Tevrat’ta Tanrı için çeşitli İbranî tabirler kullanılmıştır. Bunlardan bazıları hem cinse ait (genel) hem de neve has (özgül) anlamda geçmektedir; sairleri de sadece İsrael Tanrı’sının zatî adı olarak kullanılır. Bu tabirlerin çoğu Ken’anlılar tarafından, pagan tanrılarını ifade etmek üzere istimal edilmişti.
Bunda şaşılacak bir şey yok, şöyle ki Arz-ı Mev’ud. (Vaad edilmiş toprak)a yerleşmekle tufana dek gelen ilk peygamberler ve ilk İsraeliler “Ken’an dili”ni kendi dilleri yapmışlardı: “O gün Mısır diyarında Ken’an dili konuşan ve orduların Rabb’ine ant eden beş şehir olacak ve birine Yıkım (yahut Heres, yahut güneş) şehri denilecek” (İşaya 19/18). Bu itibarla İbranî dili kendi öz Tanrılarını ifade etmek için doğal olarak Ken’an lügatçesini kullanacaktı. Bununla birlikte Tevrat’taki bu çeşitli terimlerin, İsraelliler tarafından kendi öz Tanrı’ların anlatmak için kullanıldıklarında tek ve aynı tanrıya, İsrael’in Tanrı’sını tazammun ettikleri kaydedilecektir. Bu, en azından Musa zamanından itibaren kesinlikle, hattâ İbrahim zamanından itibaren muhtemelen doğrudur. Yeşu Shechem’de toplanmış İsrael kabilelerine hitap ettiğinde: “…İsrael’in Allah’ı Rabb böyle diyor: İbrahim’in babası ve Nahor’un babası Terah atalarınız eski zamanda Irmağın öte tarafında otururlardı ve başka ilâhlara kulluk ederlerdi.” (Yeşu 24/2) diyordu. Kendini Musa’ya YHWH olarak ifşa eden Tanrı: “İbrahim’in Tanrı’sı, İshak’ın Tanrı’sı, ve Yakub’un Tanrı’sı” olduğunu söylemişti. Bu itibarla “İshak’ın Korktuğu” (Tekvin 31/42, 53) ve “Yakub’un Kâdir’i” (Tekvin 49/24) tabirleri YHWH’in müteradifleri oluyorlar.
EL
Tanrı karşılığında en eski Samî tabir el olup kişisel adlarda bir unsur olarak Akad dilinde ilu (m), Ken’an dilinde el ya da il ve Arabî el’e tekabül eder. Sözcüğün etimonu pek bilinmemektedir. Tabirin, “güçlü olma” anlamında bir yl ya da wl kökünden türediği sanılıyor.
Akadça ilu (m) ve çoğulu ilû ve ilânu, herhangi münferit bir tanrıyı, olduğu kadar genel olarak tanrısal varlıkları ifade etmekte kullanılır. Ancak hiçbir Tanrının kişisel adı olarak geçmez. Bununla birlikte Ugaritik Ken’an dilinde il, “Tanrı” cins isminden, en yükse Tanrı el’in, kişisel adı olarak, çok daha sık ortaya çıkıyor.
Tevrat’ta el, örneğin El-Elohei-Yisrael (El, İsrael’in — peygamberin Tanrı’sı) de olduğu gibi Tanrı’nın kişisel adı olarak nadiren kullanılır. El daima, aşağıda irdeleyeceğimiz elohim ile az çok aynı anlamsal alanda bir cins ismi (appellatif)tir. Elohim gibi el, bir “yabancı Tanrı” veya bir “garip tanrı”yı ifade etmede kullanılır. Son derece mutat elohim sözcüğünün aksine el, nispeten nadir olarak geçer. Ancak el ve nadiren elohim, terimin bir ya da daha çok sıfatla tadil edilmesi halinde istimal edilirler, “bir kıskanç Tanrı”, “bir rahim ve kerim Tanrı”da olduğu gibi. Ayrıca el (elohim değil) Tanrı’nın beşerî olanla karşılaştırılması halinde kullanılır. Tanrısal işlerle ilgili adlarda bir öğe olarak el (elohim değil) çoğu kez ilk öğe olarak istimal edilir, örneğin Elijah, Elisha ve Elihu ve daha sık son öğe olarak, İsrael, Ismael ve Samuel’de olduğu gibi kullanılır. El‘in ilk öğe olduğu Tanrısal adlar, ezcümle El Elyon (en yüksek, müteal), El Olam (ebedî), El Shaddai (kâdir-i mutlak), El Ro’i (beni gören) ve El Berit (Ahit’in Tanrısı) özellikle ilginçtirler.
ELOHA, ELOHİM
Eloha, “Tanrı” ve çoğulu elohim, görünürde El‘in bir uzatılmış şeklidir (Arâmî elah, Arabî ilâh ile karşılaştırınız). Tekil eloha nadiren bir pagan tanrıya ıtlak olunmuş, o ise ki çoğul elohim şekli hem pagan Tanrılar, hem de bir münferit “Tanrı”yı ifade etmiş. İsrael’in “Tanrı”sına gelince son derece sık, 2000 kezden fazla ve çoğu kez de ha-elohim “Gerçek Tanrı” tanındık (harf-i tarif)i ile kullanılmış. Bazen de elohim çoğul şekli, İsrael Tanrı’sını ifade etmek için dahi, bir çoğul fiil veya sıfatla birlikte, özellikle elohim hayyim, “yaşayan Tanrı” ifadesinde olduğu gibi, teşkil edilmiştir. Ama çoğu kez, çoğul şekli sanki tekil birer ad varmış gibi ele alınmaktadır.
Dilin mistik kuramına ezcümle Tevrat’ın bir Tanrısal dil olarak telâkkisine dönelim. Kabbalacılara göre, vahyedilmiş Tevrat tamamen Tetragram’a istinat eder; bu itibarla o, kendisinden ve ona iare edilmiş başka adlardan, yani ondan müştak ve şu ve bu veçhelerini değerlendiren Tanrı sıfatlarından dokunmuştur. Vahyedilmiş Tora, dolayısıyla, kendileri dahi El, Elohim, Shaddai gibi çeşitli Tanrısal adlardan dokunmuş bir kumaş olmaktadır. Mamafih bütün bu kutsal isimler son tahlilde, bağlı bulundukları ve içinde birlikte toplandıkları Tetragram’a bağlıdırlar. “Tevrat’taki bütün adlar, ağacın gövdesi tesmiye edilen Tetragram adında mündemiçtir; bütün öbürleri ya kök, ya da uzantılarıdırlar”. Bu itibarla Tora, içinde Tetragram’ın örtülü ama yer yer de apaçık şekilde bir leitmotiv dokunduğu bir giysi, bir yaşayan kumaş olmaktadır. Tora sadece, büyük adı çevreleyen bir genel yapı olmayıp, bir temel unsur, ezcümle Tetragram adı üzerine oturan bir yapıdır. Tanrı, bu adın harflerini, alfabelerinkine bağladığında, onları terkip ettiğinde ve Yesira kitabına göre, onların sırada yerini değiştirdiğinde Tanrı’nın öbür ad ve sıfatları teşekkül etmişlerdir.[1]
Bütün bu ifade, Hurûfî ideolojisinin ne denli derinliğe işlediğini gösteriyor. Buna uyarak devam ediyoruz.
“İbranî geleneği, Elohim’e ‘Yukarının Adamı (mî)’ ve âdâm, ‘Aşağının Adamı (mâ)’ ” diyor.[2]
Mî’den mahrum mâ‘nın dünyası, bir çöl olur. İbranîlerin çölde yürüyüşleri sırasındaki en büyük sorunları, doğal olarak, susamak sorunuydu. Suları yoktu. Gerçekten su yok muydu? Bunun yanıtını, Tekvin’in “üçüncü gün” anlatısında buluyoruz. “Üçüncü gün”, iki tanrısal “işlem”le gösteriliyor:
İlki, aşağının suları’nın, mâ dünyasının, düzeyinde yer alıyor; bu dünya bir gün önce mî dünyasından tefrik ediliyor: Elohim “kuru”yu “râtıb”dan ayırıyor. Aslında kuru râtıbdan, mâ’nın mi’den ayrılmadığı kadar ayrılmamıştır. Gerçi tefrik edilmişlerdir ama bunlar birbirlerinden ayrılamazlar, kuru ile râtıb birbirinin içine girer.
“Râtıb”, yammîm tesmiye edilir; “kuru” da erets. Râtıb, yammim, denizlerdir; kuru, erets, topraktır. Bu sular, üçüncü gün, bir bir olan mahalde (‘el mâkôm’ ehâd) toplanırlar. İşbu ‘El mâkôm’ ehâd, şu manalara gelen üç tanrısal Ad’la gösterilebilir:
‘el’ çoğulu ‘Elohim’ olan Tanrısal Ad’dır. Bu kelime aynı zamanda yönü, varılacak hedef manasındadır. İbranîler, hayatlarının ancak Tanrı’da son bulduğunu iyi bilirler.
Mâkôm (Osmanlıca “makam”), “yer mahal” demektir. Dış mahal sadece derunî halin ifadesidir. İbranîler, bu zevkler bahçesi ‘eden’in aslî İnsan’ın imtiyazlı hali olduğunu ye bunu bugün her insanın yeniden bulabileceğini bilirler; bu, Tanrı ile bir yakın birlik halidir. En son hadde, sonuncu hal, sonuncu “mahal” Tanrı’nın Kendisi’dir. Bu nedenle de mâkôm, tanrısal Adlardan biri oluyor.
‘Ehad, Bir sayısıdır. İbranîlerin günlük duaları, Tanrıları Adonây’ın BİR olduğunu hatırlatır, ‘ehad dahi bir tanrısal Ad’dır[3] (İslâmî “Allahü Ahad”).
Bu noktada çok daha gerilere gideceğiz, Sümer’e kadar gerilere: “Sümerlilerin felsefe, metafizik ve din konusunda da kavramlar geliştirmiş olduklarını görüyoruz. Onlar, bu kavramlarını, sistematik felsefe metinlerinde değil, mitolojileri anlatan edebî metinlerinde vermişlerdir. Onlar, bu yolla, bütün Yakın Doğu’ya örnek olmuşlardır. Yahudi ve Hristiyan dinlerine etkide bulunmuşlardır. Temelde, Mu ve Me kavramları ile Hikmet tanrısı Enki yer almıştır: Mu, kelime veya isimdir. Me ise, ‘Kozmik ve kültürel olayların yaratıcının planına uyacak şekilde, sonsuza dek işlemesi için konulan bir dizi kaide ve düzenlemelerdir’. Ben, Me‘yi ‘mahiyet’in prototipi olarak düşünmekteyim. Bu iki önemli Sümerli kavrama ‘Nam’ = Doğa yasası kavramını da eklemek uygun olur. İnsanın yaratılışı, Sümerlilerde, tanrılara bağlı bir fonksiyon olarak anlaşılmıştır. İnsan, balçıktan, ‘Yaratma Odası’nda, tanrı suretinde,[4] tanrılara hizmet etsin diye, güzel suret veren tanrılar tarafından yaratılmıştır; ilk günahı da işlemiştir. İlk yaratılan insan figürü cinsiyetsizken,[5] cinsiyetler sonradan belirlenmiştir. Öyle ki kadın, erkeğin kaburgasından oluşmuştur. (Mezopotamya metinlerine göre, balçıktan yaratılmış olan figüre ‘dışarıdan’ nefes üfleyerek onu tanrıça Aruru canlandırmıştır; sonra Tanrılar, insanın ‘gönül’ünde kendilerine bir ‘mesken[6]= kyklos’ yaratmışlardır. Bu ana fikirler bugüne kadar, bütün Ön Asya kültürünü etkilemiş bulunmaktadır)”.[7]
Buna herhangi bir şeyi eklemeyi gereksiz görüyoruz. Devam edelim.
“Ve yolda konakta vaki oldu ki Rabb (YHWH) ona (Musa’ya) rast geldi ve onu öldürmek istedi” (Çıkış IV/24). Bu ölümden sonradır ki YHWH, Musa’nın yeni boyutuna yol açıyor: “Ve Rabb (YHWH) Musa’ya dedi: Bak seni Firavun’a Allah (Elohim) gibi yaptım ve kardeşin Harun senin peygamberin olacak” (Çıkış VII/1)
“Elohim, Halik Tanrı oluyor.” Elohîm yaratıyor. YHWH-Elohîm “yapıyor”.
Çömlekçinin bu “el”i, İşaya’nın tesmiye ettiğinin eli oluyor: “Ve şimdi, ya Rabb (YHWH), Sen Babamızsın; biz balçığız ve sen çömlekçimizsin ve hepimiz senin elinin işiyiz” (İşaya LXlV/8). Eyub de bu “el”e yakarıyor: “Senin ellerin her yanımda bana şekil verdi, beni yarattı; yine sen beni helak etmedesin Hatırla, niyaz ederim, sen balçık gibi bana şekil verdin ve beni yine toprağa mı döndüreceksin”[8] (X/8-9)
Yani YHWH-Elohîm, İslâm’ın el-Sanî’i oluyor (Sanî-i hakikî = Tanrı) âlef ile lâmed (elif ile lâm) tanrısal Adlardan biri olan ‘el’i teşkil ediyor ki bu Ad, Elohîm gibi, elifte şekilleniyor. Bu el burada daha kesinleşiyor ve tanrısal enerjiler taşıyıcıları olan Baş melek’lerin adını bina ediyor:
Daniel: tanrısal Adalet,
Cebrail: tanrısal Kuvvet,
İsrafil: tanrısal Tabip,
Uriel: tanrısal Işık, vb.[9]
“Kim”dir Elohîm? O, yukarda olandır ve aşağıda “ne” (âdâm) yapmıştır diye kendilerine soruyorlar, Elohîm’i “Yukarının Adam’ı” ve âdâm’ı da “Aşağının Adam’ı” olarak gören İbranîler. Bunda iki soru, tek bir sır var. “Kim” “ne” yaptı? Her iki isim elif ile mem (mim) arasına sıkışmış olup bu son iki harf êm (Arapça ümm), “ana” sözcüğünü oluşturuyorlar.
Elohîm Ad’ında Tanrı, Ana’dır. Ana’nın enmüzeci (archetype) olarak bağrında lam, he, yod (ye) harflerini taşır ki bunun sayısal değeri (30+5+10) = 45 olup bu sayı âdâm‘ınkidir (1+4+40). Derinlikte, bağrında Elohîm, âdâm’ı taşır.[10]
Elohîm’in bu “dişil” ve “eril” veçhelerinin sembolizmi, “Ve Allah insanı kendi suretinde yarattı; onları erkek ve dişi olarak yarattı” (Tekvin 1/27) ayetine dayanıyor, yani kendi faal veya “eril” suretinde, öbür yandan da ahz edici veya “dişil” Tanrı suretinde yaratıyor ki, ikiye bölünmüş beşerî erdişi-hünsa (androgyne)in bu iki ayrılmış ve somut örneği olmuş, aynı zamanda mukabil ve mütemmim iki veçhesi hâsıl oluyor.[11]
Bir gün Rabbi Simeon, Rabbi Pinhas’a anlatıyor ve söze şu ayetle başlıyor: “(gezileri sırasında) (Abram) konaktan konağa göçerek Cenup’tan Beyt-el’e, Beyt-el ile Ay arasında başlangıçta çadırın olduğu yere kadar, evvelce orada yapmış olduğu mezbahın yerine kadar gitti”( Tekvin XIII/3-4). Ve diyor ki “biz” gezisi diye okumayı beklerken “gezileri” diye yazıyor, bu da bize, gezisi sırasında Shehima, tanrısal Huzur (Mevcudiyet)in ona refakat ettiğini gösteriyor. İnsana, her zaman, eril ve dişil olmak düşer ki imanı sarsılmaz olarak kalsın ve Tanrısal Huzur onu hiç terk etmesin. Sorabilirsin: seyahate çıkan ve karısından uzak, eril ve dişil olmayı durduran adamın hali ne olur? Bu adam, yola çıkmadan önce, daha henüz “eril ve dişil”ken Efendi’sinin Huzur (Mevcudiyet)ini kendine çekme Tanrı’ya dua edece…”[12]
Rabbi Simeon, aleph, daleth ve sonda mem harflerinin, bitmiş şekilleriyle, birlikte yeryüzüne indiklerinde Adam ismi eril ve dişili kapsıyor gibi anlaşılmış olduğunu da anlatıyor.[13]
Öbür yandan Havva, Âdem misillû, YHWH Elohim’in bir teşahhusu (kişileştirilmesi) oluyor ki böylece tüm tanrısal veçheleri, sefirot ağacınınkileri, özümsemiş oluyor.[14]
Çoğu yerde olduğu gibi burada da bir Mısır geçmişi ortaya çıkıyor. En eski tanrılar birçok mitosta iki cinsiyetli gibi görünüyorlar; bunlar ilkah ediyor ve aynı zamanda da doğuruyorlar. Çift cinsiyetlilik (bisexuality), tek bir cinsiyetle sınırlı olmayan ve eşe ihtiyaç duymayan Halik’in mutlak tabiatı için bir sembol oluyordu. Mısırlı Grek yazarı Horapollon (ölm. M.S. IV. yy.), Memphis’in yaratıcı tanrısı Ptah’ın hem erkek hem de dişi olarak görüldüğünü anlatıyor. Geç Dönem’in temsillerinde çoğu kez tanrı, kadın memeli olarak gösterilmiş. Nil tanrısı Hapis de, bir sakal ve bir yaşlı sütninenin sarkık memeleriyle iki cinsiyetli olarak temsil edilmiş. Thebes’li tanrıça Mut, “onu doğuran erkeğin anası” olup işbu ifade, zarurî olarak babalığı içeren her şeyi kapsar analığının bir linguistik sembolü oluyordu. Temsillerinin birinde o, bir phallus’la bile resmedilmişti. Tanrıça Neith “tanrıların ve erkeklerin tohumunu yaratmış” olup “babaların babası ve anaların anası” sıfatını taşıyordu…
Paris’te, Louvre’da bulunan bir papirüse göre (No. 3079) İsis, Osiris’in ölümü öyküsünün oyununda kendisinden “adını (Osiris’inki) yeryüzünde devam ettirmek üzere bir kadın olmama rağmen kendimi bir erkeğe dönüştürdüm” şeklinde söz edecektir. Tanrıların her iki cinsin cinsî kudretine sahip olmaları Mısırlıların nazarında gayritabiî değildi. Horus’un çocuğu Imsety bile androgyne veçhelerine sahipti, aksi halde Orta Krallık döneminde bir kadın sarı deri rengi ile sakalsız bir erkek şeklinde temsil edilemezdi.[15]
İnsanlığın, geleneksel büyük akımları içinde intikal ettirdiği çeşitli Hilkat mitoslarının hepsi, bir tefrik anlamında bir ayırımdan, bir ilkesel vahdetin bağrında doğmuş bu “yukarıda” ve “aşağıda”nın hesabını veriyor.
Özellikle Judaist-Hıristiyan geleneği Yaradılışı, böyle bir tefrikten çıkmış olarak ortaya koyuyor. Tanrı ışığı koyu karanlıklardan, gündüzü geceden ve daha sonra erkeği kadından ayırt ediyor ama bilhassa, Maim ana sulardan (Arapça-Osmanlıca “mâ”) şunları tefrik ediyor: “Ve Allah dedi: Suların ortasında kubbe olsun, ve suları sulardan ayırsın. Ve Allah kubbeyi yaptı ve kubbe altında olan suları, kubbe üzerinde olan sulardan ayırdı.” (Tekvin 1/6-7). Bu suları İbranî geleneği sırasıyla Mi ve Mâ tesmiye ediyor. “Ve Allah kubbeye Gök(ler) (samaim) dedi” (Tekvin 1/8) (Arapça-Osmanlıca “semavat”).[16]
“Sema dalar o zaman bir perili rüyaya
Serer zemine ağaçlar sedefli bir saye (gölge)” (Fikret)
Baba-ı-Ana enmuzec-i evveli “Allah’ı Ruhu” prensip vahdeti içinde olup bu Ruh, tezahüründe, gerçekleştirmesinde, maim’de yansıyor.
Zuhur vaki olur olmaz, ikilik prensibi ortaya çıkıyor ve bu nedenle de, Tekvin’in “ikinci gününde”, “suların” (maim) mezkur Gelenek tarafından mi tesmiye edilen “yukarının suları” ile mâ tesmiye edilen “aşağının suları”na ayrıldığını görüyoruz. Bu aynı Gün’de mî ile mâ, “göklerin (sâmayim) vüs’atı” tarafından derhal birleştiriliyorlar şöyle ki:
– Mi’nin suretinde ve ondan farklı olarak mâ‘yı halk ederken Elohim, mi’nin içinde mâ‘nın varlığını muhafaza ediyor;
– Mi‘den ayırt edilmiş ve farklılaştırılmış olmakla birlikte mâ, mi’nin varlık ve gücünü içinde taşıyor.
Yaratılmış her dünya, tarafımızdan görülebilsin veya görülemesin, her derunî hal, en aşağılığı bile, mi’nin varlığını taşır.
Tao’nun sembolü (Resim 11) bunu izah ediyor; bunda yin ve yang dişil ve erili okuma yerine mî ve mâ, (mî, mâ karanlıklarına göre ışık olarak) okursak koşutluk esas gerçeği içinde yerini bulur. O ise ki biz mâ’yı ışık, mî’yi de karanlıklarda gizlenmiş Tanrı olarak yaşıyoruz.[17]
Bildiğimiz kadarıyla sadece Grekler androgyne-hünsa sembolünü mütevazı bir kültü olan bir küçük tanrı şeklinde teşahhus ettirmişlerdir.
Öbür yandan, Antik çağın sonunda cinsî semboller her düzeyde, sihri metinlerde, simyada, aritmolojide, gnostiklerde, düşünürlerin tefsirlerinde örneğin Eflâtûn’u şerh eden Proclus’da görülür. Bir ilk hünsalık imgesi, kozmogoni ve anthropogonilerde hâkim olmaktadır.
Feylosoflar da bu imgeyi kullanıyorlar. Onlar her zaman bir bütünü bir coincidentia oppositorum gibi tanımlamaktan hoşlanmışlardır. “Tanrı, gündüz ve gece, kış ve yaz, savaş ve barıştır” demişti Heraclite. Bütün Grekler, içinde dünyanın birbirini takip eden kuşaklardan meydana geldiği mitoslarla yaşamışlardır. Harfiyen ele alınmış istiareler (metaphore) sayesinde Halik olarak ortaya konan bir tanrı, doğuran olarak telakki edilme tehlikesiyle karşılaşır. Stoacılar tilmizlerine tanrıların ne eril ne de dişil olduklarını ve onlara izafe edilen hünsalığın sadece bir kutbiyeti ifade ettiğini öğretmeye özen göstermişlerdir. Keza Kilise, ilm-i akaitte oynadıkları rolden dolayı cinsî mecazlara haklı bir şüphe ile bakmıştır. Ama gnostik (bilinirci) mitolojiler bir uçtan öbürüne gitmişler.
İskenderiyeli Philon, karşıtlamalı kösnül (şehvetli) insanla ideal insan telâkkisini Tevrat’ın iki yaratılış anlatısı, üzerine oturtuyor. Biz topraktan yoğrulmuş, Tanrı’nın hayat üfleyip eş olarak icadını verdiği varlıktan geliyoruz; bu varlık: dişil ve eril beden ve ruhtan mürekkep olup fanidir. Öbür yandan. Tanrı, kendi suretinde, cisimsiz ve bozulmaz, sadece anlamakla kavranabilir, ne dişi ne erkek olan bir şekil yaratmıştır.
Antik çağın sonunda çok kez çok değişik şekillerde, madde ile temasa geçtiğinde eril ve dişil varlıklara ayrışan bir toplam fikri meydana çıkıyor. Bu varlıklara ancak mutlak bir iffet, mükemmeliyete, başlardaki bütünlüğe dönmeyi sağlayabilir.
Bu mücerretlik düşüncesini Bektaşî akidesinde de görüyoruz.
Yukarda, Ahd-i Atik’te çeşitli vesilelerle rastladığımız ve Tanrı’dan “Baba” olarak söz edilen ayetlerde, sözün gelişinden kelimenin açıkça hami ve özellikle İsrail’in hamisi manasında olduğu görülür: “O beni, çağıracak: Sensin Baba’m, Allah’ım ve kurtuluşumun kayası” (Mezmurlar LXXXIX/26) ve İşaya IX/7, LXIII/16, Yeremya III/19…[18]
ADONAİ
İbranî adon sözcüğü “efendi-lord”un karşılığıdır. Kitab-ı Mukaddes’te, muayyen bir otoritesi olan kişi, bir ülkenin hükümdarı, bir kölenin efendisi, bir kadının kocasına izafe edilmiş olarak buna çok rastlanır (“adonai YHWH”, Tevrat tercümesinde “Rabb Allah”).
XIII. yy.ın ünlü Kabbalacısı Joseph Gikatila’ya göre Tetragram Tanrı’nın özel Adı’dır ve sadece onun Adı’dır. Tevrat, bu adın izahıdır. Ve şunları öğretiyor bize Gikatila: “Bil ki bütün Tora, YHWH Tetragram adının bir izah ya da şerhidir. Kitâb’ın Tôra Adonai (Rabb’ın Adonai Yasası) ifadesinin gerçek manası buradadır. Rabb, telâffuzu yasak olarak Tetragram’ın ikamesidir…”[19]
“Gök olur bir büyük iklil-i münir
(nurlandıran taç)
Yer olur bir bağçe-i ezhar-i (çiçekler) beşer”
(Cenap).
YHWH
İsrail Tanrı’sının kişisel adı, İbranî Tevrat’ta dört YHWH sessiz harfi (Tetragrammon) ile yazılmıştır. En az M.Ö. 586’da Birinci Mabet’in tahribine kadar bu ad muntazaman özgü sesli harfleriyle telâffuz edilmiş. Ama en az M.Ö. III. yy.da YHWH adının ağza alınmasından kaçınılmış ve Adonai, “Efendi” onun yerini almış. Keyfiyet, bu yüzyılda Grekçe konuşan Yahudiler tarafından İbranî Kutsal Kitâb’larının tercümesinde YHWH’nin Kyrios, “Efendi” şeklinde yazılmış olmasıyla sabittir. Tevrat’ta Adonai YHWH birleşik şeklinin geçtiği yerlerde bu, Adonai Elohim, “Efendi Tanrı” olarak okunuyordu. İlk Ortaçağlarda YeHoWaH’a dönüşecekti. Mamafih YHWH adının doğru telâffuzu hiçbir zaman kaybolmamıştır. Hristiyan Kilisesine mensup birçok ilk Grek yazar, adın “Yahweh” olarak telaffuz edildiğine tanıklık ediyorlar. Birçok bilginin kanaatine göre YHWH, kendisi de hyh “olmak”, kökünün eski bir varyantı olan hwh kökünün bir lâfzî şeklidir.
Bunlar Arap-Osmanlı Hüve’ye (Tanrı) çevirdi dikkatimizi. Döneceğiz konuya.
TANRISAL SIFATLAR
Yukarda mezkûr tanrısal adların yanısıra, İsrail Tanrı’sına ayrıca, O’nun tabiatını tarif ve tasvir eden birçok sıfat veya unvan verilmiştir. Bunlardan bazılarını verelim.
İsrail’in Tanrı’sı hakkındaki temel telakkisi, O’nun “Yerin ve Göğün Halik’i” (kısaca “Halik”) oluşudur. Müteal kutsiyetini vurgulamak için “Kuddûs” tesmiye ediliyor…
“Ve Rabb onun önünden geçti ve: Yehova, Yehova, çok acıyan ve lütfeden, geç öfkelenen ve inayeti ve hakikati çok olan, binlerce inayetini saklayan haksızlığı ve günahı ve suçu bağışlayan ve suçluyu asla suçsuz çıkarmayan, babaların günahını oğullarda ve oğulların oğullarında, üçüncü ve dördüncü nesilde arayan Allah, diye ilân etti”.
Böyle yazıyor Huruç-Çıkış XXXIV/6-7. Buna dayanarak Ezra kitabının yazarı Müteal’in yedi adını sıralıyor: “Biliyorum ki Müteal, “rahim-rahman”, tesmiye ediliyor zira onun henüz dünyaya gelmemiş olanlara merhameti vardır; “Müşfik”, çünkü pişman olup O’nun Şeriat’ı üzerinde gidene amanı vardır; “Sabor”, çünkü günaha girmiş olan kişilere karşı, bunlar O’nun mahlûkları olduklarından, sabırlıdır; “Kerim, mün’im, cömert”, şöyle ki aldığından çok verir; “Gaffar”, çünkü geçmiş gelmiş gelecek olan günahkârları tekrar tekrar affeder şöyle ki O’nun sürekli gufranı olmasa, dünya ve sakinleri için yaşama ümidi olamazdı; “Kerim”, zira günahkârları günahlarından kurtarmakta cömertliği olmasa beşerin on binde biri hayat bulamazdı; “Hâkim”, çünkü Kelâm’ı ile halk edilmiş olanlara, sayısız suçlarını silerek mağfiret göstermese, tüm insan neslinden sadece birkaç kişi kalırdı”.[20]
Bu ifadeler, devrin anlayışına göre, en ufak bir sapmanın bile büyük günah addedildiğini ima etmiyorlar mı?
Proto-Hint tanrı Kuyash’ın adı Hint-Avrupa, Hitit kue (n)-, kun-“vurmak öldürmek” kökünden iştikak etmiştir. Tanrı Yayash’ın adının, aynı şekilde, Arî lehçe yerine hieroglyphic “Hititçe”ye bağlanması gerektiği kaydediliyor. Ve bunlardan önemli sonuçlar çıkıyor: tanrı Yaya, Yaë ve Samî şekliyle Yau, Yava’nın bulunması, Ahd-i Atik’in Tanrısı Yahve sorunu üzerine hiç beklenmedik bir ışık tutuyor. İndus vadisinde Samîleşmiş Yau şeklinin yanı sıra Proto-Hint Yaue, Yave şeklinin meydana çıkması, Tanrı Yahve ile Samî-Proto-Hint Yave arasında bir kıyaslamayı kaçınılmaz hale getiriyor a ve u’nun “fethi”nde Samî dillerde kolaylıkla bir h araya girebilirdi; Yahve böylece teşekkül etmiş olmalıdır.[21]
“Ve Musa Allah’a dedi: İşte ben İsrail oğullarına geldiğim zaman, onlara: Atalarınızın Allah’ı beni size gönderdi, dersem ve onlar bana: Onun ismi nedir? derlerse, onlara ne diyeyim? Ve Allah Musa’ya dedi: Ben, BEN olaNIM ve dedi: İsrail oğullarına böyle diyeceksin: Beni size BEN İM gönderdi. Ve yine Allah Musa’ya dedi: İsrail oğullarına böyle diyeceksin: Atalarınızın Allah’ı, İbrahim’in Allah’ı, İshak’ın Allah’ı, Yakub’un Allah’ı Yehova beni size gönderdi…” (Çıkış III/3-15).
“Yahve” adının Samî olmayan, Hint-Avrupa, belki hieroglyphic “Hititçe” kökenli olması ve Yayash gibi esas itibariyle “hacı” manasına gelmesi ihtimal dâhilindedir. Burada iki vakıaya değinmek, önemli olmaktadır: bir taraftan Milâdî VII. yy.da Seville’li İsidore ile Edessa’lı (Urfa) Yakup, Yahve adının telâffuzunu hâlâ biliyorlardı, öbür yandan eski Yahudi adlarından Yahve adı Yâ olarak çok sık kısaltılırdı. Nitekim ilerde göreceğimiz gibi “Halleluyah”, İbranîce “Yah(ve)yi öv!” manasına gelip burada Yahve, Yah-Ya şeklinde geçer. Proto-Hint Yayash tanrı adının Yâ, Ya şekilleri biliniyor. Devam etmeden önce Samîlerin-Babilonyalıların, Hindistan’ın Kuzey-Batı’sına yerleşmiş bulunduklarının şüphe götürmediğini belirtelim.
Ama işler bir noktada yine karışıyor: 1943’te yayınlanan yeni bir cuneiform Hitit metninde, o güne kadar meçhul kalmış I-ya-ya-sh adlı bir tanrıçadan söz ediliyor. Ünlü bilgin Hrozny buna şu yönde bir hal çaresi düşünüyor: Hitit pantheonunda bir güneş tanrısının yanında bir güneş Tanrıçası da bulunmuş olamaz mı?[22]
Hindistan, İran ve Ön Asya’nın eski dinleri, bir müşterek mitosu, Suların tanrıçası Büyük Ana’nınkini paylaşmışlardır. Gerçekten su, bütün hayatın temelinde yatar. Kuraklık biraz sürerse her şey mahvolur. Doğurganlık tanrıçasının aynı zamanda Su’larınki olması, eşyanın tabiatına tamamen uygun düşüyor. Bu belit kabul edildiğinde, yukarıdaki mülâhazalar dayanaklarını bulmuş olurlar.
Önemine binaen bu konuya aşağıda bir kez daha değineceğiz.
“Tanrı” kavramını kendisinden özetlediğimiz Tevrat (Ahd-i Atik)i İslâm nasıl
algılamıştı?
Kur’an’ın bu Kutsal Kitap hakkındaki Ayetleri, ezcümle “Ey kitâb ehli! İbrahim hakkında ne için münakaşa edip duruyorsunuz. Tevrat ve İncil ancak ondan sonra gönderildi…” (III/65); “Tevrat’ın indirilmesinden önce İsrail’in kendisine haram tanıdığı şeylerden başka yiyeceğin her türlüsü İsrail oğullarına helâl idi” (III/93);[23] “Tevrat onların nezdinde bulunduğu ve Allah’ın hükmünü muhtevi olduğu halde onlar nasıl olur da senin hükmüne müracaat ederler…” (V/46);[24] “Hani Meryem oğlu İsa: Ey İsrael oğulları! Ben önce nazil olan Tevrat’ı tasdik etmek, benden sonra Ahmet isminde gelecek Peygamberi müjdelemek üzere size gönderilen bir peygamberim! demiş…” (LXI/6); “De ki: Ey kitap ehli, Tevrat ve İncil’i ve Tanrı’nız tarafından size gönderileni yerine getirmedikçe siz (bir şey) sayılmazsınız…” (V/70); “Kendilerine Tevrat’ta yükletildiği halde onu yüklenmeydiler, (onun hükümleriyle amel edemeyenlerin) hali, kitap taşıyan merkebin haline benzer…” (LXII/5); “Allah, müminlerin canlarını, mallarını (kendi yoluna vakfetmeleri) mukabilinde onlara cennet vermiştir… Allah’ın bu öyle bir vaadidir ki Tevrat’ta da, İncil’de de, Kur’an’da da sabittir…” (IX/112), İslâm’ın Musa dinine, onun Kitâb’larına yakınlığının ifadeleri olmaktadır.
Bu yakınlık bazen ayniyete kadar varmaktadır: “İçinde hidayet ve aydınlık olan Tevrat’ı, Biz gönderdik. Kendilerini Allah’a teslim eden Peygamberler, Yahudilere ait davalarda onunla hükmederlerdi… Tevrat’ta emrettik ki can cana, göz göze, burun buruna, diş dişedir. Yaralamalar, kısas edilir. Hak sahibi affederse onun affı, kendi günahını örtmeye yarar…” (V/47-49). Bu ifadelerin mukabilleri de şunlar oluyor: “Fakat zarar olursa, o zaman can yerine can, göz yerine göz, diş yerine diş, el yerine el, ayak yerine ayak, yanık yerine yanık, yara yerine yara, bere yerine bere vereceksin” (Çıkış 21/22-26). “Ve bir kimse komşusunu sakatlarsa, kendisine yaptığı gibi yapılacaktır; kırık yerine kırık, göz yerine göz, diş yerine diş olmak üzere, adamı nasıl sakat etti ise, kendisine de öylece edilecektir” (Levililer 24/19-21).
J. Horovitz, daha başka benzerliklere işaret ediyor:[25] Kur’an “XLVIII/29’da Tevrat ve İncil’den verilen temsil Torah’tan gelmeyip, sadece hülâsa olarak, Mezmurlardan alınmıştır… halbuki V/35. Ayetteki ibare Tevrat’tan alınmayıp Mişnâ Sanhedrîn IV/5’den…, alınmıştır. Tevrat’ta bu nevi sarih müracaatlardan maada, Kur’an’da sık sık tekrarlanan Ahd-i Atik’in ilk beş kitabından alınmış birçok hikâyeler, umumiyette Yahudi din kitaplarının tefsiri şeklindedir. Ahd-i Atik kitaplarından Tevrat’ın yanı sıra Peygamber yalnız Zebur’u bilir… O, belki de, bizzat Yahudilerin bazen Tora dedikleri bütün mukaddes kitaplarını kastetmiştir”.
“Hadîste de Tevrat’dan sık sık bahsedilir ve birçok hadîs parçalarında Musa, Tevrat’ın hükümlerini gözeten kimse olarak zikredilir…”
Horovitz konu üzerine uzunca yayılıyor. Bu ayrıntılara burada girmek gereksiz oluyor.
Sebebî ve tanrısal Zat veya Cevher, başlangıçsız (beli reshit – Arapça -Osmanlıcanın “bilâ reshit”i) Başlangıç-Mebde1 olup bunu Yahudiler günlük dualarında teyit ediyorlar. Ve bu “başlangıçsız Başlangıç”ta her yaratılmış şey başlıyor. Aynı şekilde, O bunların “sonu olmayan (beli tahlid) Erekliliği (tahlidiud) oluyor: bitmiş olan, Layetenahi’de (beli tahlid) son buluyor. Bu sonuncusu onun ezelî ve ebedî ve mutlak Zat ya da Cevheri’dir. (“Tahlid”, Arapça-Osmanlıcada “ebedî surette oturma” manasınadır).
Talmud’a göre “dünya on ünlü sözle yaratılmıştır”, şöyle ki Tekvin’de dokuz kez “Rabb söyledi” ifadesi bulunuyor. O ise ki Tevrat’ın “birinci kelimesi” Bereshit, “başlangıçta” veya “Öz” (tarafından, içinde, birlikte), ilk ve bütün öbürlerini içeren ilk yaratıcı Söz oluyor. Böylece de bereshit en âli yaratıcı Kelâm oluyor ki bunu Yahudi geleneği onu tanrısal “Hokma-Hikmet”le özdeşleştiriyor.
Böylece de, be-hokma “Tanrısal Hikmet’in içinde, onun tarafından ve onunla birlikte” ve be-reshit de “Prensip-asl”la akilâne aynı manayı haiz oluyorlar. İşbu akil Prensip’ten, Kitab-ı Mukaddes’in ilk cümlesi mucibince, her şey yaratılmış olup her şey tanrısal Hikmet’te ezelî ve ebedî olarak zahir ve hazırdır. Zuhuru mümkün her şey O’nda, bir layetenahi Işık’ta olduğu gibi, tezahür eder, hareket eder ve gözden kaybolur. Bu keyfiyet Kur’an tarafından da vurgulanmaktadır: Allah, sadece Hikmet ya da Nur’undan gökleri ve yeri yaratmakla kalmayıp bunları bir yandan, teali ederken, Kendisi dahi bunların Nur’u veya münir Cevheri’dir ve her yerde hazır ve nazırdır. Bu açıdan, Tevrat’ın “Başlangıçta Allah gökleri ve yeri yarattı” ifşası Kur’an’da “Allâhu nûru-s semâvâti ve-l-arzi”, yani “Allah göklerin ve yerin nurudur” (Ayet’in tümü şöyledir: “Hakk Teâlâ göklere ve yere nur -verendir-, O’nun nuru, içinde bir çırağ bulunan kandilin ışığı gibidir. Çırağ billur içindedir. Şarklıda ve garplıda olmayan mübarek bir zeytin ağacından yakılır. Ateş dokunmasa da onun yağı hemen ışık verecek gibidir. Nur üzere nurdur…) (XXIV/35). Bu itibarla Allah’ın Kendisi, hilkatin başlıca ve tek Gerçeği veya yaratıcı, ifşa edici ve kurtarıcı (necata erdirici) Nur’udur. Kendisi bu Nur olup, ona “kun-ol!” ve “oldu-fayakûn“ diyor, ezelden beri. O, kendi “Ol!” Kelâmı, Kelimet’ül Allah’ı veya “Emr”idir (Arabî Amr, “kelâm”, “emir”, “kumanda” manasındaki İbranî AoMeR‘e tekabül eder).
“Kelâm başlangıçta var idi ve Kelâm Allah nezdinde idi ve Kelâm Allah idi. O, başlangıçta Allah nezdinde idi” (İncil-Yuhanna’ya göre I/1-2). Yahudi geleneğinde bu Prensip sadece tanrısal “Hikmet-Hokma” değil, aynı zamanda da “Baba” (Ab veya Abba) tesmiye edilir; “Oğul” (Ben veya Ban) da “ilm-i kül” (Da’at) olup bu sonuncusu bu “Hikmet” ve de Allah’ın ya da Tanrısal “Ana” (Em veya Imma)nın yaratıcı “Akl” (Bina)ından doğmuştur. Hristiyanlıkta “Oğul”un kendisi, “Hikmet”i, “Baba’nın Hikmeti”ni, temsil eder.[26]
Arada bir metin akrabalığı, Yahudi ve Hristiyan duaları arasında bir “ruhanî babadan kardeşlik” görülüyor. Yahudi duası, başlarda Nazaretli İsa’nın, “Sion kızı” Meryem’in, havariyûnunki değil miydi? Bunda “pederlerin imanı” ve Yeruşalim’in ilkel kilisesininki kök salmıştır.
Ama daha başkaları da var: Allah İsrail oğullarından misak almıştı. “Biz onlardan on iki reis[27] tayin ettik. Allah buyurdu ki: Ben sizinle beraberim. Siz namazı doğru kılar, zekât verir, Peygamberlerime inanır…sanız … sizi içinden ırmaklar akan Cennetlere koyarım…” (Kur’an V/13). Bu “içinden ırmaklar akan
Cennet”, Sayılar 14/8’de “Eğer Rabb bizden razı olursa, o zaman bizi o diyara getirecek ve onu bize verecektir; bir diyar ki süt ve bal akıyor”. Koşutluk aşikârdır.
Bütün bunlara rağmen politik açıdan Peygamber’in Yahudilerden kuşkulandığı, buna karşı Hristiyanlara karşı yakınlık duyduğu görülüyor: “İnsanlar içinde, iman edenlere, en şiddetli düşmanlığı gösterenlerin Yahudilerle müşrikler olduklarını, müminlere dostluk itibariyle en yakın olanların «Biz Nasranîyiz» diyenler olduklarını görürsün. Çünkü bunlarını içinde keşişler ve rahipler vardır, sonra bunlar kibirli değildirler” (Kur’an V/85). Nitekim Kur’an’ın bütün bir Suresi (III, Âl-i İmran), Hristiyanlık ve Beni İsrail peygamberlerinin sonuncusu olarak telâkki edilen İsa’ya tahsis edilmiştir.[28] (Musa ile Harun, İmran’ın zürriyeti idiler. Musa Musevî şeriatının müessisi, Harun ise İsrail ruhanîlerinin başıdır. Bu hanedanın en son mümessilleri Yahya ile İsa idiler).[29]
İsa ve Havariyyûn’un Yahudi olmaları itibariyle Hristiyanlığın son tahlilde
Musevîliğin bir varyantından ibaret olduğu ve ana dinin başlıca temel dogmalarını muhafaza ettiği bir gerçektir. Dolayısıyla Hristiyanlık yoluyla da birçok Yahudi-Musevî unsurun İslâm ve Türk kültürüne sızmış olduğunu kabul edeceğiz. Şu anda İslâm alanında bulunduğumuzdan bu dinin İncil’i nasıl algıladığına da kısaca bakalım.
“İncil” sözcüğü, İncil karşılığı εύαγγέλιον sözcüğünün Etyopyen wangel aracılığıyla Arabî istinsahından (transkripsiyon) ibarettir. Bu sözcük Kur’an’da 12 yerde geçip İsa tarafından nakledilen Vahiyi tazammun eder. Keza sözcük, Muhammed’in Hristiyan çağdaşlarının sahip bulunup okudukları Kitâb’ı, yani dört İncil’i de ifade eder; çoğu kez de Ahd-ı Cedîd’in tümüne teşmil edilmiştir.
Kur’an’da birçok İncil karakteri (İsa, Meryem, Yahya, Zekeriya, Havariyyûn) ve bir miktar da vakıa (Cebrail’in Meryem’e hamileliği hakkında verdiği haber, tebşir, İsa’nın mucizeleri) yer alıp bunların İncil’le benzeşmeleri çarpıcıdır; şöyle ki bunların onlara takaddüm etmiş olan İncil’lerle ilişkisinin ne denli kesin olduğu sorunu ortaya çıkıyor.
Mümin Müslüman için sorun hiçbir güçlük arz etmiyor: Her iki Kitâb’ı da vahyeden aynı Allah’tır ve Resul Muhammed, Vahyi doğruca Allah’tan aldığına göre, bazı hususları istinsah etmek için eski Kitâb’lara doğruca veya bilvasıta müracaat etmeye ihtiyaç duymamıştır.
Ama din tarihi açısından, tarihî bağlantıların aranması bir zarurettir. Bu itibarla ilk sorun şöyle oluyor: Muhammed ve ilk Müslümanların İncil’ler hakkındaki bilgileri ne olabilirdi? Bu da bu Kitâb’ların Arapçaya tercümesine götürüyor şöyle ki Muhammed ve Sahâbe’nin Yunanca, Süryanîce veya Kıpti dilini bilmeleri düşünülemez.
Muhammed dönemi veya daha önce yapılmış çevirilerin bazı tartışmalara yol açmalarının ötesinde, bunlar münferit ayrıntılara münhasır kalmışlardır. Buna karşılık 2/8. yy.da İncil’lerin Arapça nüshaları Suriye’de Hristiyanların elinde geziyordu. Kesinlikle söylenebilecek şey, Muhammed ve ilk müminlerin Arapça İncil’ler hakkında doğruca bir bilgi sahibi olamayacakları merkezindedir.
Buna karşılık Arabistan’da Hristiyan fikirlerinin, bunlara ek olarak apokrifa ve İncil öykülerinin yayılması, İslâm’ın zuhurundan önce geniş ölçüde şifahî öğreti ve günlük yaşamın sağladığı karşılıklı ilişkiler sayesinde olmuştur. Yukarda, Yemende Yahudilerle faal rekabet halinde Hristiyan cemaatlerinin varlığını görmüştük. Kuzey-Doğu’da da Nasturî kilisesinin etkisi de Hira’dan her yana, misyonerler, şair ve tüccarlar aracılığıyla yayılıyordu. Hattâ Hatice’nin Hristiyan kuzeni Waraka’nın, İncil’lerin tercüme ya da suretlerini istinsah ettiği mukayyettir. Bu itibarla sahih ve apokrif İncil’leri yansıtan Kur’an ayetlerinin işbu Hristiyan cemaatlerinden türemiş olması muhtemeldir. Peygamber’e malûm olanlar sahih İncil’lerden çok apokrifalar oluyor. Bu bilgileri o tamamen Hristiyan olan kaynaklardan değil, Yahudi Hristiyanlardan, şifahî olarak edinmiştir. Keyfiyet, Kur’an’da muhafaza edilmiş olan kıssaların nevinden anlaşılıyor. Bu kıssalar şekillerini, yukarda irdelediğimiz Hanîf, yani kendilerinin İbrahim dininden olduklarını iddia eden kişilerden almış olmalıdır.
Hıristiyan fikirlerinin Müslümanlar arasında intikal yollarından biri şiirdir. İslâm’ın zuhurunda şairlerce Hira’yı ziyaret çok rağbette idi. Burada Hristiyan Araplarla dostça ilişkiler cari olup Hira meyhanelerinde öğrenmiş oldukları kıssaları sonradan Arabistan’da hikâye ederlerdi. Gerçekten şiir uzun süre Müslümanlarla Hristiyanlar arasında bir bağlantı oluşturmuştu: Hristiyan şair al-Ahtal’ın Emevî sarayında hüsnü kabul gördüğü biliniyor.
Peygamber, ahlâk hususunda İncil’i Kur’an’dan ayıran esaslı farikayı, yani rahm ve şefkati biliyordu: “Sonra onların arkalarından peygamberlerimizi gönderdik. Meryem oğlu İsa’yı da onların ardı sıra irsal ettik. Onlara İncil verdik. Ona tâbi olanların kalplerine şefkat ve rahmet duyguları koyduk…” (Kur’an LVII/27). Daha başka meselelerin yanı sıra İncil’de Allah’ın başka bir resul göndereceği vaadini biliyordu: “Bununla beraber ben size hakikati söylüyorum; benim gitmem sizin için hayırlıdır, çünkü gitmezsem, Tesellici size gelmez; fakat gidersem, onu size gönderirim” (Yuhanna XVI/7); bunun yankısı da Kur’an’da şöyle: “Onlar ki yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı gördükleri ummî nebi olan Peygamber’e tâbi olurlar, o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten nehyeder, …onların sırtlarındaki ağır yükü kaldırır, onların zincirlerini kırar…” (VII/156).
Peygamber, İsa’nın mucizeleri arasında körün ve cüzamlının şifa bulmasını, ölülerin dirilmesini zikrediyor. Onun bilgi edindiği çevrelerde İncil’e ait en şayi rivayetin “tebşir vahyi” olduğu görülüyor. Buna Luka’dan okuyalım: “Altıncı ayında Allah tarafından Cebrail melek Galile’de Nasıra denilen şehre, Davud evinden Yusuf adındaki adama nişanlı olan bir kıza gönderildi; kızın adı Meryem idi. Melek onun yanına girip dedi ki: Selâm, ey nimete eren kız, Rabb seninledir. Ve Meryem bu sözlerden çok şaşırarak: Bu nasıl selâmdır diye düşünüyordu. Melek ona dedi ki: Korkma Meryem, çünkü Allah önünde inayet buldun. Ve işte gebe kalıp bir oğlan doğuracaksın…” (1/26 ve dev.). Bunun Kur’an’da mukabili de yine Âl-İmran Suresinde okunuyor; burada “tebşir” önce Zekeriya’ya vaki oluyor, ona oğlu Yahya müjdeleniyor (III/37-42); sonra da melekler Meryem’e sesleniyorlar (III/42-50). Meryem’in bakire oluşu tasdik ediliyor (XXI/9l).
Hıristiyanlığın ilk çağlarında ortaya çıkan “heretic” Dosetizm akidesine göre İsa sadece görünürde bir vücuda sahip olduğu için doğumu, acı çekmesi ve ölmesi sadece görünüştedir.[30] Carra de Vaux,[31] Muhammed’in İsa’nın çarmıha gerilmesini reddetmesini (IV/155-156) bu tarikatın etkisine bağlıyor.
Bu ayrıntılar üzerinde daha fazla yayılmayıp Ahd-ı Cedîd’in Hadîsler üzerindeki önemli etkisi keyfiyetini yine Carra de Vaux’dan okuyalım: “Peygamber yahut ashabına isnat olunan mucizeler, meseller, fikirlerin kaynağı İncil’dedir. Meselâ Peygamber yiyecek ve içecek su miktarını artırıyor. Bu… daha ziyade İncil’deki “somunlar ve balıklar” mucizesinden mülhemdir. Fakirlerin mevkileri ve zenginlerin cennete girmelerindeki güçlük ile ilgili birçok hadîs yine İncil’deki esas akideyi aksettiriyor…”.
“Mehdi ve kıyamete ait efsanelerde Hristiyan apocalyptique edebiyatın büyük bir hissesi vardır”.[32]
Daha fazla ayrıntıya burada gerek yok.
[1] G. Scholem. Le-Nom et les symbolesde Dieu, s. 85.
[2] Annick de Souzenelle. La lettre, s. 63.
[3] A. de Souzenelle. La lettre chenim de vie, s. 42-43.
[4] Tarafımızdan belirtildi.
[5] Androgyne.
[6] Bu, Schekina olmuyor mu?
[7] Mübahat Türker – Küyel. – Kramer’in “Tarih Sümer’de başlar” adlı eseri (tanıtma yazısı), in ERDEM V/15, Eylül 1989, Ankara, s. 1023-4.
[8] Annick de Souzenelle, – op.cit., s. 79.
[9] ibd., 110.
[10] ibd., s. 119.
[11] Leo Schaya. La crédation en Dieu à la lumiére du judaïsme, du christianisme et de l’Islam, Paris 1983, s. 45-46. Ayrıcabkz. s. 67.
[12] Le Zohar Le Livre de la. Splendeur. Extraits choisis et présentés par Gershom Scholem, Paris 1980, s. 33-34.
[13] ibd., s.31.
[14] Leo Schaya. op. cit. s. 455.
[15] Mamfred Lurker. – The Gods and Symbols of Ancient Egypte. Thames and Hudson, 1980, s. 33-4.
[16] A. de Souzenelle. Le symbolisme du corps humain, s. 20-23.
[17] A. de Souzeaeîle. La lettre, s. 118,
[18] Marie Delcourt. Utrumque Neutrum, in Mélanges d’histoire des religions offerts à Henri-Charles Puech, Paris 1974, s. 117-123.
[19] G. Scholem. Le nom et les symboles de Dieu, s. 109.
[20] EJ, madde “God, “God, names of”
[21] B. Hrozny. Histoire de l’Asie Antérieure, de l’Inde et de la Créte, s. 254-5.
[22] ibd., s. 253-4.
[23] Yahudiler, İslâm şeriatinin helâl tanıdığı yiyeceklerin bir kısmına itiraz ederlerdi. Onlara verilen cevapta, bunların İbrahim ile zürriyeti için helâl olduğu ve İslâmiyetin esas itibariyle Hazret-i İbrahim şeriatine uygun olduğu anlatılıyor…” (Ömer Rıza Doğrul’un notu – tefsiri).
[24] Yahudiler, şeriat-i Museviyenin şiddetinden kaçmak için, İslam şeriatı mucibince muhakeme olunmak isterlerdi…” (Ö. R. Doğrul’un notu-tefsiri).
[25] I. Horovitz. Tevrat, in İA.
[26] LeoSchaya. – op. cit., s. 82-3.
[27] Kitab-ı Mukaddes’in Âdat (Sayılar) bâbı banların adlarını saydıktan sonra “Cemaatten çağrılanlar, ataları sıbtlarının (torunlarının) beyleri; bunlardı” (1/4-17) deniyor.
[28] Bu konuda bkz. Ömer Rıza Doğrul – Tanrı Buyuruğu, tefsir, s. 106.
[29] ibd. s. 118, infra 25.
[30] MI.
[31] Carra de Vaux, İncil, in İA.
[32] ibd. ve ayrıca bkz. Carra de Vaux (G.C. Anawati) – İndjil, in EI.