiyordu. Bunun için de işgücü fazlası olan ve yapısal sıkıntıları ağırlaşan en yakın ülkeye, İtalya’ya, başvurulması yeğlendi.

 

Ülke dışından işgücü alınması aslında Almanya’nın yabancı olduğu bir uygulama değildi. Daha XIX. yy’da Ruhr havzasına gelen Polonyalı işçiler madenlerde çalıştırılmışlar ve bir süre sonra da asimile olmuşlardı. Bu işçilerin bugün hâlâ geçerli olan küçümseyici bir sıfatla “Polak” diye anılmaları da, Alman bireyinin bilinçaltı katmanları açısından ayrıca incelemeye değer bir saptamadır. Savaş sırasında Nazi ordularınca işgal edilen yerlerden esir alınan ve “aryen” olmayan halklara mensup oldukları halde işgücüne ihtiyaç duyulduğu için katledilmeyen kişilerin ölesiye bir tempoda silâh fabrikalarında ve madenlerde çalıştırıldıkları ve pek çoğunun da hayatını kaybettiği bilinmektedir.

 

Bu “zorunlu” işçilerin geride kalan yakınlarına Almanya’nın tazminat ödemesi konusu bir türlü sonuçlandırılamadığı için konu hâlâ zaman zaman gündeme gelmektedir. Yeni Alman Şansölye’si Schröder, Doğu Avrupa’da ilk resmî ziyaretini Polonya’ya yaptığı zaman, artık hiçbir Alman hükûmetinin tazminat ödemeyeceğini beyan etmiştir.

 

Yurttaşlarımızın Almanya’ya gidiş nedenleri bir süre çalışıp küçük bir işyeri açacak sermaye biriktirme ile ve ev/araba alma niyeti olarak bizzat kendileri tarafından o dönemde dile getirilmiştir. Kesinlikle dili, kültürü ve beşerî ilişkileri açısından yabancı olan bu toplumda yerleşik olma, hattâ uzun süreli yaşama gibi bir düşüncenin mevcut olmadığı anlaşılmaktadır. İşçilerimiz, Almanya’ya geçici olarak gittiklerini düşünmekte ve bakmakla yükümlü oldukları aile bireylerini Türkiye’de bırakmaktadırlar. Bununla birlikte, toplu halde kaldıkları işyerlerine ait lojmanlarda, “kendi Türkiye’sini kurmaya”, sıla hasreti ve dayanışma / dertleşme ihtiyaçlarını gidermek için birbirlerine sıkı sıkıya sarılmışlardır. Alman toplumunda yeni ve yabancı bir “alt kültür” oluşmaya başlamıştır. İlk dernekler ve camiler bu dönemde kurulmaya başlamış. Giderek bir “gurbet psikolojisi” vatanlarından ayrı düşen işçilerimizi ve onların dönüşünü özlemle bekleyen yakınlarına egemen olmuştur. 1973 yılında Mısır – İsrail savaşı sonunda yaşanan petrol krizinin etkileri görülüp, o yıla kadar “tam istihdam” ilkesi üzerine politika oluşturulan Almanya’da işsizlik belirtileri görülmeye başladığında ilk akla gelen, yabancı işçi alımını durdurmak olmuştu. Böylece 1973 Kasım ayından itibaren işgücü anlaşmaları çerçevesinde Almanya’nın İtalya, Yunanistan, Yugoslavya… Ve Türkiye’den işçi alımını durdurduğu açıklanmıştır. Bu adım atıldıktan sonra Almanya’daki Türklerin, geri döndükleri takdirde bir daha Almanya’ya dönemeyecekleri için bir anlamda “kazanılmışı yitirme kaygısı” ile bu ülkede daha “yerleşik olma” çabasına giriştikleri görülmüştür.

 

Türklerin Almanya’daki mevcudiyetlerinin üçüncü ve hâlâ devam eden dönemi, 1983 / 1984 yıllarında sadece on bir ay süreyle yürürlükte kalan “Geri Dönüşü Teşvik Yasası” ile başlamıştı. Alman hükûmeti bu önlemle ülkedeki yabancıların, özellikle Türklerin sayısını azaltmayı öngörmüştü. Ülkeyi terk etmeyi kabul edenlere 10.500 Mark tutarında bir prim ve yaşlılık sigortasına ödedikleri işçi primlerinin beklemeden toptan ödenmesine gidilmiş, ancak yasanın yürürlükten kalktığı 1984 yılında bundan faydalanan Türk işçilerinin sayısının, aileleriyle birlikte 150.000’i bulmadığı görülmüştü.

 

Almanya’da konuya ilgi duyan duymayan, bilgi sahibi olan olmayan hemen herkesin çoğu zaman birbirinden çok farklı anlamlarda kullandığı “entegrasyon” sözcüğü kadar aşınmış başka bir sözcüğün bulunması kolay olmayacaktır. Parçanın bütünüyle bir araya gelmesi, bütünleşmesi olan “entegrasyon”, Almanya’da açıkça ifade edilmese bile, özellikle özkimliğinden vazgeçerek bütünün tüm değerleriyle kabulü ve onunla bu şekilde birleşme olarak anlaşılmıştır. Özkimlik değerlerinden, dil, din, örf, âdet gibi doğuştan edinilen ve vatandan birlikte getirilen değerlerden vazgeçilmesinin, özellikle Türk insanı için ne anlama geldiğinin kavranılamadığı, bu yaklaşımda kendisini göstermektedir. “Entegrasyon” yerine “asimilasyon”un, bütünün içinde eriyip yok olmanın hedeflendiği bu yaklaşma, Almanya içinden de şiddetli tepkiler gelmiş, farklı kimliğe tahammül edemeyenlerin amacının “çok kültürlü” toplumu engellemek istedikleri belirtilmiştir.

 

Türklerin Almanya’daki varlığına karşı son yıllarda toplum içinde, siyasî çevrelerde ve kamuoyunu etkileyen medyada açık veya kapalı antipati ve hoşgörüsüzlük, buna karşılık Almanya’da Türkiye karşıtı eylemlerine yasaklamalara karşın devam edebilen PKK terör örgütü ve köktendinci faaliyetleriyle lâik-demokratik Cumhuriyet düzenine karşı varlığını hissettiren bir takım örgütlere hoşgörü gösterildiğine ilişkin yaygın kanı, iki ülke ilişkilerinde bir rahatsızlık faktörü olmaya devam etmektedir. Tam da Almanya’daki Türklerin “entegrasyonu”ndan sorumlu olan ve uzun yıllar Çalışma Bakanlığı görevini yürüten Hıristiyan Demokrat Birliği’nin (CDU) önde gelen bir politikacısı (Norbert Blüm) bir dışişleri bakanı edasıyla Türkiye’nin üniter devlet yapısını hedef alan bir tutum sergilemiş ve bu tutumu Türkler tarafından sert eleştirilere hedef olmuştur. Etnik gerekçeli olduğu için teröre de arka çıktığı izlenimini veren bu tutum, Türk – Alman ilişkilerinde PKK terör örgütüne karşı devlet tarafından yürütülen güvenlik faaliyetlerinde kullanıldığı iddia edilen Alman silâhları nedeniyle konan silâh ambargosu gibi nedenlerle soğuyan ilişkilere buz ilâvesi etkisi yapmıştır. Almanya da Türklere ait işyerleri ve konutlar, dernekler ve camilere yönelik PKK saldırılarının polisiye önlemlerle engellenmeyişi ve faillerine karşı gerekli kararlı tavrını gösterilmeyişi yine vatandaşlarımızı olduğu kadar, Türk – Alman ilişkilerinin bulunduğu noktadan daha iyi yerde olmasına inanan gözlemcileri de ümitsizliğe sevk etmiştir.

 

Almanya’daki Türklerin varlığı konusu, halen sonuçlanmamış olan üçüncü dönemde eskiye nazaran çok farklı bir mecraya girmiş bulunmaktadır. Avrupa ilişkilerinden sorumlu Devlet Bakanı Ali Bozer’in 14 Nisan 1987 tarihinde Brüksel’de Türkiye’nin o zamanki adıyla Avrupa Topluluğu’na tam üyelik başvurusu yapmasıyla başta Almanya olmak üzere Avrupa’da Türkiye’ye yönelik eleştirilerin dozu o güne kadar görülmemiş bir şekilde arttı. Bu tarihten önce, 1986 yılının sonunda yürürlüğe girmesi Türkiye ile Avrupa Topluluğu arasındaki anlaşmalara göre öngörülmüş olan Türk işçileri için “serbest dolaşım” hakkı, Almanya’nın yoğun karşı girişimleri sonucu gerçekleşmemişti.

 

Artık Alman medyası için sadece Türkler değil, Türkiye’nin de bir “sorun” olarak algılandığı belirtiliyor. Türklerin bu ülkedeki mevcudiyetinin, “yerleşikliğin” artması ile iyice belirginleşen olumsuz tutum, bu kez Türkiye’nin millî konularını hedef almış bulunuyor. Çoğu kez objektif kriterlerden çok, yazarının önceden plânlandığı anlaşılan şablona uygun fikirlerin dile getirilmesine hizmet eder şekilde “haber” veren Alman medyasının Türkiye ile ilgili olarak en sevdiği konular “Kürt Sorunu”, sözde Ermeni katliamı, demokrasi ve insan hakları ihlâlleri, Kıbrıs ve Yunanistan ile Türkiye’nin lâik ve üniter devlet yapısıdır. Millî farklılıkla etnik farklılık kavramları birbirine karıştırılmakta, etniklik adı altında var olmayan bir millî farklılık Türkiye’ye dayatılmaya çalışılmaktadır.

 

İlber Ortaylı, Alman toplumunun Anglo-Sakson geleneğinden farklı olarak bir anlamda tepeden inme komutlarla örgütlendiğini belirtmekte ve toplumun ilgilenmesi “öngörülen” konuların toplumun haberi olmadan belirlenerek “yukardan empoze” edildiğini, o konulara sahip çıkacak toplumsal örgütlenmenin bundan sonra başladığını saptamaktadır(219) .

(206) Kâzım Karabekir . – Tarih boyunca Türk – Alman ilişkileri, İstanbul 2001 .

(207) Kâzım Karabekir . – op .  cit .  , S. 79 – 81  ve infra 25 .

(208) ibd . , S. 110 – 111 .

(209) ibd . , S. 112 .

(210) ibd . , S. 139 – 142 .

(211) ibd . , S. 143 – 144 ,  infra  41 .

(212) Hasan Amca . – Doğmayan Hürriyet,  Bir Devrin İçyüzü 1908 – 1918 , Arba Yay. (ty) , S. 133 – 138 .

(213) Tarafımızdan belirtildi. Yugoslavya babında ise Almanya’nın o yönden Akdeniz’e ulaşmak ereği unutulmayacaktır.

(214)  Murat Çulen – Tarihsel süreçte Türkiye – Almanya ilişkilerine yorumsal bir bakış, in Coll. – Çıkarlar, çatışmalar, çözümler.

(215)  Tarafımızdan belirtildi.

(216) Erhan Yarar . – Türk – Alman ilişkilerinde ortak çıkar ve çatışmaları ile olası çözümler, in  Coll. – Çıkarlar, çatışmalar, çözümler . Tarihten geleceğe Türk – Alman ilişkileri .

(217) Devam etmeden bu bapta bir kişisel gözlemimize yer vereceğiz. 50’li yılların ikinci yarısında NATO, Dördüncü Bölge Telekomünikasyon Hattı’nın kurulmasında şantiye şefliği yaptığımız bir dönemde, hattın kabul muameleleri sırasında NATO, Van – Urfa arası hattının Van – Diyarbakır bölgesinin savunma alanı, NATO ilgisinin dışına taşınmıştı.

(218) Şefik Alp Bahadır ve Yusuf Ziya Aksu . – Küresel ve bölgesel gelişmeler ışığında Türkiye – Almanya arasındaki iktisadî ilişkiler ve Türk Dış Ticaret etkinlik alanlarında beklentiler, in  Coll. – Çıkarlar, çatışmalar, çözümler. Tarihten geleceğe Türk – Alman ilişkileri .

(219) O. Can Ünver . – Almanya’da Türk varlığı. Dünden yarınlara bir “sorunun” anatomisi, in  Coll. – Çıkarlar, çatışmalar, çözümler. Tarihten geleceğe Türk – Alman ilişikileri.