124 Tanrı adı ile söze başladım; o yaratan, yetiştiren ve göçüren rabbimdir.
125 Bütün âlemi dilediği gibi yarattı; dünya için güneş ve ayı aydınlattı.
126 Bak, feleği yarattı durmadan döner; onunla birlikte hayat da durmadan devreder.
127 Mâvî göğü ve üzerinde yıldızları yarattı; karanlık geceyi ve aydınlık gündüzü var etti.
128 Bu gökteki yıldızların bir kısmı süs, bir kısmı kılavuz, bir kısım da öncüdür.
129 Bir kısmını halk için aydınlatmıştır; bir kısmı kılavuzdur, insan yolunu kaybederse, bunlarla bulur.
130 Bazıları daha yüksek, bazısı daha alçaktır; bazıları daha çok, bazısı daha az parlaktır.
131 Bunlardan en üstte Zuhal dolaşır; bir burcda iki yıl sekiz ay kalır.
132 Ondan sonra ikinci olarak Müşteri gelir; bir burcda on iki ay kalır.
133 Üçüncü olarak, Merih gelir, gazapla dolaşır; nereye bakarsa, yeşermiş olan kurur.
134 Dördüncüsü Güneş’tir, dünyayı aydınlatır; yaklaşanları, karşısına gelenleri ışığı ile aydınlatır.
135 Beşincisi Zühre’dir, sevimli yüzünü gösterir; sana severek bakarsa, müsterih ol.
136 Bundan sonra Utârit gelir; ona kim yaklaşırsa, dilek ve arzularına kavuşur.
137 Bunlardan en altta bu Ay dolaşır; Güneş ile karşı-karşıya gelirse, dolun ay hâline gelir.
138 Bunlardan başka bir de on iki burc vardır; bunların bazıları iki evli, bazısı ise, tek evlidir.
139 Hamel bahar yıldızıdır, sonra Sevr gelir; Cevzâ ile Seretân dürtüşerek yürür.
140 Bak, Esed’in komşusu Sünbüle’dir; sonra Akreb ve Kavs’in arkadaşı Mizân gelir.
141 Bundan sonra Cedi, Delv ve Hût gelir; bunlar doğunca, gökyüzü aydınlanır.
142 Bil ki, bunlarda üçü – bahar yıldızı, üçü – yaz, üçü – son bahar ve üçü de – kış yıldızıdır.
143 Bunların üçü – ateş, üçü – su, üçü – yel ve üçü topraktır; bunlardan dünya ve memleketler meydana gelir.
144 Bunlar birbirine düşmandır; Tanrı düşmana karşı düşman gönderdi ve savaşı kesti.
145 Uyuşmaz olan düşmanlar kendi aralarında barıştılar; görüşmez olan düşmanlar öçlerini ortadan kaldırdılar.
Daha önce de gördüğümüz gibi Kaşgarlı da bu yıldız ve burçlara değinmiş:
“Yulduz: Yıldızlara verilen genel bir isim olup sonra araları ayrılır: Müşteri yıldızına Erentüz, Mizân yıldızına Karakuş, Süreyya’ya Ülker, Yedikardeşlere Yetigen, Kutup yıldızına Temürkazuk, Mirrih yıldızına Bakırsokım denir” (III/40). Ve “demir Kazık”ı izah ediyor Kaşgarlı: Kaznğuk: Kazık, bu sözden alınarak kutup yıldızına ‘temür kaznğuk’ denir, ‘demirden yapılmış kazık’ demektir; sanki gök bunun üzerinde dönüyor “ (III/383).
Orta Torosların Aladağlar kütlesinin en yüksek zirvesinin adının da “Demirkazık Tepesi” (3.756m) olduğuna da işaret edelim. Görünüşü, ona bu adın verilmesine neden olmuş (Niğde’nin Çamardı ilçesinden çekilmiş fotoğrafını C.II/1’de vermiştik – fot.78-renkli).
Bütün bunları aslında daha önce irdelemiştik[1]. İlgisi itibariyle bu yazdıklarımızı buraya yeniden derç ediyoruz.
Yazınsal ve epigraphic kaynaklar bu tanrının (Mithra) adının “kayadan doğma” şeklinde geçtiğinden daha önce söz etmiştik. Çok sayıda kabartma ve heykelde o, zeminden, bir kesik konu (mahrut nâkıs) şeklini haiz bir kayadan, bir elinde kama, diğerinde meşale, göbeğinde bir hilal ve başında Phrygia külâhı olmak üzere[2] zuhur etmekte olan bir çocuk görünümünde tasvir edilir.
Ama kayanın etrafına bir yılan sarılmıştır!…[3]
Mithra’yı gönülden çıkarmak kolay değil. O da bizi yine geri götürecek. Toros’ların, yani “boğa dağı”nın zirvelerinden Demir kazık ve bununla aynı veya benzer adları taşıyan kutup yıldızından bahsetmiştik. Bu boğa-yıldız münasebetini bize galiba Mithra izah edecek. Ona şimdilik kısa bir dinlenme molası verelim. Hyginus (M.Ö. 64-M.S. 17), Orion’un doğuşunu şöyle hikâye ediyor: Hyrieus (“Arı kovanından”) adında biri, evinde misafir ettiği Juppiter ve Mercurius’dan (Uttarit) bir çocuk sahibi olmayı talep eder. “Rüşvet” olarak da yenmek üzere bir boğa boğazlar. Onlar da hayvanın yüzülmüş derisinin içine işerler ve bunu gömmesini söylerler. Bundan bir oğlan doğar. Babası ona önce Urion (urine = idrar) adını koyarsa da kulağa daha hoş geleceğinden bunu Orion’a çevirir[4].
Hüsnü cemal ve bir dev kuvvetine sahip delikanlı, çok çeşitli zenneperestlik serüveni sonunda öldürülür, bütün güzel âşıklar gibi “kadın parmağı” ile. Ama bütün bunlar onun “topraktan” (kayadan?) neşet etmiş olması keyfiyetini değiştirmez.
Fakat öldürülme sebepleri olarak ileri sürülen çeşitli rivayetler arasında bir tanesi aklımızı çeldi: Artemis’le (Demir) halka atma yarışına giriyor[5], kazanmakla da maşukasını kızdırmış oluyor…
Tehevvürle yaptığı işin büyük pişmanlığı içinde kıvranan tanrıça onu bir takımyıldızına tahvil ediyor, bugün aynı adı taşıyan takımyıldızına.
Öldürme şekli de önemli oluyor. Rivayetlerin çoğunluğu Artemis’in onu bir akrebe sokturup bu hizmetine karşılık “katil”i de bir burç haline getirdiği merkezindedir.
Hikayeyi bu noktada ele aldığımızda bazı yakınlıklar doğuyor gibi oluyor. Romalı askerin Mithra kültünde ikon, Mithra’yı bir boğanın üstüne çıkmış, sol eliyle hayvanı ağzından yukarı çekerken sağ elindeki kamayı omuz başına batırır halde tasvir ediyor. Altta, hayvanın tenasül uzvunu sokmakla meşgul bir akrep, yanında bir yılan, bir aslan… var, hepsi de birer Zodiak burcu olan yaratıklar.
M.P. Speidel’in tezi doğruysa boğa kurbanı sahnesi, Boğa’dan Akrep’e kadar takımyıldızlarını yaz hattı üstüva burçlarını temsil ediyor; kült ikonundaki Mithra, Orion burcundan başkası olmuyor[6].
İşin doğrusunu yanlışını konunun uzmanları araştıra dursunlar, biz şu demir halka atma oyununa dönelim. Demir halka, demir kazığa geçirilir… Demir Kazık da, Boğa Dağı üzerinde, Orion olur, kutup yıldızı olur, zamanla…
Daha ne ekleyelim?…
Yılanın sembolizminin gerçekten çok yönlü oluşuna karşın bütün bu semboller, son tahlilde, bir ana fikir etrafında toplanır: kendini yenilediğinden ölümsüzdür ve dolayısıyla da, ayın bir “kuvveti”dir ve bu niteliğiyle doğurganlık, ilim (gaybdan haber verme, kehanet) ve hatta ölümsüzlük dağıtır. Tanrının insana ihsan ettiği ölümsüzlüğün yılan tarafından çalınmış olduğunu anlatan çok sayıda mitos olduğunu biliyoruz[7]. Şeyh Mehmet Tayyar da yılanın dağıttığı “iyi şeyler”e talip olmuş olmalı, fot. 70’teki şahidenin sahibi gibi.
Anadolu’da “genellikle angona[8] adı verilen ev yılanı uğursuz sayılmaz. Evlerde, duvar deliklerinde görüldüğü zaman ona kimse dokunmaz. Evin koruyucusu sayılır… Kara yılan, engerek yılanı, sarı yılan, alacalı yılan, boz yılan gibi… yılanlar uğursuz, korkulu sayılır…”
“Bir yılanı öldürüp ağaca asınca yağmur yağar[9]. Bu, Anadolu’da çok yaygın bir inançtır. Yağmur duasına çıkan köylüler buna büyük bir önem verirler. Yağmur yağsın diye yılanı öldürüp ağaca asarlar. Öldürülen yılan suya atılır da yitip giderse yağmur durmaz, gittikçe artar, ortalığı seller sular kaplarmış[10]. Bu yüzden öldürülen yılanı – yağmur yağdırmak için – bir ipe bağlar, öyle suya salarlar. İstenildiği ölçüde yağmur yağınca sudan çıkarır toprağa gömerler…”
Kadiriyye tarikatı şeyhi İsmail Rumî Osmanlı Kadîrilerinin işareti olarak yeşil gülü seçmişti. Süluk eden bir talibe şeyh, on sekiz kenarlı bir gül remzi takardı göğsüne ve tac tabir edilen keçe külâhına[11]. Margoliouth bunun merkezinde Mühr-ü Süleyman’ın bulunduğunu söylüyorsa da bu, mezkûr Mühür’deki gibi altı köşeli (birbirine göre ters konmuş iki müselles) değil, beş köşeli bir yıldızdır (fot.l29). Üstelik bizce çok önemli görünen bir husus da bu yıldızın ışınlar saçmasıdır. Üsküdar’da (İst) Halvetî Aziz Mahmut Hüdaî tekkesinin haziresinde bulunan, Karidiyye ve Üveysiyye’den Şeyh Mehmet Aziz Bedreddin’in (H. 1259-1338) mezar taşının üstünde de bu her iki yıldız bulunmaktadır (fot. 130). Şeyhin mezarını çevreleyen demir parmaklıkların baş örgesinin de çam kozalağı olması ayrıca dikkati çekiyor. Bunun bir rastlantı olmadığına, aynı hazirede bulunan ve tepeleri birer kozalakla süslü iki taş daha delâlet ediyor (fot. 131). Burada Attis de, mezkûr tarikatlarla hemhal olmuş… Biz dönelim Mithra’ya, aynı zamanda güneş – tanrı’ya.
Roma Mithraismi, “mysterion” tabiatlı, “mistik” tipten, bir değişikliği deneyen (experience), mağlûp edilemez, varılamaz, tahrip edilemez (invictus), insana intra-cosmic ve extra-cosmic necat sağlayan bir tanrısal varlık üzerine müesses bir din olup mümbitlik temasına yabancı olmayan bir semboller sistemiyle kendini ifade eder. Bu işe tahsis edilmiş özel tapınaklarda icra edilen süluk sistemleri içinde, bir batınî (esoteric) prensip temeline oturur. Bir “mahbes” olarak değil de bir “merdiven” olarak tasavvur edilen bir kozmos içinde ruhun değişmesi düşüncesine dayanan bir mysterion strüktürünü haizdir. Ruh, bu merdiveni çıkıp onu aşacak ve yedi kat göğün üstünde “sabit yıldızların” üstün edebiyet, ölümsüzlük (aeternitas) düzeyine girecektir. Celsus’un ünlü metninin zikrettiği sekiz kapı buna işaret eder[12].
İran’da doğanlar ne kadar çok birbirlerine benziyorlar!… Devam edelim.
Bir iktitafçı (eclectic) Eflâtuniyye’ci olan Celsus (II. yy.), Gerçek söz adlı ünlü eserinde Hristiyanlığı karşısına almış, onu şiddetle yermişti. Bunu, Origenes’in tepkisinden (Celsus’a karşı adlı yapıtı) biliyoruz. Meslekten feylosof olmayan Celsus, dinî imparatorluk olan bir dünya adamıydı. Çeşitli millî din ve mitolojilere derinlemesine vâkıf olup bunları mezcetmeyi başarmıştı. Bu arada İran’ı da biliyordu, sekiz kapıyı da.
“Var bir sırat nişânı rahmet kapusı ya’ni
Hızır Nebî makamı Kuds-i mübârekdedür
Yazuk[13] müzd terâzûsı anca sırat köprüsi
Sekiz uçmak kapusı[14] kuds-i mübârekdedür…”[15]
Ahmet Fakih, Horasan’dan gelmiş, İran edebiyatını ve tasavvufu öğrenmiş, bir XIII. yy. Anadolu şairiydi. O da sekiz kapıyı biliyormuş. Belki de, fot. 131 a’daki taşın sahibi gibi…
Kadiriyye’nin simgesi olan gül(?)ün dış çevresinde gerçekten on sekiz tüveyc sayılıyorsa da bu gerçekten bir gül müdür? Neden ortadaki, ışınlar saçan yıldızla birlikte gökyüzü, Samanyolu, Orion takımyıldızı olmasın.
Neden, Dea Syria’nın Aenus yıldızı olarak özelliği olan sekiz uçlu yıldızlardan olmasın?…
Gerçekten Hierapolis’te Atargatis’in rahiplerinin giydikleri mahrutî külâhın üzerinde bir sekiz, bir de on altı uçlu yıldız bulunurdu. Bu sonuncusunun Atargatis-Venüs’ü, sabah ve akşam yıldızı olarak ifade etmesi muhtemeldir[16]. Harran’da Güneş, Ay’ın yanı sıra Yıldızlar’a, Gezegenler’e ve bilhassa Parlak Yıldız’a, yani Venüs, Sabah ve Akşam Yıldızı’na tapıldığını biliyoruz. Atargatis, bir bukranion üzerinde bir yıldız olarak temsil edilirdi[17].
Bu sekiz ve onun iki katı olan on altı köşeli yıldız, Kadiri şeyhinin tac’ına ve göğsüne varana kadar on sekiz köşeli olmuş olamaz mı? “Sekiz kapı” neden bu yıldızın uçları olmasın?… Mezar taşı üstünde, en tepede ve tac’ın altında bulunan “gül”lerin (fot. 130) bu her iki yıldızın bir devamı olmadığı kesin midir? Harran’ın yakınında Edessa (Urfa)da Mithra kültünün revaçta olduğunu bilmiyor muyuz, o “Doğu’nun Atina’sı” Edessa’da?…
* * *
Buraya kadar anlattıklarımızın çoğu, bir “takvim” çerçevesini aşıp inançlar âlemine taşıyor. Ve inançlar da bir takım uygulamalara yol açıyor. Abdülbaki Gölpınarlı’nın Osman Turan’a anlattığına göre Azerbaycan’da Oniki Hayvan Takvimi ile ilgili olarak “Timsah yılının başlangıcı anında (Hamel burcu?) bir kavanoz alınarak içine balık konur; o yılın iyi ve bereketli geçeceği zannedilir. Eğer senenin hâkimi başka bir hayvan ise bir testi alınır, üzerine ıslatılmış tere tohumu yapıştırılır ve tülbentle sarılır. Tülbendin uçları daima suyu ihtiva eden testinin içine konur. Bu suretle her zaman nemli kalan tohumlar çimlenir. Hâkim yıla göre, meselâ yıl tavşansa, tavşan şekli yapılır. Bu suretle o yılın emin ve bereketli geçmesi temin edilmiş zannedilir”miş.
Uygurlardan ele geçmiş belgelerde, bunların günlük yaşamlarının takvim günlerine göre olumlu ya da olumsuz geçeceğini gösteren parçalara rastlanıyor. W. Eberhard’a göre bunlar Çin halk takvimlerine uyuyor ve Türk ve Hint astrolojisine intibak ediyor[18].
Yukarda sözünü etmiş olduğumuz Kara-Kitay’lar, Çin kültürü yörüngesine tedricen girmiş olmakla Çin kökenli bilimsel ve teknik gelenekte tam kesinti yine de olmamıştı. Her halükârda, XII. yy.ın başında, Cengiz Moğollarının büyük selinden birkaç yıl önce Khoço Uygurları arasında, bu gelenek, takvim ve buna bağlı astrolojik inançlar itibariyle, tamamen yerine oturmuştu: bunun en belirgin kanıtı, aşağıda sözünü edeceğimiz 1202 belgesi oluyor. Bu, bildiğimiz kadarıyla, görünürde basitçe bir çeviri halinde, konu üzerinde Çin (Buddhik-Çin) öğretisini tümüyle intikal ettiren Türkçe metinlerin ilki oluyor.
Reşid Rahmeti Arat tarafından neşredilen işbu “Turfan (burada: Khoço) metinleri”nin ilk bölümü, aksırmak’tan çıkartılabilecek kehanetlerin dizelgesini içeriyor şöyle ki bunun Devir’in düzenlediği art arda on iki günün her birinin sabahı (tan), öğesi (kün-ortu) veya keçä’si vaki olmasına göre insanın başına olumlu ya da olumsuz işler geleceği istidlâl ediliyor. Bu Çin’in Oniki Hayvan’ının 12 tché’sine tekabül eden on iki gün, sürekli olarak yeniden başlıyor ve geleneğe göre de Türkçe adlarıyla veriliyor: Koyun günü sabah aksırılırsa, iyi bir haber alınacaktır; öğlende aksırılırsa, talih artacaktır; akşam ise neş’elenilecektir…
W.Eberhard, tche Çin Devir’inin ve tekabül eden hayvan Devir’inin on iki günü için bu teşhislerin Çin halk takvimlerinde, günümüze kadar, aynen mevcut bulunduklarına işaret ediyor.
Bundan sonraki metin, “iyi veya kötü Dokuz Eşik Türü çizelgesi” mi veriyor. Bunda bahis konusu olan yıllık Dokuz Saray’ın her birinin Eşik’i olup bunların ayrı renkleri vardı ve bir Hint-Buddhik tanrının ve Hint astrolojik sisteminin dokuz gezegeninden birinin egemenliği altında bulunuyorlardı. Ayrıntılarına girmediğimiz bu sistemin Milâdî 600’dan beri Çin yazınında geçmesi de eklenince Uygurların Çin-Buddhik geleneğinden bir belirgin istiaresi görülüyor.”
Metnin üçüncü bölümü, On iki Hayvan Devri’nin gününe göre saç kesimi’ne bağlı kehanetlere ait: “Sıçgan gününde saç kestirilirse zengin olunur. Öküz günündü kestirilirse, kâr sağlanır. Pars gününde: hayat kısalacaktır. Tabışgan gününde: saçlar ağaracaktır. Timsah (ejder) gününde: utanılacak durum olacaktır. Yılan gününde: hastalık. Yund gününde: körlük. Koyun gününde: çok sayıda oğlan ve kız çocuğa sahip olunacaktır. Maymun gününde: çalışmanın sonu. Taguk gününde: kavga. İt gününde: zengin olunacaktır. Tonğuz gününde: büyük ve küçükbaş hayvanlar öleceklerdir. Günümüzde Sin-kiang’ın Müslüman Türkîlerinde aynı inançlara rastlanmaktadır. Ancak bunlar gezegensel hafta günlerine bağlanmışlardır.
1202 metninin dördüncü bölümü bir yakın konuyu irdeliyor: Oniki Hayvan Devri’nin günlerine göre tırnak kesme’ye dair kehanetler:
“Sıçgan gününde tırnaklar kesilirse, korkulacak bir tehlike zuhur edecektir. Öküz gününde: neş’e. Pars gününde:…(eksik)… Tavışgan gününde: fenadır. Timsah gününde: insanlarla düşmanlık. Yılan günüde: aynı. Yund gününde: kâr. Koyun gününde: bir dosta rastlama. Maymun gününde: mal mülkün kaybı. Taguk gününde: yiğit kişilerle buluşulacaktır. İt gününde: tehlike. Tonğuz gününde: dileklerin tahakkuku.”
Yine günümüzde Sin-kiang Müslüman Türkîleri tırnak kesme babında gezegensel haftanın uğurlu ve uğursuz günlerini biliyorlar ve bunu bir Hadis’e bağlıyorlar[19] Biz Türkiye’de saç ve tırnak kesme hususundaki inanç ve ritüelleri daha önce ayrıntılarıyla irdelemiş olduğumuzdan[20] onları burada tekrarlamıyoruz.
Turfan Metni’nin beşinci bölümü, Hayvan Devri günlerine göre hayatî ruh (öz konuk)’un insan vücudunun muhtelif yerlerindeki konumunu veriyor: “Sıçgan gününde, gözlerdedir…”
Hayatî ruhun insan vücudunda yer değiştirmesi inancı XI. yy.dan beri Türklerde iyice kanıtlanmış ve bazı kas ve gözkapaklarında ansızın hâsıl olan seğirmeye dair kuramla bağları vardır. Kaşgarlı: “Öz: öz konukı =göğdenin içinde kımıldayan nesne, ruh. Şu parçada dahi gelmiştir:”
“Bardı közüm yarukı Aldı özüm konukı
Kanda erinç kanıkı Emdi udhın udhgarur.”
“Gözümün nuru gitti, canım aldı. Nerede o dileğine eren? Şimdi beni uykudan uyandırır. (Göz bebeğim gitti, onun gitmesiyle ruhum da birlikte gitti. Şimdi o nerededir? Beni uykudan uyandırıyor, gözüme uyku girmiyor)” (I/46-47).
Bu seğirmeler, her türlü tıbbî astrolojiden bağımsız olarak, bir kehanet değerine sahip bulunuyorlar. Tarihi konmamış ama XIV. yy.a ait gibi görünen bir Uygur metninde, takvime hiç değinmeden bunda söz ediliyor: “… Herkimde başının sol tarafında seğirme (täbra-sär) varsa o bir uzak kente gidecektir…”
Aksırma, saçların kesilmesi veya yıkanması, tırnakların yontulması, hayatî ruhun vücutta yer değiştirmesi, seğirmeler, kulak çınlamaları ve sair konularda Çin’de ve de başka yerlerde, özellikle Türklerde, yeknesak olmayan, sürekli gelişme halinde halk inanışları varlıklarını devam ettirmektedir[21]: “kulağım çınladı, misafir gelecek”, ya da “biri beni andı”; “sol gözüm seğiriyor, bir uğursuzluk var”…
* * *
Ve artık, tarih boyunca süregelmiş takvim uygulama ve inançlardan günümüz Türkiye’sinde yaşayanlara bir göz atalım. Önce Kırzıoğlu’ya kulak verelim[22]:
“Çok balkanlık ve ormanlık olan Çoruk boyları ile Kars’ın Poskov kazası ve Kurtkale nahiyesi yerli halkı ile 1829’dan beri hududumuz ötesinde kalan Ahıska Ahilkelek ahalisi, hep Anadolu lehçesile görüşmelerine rağmen dillerinde Çağatay (Kıpçak) Türkçesi hususiyetlerini muhafaza etmektedirler. Aşağıda nakledeceğimiz ‘Kocakarı Hesabı ay adları’nda da bu hususiyetleri bulmaktayız.”
“Kars, Erzurum ve Çoruk bölgelerinde yaşlı kimselerle ‘Çoban Hesabı’nı esas tutarak aralarında devam ettiren köylüler, umumiyetle bu takvim hakkında şunları anlatırlar:”
“Her yıl, bir hayvanın üzerine kurulmuştur. Aydan, yıldızdan anlayan arif kimseler bu hesabı bilirler. Ve o yıl hangi hayvanın devri ise, ondan birisini tutup kurban keserler ki, uğurlu olsun. Kocakarı Hesabı da denilen bu hesabı çobanlar daha çok bilip gözetmek mecburiyetindedirler. Bundan dolayı bu eski hesaba Çoban Hesabı da derler.”
“Esas yılbaşı, döl-dökümü olan Kuzuayı’dır (Mart). Buna Yazbaşı da derler. Çıkan sene (1949) Sıçan-Yılı olduğundan mahsul iyi olmadı. Yeni sene (1950 Martından sonrası) Öküz-Senesi olacağından her yerde bolluk ve ucuzluk olacaktır. Aylar gibi, yıllar da 12 türlüdür ve bir 12 sene bittikten sonra sıra ile yeniden başlayıp devrolur.”
“Her yıl ayrı bir hayvanın üzerine kurulmuştur. 12 çeşit hayvan 12 yıla hükmeder. Eski seneler, Sıçan – Yılından başlar, Donğuz (domuz)- Senesinde biter; sonra yine yeni baştan dolanır. Bu hayvanların her biri bir seneye adını verir ve o seneye hükmeder. 12 hayvandan 6’sı insana yavukmuş’tur (alışmış, ehli), 6’sı da canavardır, insanoğluna yavukmaz. Sıra ile bu hayvanlar: 1) Sıçan, 2) Öküz, 3) Kaflan (Kaplan), 4) Davşan (Tavşan), 5) Balık, 6) İlan (Yılan), 7) At, 8) Koyun, 9) Meymun (Maymun), 10) Tavuk, 11) İt, (Köpek), 12) Donğuz (Domuz)dur.”
“Her hayvanın kendine göre bir hasiyeti (huyu, tabiatı) olduğundan, buna göre onun hükmettiği senede bolluk-darlık, kavga-barış, sağlık-salgın… olup olmayacağı bellidir. Meselâ At-Yılı’nda tahıl (hububat) bol olursa da, meyve çok olmaz. Bütün bunlar sınaklı (tecrübe edilmiş) olduğundan, hükmünü yürütür, hiç şaşmaz ve yanlış çıkmaz. Her senenin bir hususiyeti olduğundan, o yılı tahta çıkan padişahın, doğan çocuğun talihi önceden kestirilir, anlaşılır.”
* * *
Eski İran’da Selefkî idaresinin bir yeniliği, bir çağa göre tarihleme sistemi olmuştur. O zamana kadar olaylar genel olarak bireysel krallıkların hükümdarlıklarıyla tarihleniyordu ve dolayısıyla da idame ettirilmiş bir kronolojik hesap çok güç oluyordu; ancak kendi sülâlelerinin tesisi yılı’ndan (M.Ö. 312/311) itibaren sürekli tarihlemenin cesur ve pratik adımını atmışlardı. İskender’in vârisleri olduklarını da iddia eden Selefkîler için bu çağ İskender’inki olacaktı. Bu işi Arşakîler de sürdüreceklerdi ve kendi öz çağlarını, muhtemelen Arşak’ın iktidara geliş yılı olan M.Ö. 248/247’den itibaren tarihleyeceklerdi. Bunu yaparken de, olayların tarihlendirilmesinde bunu Zerdüştî takvimi ile mezcetmişlerdi. Ay ve gün adları, litürjik olarak kullandıkları Avesta’nınkilerin muadili Parth ay ve gün adları idi.
Parsî ya da doğruca İran’ın rahipleri, Ahmenîler zamanında Zerdüştî takvimin tesisinde muhtemelen öncülük etmiş olup bundan böyle geniş ölçüde Zerdüştî cemaatinde oynayacağı liderlik rolünden yoksun kalmışlardı ve böylece de, doğruca skolâstik meşgaleler için daha çok boş zamana sahip bulundukları düşünülebilir ve çalışmalarının meyvelerinden biri de, görünürde, peygamberleri için bir “tarihî” tarihin tesisi olacaktır. Bu yoldaki araştırmalar, olayları zaman içinde saptamakta yeni olanaklar arz eden Selefkî çağının yaratılması ile teşvik edilmiş olabilirdi; ancak ellerinde herhangi bir hesabı oturtacak Zerdüştî kaynağının yokluğu, güçlük yaratıyordu. O zaman bunlar herhalde uzun zamandan beri yazılı kayıt tutmaya alışkın Babilonyalı komşularına dönmüşlerdi. Onlardan, “İskender Çağı”ndan 228 yıl önce, yani M.Ö. 311’den evvel İran tarihinin büyük bir olayının vaki olduğunu öğrenmiş olmalıydılar. Bu olay, M.Ö. 539’da Babil’in Kuruş(Cyrus) tarafından zaptı olup keyfiyet Babilonyalılar açısından büyük önem taşıyordu; ama İranlı rahipler, görünürde bu çok önemli olguyu, mezarlarında dünyayı değiştirmiş olan peygamberlerine gönderilmiş bir ifşa olarak yeniden yorumlayacaklardı. Bu ifşayı aldığında Zerdüşt’ün otuz yaşlarında olduğu kabul edilerek “İskender’den önce” 258 yıl evvel, yani M.Ö. 569’da doğmuş olduğu hesabına varılmış[23].
İsfahânî, Tevarih-i Al-i Selçuk’unda “Toğul Bey’in veziri Amîd-ül-Mülk’den naklolunan bir rivayete göre o, Sultana doğduğu yılı sorduğu zaman sultan ona ‘filân hanın Mavera-ün Nehir’den çıktığı yılda doğdum’ cevabını verdi” diye anlatıyor[24].
Tarihi belirli olaylara nispet etmek alışkanlığı yaygındır. Bizim kuşağa[25] gelinceye kadar hep “Seferberlik’te (I. Dünya Savaşı’na girmemize takaddüm eden günlerde) on beş yaşında idim”, “Doksan üç harbi (1878 Rus harbi) çıktığında filânca memede idi”…tarihlemelerini dinlemiştik.
Konya Ereğli’si civarındaki Türkmen köylerinde ağızdan ağza gelenek, köylere belli bir köken atfediyor ve çeşitli ailelerin buralara yerleşme tarihleri hakkında genel mutabakat bulunuyor. Bu kuruluş öykülerinde zaman, anlatan (Ego)’dan itibaren sayılan kuşaklar olarak ölçülür[26].
Bir köyde uzunca süre görev yapmış ve kendini sevdirmiş imamın biri bir gün namaz kıldırırken, secdeye yattığı sırada biraz seslice yellenivermiş. Olay o denli büyük alay konusu olmuş ki imam, çok alıştığı köyden uzaklaşmak zorunda kalmış. Hayli yıl başka yerlerde imamlık ettikten sonra olayın unutulmuş olacağı umuduyla çok sevdiği köyüne dönmüş. Vardığında çeşme başında rastladığı bir kıza yaşını sormuş: “Bilmem ama imam kabahat yaptığında kundakta imişim” diye yanıtlamış kız…
Yıl içinde doğal olaylar da zaman taksiminde kullanılır. Göktürkler baharı “otların yeşillenmesi” ile başlatmıyorlar mıydı? diye geliş tarihini bildirmiyor mu?…
* * *
Galanti’nin sözünü etmiş olduğu, IV. Mehmet zamanında kabul edilmiş “sene-i maliye”nin bazı takvim tashihlerini gerektirmiş olması itibariyle, bu konuyu da, konumuz çerçevesi içinde, kısaca irdeleyip “resmî takvim” bahsini kapatacağız.
“…Rumî veyahut Şemsî denilen ayların kullanılması 1205 Hicrî yılında Gümrük Emini Hasan Ağa tarafından kendi teşkilâtına tatbik edilmiş ise de I. Mahmut zamanında Defterdar bulunan Elhac Mustafa Efendi’nin koyduğu bu esas, Yeniçeri maaşlarının verilmesinde ve bir gümrük işleri gibi Devlet teşkilâtının ancak bir kısmında kullanılması, türlü türlü karışıklıklar meydana getirmiştir. Fakat Defterdar Moralı Osman Efendi işi iyice inceledikten sonra hazinenin zararını önlemek üzere bir layiha kaleme almış ve padişaha arz edip Meclis-i Meşveret’te kabul edildikten sonra icrasına padişah tarafından irade edildiğinden H.1209 (1794) tarihinde bütün muamelât ve teşkilâtta kamerî aylar yerine şemsî ayların kullanılması başlamıştır. Bu suretle şemsî ayların kullanılması, Devlet’e senede dört yüz altmış beş kese fazla kazanç sağlamıştır.”[27]
“Rumî 1332 yılı Şubat ayının sekizinci günü kabul edilen bir kanun ile Osmanlı İmparatorluğu takviminde yeni bir değişiklik daha göze çarpmaktadır.”
“Rumî 1332 yılı Şubat’ının 16. günü 1333 senesi Mart’ının birinci günü olarak kabul edilmiş ve eskiden olduğu gibi aynı zamanda Hicrî kamerî tarihle beraber bu yeni takvimin kullanılmasına da başlanmıştır”[28].
“Orta-Doğu’yu mütalâa etmenin korkutucu veçhelerinden biri, birçok, çoğu kez birbiriyle ilişkisi olmayan, her biri özgü alfabeli dillerin bir arada olmalarıdır. Bunlara yeterince hâkim olunduğunda bir takvimler yığınıyla karşılaşılıyor. Belli bir bölge veya zaman dönemi üzerine odaklanıldığında işbu güçlüklerin birçoğu azalırken, Osmanlı İmparatorluğu’nun kozmopolit tabiatı, birbirine girift dillerin (Farsça, Türkçe ve Arapça) ve takvimlerin bir yoğun dokusunu geliştirmiş; bunlar birbirlerinin yanı sıra kullanılmakla kalmamış, yeni alt türler yaratmak üzere harman olmuşlardır…”[29]
Osmanlı devlet gelirine ait takvim, sene-i maliye, özellikle Devlet’in hazine teşkilâtı ile ticaret sektörü tarafından kullanılmış olup ilk olarak Milâdî 1676 yılında uygulanmış ve sonunda, 1839’da, imparatorluğun resmî standart takvimi haline gelmiş. Sene-i maliye’nin kullanımının egemenliği, Gregoryen hesaplamayı eski Julian’ınkine uydurmak üzere ilk kez tadil edildiği 1917 yılına kadar sürmüş. Ve nihayet Aralık 1925’te tamamen terk edilerek “Batı” Gregoryen takvimi kabul edilmiş.
Sene-i maliye kullanımını tarihçi için tehlikeli kılan, bunu meydana getirmiş olanların Batı’nın şemsî ve İslâm’ın kamerî takvimlerini hemzaman olarak taklit etme girişimi olmuş. Bir tarih yorumu hatası aşağı yukarı iki yıllık ve hemen hemen her zaman yaklaşık iki haftalık bir yanlışlığa götürür.
Sene-i maliye tarihlerini Hicrî ve Milâdî tarihle tahvil cetvellerinin bazı sınırlamaları görülüyor. Ezcümle:
Bu eksiklikler Faik Reşit Unat’ın Hicrî tarihleri Milâdî tarihe çevirme kılavuzu’nun 1959 baskısında giderilmiş[30].
Gerçekten “daha çok dinî hususlar için kullanılan Hicrî yıl (sene-i kamerîye) yanında, şimdiye kadar resmî yıl olarak kullanılan malî sene, tespit edilen sene başından sarf-ı nazar, Juliyan takvimi ile ayniyet arz eder. Ay adları bazı cûz’î farklarla Süryanî-Arap takvimindeki ay adlarıyla aynıdır. Sene 1 Mart’ta başlar. Kebîse günü 29 Şubat’tır ki bugün aynı zamanda senenin son günüdür. Bundan, Türk malî yılının Milâdî tarihten daima bir sene ilerde olduğu kolayca anlaşılır. Türklerin bu malî senesi, IV. (X.) asırda Abbasîler zamanında kabul edilen Arap yılına kadar geri gider; Türkler arasında 1089 (1678) tarihinde kabul edilmiştir. Seneler Hicrî yıllara göre hesaplanmıştır. Yılların bu tasnifinde, daha kısa olan kamerî yıllarla bir denkleşme yapılmak için her 33 kamerî yılda kaybolan bir mali seneye Türkler sıvış adını verirler. 1288 (1871) yılı, ki aslında sıvış olması lâzım gelirdi, yanlışlıkla tam olarak hesap edildiğinden malî senelerin hesaplanmasında zaman zaman intizam kaybolmuştur.[31]
Batı şemsî çağı, Juliyan takvimi (Rumî) ve de Gregoryan takvimi (Milâdî) olmak üzere kullanılmaktadır. Bu sonuncusu Papa XII. Greguar’ın 1582’deki takvim reformunun ürünüdür. İkisi arasındaki fark 13 gündür.
Sene-i maliye, Kış’ın başlangıcı olan 1 Ocak’ta değil, İlkbahar’ın başlangıcı olan 1 Mart’ta başlıyordu. Bu keyfiyet XVI. ve XVII. yy.larda mutat dışı değildi şöyle ki 1751’e kadar İngiltere’de yasal yıl Mart’ın 25’inden gelecek Mart’ın 24’üne kadar hesaplanırdı. 1 Ocak Yasal Yeni Yıl olarak bu tarihten itibaren kabul edilmişti. Keza İran ve Afgan yılları da Mart’ta başlar.
Osmanlı idaresinin XIX. yy.ın başlarından itibaren giriştiği reform hareketlerinin peşinden az çok bütün şubeler 1789’da yeni şemsî sene-i maliyeyi, ayların yeni adlarıyla birlikte, kabul etmişlerdi. Bunun sonucu olarak da yan yana iki “sene” kullanılmıştı; biri her yıl Muharrem’in 1’inde başlayan (başlıca dinî kullanım için) 12 kamerî aydan, öbürü Juliyan (Rumî) yılına tam koşut 12 şemsî aydan oluşmuş “sene”. Aynı şeyi, her biri kendi çerçevesinde olmak üzere, Gregoryan ve Yahudi takvimlerine göre amel eden günümüz İsrail devletinde de görüyoruz[32].
Malî yıl ve takvimin hayli çapraşık öyküsünün ayrıntılarına girmeyip mezkûr sıvış yılını kısaca zikredeceğiz. Çapraşık, anlattığımız gibi, şemsî ve kamerî yıllarını terkip eden hazinenin birtakım “oyun”larından ileri gelmiş: şemsî yıl gelir toplamada, kamerî yıl da sarfiyatta daha işlevsel oluyordu…
Aslında Hicrî takvimin kullanılması, devletle tebaa arasında bir ihtilâf yaratmıyordu; Osmanlıların esas itibariyle tarımsal ekonomisinde, tebaanın geliri ile buna dayalı devletin gelirinin her ikisi de mevsimlere ve dolayısıyla kamerî takvime bağlı kalıyordu. Devlet, işbu geliri vergilendirmeden önce bunun yaratılmasını beklemek zorundaydı. Mevsimler, tarım dışında ticaret ve dolayısıyla gümrük gelirlerini ve hattâ madencilik işlemlerini etkiliyordu. Birçok yerde madencilik faaliyetleri kış boyunca tamamen duruyor, kara ticareti ve bundan elde edilen gelir, yolların karla kapanması nedeniyle azalıyordu. Keza deniz ticareti ve bunun geliri de, ancak deniz yolculuğuna olanak veren mevsimlerde canlılığını koruyabiliyordu.
Özellikle kendi bütçeleri olmayıp merkezî vergi sistemine bağımlı olan Anadolu ve Rumeli vilâyetlerinde, Osmanlı hazinesine ayrılan gelirler yılda iki kez, Nevruz (11 Mart) ve Ağustos’un başında yollanırdı. Bundan nâzırlar, müfettişler sorumlu olurdu. Vilâyet mukata’a müfettişleri’nin yetkisi dışında olan vergi tahsilât tarihleri, çeşitli zamanlarda yetkili tahsildarlara fermanla bildirilirdi.
Osmanlı döneminde, her ne kadar gelirler mevsimlere ve şemsî yıla bağlı iseler de hazinenin masrafları çok sık kamerî yıl esasına göre yapılırdı. Örneğin askerin ulûfesi, bir kamerî yılda dört kez ödenirdi. Bittabi ne hazinenin bütün masrafları kamerî yıla göre yapılır, ne de tüm gelirler, şemsî yıl esasına göre toplanırdı.
Böyle bir durumda devlet hangi sisteme göre bütçe tanzim edecekti? Gelirin yaratılması ve vergilendirilmesine uygun olacak şemsî yılı seçerse, gelir açısından mantıkî hareket etmiş olur. Ama günlük gelir ve giderin eşit olduğu farz edilirse, yıl sonunda bir on bir günlük gelir fazlası sorunu ortaya çıkacaktır. Öbür yandan, giderleri dolayısıyla bütçeyi kamerî takvime göre tanzim ederse, Hicrî yıl her sene on bir gün geride kalacağından gelirle gider arasında denge kurulamayacaktır[33].
Bu sorunların çözümü için bir sıvış yılı icat edilmiş. Bu, her otuz üç kamerî yılda kaybolan bir malî seneye verilen ad olup sıvış, sekte, idgam (Arap, gramerinde birbirinin eşi olan iki harfi tek yazıp şedde ile okuma), hazf demek olan sıvışmak (bulaşmak, yayılmak, sıvaşmak) mastarından gelir. Bu itibarla sıvış yılı demek tedahül yılı demek oluyor. Osmanlılar ilk zamanlarda Kamerî yılı kullanıp aylıklar ve sair masraflar buna göre ödenirdi. Sonraları para sıkıntısı baş gösterince Şemsî yıl ile Kamerî yıl arasındaki on bir ve küsur günden ibaret olan farktan yararlanmak amacıyla şemsî yıl, “sene-i maliye” olarak kabul edilmiş[34].
İleri bir bilim adamı da olan Gazi Ahmet Muhtar Paşa, Islâh al-takvim adlı eserinde başka bir Şemsî takvim kabulünü teklif etmiş; Paşa’nın bu takvimi hayrete şayan surette doğru olarak tertip edilmiş olup yüz asırlık bir zaman zarfında sadece 0,28 günlük bir fark yapmakta idi[35].
* * *
Güney-Batı illerimiz üzerindeki incelemesinde Xavier de Planhol, “köylü varlığı, kesin sınırlar içine kapalı çevre ve aile hayatı çerçeveleri içinde belirir. Mevsimler yaşantıda derin iz bırakır… Her tarafta aynı köylü takvimi tarımsal çalışmaların devamını sağlar. Bunda 45 günlük 8 aya bölünmüş Şemsî yıl esas olup içinde 9 Mart’ta başlayan Nevruz, 23 Nisan’da Hıdrellez, gündönümü (7 Haziran), 23 Temmuz’da kutlanan Ağustos, 7 Eylül’de Mihrican, 22 Ekim olarak kabul edilmiş Kasım, 6 Aralık’ta Zemheri, 20 Ocak’ta Buçuk bulunur. Resmî Batı takvimi kentlerde geçerlidir. Dinî takvime ise sadece imam itibar eder” diyor[36]. Adı geçen takvim günlerinin tarihleri aslında mahalle göre hayli değişir.
* * *
“Selçuklu mimarîsinde aslanı boğa ile mücadele ederken de görürüz[37]. Bu örneklerde yere kapaklanmış durumdaki boğanın üzerinde aslan muzaffer olarak verilmiştir… Bu sahnelerin de sembolik anlamı olduğu kanısındayız. Leo ve Taurus (Aslan-Boğa) Yakın-Doğu’da M.Ö. 4000’den beri (Ahamenidlerde, Asurlularda) Zoroastrien ve Asur takviminin en önemli gününün yani tarım yılının başlangıcı (Nevruz) sembolü olarak kullanılmıştır. Güneşin (Aslan) Taurus (Boğa) burcuna girmesi ile bahar bayramı, yani tarım yılı (Nevruz) başlamış olur. Bu astrolojik olayın resimle sembolize edilmesi iki hayvanın mücadelesi şeklinde verilmiş olmaktadır. Bu mücadele İslâm sanatında çeşitli zıt prensipler için de kullanılmıştır. Güneşin aya veya karanlığa, iyiliğin kötülüğe, yerlinin düşmana vb. galibiyeti şeklinde, çeşitli zıt prensipler düşünülebilir…”
“Ejder kuyruklu aslanlar da aynı hayvan üzerinde iki zıt prensibi birleştirmektedir. Aslan aydınlık, güneş; ejder ay, yeraltı, karanlık sembolüdür.”[38]
Halk takviminde cemre’ler önemli bir yer tutar (Arabî cemre, kor halindeki ateştir). Bunlar baharı, yani doğanın uyanma mevsimini sağlayan ya da onu müjdeleyen “ısınma”lardır. Bahardan az önce, evvelâ havada, sonra suda ve en sonra toprakta altışar gün ara ile hâsıl olan sıcaklık yükselişleridir. Eskiden bunlara sırasıyla cemre- i ûlâ (fi-l-hava), cemre-i sâniye (fi-l-mâ), cemre-i sâlis (fi-t-türâb) denirdi.
Devam edegelen usule göre yıl Kasım ve Hızır olmak üzere ikiye ayrılır. Kasım yüz seksen, Hızır yüz seksen altı gündür. Kasım, Kasım ayının 8. günü girer. Kırk altısında, kırk gün manasına gelen Erbain, seksen altısında da elli gün anlamına gelen Hamsîn girmiş olur. Kasım’ın doksanı, “kantar ağdı” (yükseldi-havalandı) deyimi ile kutlanır. Artık terazinin kefesi insanoğlu lehine yatmıştır: “geldik yüze, çıktık düze”…Yüz ellisi ise “yüz elli, yaz belli” sözüyle karşılanır.
Karslı âşıklara çözdürülmüş eski muammalar arasında aşağıdaki, konumuza çok yakın düşüyor:
Muamma:
“Çıkar Hamsin içinden Erbain’i
Ta bilesin o ism-i nazenini.”
Cevabı:
“Dört mevsimin üçüdür-yaz, sonbahar ve kış da
Hamsin ile Erbain hesaplı gün arada
İkisi ortasında neşeyle gelir BAHAR
Bahar en güzel mevsim, zira her şey onda var”[39]
Ama bunu ilk söyleyen o âşık değil! Yusuf Has Hâcib daha önce davranmış:
“Şarktan bahar rüzgârı eserek geldi; dünyayı süslemek için cennet yolunu açtı. Kâfûr gitti, kara toprak misk ile doldu; dünya kendisini süsleyerek, bezenmek istiyor.
Bahar rüzgârı eziyetli kışı sürüp götürdü; parlak yaz tekrar saadet yayını kurdu. Güneş balık-kuyruğundan (Hût), kuzu- burnuna (Hamel) kadar olan yerine tekrar döndü.
Kurumuş ağaçlar yeşiller giyindi; tabiat mor, al, yeşil ve kızıl renkler ile süslendi. Kara yeryüzüne yeşil ipek bağladı; Hıtay kervanı da bunun üstüne Çin kumaşı yaydı…” (Kutadgu Bilig, dize 63-68)
Evet, baharla ipek yolu da yeniden açılmış oldu.
Kasım’ın yüz beşinde (19-20 Şubat) Birinci cemre havaya, yüz on ikisinde (26-27 Şubat) İkinci cemre suya, yüz on dokuzunda (5-6 Mart) Üçüncü cemre toprağa düşer. Yani bu tarihlerde önce havanın, sonra suyun, sonra da toprağın ısındığı kabul edilir. Kadınlar cemre’ye “Cemile hanım derler” ve “birinci cemile benim, ikinci filânın…” diye bu günlerin hava durumuna göre o günlere sahip çıkmış olanların ahlâkı üzerine sonuç çıkararak eğlenirler[40]. Cemre’nin bir adı da, Ank’da, ortayıl’dır. Gaz’de ise suya düşen 2. cemreye suyun közü deniyor.
“Cemre yiğit bir delikanlıymış. Gökte yaşıyormuş. Uzaktan gördüğü Dünya’ya merak sarmış, havaya düşmüş, toprak ananın kızlarından birine âşık olmuş, bunun üzerine suya düşmüş, yıkanmış ve tertemiz olduktan sonra toprağa düşmüş, sevgilisine kavuşmuş”[41].
* * *
Bütün bu kavram kargaşasını hiçbir şey, resimde görülen 20 Nisan 1911 tarihli bir sıradan Osmanlı Takvimi yaprağı kadar iyi belirtemez.
Sağ alt köşedeki Fransızca bölümde 20 Nisan 1911 Perşembe, son dördün’ün (ay ve benzeri gökcisimleri tekerlerinin yarısının aydınlık olduğu evre, yarımay) ise Nisan’ın 21’inde olduğu (sol dikey yazı) okunuyor. Sağ dikey yazıda alaturka öğle 5.11. altta güneş çıkması 5.17; batması 6.42; alaturka 12: 6,49 yazılı.
Sol alttaki bölümde, gün perşembe (pempti) ama tarih 7 Nisan (Ortodoks takvimi eski usul Julyian takvimi -Rumî- olup fark 13 gündür. Ticarî hayatta Rumların etkin olmaları nedeniyle onların bu takvimi de derç edilmiş olmalı. Onlarda son dördün, ayın 8’inde oluyor (sağdaki dikey yazı).
Sayfanın ortasındaki ince aralıkta Bulgar uyruklular için takvim yer alıyor, ama ayın “30”unu gösteriyor. (!?..). Günlerden perşembe (çıtvırtık), aylardan Nisan.
Rumca bölümün altında, Rumlarınkiyle aynı olan Ermenice tarih var. Bugün Avak Hinkşapti (Büyük Perşembe) bir bahk, yani oruç günü. 20 Nisan Rumlar için de bir Büyük Perşembe’dir. Bu gün, Katoliklerde (Fransızca bölümün altı) Azize Agnes’e, Rumlarda ise Şehit Kaliopus’a adanmıştır.
En altta İbranî takvimini görüyoruz. Tarih 22 Nisan 5671, günlerden perşembe (şukeveş pessakh), Türk yılı ise sadece 1327’dir. O ise ki Türkler, Hicrî yıla göre 1329’da, malî yıla göre 1327’de yaşıyorlar (bu sonuncusu kebise, yani artık yıldır).
Sağ üst bölümde, hilâlin sağında Hicrî “Rebiülâhır 1329”, ortadaki “21” tarihinin altında “gün 29” (ayın gün sayısı) ve “rûz Kasım 164”; sol üst bölümde ise (Malî) “1327 Nisan”, ortadaki “7” tarihinin altında “vakit 20”, “Zuhr (öğle) 5”, “gün 30” yazılı.
Bahis konusu “Kasım”ın, yukarda sözünü ettiğimiz halk takviminin “Kasım”ı, yani şimdiki Kasım’ın 8’inden itibaren başlayan “Kasım” olduğundan şüphe yok.
Takvim yaprağını toparlayacak olursak: 20 Nisan 1911 günü Türk köylüsü için Kasım’ın 164’ü, devlet memuru için 7 Nisan 1327, sıradan kentli için de 21 Rebiülâhır 1329’dur[42].
Halk özdeyişlerinin, tarihin derinliklerine dalan bir kökeni olduğundan şüphe yoktur. Bu meteorolojik özdeyişler, sihrî-dinî kökenli ve gözleme dayalı olmak üzere tefrik edilirler. Birinciler, kendileri dahi çok eskilere, pagan âleme kök salmış inançlar dünyasından beslenirler. Hal böyle olunca da ılınımlar (itidaller, tesavi-i leyl ü nehâr, ekinokslar), gündönümleri ve mevsimler kavramlarını ve bunlara bağlı takvim türlerinin tarihçelerini kısaca gözden geçirmek, maslahata uygun düşer.
“Nevruz” sözü, ilkbahar ılınımı, az rastlanır yılda ise yaz gündönümü günü karşılığı olarak ve bu günleri yılbaşı alan takvimler için yılbaşı, yılın ilk günü anlamında kullanılmıştır. Deyim Farsça olduğundan Nevruz (yani ılınımlar ve gündönümleri) gününü belirleme çalışmalarının da ilk olarak İranlılarca gerçekleştirilmiş olduğunu akla getirmektedir.”
“Ancak ılınımlar ve gündönümleri günleri belirleme ölçümlerinin ilkinin… M.Ö. 432 yılında Atinalı gökbilimci Meton ve Euktemon tarafından gerçekleştirilmiş olduğu bilinmektedir…”
“Meton ve Euktemon… M.Ö. 432’de, yaz gündönümünü (Milâdî 21 Haziran, Rumî 27 Haziran), Eski Mısır takvimine göre, 21 Barmehat sabahı olarak ölçümlemişlerdi (Eski Mısır takvimi, pek açık -yalın- hesaplaması kolay olan Jülyen takviminin bilinmediği o dönemlerin bilginlerince, başka tarihleme yöntemleriyle karşılaştırılırsa, pek kullanışlı bulunan bir takvimdir. Bu nedenle Meton, (ve daha sonra sırasıyla) (Sisamlı) Aristarkhos, (İznikli) Hipparkos ve Batlamyus ölçümlerini hep bu takvime göre tarihlemişlerdir)…”
“…tarihte ilk takvim reformunun, Aristarkhos’tan sonra, M.Ö. 238’de… Mısır’da gerçekleştirilmiş olduğuna tanık oluyoruz. Söz konusu yılda, Ptolemaios Euergetes, Kanopus Buyrultusu’nu yayımladı (Kanopus, İskenderiye yakınlarındaki bir Eski Yunan kentidir).
Buna göre yıl 365 1/4 gün sayılarak, Eski Mısır takvimindeki 5 ekleme gün sayısı, dört yılda bir olmak üzere 6 güne çıkarıldı…”
“Tarihteki ikinci takvim reformu ise, Hipparkhos sonrası döneminde, M.Ö. 45 yılında, yine Mısır’ın Yunanlı bilginlerince ortaya konuldu. Bu, Jülyen takvimidir.”
“Ünlü Romalı devlet adamı Julius Caesar (Jül Sezar, M.Ö. 100-44), o zamanlar pek karışık bir yapı ve biçim göstermekte olan Roma Takvimi’nin düzeltilmesini istedi. Bunun için de İskenderiyeli bilgin Sosigenes görevlendirildi. Sosigenes, Kanopus takvimini yeniden uygulamaya getirdi. Buna göre, bu takvimin ilke ve kuralları şöylece belirlendi:”
“1. Bu takvimde yıl süresi 365 1/4 gündür. Bu tarihten önce gökbilimciler, yıl süresi olarak, 365 1/4 günden biraz kısa, birbirine yakın, ancak birbirinden az da olsa değişik değerler bulduklarından, takvimde bir düzen, kararlı bir durum sağlanamamıştı. Bu nedenle de hesaplamalarında hep Eski Mısır takvimini kullanıyorlardı. Şimdiyse yıl süresi, yanılgılı-yanlış da olsa, belli bir değişmez kalıba oturtulmuş ve dolayısıyla bir düzen ve kararlılık sağlanabilmiş olduğundan bu yeni takvim, Avrupa takvimciliğinde ilk reform sayılmıştır…”
“İşte bu, yıl süresi 365 1/4 gün olan ve bu kurala göre çalışan takvime Avrupalılar Jül Sezar’ın adını vererek, Jülyen takvimi diyorlar; bizse Roma kökenli oluşu dolayısıyla, Rumî takvim demekteyiz.”
“2. Jülyen takviminin yılbaşısı 1 Ocak olarak alındı.”
“3. Başlangıcı ise, Hz. İsa’nın doğum yılı demek olan Milât olarak kabul edildi. Ancak bu kabul, Hristiyanlığın Milât sıralarında henüz ortaya çıkmamış ve yaygınlaşmamış olması nedeniyle, bu tarihten çok sonra, Hristiyan din tarihi araştırıcısı Papaz Küçük Denyse’in önerisiyle, 532 yılında gerçekleştirilmiştir. Nitekim Milât sıralarında Avrupalılar ay ve günleri göstermek için bu takvimi kullanıyorlar; ancak yıl sayımını Roma kentinin kuruluş yılını başlangıç alan bir takvim yılına göre yapıyorlardı. Bu sayıma göre Milât’ın ilk yılı (yani M.S. l. yıl), bu takvimin 754. yılı oluyordu…”
“ Bizde, Müneccimbaşı takvimleri adı verilen Osmanlı devlet takvimlerinde kullanılan Rumî takvimse, 1 Ekim M.Ö. 312 (Büyük İskender’in ölümünün 11 yıl sonrası) başlangıçlı İskender-i Rumî (kısaca İskender ya da Rumî) takvimidir. Bizim tarihlerimizde Büyük İskender’e, İskender-i Rumî adı verilmektedir… Söz konusu takvime, tarihçiler Selefkos takvimi demektedirler. Bu takvimin öbür özellikleri, ay adları ile ayların gün sayıları ve 366 günlü artık yılların sıralanışı, Jülyen takviminkine uyar…”
“…Rumî takvimlerin asıl ve çok önemli özelliği, yıl süresinin gerçekte 365 1/4 gün olmadığının, bundan daha az olduğunun… tâ başından, yani Aristarkhos’dan beri bilinir olmasına karşın, keyfî ve yanlış olarak 365 1/4 gün alınmış olmasından kaynaklanmaktadır. Bu durumda, bir tarihte ölçümlenen ilkbahar ılınımı ya da yaz gündönümü günü, aradan bir asır süre geçtikten sonra yer değiştirerek başka bir güne gelecektir. Böylece Rumî takvimler, mevsimlere uymayan ve dolayısıyla yanlış tarihleme veren, yanılgılı-yanlış takvimlerdir.”
“Rumî takvimler de ay adları ve ayların gün sayıları (Ocak 31, Şubat 28/29 gün, … Tüt, Bâbeh, Hâtur, … her biri 30’ar gün), yılbaşları, takvim başlangıçları ve dolayısıyla yıl sayıları (1 Ocak, Milât, 1 Ekim M.Ö. 313 vb.) değişik olabilir. Bunlar Resmî takvimin çeşitlemeleridir.”
“Böylece Rumî takvimin çok sayıda çeşitlemeleri vardır: Kanopus takvimi, Jülyen takvimi, İskender takvimi, Kıptî takvimi (başlangıcı 29 Ağustos 284’dür. Eski Mısır aylarını kullanır), Roma’nın kuruluşu tarihi (takvimi), Olimpiyatlar tarihi, Antoninus tarihi, Augustus tarihi vb. gibi…”
Devam etmeden önce Olimpiyatlar tarihinden bir alıntıyı zikredelim.
Atlı yarışmalar ve pentatlon uzun zaman aldığından, tören ve yarışmalar LXXVII. Olimpiyat Oyunları’ndan (M.Ö. 472) itibaren beş gün sürmüş. Bayramların ilk günü, Hecatombeon ayının on birinci gününe rastlarmış ki bu gün, yaz gündönümünden sonra ki yeni aya gelirmiş (yani Temmuz sonu – Ağustos başı)[43].
“1582 yılında, Papa Gregoire XIII’ün buyurmasıyla, on birinci ilkbahar ılınımı ölçümü yapıldı ve bu günün 11 Mart’a geldiği görüldü. Şimdi bunu eski ölçümlerden hangisiyle karşılaştırmalıydı?… Papalık, genel sıralamada beşinci, Hristiyan dönemininse ilk ölçümü olan 325 İznik ilkbahar ılınımı ölçümünü seçti. O yıl, ilkbahar ılınımı 21 Mart’a gelmişti. Şimdi, 1582’de ise, 11 Mart’a geliyordu… Böylece takvim 10 gün ilerletilmiş oluyordu…”
“İşte bu yeni takvime Avrupalılar, Papa Gregoire’ın adından alarak, Gregoryen takvimi diyorlar. Bizdeyse, geçen yüzyılda Frengî ya da Efrencî denilmekteydi, Şimdi Milâdî diyoruz.”[44]
Gregoryen (Milâdî) takvimin eleştirisine girmiyoruz.
İşi yine biraz gerilerden alalım:
Zerdüştî takvimin reformu, cemaati hayli rahatsız edecekti. Bunun yerine oturtulması ancak, yeni bir sülâlenin (Sâsânî) ilk hükümdarlığında, Ardeşir I’in azim güç ve enerjisi sayesinde olacaktı. Arşakî’lerin sukutundan hayli önce aydın Parsî rahipler, kronolojiye olan ilgileriyle, zamanın tam ölçülmesini düşünür olmuş olmalıydılar. Daha ilk Ahmenî günlerinden beri Persler Mısır takvimini biliyorlardı. Bu sonuncusu, her biri otuzar günlük on iki aya bölünmüş (İranlılarla bunların sair komşularınınki gibi) ama on ikinci ayın sonuna eklenmiş beş fazla günle birlikte 365 güne sahipti. Parth döneminde, M.S. 46’da, Romalılar imparator Julian’ın idaresinde bir 365 günlük takvimi benimsemişlerdi; bu olgu İranlı rahipleri Zerdüştî takvimin reformuna itmiş olmalıydı; bunu Ardeşir’in zamanında yürürlüğe koyabilmişlerdi. Tamamen Mısır örneğine bağlı kalmışlar, mutat 360 günlük yıla beş fazla günü ekleyerek; bu günleri Zerdüştî ilâhîlerin beş grubununki olan “Gatha” ya da “Gah” günleri tesmiye etmişlerdi. Bu, pratik olduğu kadar diyanetkâr bir tedbir de oluyordu şöyle ki bu yeni günlerde bütün yıl dualar için beş Gatha’nın Avesta’daki adlarını kullanabileceklerdi; bu dualarda mutat olarak günün yazad’ından istimdat ediliyordu.
Ancak bu beş günün ithali bir büyük güçlüğü de beraberinde getirmişti. Geleneksel olarak, ilerde üzerinde önemle duracağımız Fravashi’ler, eski yılın son gecesinde (takvim dilinde 30 Spendarmad gecesi), Hamaspathmaedaya bayramında, bütün ülkede eski evlerinde karşılanırlardı; karanlığın saatlerini burada geçirdikten ve torunlarının armağan ve derin saygılarını kabul ettikten sonra, müteakip şafakta bir ritüel veda ile yeni yılı getirecek gün doğmadan evi terk ederlerdi. Şimdi ise bu eski âdet, 30 Spendarmad ile 1 Fravardin arasına beş fazla gün sıkıştırılmasıyla aniden zora girmiş oluyordu. Bu sonunculara “çalınmış” günler dendi ve ilk zamanlarda bilinmezlikten gelindi. Resmî Nev-Rûz ve bütün öbür bayram günlerine yeni takvime göre riayet, belki de ölüm cezası tehdidiyle, zorla uygulanmaya konmuş olmalıydı. Ama geniş ölçüde halk, gerçek kutsal olarak bildikleri günleri, her halükârda altı gün daha erken gizlice korumuştu. Böylece hesaplanınca yeni takvim henüz 25 Spendarmad’da iken 30 Spendarmad’a varıyordu; böylece de fravashi’leri karşıladıkları gece ile resmî Nev-Rûz’un şafağı arasında tam bir on gün geçmiş oluyordu. Hattâ reformcular bile beş “Gatha” günleri sırasında Fravashi’ler için uzatılmış rituslara riayet etme durumundaydılar; mezkûr günler böylece de “rûzan-ı fravardiğan”, yani “fravashi’lerin günleri” tesmiye edileceklerdi. (“Fravard”, Avesta’nın “fravashi”sinin İranî şeklidir). Bundan böyle de halk kitlesi her festivali iki kez, biri resmî gününde, öbürü de “gerçek” günde kutlayacaktı. Aslında bunun önüne geçilemezdi ve sonunda, galiba Ardeşir’in torunu I. Hürmüz zamanında, İranlı reformcular bir uzlaşma yolu buldular ve yeni ve eski kutsal günleri sürekli altı bayram günü oluşturacak şekilde mezcederek kabul edilebilir bir tedbir getirdiler. Sadece Nev-Rüz, esasta tek gün festivali olarak, buna uygun düşmüyordu ve hangisinin, 1 ya da 6 Farvardin’in gerçek Nev-Rüz olduğu tartışması bütün Sâsânî dönemi boyunca sürmüştü[45].
“…Genel sıralamada altıncı, İslâm dönemindeyse ilk (ılınım ve gündönümü) ölçüm, İran’da, Sâsânî soyunun sonuncu hükümdarı Yezdicürd III’ün tahta çıkış yılın yılbaşısı ve Yezdicürd takviminin başlangıcı olan 632 yılının yaz gündönümü ölçümüdür…”
“…genel sıralamada onuncu, İslâm dönemi sıralamasında beşinci ölçüme geliyoruz. Bu, Büyük Selçuklu sultanı Celâleddin Milikşah’ın, 1079 yılı ilkbahar ılınımı ölçümüdür… Celâlî takvimi de, tıpkı Gregoryen benzeri gibi, yanılgılı ve yanlış olan Yezdicürd ve İskender (Rumî) takvimlerinin iyileştirilerek, yanılgısı giderilmiş şeklidir…”
“… O (Melikşah) dönemde, İran ve çevresi Selçuklu ülkesinde, Hicrî takvimin yanı sıra, Eski Mısır takviminin bir çeşitlemesi olan, 365 tam (kesirsiz) günlü Yezdicürd takvimi kullanılmaktaydı. Devletin resmî takvimlerinde ayrıca, 365 1/4 günlü İskender (Jülyen-Rumî) takvimiyle On iki hayvanlı Türk takviminin de yer almakta olduğu düşünülebilir.”
“Yezdicürd takvimi, her biri 30’ar gün çektirilen 12 ay ile 5 Ekleme gün olarak toplam 365 tam günlüdür. Bu takvimin iyi yanı, kesirli günlü takvimlerde söz konusu olan artıklama sorununun olmayışı ve dolayısıyla hesaplamasının yalın ve kolay oluşudur. Kötü yanı mevsimlere uymayışıdır. Bu yüzden yılbaşı (ya da yılın herhangi bir günü), mevsimler içerisinde sürekli yer değiştirerek, yaza da kışa da gelebilir…”
“İşte Melikşah, yanılgılı ve yanlış olduğu böylece bilinen Yezdicürd takviminin düzeltilerek mevsimlere uyar duruma getirilmesini istedi. Bunun üzerine bir bilim kurulu oluşturuldu. Dönemin tanınmış gökbilimcisi-matematikçi ve İran dilinin ünlü Rübaiyat şairi Ömer Hayyam bu kurulun başına getirildi…”
“Kurul o yıl, ilkbahar ılınımı gününü, Ramazan-ı Şerifin 9. Cuma günü (15 Mart 1079) olarak ölçümledi…”
Celâlî takviminin artıklama yöntemi ve yanılgı payı üzerinde durmayıp ilginç olmaları itibariyle, ay adlarıyla bunların 1993-94 Milâdî karşılıklarını vermekle yetineceğiz. Her Celâlî ay adının sonunda, burada tekrarlamadığımız ‘mâh-ı celâlî’ yani ‘celali ayı’ eklemesi var.
(1) 1 Ferverdîn = 21 Mart
(2) 1 Erdîbehişt = 20 Nisan
(3) 1 Hordâd = 20 Mayıs
(4) 1 Tîr = 19 Haziran
(5) 1 Mozdâd = 19 Temmuz
(6) 1 Şehriver = 18 Ağustos
(7) 1 Mihr = 17 Eylül
(8) 1 Âban = 17 Ekim
(9) 1 Âzer = 16 Kasım
(10) 1 Dey = 16 Aralık
(11) 1 Behmen = 15 Ocak
(12) 1 İsfendârma = 14 Şubat[46]
Yukarda takvimlerin, bunlarla ilgili kavram, tabir özdeyişlerin sihrî-dinî, “pagan” yanını vurgulamıştık. Şimdi mezkûr Celâlî ay adlarını bu bağlamda tahlil edelim.
(1) Ferverdîn: Daha önce Farvardîgân (Pehlevi Fravartgan), fravaşi’lerin, ruhlar bayramı olup ilkbahar ekinoksu (ılınımı) civarında vaki olduğunu söylemiştik. Bu kez de karşımıza, Celâlî takviminin birinci ayı olarak çıkıyor ki bu keyfiyet, az çok bundan sonrakiler gibi de, takvimin sihrî-dinî yanını olduğu gibi Selçuklu üzerinde İran uygarlığının derin izini ayan kılıyor.
Fravaşi, Zerdüşt dinînde, kişinin (bazı kaynaklara göre ayrıca tanrıların) kendisinden önce ve kendisi dışında var olan yüksek ruhu ya da özü oluyor. Yaratılışın başından beri yüce tanrı Ahura Mazda’nın (Bilge Efendi) yanında olan fravaşi’ler, onun arı ışığından ve sonsuz cömertliğinden pay alırlar. Tanrının son zaferinde yeniden dirileceklerini bilerek, özgür seçimleriyle, acı çekmek ve kötü güçlerle savaşmak için dünyaya inerler. Her insanın fravaşi’si, bedene bürünmüş ruhundan ayrı olarak daha yüce doğasını gerçekleştirmek için yaşamda ona yol gösterir. Kurtarılmış ruh, ölümden sonra fravaşi’siyle birleşir. Kozmik düzeyde fravaşi’ler canlı, ölü ve doğmamış olarak üç gruba ayrılır. Ahura Mazda, evreni iblisler ordusuna karşı korumak için fravaşi’lerden güç alır. Kutsal ateşi koruyan fravaşi’ ler karanlığı hapsederler.
Halk arasında dürüst bir yaşam sürmüş ölülerin ve ataların fravaşi’leri, insanları korumaları için yardıma çağrılır. Parsilerin her yılın son 10 gününde düzenlediği Fravartigan şenliğinde her aile dua, ateş ve tütsülerle kendi ölülerinin fravaşi’lerini anar[47].
Fravehr, orta Farsçada fraverti, eski Farsçada fravaşi, âdil kişilerin ruhlarının bütünü anlamında kullanılan Farsça sözcük olup Fraverdigân ya da ferverdigân, 365 gün olan yılın otuzar günlük aylara bölündükten sonra arta kalan beş günü belirten Farsça sözcüktür. Mazdehîlerde, âdillerin (fravehr) ruhlarının bütününü kutsamak için bugünlerde düzenlenen şenliklere de denir[48].
GG, ferverdigân, ferverdiyân için “pençe-i duzdide denilen beş gün. Bu günler İran Mecusîlerince pek muteber sayılarak süslenirler ve ziyafetler tertip ederlerdi” diyor. Pence-i duzdîde’yi de “şemsî aylardan her biri müsavi olarak otuz gün sayıldığı surette 365 günden ibaret olan şemsî senenin on ikiye bölümünden geri kalan beş gün ki takvim sonuna ilâve olunur. Arapçası hamse-i müstereka’dır” diye tarif ediyor. Devellioğlu da ferverdîn için “bahar mevsiminin ilk ayı” tanımlamasını yapıyor.
Yani, yılın Ferverdîn ilk ayı, fravaşi’lerin yardımıyla bütün senenin “daha yüce doğasını gerçekleştirmek için yol gösteriyor” demektir…
Devam etmeden önce konuyla ilgili olarak bir aktarma yapacağız. Şeref Han, 1597’de tamamladığı “Şerefname, Kürt tarihi”nde şunları anlatıyor: “Bu aşiretin (Mervani), sayıları yüzü bulan ve tepelere, ovalara dağılmış olan birçok grupları ve dalları koyun çobanlığı yaparlar; hayvan beslerler; her yıl ilkbaharın başında Bedlis Vilayeti’nin, Şerefeddin dağının ve Aladağ’ın otlaklarına göç ederler ve sonbahar mevsimine kadar oralarda kalırlar; Fırordin[49] başında kışlıklarına dönmeye başlarlar. Bedlis hükümdarlarına ödedikleri otlak rüsumu ise, aslında 300 baş koyun için bir tanedir[50].
(2) Erdîbehişt -ördi bihişt, için GG “Ateş. Şemsî senenin ikinci ayı. Her şemsî ayın üçüncü günü ve o günde ayı idareye ve dağları muhafazaya memur sayılan melek. Bu ayın üçünde yapılan bayrama ördi bihiştigân derler” diyor ki bu, Milâdî 23 Nisan’a tekabül ediyor ve işin içine yine melek karışıyor. Devellioğlu da bunu “cennet gibi, cennete benzer: Nisan” diye çeviriyor. Gerçekten bahar gelmiştir, doğa cennete dönüşmüştür. Bu bağlamda Divan edebiyatının ünlü bir parçasında da geçer:
“Esti nesim-i nevbahar açıldı güller suph-u dem
Açsun bizim de gönlümüz saki medet sun cam-ı cem
Erdi yine ördi bihişt oldu hava amber sirişt
Alem behişt ender behişt her kûşe bir bağ-ı İrem
…” (Nefi, Bahariye kasidesi).
(3) Hordâd: “hor-hur”, “güneş, ışık, aydınlık” manalarında olup “dâd” da, “adalet, doğruluk” olmanın yanı sıra “ihsan, vergi, kısmet ve nasip” karşılığı oluyor (“Daden”, vermek mastarından mazi). Yani Mayıs ayı, “güneşten, ışıktan nasibini alan” ay oluyor.
(4) Tîr: “Ok. Şemsî yılın dördüncü ayı. Her ayın, hususiyle bu ayın on üçüncü günüdür ki ay ile günün ismi uygun geldiğinden bayram edilir. Bu günü (tîrgân) da denir. Bu ay ve günü ve dört ayaklı hayvanları idareye memur sayılan melek. Utarit Yıldızı” (GG). Osmanlıcada “tîr-i mâh”, yine Haziran’dır.
(5) Mordâd: “Mur” karınca olduğuna göre Temmuz’da karıncaların çoğalmasına bir telmih olabilir mi?
(6) Şehriver: “Şemsî yılın altıncı ayı. Her şemsî ayın dördüncü günü =Şehrîvergân.
O ay ve gündeki işleri görmeye memur sayılan melek” (GG).
(7) Mihr: “Muhabbet, şefkat, merhamet. Güneş. Eylül ayı. Her şemsî ayın on altıncı günü, bu ayı ve bu günü idareye memur edilen melek” (GG).
Plessner, bu bapta ayrıca şu bilgileri veriyor: “Mihr, …Sabit senenin 17 Eylül’ünden 16 Teşrin I.’ine kadar devam eder ve binaenaleyh sonbahar bu ay ile başlar… Ay olan mihr’i gün olan mihr’den ayırt etmek için, birinciye mihr mâh, ikinciye mihr rûz adı verilir. Mihr mâh mihr rûz’un aynı zamana rastladığı, mihrgân adı verilen 16 mihr’de ayın 21’ine kadar devam eden büyük bayramlardan biri başlar; bu bayrama da mihrgân adı verilir… Bu bayrama ait hatıralar kısmen sonbaharın başlangıcı, kısmen ayın ismini taşıdığı ve rivayete göre, dünyada ilk görünüşü 16 mihr’e tesadüf eden güneş, kısmen de şu kahramanlık efsanesiyle alâkalıdır: Mihrgân, Feridûn’un Zahhak’a galebe ettikten sonra tahta çıkış münasebeti ile yapılan bayram’dır…”[51]
Mitosların merkezinde başlıca unsur olarak bulutların ve yağmurun kozmik ejderhasının öldürülmesi ile birlikte şüphesiz Yeni-yıl bayramı bulunur. Önemli olan da, işbu Yeni-yıl bayramının doğruca Mihrâgan oluşudur[52].
Muallim Naci, “Lügat Naci”de mihrgân maddesinde şunları yazıyor:
“Sonbahar. Eski İranlıların iki iyd-i aziminden (büyük bayramından) biri. Diğerinin ismi ‘Nevrûz’dur.”
“Acemlerin zu’munca (sanısına göre) Cenab-ı Hakk gûya şuhur-û şemsîyyenin yedincisinde güneş Mizan burcuna tahvil-i seyr ettiği zaman arzı halk ve ibda ve ecsamı makarr-ı ervah etmiş ve yine o gün muavenet-i feriştegân (meleklerin yardımı) ile Gâve-i ahenger[53] huruç ederek ve Feridûn ki zaferyab olarak kendisini kûh Devamend’e (Devamend dağına) hapsetmiştir. Her sene o günün hulûlunde uzema-i İran’ın (İran büyüklerinin) halka lûtf ve şefkat ve bast-ı mevaid-i âtıfet etmeleri (iyilik maddeleri saçmaları) vech-i tesmiye imiş.”
“Diğer bir rivayete nazâran ‘Mihr’ namında bir gaddar o gün vefat etmiş olmakla kendisini pençe-i itisafından (yolsuzluğunun pençesinden) rehayâb (kurtulmuş) olan halk o günü istis’âd (uğurlu sayma) ile her sene iyd-i millî ittihaz etmişlerdir. ‘Ardeşir Babekân’ güneş resmini havi bir büyük tacı o gün başına giymiş ve kendisinden sonra gelen hükümdarân-ı İran da bunu düstur ittihaz edip evlâtlarını o gün tetevvüc (tac giydirme) ve bedenlerine dühn-ü bân tılâ eylemişlerdir (sorgun ağacı yağı sürmüşlerdir). O gün huzur-u hükümdarâna cümleden evvel mobedan ve danişmendan dühûl ve turunç, elma, ayva, nar, ünnab, beyaz üzüm, nabk (sedir ağacı meyvesi) takdim ederlerdi. İtikatlarınca o gün bu meyvelerden tenavül ve dühn-ü bân tılâ ve güllâb istimal etmek hitam-ı seneye kadar her türlü alam (elemler) ve İskamdan (hastalıklardan) bâis masuniyettir. (Mihricah) bundan muarrebdir.”
Bu Mihrgân-Mihragân bizi aşağıda mihrican adı altında eğleyecek.
(8) Âbân: “Şemsî senenin sekizinci ayı. Her şemsî ayın onuncu günü: şemsî ayların birinci gününden nihayetine kadar olan günlerin… Farsçada ayrı ayrı isimleri vardır. Çünkü eksik İran takviminde ay, haftaya bölünmüş değildi. Bunlardan on ikisinin ismi, içinde bulundukları on iki ayın isimleriyle bir olduğundan, o günler eski ateşe tapan İranlılarca mukaddes sayılıp ziyafetler tertip ve bayram edilirdi. İran’ın ateşe tapanlarına göre demir madeni üzerine memur itikat edilen meleğin ismi olup bu aya ve güne ait işleri idare eder sayılırdı” (GG).
(9) Âzer: “Ateş. Şemsî senenin dokuzuncu ayı. Her şemsî ayın dokuzuncu günü. İçinde bulunduğu ayın ismine uyduğundan bayram edilir. İran’ın ateşe tapanlarına göre güneşe memur meleğin ismi olup âzer ayına ait işleri idare eder sayılırdı” (GG).
(10) Dey: “Şemsî yılın onuncu ayı. Bu ayda ve her şemsî ayın 8, 15, 23’üncü günlerinde yapılacak işleri idareye memur sayılan melek. Kış ilk ayının dokuzuncu günü. Âbân maddesinde izah edildiği veçhile bugünle adı henüz geçen üç günde eski İranlılar bayram ederlerdi. Bu ay kışın şiddetli zamanı olduğu için kış manasına da gelir” (GG).
(11) Behmen: “Sözü özü doğru insan… Yağmurlu bulut. İran padişahlarından İsfendiyar’ın oğlu Behmen’de bu sıfatlar bulunduğundan yahut aşağıda yazacağımız Behmen adlı bir meleğin adından uğur alarak Behmen denmiş. Asıl adı Erdşirdir… Şemsî senenin 11. ayı ki behmen mah da denir. Şemsî senenin on birinci ayında çiçek açan ve kırmızı ve beyaz Behmen adlarıyla anılan nebat… Her ayın ikinci günü: ay ile bu günün adı bir olduğundan bayram edip türlü yemeklerle ziyafetler tertip etmek ve yemeklerin üstüne Behmen çiçeği serpmek eski İranlılarca âdet imiş. Hiddeti yatıştırmaya ve dört ayaklı hayvanları ve adı geçen Behmen günü ile ayını idareye memur sayılan melek…” (GG).
(12) Ve nihayet İsfendârmüz,”şemsî senenin on ikinci ayı” oluyor ki isfendmüz, yukarda mezkûr Pençe-i düzdide’nin beşinci günüdür (GG).
Evet, Mazdekî İran’ın fravaşi’leri, bu kez “melek” adı altında, Arap ve Sünnî Müslüman Selçuklu İran’ının göklerinde, yıllar boyuncu dolanıp durmuşlar.
*
* *
Takvim tarihine baktığımızda bunun gün, ay, yılın tesisinde hilâl ile güneşin, üstünlük sağlama mücadelesini görüyoruz. Başlarda, gözlemin kolaylığı nedeniyle, ay (hilâl) muzaffer olmuş. Ama o denli güçlük ve karışıklıklara götürmüş ki sonunda yerini güneşe bırakmak zorunda kalmış. Ama işi bununla da bitmemiş. O kadar ki Jül Sezar, konuya müdahale ettiği günlerde, Roma’da hasat bayramı kış ortasında kutlanır olmuş!
Jüliyan takviminin bildiğimiz öyküsü içinde Sezar, kendi reformunun başladığı M.Ö. 45’in 1 Ocak’ından itibaren, o zamana kadar 1 Mart’ta başlayan sivil yılın bundan böyle 1 Ocak’ta başlayacağı emrini vermiş. Keza ilkbahar ekinoksunu 25 Mart, yaz gündönümünü 24 Haziran, güz ekinoksunu 24 Eylül ve kış gündönümünü 25 Aralık olarak tespit etmiş.
M.S. 325’de, İznik Konsili Paskalya tarihini saptadığında, ilkbahar ekinoksu, 25 Mart yerine 21 Mart’a rastlamış ki Konsil’deki pederler işin farkına varmakla birlikte bunu Sosigenes’in bir hesap hatasına atfetmişler. O ise ki, aslında az olan bu hatanın yanı sıra Julyan reformundan beri dört yüzyıl geçmişti ve dönence (tropik) yıl ile Sezar’ın seçtiği tarih arasında üç günlük fark hâsıl olmuştu.
İznik Konsili’ni takip eden asırlarda, ilkbahar ekinoksu yavaş yavaş 21 Mart’tan uzaklaşacaktı; pederlerin düşüncesinde bu ekinoksa bağlanacak olan Paskalya’yı bunlar tedbirsizce bu 21 Mart’a bağlamışlardı. Kilise, VIII. yy.dan itibaren bundan iyice rahatsız olacaktı ama Papalık konuyu ciddi olarak ancak XVI. yy.da ele alacaktı[54].
Ve bildiğimiz ve hâlâ kullandığımız Gregoryen Milâdî takvimi ortaya çıkacaktı. Bu bapta bazı ayrıntılar konumuzun içinde kalır.
Paskalya’nın tarihi, çarmıha gerilme ve Dirilime (Ba’s badelmevt) durumlarına bağlanmış. İncil yazarlarına göre İsa’nın ölmesi, Yahudi Hamursuz bayramının başlamasından az zaman sonra ve üçüncü günü dirilmesi de, bir pazar günü vaki olmuştu. Yahudi Hamursuz bayramı ilkbahar ekinoksunun dolunayına rastlayan nisan ayının 14’ünde başladığına göre Paskalya tarihinin saptanması sorun yaratmamış gibidir. Buna karşılık İsa’nın doğum günü hususunda yüzyıllar boyunca ayrılıklar sürüp gitmiş, bunun için çeşitli tarihler teklif edilmiş: 6 Ocak, 28 Mart, 19 Nisan, 29 Mayıs ve 25 Aralık. Kendini kabul ettiren bu sonuncu tarih ilk kez 354 tarihli bir belgede zikredilmiş.
İsa’nın doğumunu bu tarihte kutlayacak Kilise müminleri, Jülyen takviminde 25 Aralık’a bağlanmış kış gündönümünde vaki pagan bayramlarından çevirmeyi amaçlamış. Bunların arasında özellikle, IV. yy.da Roma imparatorluğunda çok sayıda bulunan tanrı Mithra saliklerinin kutladıkları Natalis (solis) İnvicti (yenilmez Güneş’in Doğum günü) belirtmek yerinde olur.
Ayın ilk günleri (calendes’lar); Mart, Mayıs, Temmuz ve Ekim aylarının yedinci günü, öbür ayların beşinci günü (none’ler) ve Mart, Mayıs, Temmuz ve Ekim aylarının on beşinci, öbür ayların on üçüncü günleri’ne (ides’ler) göre Roma tarihleme sistemi Avrupa’da uzun süre kendini devam ettirmiş: XVI. yy.da bile bunun kullanılmış olduğuna tanık olunuyor.
Azizlerin bayramlarının sayısının artması sonucunda, VII. yy.da Hristiyan bayramları, tarihleri göstermede kullanılamayacak kadar çoğalmıştı.
Yıldızların doğup batmalarına göre tarihleme yöntemi çok eskilere dayanır. Böylece saptanmış tarihler, gözlem yeri ve dönemine bağlıdırlar. Zamana göre bu değişmenin bir klasik örneği, belli bir yer için, Nil’in, M.Ö. 3000’de Memphis’te, Sirius’un (Büyük takımyıldızının α yıldızı, gökyüzünün en parlak ve en yakın yıldızlarından biri) heliak doğuşu (güneşle aynı anda doğuşu)’ndan on beş gün kadar sonra kabarma tarihi olup mezkûr doğuş, yaz gündönümüne rastlıyordu. Bu rastlantıyı ekinoksların devinmesi yavaş yavaş bozmuştur. Günümüzde, eskiden olduğu gibi, Nil’in kabarması yaz gündönümünden on beş gün kadar sonra başlar, ama Sirius’un heliak doğuşu, eski Memphis’in yakınındaki Kahire’de 5 Mayıs’ta gözlenir: bir yılda 9 gün gecikme olmuş.
Tarihleme için güneşin Zodyak içindeki konumunun da kullanılmış olduğunu biliyoruz.
Senenin astronomik mevsimlere bölünmesinin, M.Ö. 70 civarında gökbilimci Germanicus tarafından ithal edildiği sanılır. Bu taksimde dört mevsim sayılır. İlkbahar, Güneş merkezinin ilkbahar ekinoksuna (20 veya 21 Mart) geçtiği zaman başlar ve yaz gündönümüne (21 veya 22 Haziran) geldiğinde biter; bu anda güz ekinoksunda ( 22 veya 23 Eylül) biten yaz başlar; yaz biterken güz başlamıştır; Güneş’in merkezi kış gündönümüne (21 veya 22 Aralık) geçtiğinde kış başlar. Böylece de senenin, yeryüzünün her yerinde geçerli ve iklim koşullarından etkilenmeyen bir genel taksimine gelinmiştir. Müminleri gündönümleri ve ılınımlarda vaki olan pagan bayramlarından çevirmek için Kilise bu günleri “Hristiyanlaştırmış”, Noel, Paskalya ve bazı Aziz’lerin bayramlarını o günlere getirmiş.
İnsanoğlu tarımı öğrenip onu geliştirdiğinde, her yıl tarım çalışmalarını ve mümbitlik ve ürünleri korumaya matuf ritusları uygun tarihlerde yapabilmek için mevsimlerin akışını saptama gereğini duymuş. Bize kadar gelmiş pratik yaşamın ilk takvimler’de (Grek parapegma’ları -mevsimler boyunca belirli hava koşullarının meydana geldiği tarihleri gösteren yapıtlar) bu tarihler, köylüler ve denizcilerce kolayca tanınabilen bazı parlak yıldız ya da takımyıldızların batış ve doğuşuna atfedilirdi.
İlk bakışta ulusların sadece iki mevsimi vardı: Kış ve yaz. Ortaçağ’da mevsimleri başlattıkları tarihlerde yılın meteorolojik mevsimlere iki bölünmesi görülür. Bunlar, kabaca Jül Sezar’ın tespit ettiği tarihler olmakla birlikte yine de Aziz’lerin günlerine bağlanmış[55], tıpkı Kasım ve aşağıda uzunca irdeleyeceğimiz Hızır gibi.
Haftayı ilk kullananlar Yahudiler olmuş. Bu kavram Batı’da ancak III. yy.dan itibaren yaşama girmiş.
Avrupa dillerinin çoğunda haftanın günlerinin adları, içlerine Güneş ve Ay’ı dâhil ettikleri Eskilerin bildiği yedi gezegene bağlıdırlar. Fransızcada lundi (pazartesi) Ay’ın (Lune) günüdür (Lunca dies); Mardi (salı), Mars’ınki (Martis dies); mercredi (çarşamba), Merkür’ünki (Mercurii dies); Jendi (perşembe) Jupiter’inki (Jovis dies); vendredi (cuma) venüs’ünkü (Veneris dies), samedi (cumartesi) başlarda Saturne’ın günü hâlâ İngilizcede yaşamaktadırlar: Saturday (cumartesi) ve Sunday (Almanca Sontag) (pazar), Saturne ve Güneş (sun)e bağlıdırlar.
İşin dinî yanı bir tarafa bırakılacak olursa haftanın ilk gününün seçimi itibarî olmaktadır. Almancada çarşamba, Mittwoch, haftanın ortası demek olup pazarın ilk günü sayıldığını gösterir[56]. Türkçede de “salı”, İbranî-Arapça “salis”, “üçüncü”den; “çarşamba”, “çar-şenbih, çıkar şenbih”, “dördüncü gün”; “perşembe”, “pencşenbih”, “beşinci gün” olduğuna göre hafta yine pazardan başlatılmış demektir.
Farsçada “şenbed= şenbih”, cumartesidir. Şeref Han anlatıyor: “Hakkâri Devleti’nin ikinci defa kuruluşunun başlangıcı… ‘Şenbe’ günü olduğu için ve bu sözcük bu kavim diyeleğinde ‘şenbû’ şeklinde telâffuz edildiği için, hükümdarları da ‘şenbu’ adıyla tanındılar…”[57]
“Hafta”da Farisî “hefte-yedi günlük müddet”ten galattır. Dobruca Türkleri de “hafta”ya yedil diyorlar. Gaz’te “pazartesi”, Arapçadan geçme olarak, isne’yn’dir (GA). Bunun doğruca Arapçası Yevm el-isne’yn olup “ikinci gün” demektir ki haftanın pazardan başlatıldığı anlaşılıyor.
İlm-i nücûm (astroloji)nin bir temel postulatı şöyle ifade ediliyor: “Gök’te her başlangıç ve her yenilenme Yeryüzü’nde mutlaka bir başlangıç veya yenilenmeyi tevlit eder”. Bu itibarla her astronomik devrenin başlangıcı o anda yeryüzü’nde olan bitenler üzerine de büyük ağırlığa sahiptir. Böylece de bütün bir kamer ayı boyunca etkisini hissettirecek olan yeni Ay’da vaki olanların önemi ortay çıkıyor. Tanrılar fiilinden bunlara bağlı semavî cisimlerin etkisine bir doğal intikal olduğundan, yeni Ay’ın isabet ettiği haftanın gününe astrolojide büyük önem verilmektedir[58].
Evet, Kasım lodosla girerse, kış hafif; poyrazla girerse sert olacaktır… Gökte ilk hilâl görüldüğünde, alışverişin semereli olması için hemen altından bir nesneye (yüzük vs.) bakılır ve bütün kamerî ay, Peygamber’e emanet edilir:
“Ayı gördüm Allah
Amentü billâh
Aylar mübarek
Ya Resûlallah!”
Döneceğiz bunlara.
Konstantin, 324’da Byzantion’u kendine makarr ittihaz edecekti. Roma İmparatorluğu ikiye ayrılmıştı ve Doğu’yu kendine seçmiş olan Konstantin, başlarda Doğu Roma imparatoru Licinius’la birleşmişti.
Ordu, aslında bir ırklar tayfı sayılabilecek kadar karışık unsurlardan oluşuyordu. Askerler için, dolayısıyla, farklı yemin törenleri, ayinler ve kutsal günler vardı. Lucinius, buna çare olarak, askerlerine, her dinden kişiyi, Mithra, Apollon saliklerini, Hristiyan’ı tatmin edecek Yüceler Güneş adıyla bir dua öğretti. Böylece de Dies Dominica-Efendi’nin günü ile paganların Dies Solis’i birbirine karışmış oldu. 321’de Konstantin, güneş günü pazar’ı, bütün imparatorlukta tatil günü olarak ilan etti[59].
İzmir yöresi Tahtacı aşiretlerinde, eski inanışa göre, pazar, pazartesi, çarşamba, cumartesi günleri asıl iş günleri olur. Salı günü iyi sayılmıyor. O gün işe başlayanın işi “sallanıyor”muş. O gün bütün kadınlar kaza belayı uzaklaştırmak amacıyla bir “Salı Kahvesi” pişirip “Salı kocanın ruhu için” içerler.
“Salı koca”, ermiş bir kişi olarak tanınır, cuma günü de “Cuma Kahvesi” pişirilir ve “Cuma Koca” için içilir.
Çarşamba, perşembe ve pazartesi günleri çamaşır yıkanmaz. Salı ve Cuma günleri ocağın külü alınmaz ve süpürge süpürülmez. İyi olmazmış. Cuma, Hz. Ali’nin doğum günü imiş.
Perşembe, en saygın gün olarak bilinir: ölüler yol gözleyip yiyecek beklerlermiş. Adaklar, kurbanlar ve sair törenler perşembeye rastlatılır. O gün akşam üstü “Hak üleştirme” dedikleri, şeker, çerez, tatlı, meyve çeşitleri ölülerin ruhu (canı) için küçük ve büyüğe dağıtılır[60].
Böylece de “uğurlu – uğursuz” günlere bir misal vermiş olduk.
Genellikle sosyologlar, üretimi geleneksel tarım ve hayvancılığa münhasır toplulukların “saate bakma zahmeti”nden azade olduklarını ifade ederler. Batı anlamında saate bakılmadığı bir gerçek olmakla birlikte bu toplulukların bir “zaman” kavramına sahip bulundukları da bir vakıadır şöyle ki günlük yaşam, güneşin geçişine bağlı olarak tayin edilen vakitlere göre ayarlanır: Yemekler, hayvanların bakımı, çeşitli ev işleri buna göre yapılır. Kaldı ki namaz vakitleri de güneş saati (irtifa çubuğu, basite) ile saptanır.
Bu işi esas itibariyle büyük camilerin müştemilatından olan muvakkithaneler yapar.
Bunların ayrıntılarına girmiyoruz.
İlm el-mîkat, güneş ve yıldızlarla astronomik zaman kaydının ve beş vakit namaz vakitlerinin saptanmasının bilimi oluyor. Gerçi bu sonuncular Kur’an ve hadislerde vurgulanmış olmakla birlikte 2/8. yy.da standartlaştırılmış ve o çağdan beri kullanıla gelmişlerdir[61].
1630 yılından önceye ait olduğu sanılan bir belgede padişahın “ve değirmenciler değirmende tavuk besleyip halkın ununa ve buğdayına zarar etmeyeler. Vakitlerini bilmek isterlerse ancak bir horus besleyeler[62]. Ve kimsenin buğdayını değiştirmeyeler…”[63] diye buyruğunu görüyoruz.
Evet, horoz, “masa ya da cep saati” oluyor…
“Vakit-zaman”a ait halk lûgatçesinden bazılarını, kullanıldığı yöre ve TS’de varsa, ilk kullanıldığı yüzyıl ile birlikte, aşağıda veriyoruz.
Alar: Sabah: Şafak sökmeden evvelki yalancı aydınlık, fecr-i kâzip. “Alar sabah Dirse Han yerinde örü turdu” (Dede Korkut Kitabı, XIV. yy.). Günümüzde bu sözcük alasabbah-ala şafak, şafak vakti, alacakaranlık (Vn) şeklinde devam ediyor. Yine çin sabah, sabah erkenden anlamında kullanılıyor(Çkl). Çin seher-çin sabah: tan yeri ağarmak üzere olduğu zaman, suph-u sadık..
“Bunun içinde uyandı şehinsah
Görür kim olmuş idi çin sehergâh”
(Hurşid ü Ferahşad; XIV. yy. bilgin ve şairlerinden Germiyanlı Şeyhoğlu Mustafa Cemalî’nin bu manzum eserinde İran Şahı Siyavuş’un kızı Hurşid ile Mağrip Sultanının oğlu Ferahşad arasındaki aşk macerası anlatılıyor). Ama sadece Hurşid’le Ferahşad sevişmez: bükülek, tavşanların çiftleşme zamanıdır, Isp, Kü’da.
“Şebgir- Fa-: sabah ve bâmdâd manasınadır ki, ıstılahımızda çin sabah tabir olunur” (Burhan-ı Katı Tercümesi, XVIII-XIX. yy. Tebrizli Hüseyin bin Halefin Farsçadan Farsçaya yazdığı Burhan-ı Katı’ adlı sözlüğün Mütercim Asım tarafından Tıbyan-ı Nafi’ der-Terceme-i Burhan-ı Katı’ adıyla yaptığı ve III. Selim’e sunduğu Kamus tercümesinden önce çeviridir).
Tan üstü: sabah vakti (Kr).
Akşam darı: akşam ezanının 15-20 dakika öncesinden başlayan ve ezanla biten süre.
“Akşam darında su içmek günahtır” (Ar). Alaöş ve vary: sabah ezanından biraz önceki zaman (İç, Isp, Brd, Kn). Apet: öğleden sora (Rz).
Çinakşam: tam akşam vakti. (Nğ).
Dal öğlen ve varyantları: tam öğle vakti (Isp, Brd, Dz, Ay, Kü, Es, Hat, Mr, Sv, Nğ, Uş, Ky, İz, Sm, Sv, Kn, Mğ, Gm).
Diköğle: güneşin tam tepede olduğu zaman (Brs); dikyarısı: gece yarısı (Ba). Dilki şafa: şafak sökmeden önceki zaman (Gaz). Doğar namazı: sabah namazı (Çkl).
Düş: öğle vakti (Tr)
Ertan: erken gün doğma zamanı (Kn). Erteleyin: Şafakla beraber (Ada). Erten: sabah, güneşin doğduğu zaman (Kn, Tk). Ertene, sahur (İz).
Erte aklığı (irte aklığı, erte yeri aklığı, erte yeri aydınlığı, irte yeri aklığı, irte yeri aydınlığı): fecir, şafak aydınlığı.
“Sepîde – dem – Fa -: İrte aklığı” (Sihah – ül – Acemî fi-l-lûga, XX. yy. Ankaralı Yusuf oğlu Pir Mehmet’in 1472 (877) yılında Farsçadan Arapça ve Türkçeye düzenlediği sözlük). Aynı sözlüğü, aynı karşılıkla (erte) Câmi-ül-Faris, XVII. yy., adı bilinmeyen bir zat tarafından I. Ahmet adına düzenlenen Farsçadan Türkçeye sözlükte de buluyoruz.
Erte (irte): ertesi, gelecek, sabah, şafak sökme zamanı, yarın.
“Bir gece yatur iken ol düş görür
İrte turur anı Ya’kub’a sorur”
(Yusuf ve Zeliha, XII. yy. şairlerinden Şeyyat Hamza’nın manzum eseri). “Perdâ-Fa-: ferdâ-Fa-vezninde ve müteradifidir ki irte ve yarınki gün manasınadır.” (Burhan-ı Katı’)
Gaba guşluk- Gabacagün: sabahla öğle arası (Gm, El, Ml, Or, Ank, Kn). Kabukuşluk: öğleye yakın olan kuşluk zamanı.
“Anlar eyittiler: Hâlâ kabakuşluk oldu, biz henüz Çarşamba suyunun üzerindeyiz” (Velâyetname-i Hacı Bektaş, XV. yy. ürünlerinden olduğu sanılan bu eser Halep’te Sultan Babâ tekkesinde adı bilinmeyen bir derviş tarafından yazılmıştır.). “Tekayyül -Ar- …vakt-i kaylûlede uyudu ki murat kabakuşluk tabir olunan vakittir” (Aks-el- ireb, XVII-XVIII. yy. XII. yy.da yaşamış olan büyük Türk bilgini Zemahşerî’nin Mukaddimet-ül-edeb adıyla yazdığı Arapçadan Farsçaya sözlüğün Aydınlı Ishak – Hocası Ahmet Efendi tarafından yapılan Türkçe çeviri).
Genç kuşluk: Kaba kuşluktan evvelki zaman.
“Gazale-Ar-: Kuşluk vaktinden evveline yahut güneş yeryüzüne yayıldıktan sonra olan vakte denir ki genç kuşluk tabir olunur.”
(Kamus Tercümesi, XVIII-XIX. yy., XIV-XV. yy. bilginlerinden Mecdüddin Firuzabadî’nin telif ettiği meşhur Arapça Kamus’un Antepli Ahmet Asım tarafından yapılan ve II. Mahmut’a sunulan Türkçe çevirisi).
Gün dikilmek: öğleye yaklaşmak, öğle vakti olmak (Kü, Çr, Isp, Mğ, Brd, Ağ).
Günek, Isp’da “takvim”dir. Güneksiği- gün eğilmesi, ikindiden sonraki zaman oluyor Çkl, Çr, Ada, Kn’da.
Gare: zaman, vakit: “Orhan çarşıya ne gare gitti?” (Uş). Geçtan- güneş batma zamanı, akşam (Kn); Doğu (Kn). Göşlük: akşam olması, ortalığın kararması (Dz). Günindi, güninimi: Gurub zamanı (Af, Isp, Ba, Brs, Rz, Ezc, Ank, İç, Mğ); Batı (Isp, Ba, Bo, Es, Çr, Ank, Nğ, Ant, Mğ, Kn, Or). Gün üzülmesi: güneş batarken dağ tepelerinde kalan son ışıklar (Ada).
Ifıcık: gün doğmadan önce tan yerinde beliren kızıllık (Ank). Ildır: alaca karanlık (Dz, Zn, Çkr, Or. Gr, Yz). lldırayaz: parlak yıldızlı aydınlık gece (Bo). Anlaşılan bu gibi gecelerde Bolu’da ayaz çıkıyormuş. Ildırışık: sabahın alaca karanlığı (Kc, Bo); gece, havanın açık, yıldızlı parlak olduğunu anlatır(Bo, Ant). Ilışıl-Ilışır: geçen yıldan da önceki yıl (Ar, Dy, Hat, Vn, Bt, Kn). Ilkışma: gün doğmadan önce görünen ilk ağartı, tan zamanı (Af). Inrık: sabah karanlığı (Zn, Çkr).
İkiyasdı: gece yarısı (Çr). İnce kuşluk: sabahla kuşluk arasındaki zaman (Tr, Rz, Nğ, Mğ, Kıbrıs, Dz, Gm).
Su: zaman, vakit (“Ahmet saat üç sularında gelecek”)
“Ol suda kim Rüstem ata atlana
Billidir kim gürzüne kim katlana”
(Mantık-ut-tayr, XIV. yy. Gülşehrî’nin 717 (1317)de yazdığı mesnevi).
Şivist Arabî ve Rumî ay arasında gün farkı (Yz, Ky).
“Sepîde-Fa- Fecrdir ki Türkide tan dinur” (Lûgat-ı Şehname, XVIII. yy. Bağdatlı Ömer Oğlu Abdülkadır adlı bir zatın 1133 (1721)’de, Şehname’de geçen kelimeler üzerine düzenlediği Farsçadan Türkçeye sözlük).
Tanla-danla: sabahleyin, sabah vakti, sabah olur olmaz. “Tanla turdum, “bu düşümü yoldaşlarıma hikâyet ediverdim” (Yüz Hadis Tercümesi, XIV. yy. bilginlerinden Erzurumlu Yusuf oğlu Mustafa Darir’in eseri)
Tepreş günü: Nevruz günü (İz). “Depreşmek”, yeniden ortaya çıkmak demek olduğuna göre Nevruz’un Yeni Yıl’ı ifade ettiği anlaşılıyor. Hıdrellez’e arice deniyor Yz’da. Yine “zaman” kavramı içinde arpa orağı-yıldızı: arpa kaldırma zamanı: “hey oğul, cemre düştü diye kar tutmaz deme, arpa orağına kar yağdığını biliriz biz” (Sm). Ocak ayında akşamdan sonra doğuda görülen tek ve parlak yıldız (Dz).
Dede Korkut Kitabı’nda “dünkü gün” anlamında dünin (veya düneyin) sözcüğü geçiyor: “… Aladağdan dünin (veya düneyin) aştın. Akıntılı görklü sudan dünin (düneyin) geçtin. Ağ alınlı Bayındır Han’ın divanına dünin (düneyin) vardın” (GA).
Buna karşılık “gece” manasına dün’ü de, daha öncekilere ek olarak, metinlerden takip edelim.
“Eyde sırat böyle ince hem yüce
Karanlık dün gibi sanasın gece” (Yusuf ve Zeliha).
“Gün yüzün görmeyeliden ki günün dün gibidir
Bana bin yılca gelir gerçi sana dün gibidir.” (Nizamî divanı. XV. yy. şairlerinden Karamanlı Veliyüddin oğlu Nizamî’nin divanı olup henüz 18-20 yaşlarında iken Fatih Sultan Mehmet tarafından İstanbul’a davet edilmiş, ancak yolda ölmüş).
“Gitti ol dün, geldi subh, oldu sabah
Gitti zulmet, geldi nur, doldu sabah” (Battal Gazi).
Devam edelim “zaman” kavramıyla ilgili sözcüklere,
Yaş: akşamla yatsı arası (Kn). Yediler haftası: Eylül ortalarından Ekim sonuna dek olan haftalar (Ama). Yedi yanarlar: Ağustos’tan yedi gün önce başlayıp yedi gün sonra biten sıcaklar (Çkl). Yediye: Kasım’ın 2. haftası (Mr).
Bu “Kasım”, hangi Kasım? 2. haftasının, isim alacak kadar önemli özelliği ne, Mr’ta?… Devam edelim.
Zarfalık: Güneşin ufuktan beş metre (?) yükseldiği zaman (Tn). Zeerten: akşam (Gr). Zeğet: gece (Gr).
Giresun’da kullanılan bu fonetik ve anlam olarak birbirine çok yakın iki sözcüğün kökeni ne olabilir?…
* * *
Halk dilindeki gün ve ay adlarının irdelenmesinde hayli ilginç hususlarla karşılaşılmasının dışında aynı bir adın, farklı gün ya da ayı ifade ettiğini göreceğiz. Bu keyfiyeti şöyle izah etmek mümkün gibi görünüyor:
Günler, belli bir “hafta başı”ndan itibaren sıralanıyor. Bu “hafta başı” da genellikle “pazar” oluyor ki bu, Pazar takvim günümüzden farklı olan bir “bazar”dır. Bu sonuncusu Farisî kökenli olarak “alışveriş edilen yer; çarşı; ahz ve itâ günü”nü ifade ediyor. Batı Türkçesine “pazar” şeklinde geçmiş olan sözcük, aynı anlamların yanı sıra bir de “haftanın cumaertesinde sonra gelen günü” olarak tanımlanıyor (BTL).
Toplumun ekonomik yaşamında önemli bir yeri olmuş olan pazar, her yerde aynı günde kurulmadığından, gün adlarının sırası da kaymış oluyor. Şimdi bu verilerin ışığında halk dilindeki gün adlarına bakalım:
Avdan: pazar günü; avdan ertesi: pazartesi (Kü). Deynek: salı (Brd): deynek’ten sonra çarşamba gelir. Avşar: cuma (gün adı) (Isp): “Avşar günü Gelendost’a gittim”. Adna: perşembe (Kr, Ağ), cuma (Gürcistan göçmenleri-Kr).
Baraskün: Çarşamba (Kn). Baş: pazartesi (İst), yani “hafta başı”… Bazar- baza- bazitesi: haftanın ilk günü, pazar (Isp, Dz, Sn, Ama, To, Or, Gr, Kr, Gaz, Ank, Hat, Nğ); pazartesi (Sm, Sn, Kr, Ks,); salı (Nğ); çarşamba (Çr); perşembe (Ama). Yine az çok aynı yerlerde bazar, belli bir günde her türlü malın satıcı ve alıcılarının toplanıp alışveriş ettikleri yer, pazar oluyor. Bu örnekle aynı bir pazar sözcüğünün, haftanın beş değişik gününü ifade ettiğini görüyoruz ki bunun izahı, yukarda söylediğimiz gibi alışveriş edilen pazarın kurulması gününe bağlı olmasıdır. Nitekim Âras: pazartesi (Isp’nın bucağı olan Âras’ta -şimdiki Atabey-, eskiden pazartesi günleri pazar kurulduğundan o güne âras denmiş). Borlu pazarı: perşembe (Isp). “Bor”, Batı Türkçesinde, tarıma elverişli olmayan kıraç ve çorak yer; çukurları olan yerdir (BTL)…
Deri-deri gün-derinti-dernek- dernek günü: toplantı, düğün (Sv, Krş, Ky, Ng, Çkl); panayır, pazar, pazar kurulan gün (Ba, Çkr, Çr, Sn, Ama, To, Ezm, Mr, Ky, Nş, Nğ, Ada); panayır ve pazarın kurulacağı günün arifesi (Çkr, Nğ); çarşamba günü (Çkr); pazar günü (Brd, İst göçmenleri, Ks, Çkr, Çr, Sn, Nş, Ank, Isp, Bo); perşembe (Ky). Devrek: pazartesi günü (Zn); devrekertesi salı günü (Zn). Devrek, Zn’ın bir ilçesidir.
Dolayısıyla orada pazarın kurulma günü pazartesi olmuş olmalı. Direği: Pazar günü; “direği gün okulların hafta tatilidir” (Isp). Dirnek günü: cuma günü (Ist); pazarın kurulduğu gün (Kü). Deriertesi: pazartesi (Çkr).
Erek: Pazartesi (Ank).
Gereği: pazar (Kn). Gereğiertesi pazartesi (Kn). Gireği- giravugün-gire-gireğiertesi-girevu-girey- gireyiertesi-giriertesi: pazar günü (Isp, Brd, Dz, Ay, İz, Mn, Ba, Es, Kc, Ks, Çkr, Ama, Kn, Ant, Uş, Mğ, Ist, Çr, Sm); gerdek gününe rastlayan pazartesi (İz, Es, Isp, Ama, Kn, Brd, Kc). Gülüser: pazartesi (Brd).
Işıklı: çarşamba (Af, Dz, Kn) (Iyıkkün: pazar günü-Kn-)- Arbe (Sv). Eğirme (Isp). İşkan: perşembe (Brd).
Yılın belli günlerinin adları da şöyle: Arpa, arife (Isp, Brd). Ağrice, Hıdrellez’in ilk günü olan Mayıs’ın 6. günü (Yz). Alabahar, ilkbaharın ilk günleri (İç).
Belerze-bülbüze, Nevruz, Mart’ın 22’sine rastlayan gün (El, Bt); Nevruz çiçeği (Ezc).
Erik, hıdrellez (Yz). (Herhalde “bahara ermek”ten).
Gaziantep ağzında kullanılan gün adları Arapçadır:
Ah’at Pazar
İsneyn Pazartesi
Telâte Salı
Erb’â Çarşamba
H’amis Perşembe
Cüm’â Cuma
Sep Cumartesi (GA I, s.332).
Bu “Sep, “sebt-sabato”dan galat olmalı.
* * *
Şimdi aynı şekilde ay adlarına bakalım.
Ocak;
Donaray (Or). Hasyanar (İz). Ovat (İz, İst), Yanar (Çkl). Bu sonuncu sözcük, İz’de Aralık ayını ifade ediyor. Yeni yıl (Rz, Ezm, Hat, Sv, İç).
Şubat:
Badırık batman ayı (Tükmenler arasında- Ada). Beşe-beş ayı (Çkl, Gaz, Sv, İz). Bu sözcük ayrıca Mart’ın son üç günü ve Nisan’ın ilk iki gününü ifade ediyor (Kr). Ayrıca Hamsin, 31 Ocak’ta başlayan 50 günlük kış dönemi de oluyor (Çkl). Acaba eski takvim sistemlerinde araya sıkıştırılan beş gün bu aya mı rast geliyordu? …Çıbır (Kn). Delice-deligücük “deligücük bu yıl canımızı yaktı” (Or). Gücük-gucuk-güdükay (her yerde). Bu sözcükler ayrıca Şubat’tan 22 Mart’a kadar olan zamanı da tanımlıyorlar (To, Ank, Kn, Tr). Üsüm (Ist). Çiftçi halk takviminde Ocak ayının sonu ile Şubat’ın iki üç haftasına yediye (Gaz) denir ki tohum ekme zamanıdır. Bu zaman içinde koyunlar kuzular. Bundan sonra beşe gelir ki bu da Şubat sonları ile Mart başına rastlayan zamandır. Buna deli beşe de denir.
“Yediye’nin yelleri, beşe’nin selleri, üçe’nin gonca gülleri; bire biçimsiz çıkmaz” (GA II. s. 198) Üçe, beşe’den sonra gelen güllerin açma mevsimi bire de ekin biçme zamanıdır.
XVI. yy.ın dil ve din bilginlerinden Ankaralı Pîr Mehmet bin Yusuf tarafından 1551 (959) yılında düzenlenen Arapçadan Türkçeye sözlük “Terceman”da bir de dokuza adlı bir aya rastlıyoruz:
“Şiban (Ar): Kış aylarından Kânunevvel (Aralık) dedikleri aya derler ki dokuza dedikleri aydır.”
“Gücük: Şubat ayı” (Az çok her yerde).
‘‘Şubat-Ar-: Rûm aylarından biri. Türkler ana gücük derler” (Babus-ül- vâsıt, XVI. yy. bilginlerinden olup 1555 (963)’te ölen Musa Merkez Ef. oğlu Mehmet Ef.’nin meşhur Kamus esas tutularak düzenlediği Arapçadan Türkçeye sözlük).
“Şubat- Fa-:Rûm tarihinde son kış ayıdır ve bu ayın on birinci günü güneş Hut burcuna intikal eder… Türkler gücük derler” (Lûgat-ı Nimetullah, 1561 (969) da İstanbul’da ölen Nekşibendî şeyhlerinden Sofya’lı Ni’metullah Ef.’nin 1540 (947) yılında düzenlediği Farsçadan Türkçeye sözlük).
Mart:
Buna Nasturî Kilisesi’nin Süryanî takviminde de Mart karşılığı görmüştük. Adar (Bt), Aşır ayı (Isp): “Aşır ayı gelince lokmayı bol bol yeriz.”
Döl ayı: hayvanların yavruladıkları Mart, Nisan ayları (Isp, Mn, Ba, To, Gm, Ezc, Sv, Ank, Ada). Gicimik ayı (Ada). Bu ay hakkında söz meşhur olmuştur: “Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır.”
Nisan:
Abrıl- abil – abel – abril – abrol – abrul- aprıl – aprul -arbıl -arhul (Ba, To, Gr, Tr, Gm, Rz, Ezc, Mr, Sv, El, Yz, Ky, Nş, Kn, İç, Kr, Ezm). Görüldüğü gibi bu sözcük ailesi, Ba dışında, Anadolu’nun Doğu yarısında kullanılıyor.
“Abrıl: Nisan:” … Sene seb’a ve semânin ve tis’ a mie (987-1579) muharremi’nin yirmi dördünde vâki abrıl evvelinden beri vâcib olan resm-i ganemleri cem ü tahsil…” (Şer’iyye sicillerinden Edirne Şer’iyye mahkemesince 952 (1545) yılından sonra tutulan defterlerden.
Batı dillerinde April -Avril -Aprile diye anılan Nisan’ın Romalılardaki adı Aprilis olup işbu sözcük Latin aperire, “açmak”tan gelir şöyle ki tomurcuklar bu ayda patlar veya yeryüzü yeni bir bitki örtüsüyle kaplanarak bağrını açar gibi olur.
Numa[64] tarafından gerçekleştirilen takvim reformundan önce Aprilis Roma yılının 2. ayı oluyordu[65].
Nisan’ın on dördüncü (Rumî birinci) gününden on sekizinci (Rumî beşinci) gününün sonuna kadar devam eden soğuk günlere aprul beşi denilir. Aşağıda göreceğimiz sayılı günler arasındadır: “Sakın aprul’un beşinden, öküzü ayırır eşinden”. Aprul beşi “çıkmadan” gerçek bahar “girmez”.
Nisan’a İz.de ayrıca kırçan ayı da deniliyor ki bu, Tk’da, 28 Mayıs’tan 28 Haziran’a kadar olan süreyi ifade ediyor.
Açaray (Dy): “Açaray yağmurları başladı”.
Bu aylarla ilgili Doğu Anadolu-Armeniyye efsaneleri ilginç olmaktadır. Buralarda Chuot, bir cin-dîv sınıfının genel adı olup bu cinler boylu, zayıf, beyaz kaftan giymiş varlıklar olarak tasavvur edilirler; bunlar insanlar gibi doğup çoğalırlar; kötü olmayıp Tanrı’nın da düşmanı değillerdir. Kışları, insanların meskenlerinde otururlar ve buralarını, tarlalarda ikamet etmek üzere ilkbaharda terk ederler. Şubat ayının son gecesinde Chuotahan, yani Chuot’un Kovulması vaki olur: bu akşam köylüler bir çanağa su doldurup bunu evin eşiğine koyarlar; sonra da ağaç dalları, sopalar, bez, kösele ve elbise parçaları, taş doldurulmuş tulumlarla ev ve ahırlarının duvarlarına bunları çalarak her darbede yüksek sesle Şuot i-durs, Mart i-ners! “Git dışarı o Şhuot! Gir, Mart” düsturunu bağırırlar. Bu Chuot, tahmin edileceği gibi, kış tanrısı olup hükümranlığı 1 Mart’ta sona erer. İşbu aynı Şuot deyimi, çeşitli diyalektlerde şu anlamlarda kullanılır: l)Şubat’ın son gecesi; 2) Şubat ayının kendisi. Yani Chuot karanlık mevsimin, Gölge’lerin temsilcisidir.
“Yerli” görünümlerine rağmen burada Mezopotamya-Suriye uygarlık dairesinden, iranî Şubât; Osmanlı Şubat aracılığıyla istiare edilmiş bir astronomik -efsanevî terim bahis konusu olmaktadır[66].
Mayıs:
Bükülek (Isp). Bu sözcük aynı zamanda tavşanların çiftleşme zamanının da karşılığı oluyor (Isp, Kü). Çicik ayı (Ank). Ekimay (Or). Gülan- gülayı (Kr,Vn, Dy, El, Sv, Ist).
Haziran:
Başal (Brd). Bozaran -bozay (Ky, Ama). Bunlar, yine Ky’de Ağustos’u ifade ediyor. Kiraz ayı (İst, Zn, Sn, Tr, Or, Gr, Gm, Rz, Ezm, Sv, Sm, Ar, Kr). Yukardaki gülay’ında olduğu gibi o aylarda doğunun ürünlerine göre ad verilmiş. Ünüs (Ky). Bunun yukarda sözünü etmiş olduğumuz Roma takviminin Junius’undan galat olduğunda şüphe yok.
Aprul olsun, Ünüs olsun, Roma-Bizans döneminin ve özellikle Bizans’ın Küçük Asya’da görevlendirdiği ve burada uzunca süre konaklamış olan Anglo- Saxon ve Latin kökenli paralı askerlerin yadigârı olmalıdırlar (Batı dillerinde Haziran, June, Juin, Juni, Giuguo’dır).
Temmuz:
Biçim ayı (Kr, Ezm). Orak ayı (Isp, Brd, Çkl, Sm, Sn, Or, Gr, Tr, Rz, Az, Yz). Orta yay ayı: “Dımışk’a girdiği gün orta yay ayının yiğirmi dördüncü günüydü” (Tarih-i İbn- i Kesir Tercümesi, XV. yy. XIV. yy.da Şamlı İmadûddin İsmail bin Ömer’in Arapça yazdığı tarih kitabının 842 (1438)’de Hızır bin Celalüddin tarafından Türkçeye çevirisi).
Yukarıdaki biçim (biçmekten) ayı ile orak ayı, o mevsimde icra edilen tarımsal faaliyetlerini ifade ediyor.
Yanargün, Temmuz’un son üç günü (Ada) oluyor ki o yörede, her şey gerçekten “yanar”.
Ağustos:
Buğday gün: Güneşin Sünbüle burcuna girdiği zaman, Ağustos ayı. “Pes ol ikiyi alıp buğday gün Minâ’ya vardı, öğleyi, ikindiyi, ahşamı, yatsıyı bunların ile bile kıldı” (Kısas-ı Enbiya. Aydınoğlu Mehmet Bey adına Arapçadan çevrilmiş bu eser, XIV. yy. Anadolu Türkçesinin güzel bir örneği olmaktadır).
Eylül:
Boş ayı: Kamer takvimine göre 2. ay, sefer ayı (Ank, Krş, Mğ); Eylül (Gm). Cegert– cegart: Rumî takvime göre Eylül ayına verilen ad (Gm). Verimay (Or).
Ekim:
Beğrim ay (Or). Darı ayı (Sn, Or, Gr, Tr). Ortagüz (Isp, Brd, Ks, Sn, Sm, Ama, To, Or, Mr, Nğ, Ada).
Kasım:
Esmek. Ayrıca da “davar ve koç katım zamanı”nı ifade ediyor, Sv’ta. Koçayı-koçkoyan (Or, Tr, Gm, Ar, Kr, Ezc, Sv). Bu sonunculardan Kr,Tr, Ezc, Krş, Gm’de Ekim ayı da anlaşılmaktadır ki ay adı hayvanların doğal davranışlarının bölgenin iklim koşullarına bağlı olduğunu gösterir.
Aralık:
Halk dilinde aralık sözcüğü Isp, Dz, Çkl, Ba, Es, Zn, To, Nğ, Ant; Mğ.’da Ramazan ve Kurban Bayramları arasında kalan ay, Zilkade’yi ifade ediyor. Ama yine Mğ’da bu sözcük “salı günü” karşılığında kullanılıyor.
Nahırgoyan, bir yıllık ücretle tutulan çobanların hesap verdikleri Aralık ayının 25. günü (Kr) olup nahır’ın Ermenice kökenli “çoban” olduğunu görmüştük.
Yanar sözcüğünde de Aralık’la Ocak arasında bir tedahül görülüyor şöyle ki Aralık anlamında İz’de, Ocak’ınkinde de Çkl’de kullanılıyor.
Bunların dışında bazı ay adları da şöyle: Aşur: Muharrem ayı (Af, Md). Avara: Çkl, Gm’de Ekim ayı, Gr, Ezc’da ise Eylül’dür. Bu kelimenin aslı Farsça olup “kaybolmuş, adı sanı batmış… kimse; mecazen dağınık, perişan…” manasınadır (GG). Dilimizde ise “işe yaramaz, kötü”, makinecilikte de “üzerinde döndüğü milden bağımsız, boşa dönen (kasnak vb.)” herhangi bir şeyi ifade eder.
Bu Ekim ayına baş ayı da demiyorlar mıydı, Gm’de?
Bata, “bu yıl” demektir: “bata yağış fazla oldu”. (Dz).
Cegert-Cegart: Rumî takvime göre Eylül ayına verilen ad (Gm).
İlkgüz: Eylül ayı (Ks, Sm, Ama, Ada, Mğ); ilkbahar (Ks, Ank, İç, Mğ, Tk, Çr, Tr); Bu sonuncu anlamda ilkyaz ile ilkgüz eşanlamlı oluyorlar ki bu, bir kavram karmaşasına iyi bir örnek oluşturuyor. İlkgüzlük, Kasım ayına otuz, kırk gün kala yapılan ekim oluyor, Dz, Ks’da.
Küçük Tevbe: Şaban ayı. “Bak büyük ablan oldu küçük terbede gelin” (Vasıf divanı. 1824’de ölen Enderunlu Vasıf Osman Bey’in divanı). Küçük yaz: Pastırma yazı, yalancı yaz: “İki ay kadar küçük yaz olup meyve ağaçlarına varınca ser-i sebze olub” (Naima tarihi, XVII- XVIII. yy.).
* * *
Gökcisimlerine ait halk lügatçesi de hayli zengin gözüküyor; bu da, bu cisimlere gösterilen ilginin bir ifadesi oluyor. Nasıl olmasın ki bunlar yol gösteriyorlar (özellikle bozkırda), mevsimlerin saptanmasına ve hava tahminine yardımcı oluyorlar.
Önce “ayın on dördü”ne verilen adı geriye doğru takip edelim.
Dolu ay (tolu ay- dolun ay- tolun ay): bedir, mehtap.
“Tolu aya benzer olur hem yüzü
Görür olur hem anın görmez gözü” (Yusuf ve Zeliha, XIII. yy.)
“Hümayun geldi görmeğe Hüma’yı
Hilâl olmuş görür ol tolu ayı” Işkname, XIV. yy.)
“Bedr-Ar-: On dört gecelik ay. Türkide tolun ay denir” (Kamus-ı Osmanî. Mehmet Selâhi’nin 1313 (1895)’te basılan Arapça, Farsça ve başka dillerden Türkçeye sözlüğü).
Ve ay (ve güneş) ağılı, çevrelerinde bazen görülen beyaz halka, hâle, ağıl:
“…Ve kalbden ruha bir perde yetişir ki ol perde vasıtasiyle ruhun nurâniyyeti hicab altında kalır, şol ağıl gibi kim ayın çevresin dutar.”
(Irşadül’l-mürid ile’l-murad. Afyonkarahisarlı Şeyh Kasım bin Mahmut’un 1421 (825) yılında meydana getirerek II. Murad’a sunduğu Mirsadü’l-ibad mine’l- mebde-i ve’l-maad çevirisidir. Eserin aslı, XIII. yy.ın büyük sofilerinden Necmüddin Dâye tarafından Farsça olarak Sivas’ta yazılmış, Selçuk hükümdarı Alâüddin Keykubad’a sunulmuştur. Ahlâk ve tasavvuftan, memleket idaresinden, cemiyet hayatından bahseder.)
“Hâle-Ar.: Arabîdir, harmen-i mah derler, ayın etrafında ağıllıktır, ay ağılı derler” (Miftahü’l -lûga, XV. yy.)
Farisî harmin- harmen’den muharref “harman”, hangi şeyi ifade ederse etsin, bir dairevî hareket ya da şekli telkin ediyor, “ağıl” gibi. Devam edelim:
“O hat içinde olan yanağ ü yüz
Ay ağılında ol resme ki yıldız”
(Gülşen-i raz tercümesi. XV. yy. Şeyh Mahmut Şebüsterî’nin Farsça olarak yazdığı manzum tasavvufî eserin Şeyh Elvan Şirazî adlı bir zat tarafından yapılan Türkçe çevirisidir. Açık bir dille yapılmış olan bu çeviri II. Murad’a sunulmuş).
“Harmen-Fa-: Ay ve gün ağılı “(Camiü’l-Fürs. İnegöllü Mustafa bin Mehmet bin Yusuf’un Farsçadan Türkçeye düzenlediği sözlüktür. XVI. yy).
Sevgilinin yüzünün “dünya güzeli” dolunay’a benzetmek, bir Doğu örgesi gibi görünüyor. Masallarımızda kızın güzelliği övülürken ay (dolunay), onu kıskanarak, “ya sen doğ, ya ben doğayım” demez mi idi?…
Ay ağıl’ı, bunların dışında, bazı atmosferik olaylara delâlet eder gibi algılanmış:
“Hâle-Fa-: ay ağılıdır ki ayın bazı gece etrafında halka gibi görünen beyazlıktır; âdeta yağmura delâlet eder” (Bürhan-ı Katı’, XVIII-XIX).
“Ay ağullanur bulutlar yüğrüşür
Bahr-i Rum’da (Marmara veya Ege) emvac (dalgalar) çağrışır”. (Kitâb-ı Bahriye, XVI. yy.). Pirî Reis, ay ağıllanınca, bulutlar gelişir, denizler dalgalanır diyor ki bu da fırtına alâmeti oluyor.
Avla. Muhtemelen “ayla”dan galat bu sözcük, çeşitli varyantlarıyla yine ay ağılını ifade ediyor, Af, Es, Dz, Kü, Ank, Çkr’da. Ay harmanı, aynı şey oluyor İz, Ed’de.
Ayaz= ay (kamer)li hava, açık ve bulutsuz gece, açık aylı geçenin soğuğu; ayaz vurmak= nebatat ayazdan yanmak.
Aydın (aytün)= aylı gece, parlak, münevver, ziyadâr, rahşân (BTL).
Genç ay: yeni doğan ay, hilâl “İki kaşın ay alnın genç aya verir sabak” (Yunus Emre divanı, XIII-XIV. yy.).
Şimdi de doğruca yıldızlar.
Arşın terazi: gece yarısı terazi şeklinde görülen dokuz yıldız (Ml-Ur).
Avcı çiftesi: Güney’de, birbirine çok yakın iki yıldız, ikizce (Kn). Avcılar, gün doğmadan araziye çıktıklarında, herhalde bu yıldız çifti ile karşılaşıyorlardı, ellerindeki “çifte” (tüfek) ile… Araba yıldızı: küçük ayı (dübb-ü asgar) kümesi (Ed). Akyıldız-aklık: akşama yakın doğan parlak yıldız, çoban yıldızı, sabah yıldızı (Dz, Ba, Çr, Ks, Ezc, Sv, Mğ, Ed). Bu aklık, Ant’da Samanyolu oluyor.
Beş kardeşler: beşi bir arada bulunan terazi yıldızı (Dz, Ba, Kü, Kc, Gm, Rz, Ur, Gaz, Kn, İç, Vn, Nğ). Boyunsğala: öküz boynuzuna benzer dokuz yıldızlık küme (Karaçay aşireti-Kn). Bostan yıldızı: akşam yıldızı, çoban yıldızı (Brd).
Çarkı felek: samanyolu (Ank, Krş, Kn).
Danyıldızı: çoban yıldızı (Gaz, Krs, Nğ). Döğen yıldızı: yaz ve güzde Batı’dan doğup yatsı sonlarına doğru batan parlak bir yıldız (Isp). Demirkazık-demirdirek-demirzikke-dırkazık: kutup yıldızı (Isp, Brd, Dz, Çr, Tr, Rz, Kr, Mr, Ağ, Hat, Sv, Yz, Ank, Krş, Kn, Ant, Mğ, Brs, Çkl, Ur).
“Demür kazık: kutup yıldızı. El-kutbu: demür kazık dedikleri yıldız” (Terceman. XV. yy.ın dil ve din bilginlerinden Ankaralı Pîr Mehmet bin Yusuf tarafında düzenlenen Arapçadan Türkçeye sözlük).
Erte yıldızı (erte ıldızı…): Sabah yıldızı.
“Sebâheng-Fa-: Erte ilduzu ki Kervankıran derler ki Zühre ıldızıdır. Neyyireyn’den sonra andan nurlu ıldız yoktur” (Miftah-ül-cenne. XV. yy. şair ve bilginlerinden Ahmet Dâi’nin Arapçadan dilimize çevirdiği bu eser, İslâm’ın şartlarından, bazı ay ve günlerde yapılan ibadetlerin faziletlerinden… bahsetmektedir).
“Târık-Fa-: Kapu ve bap manasınadır ve yıldız ve sitâre manasına gelir; bir rivayette irte yıldızına denir, bazıları Zühal ile tefsir ettiler” (Bürhan-ı Katı’ Tercümesi, XVIII-XIX. yy.).
Gök kapusu (gök yaruğu): samanyolu, hacılar yolu.
“Mecerre-Ar.-: Gök kapusu, ya yarığı ve saman uğrusu denilen nişan” (Babus-ül- Vâsıt, XVI. yy.). “EI-mecerre-Ar-: Bâb-üs-semâ yani gök kapusuna denir” (Kamus tercümesi).
Horozlar: Güney’de görülen iki yıldız (İz).
Hacılar yolu: Samanyolu, Samanuğrusu.
“Kehkeşan-Fa Arapça mecerre-i âsmandır. Türkide iki adı vardır, biri samanuğrusu ve biri hacılaryoludur” (Lûgat-ı Ni’metullah, XVI. yy.).
“El-mecerre-Ar-: gökyüzünde hacılar yolu dedikleri nesne ki Farisîce kehkeşan derler” (Ahteri-i Kebir, XVI. yy.).
“Râh-ı haciyân-Fa-: Kehkeşan manasına, Türkide hacılaryolu derler. Gökte yıldızların gayette çokluğundan ak yol gibi görünür ve saman uğrusu dahi derler” (Et-Tuhfet-üs-seniyye. Amasyalı Deşisî Mehmet Ef.’nin 988 (1580) yılında Mısır Beylerbeyi Hasan Paşa adına düzenlediği Farsçadan Türkçeye sözlük).
“EI-hakbâ-Ar-: Kehkeşan, mecerredir ki saman uğrusu ve hacılaryolu dahi derler” (Kanun-ül-edeb tercümesi. XV. yy.da yaşadığı sanılan Ebülfazl Hubeyş-üt- Tiflisî’nin Arapçadan Farsçaya düzenlediği sözlük olup eserin 1456’da (861) Mustafa bin Şemseddin adlı bir zat tarafından yazılan nüshası, 1787 (1202) yılında ölen Müstakimzade Süleyman Sadüddin Ef. tarafından “Terceme-i Kanun-ül-edeb” adıyla Türkçeye çevrilmiş).
İrte yıldızı: çoban yıldızı (Gaz). (İrte = gündüz-Kn; karanlık, gece- Krş). Bunu yukarda Erte yıldızı adı altında da görmüştük. Bu, Zühre de oluyor, Zühal de…
Tan yıldızı- tanrıyıldızı: çoban yıldızı (Isp, Es, Kc, Sk, Çkr, Sm, Rz, Ar, Ağ, Hat, Sv, Ank, Nş, Ky, Nğ, Ada, Tr). Tevruz: Kutup yıldızı (Ml). Topçalar- topyıldız: Ülkeryıldızı (Es, Hat, Kc); takımyıldız (Bil).
Aslında bir gezegen olan, Zühre de, Zühal de olabilen, bu sair çeşitli adlarla (çulpan, şafak yıldızı, Venüs, seher yıldızı) da anılan gökcisminin bir adı da Kervankıran’dır. Bunun da efsanevî öyküsü şöyle: Arabistan’dan gelen bir kervan İç Anadolu bölgesinde Banaz yaylasında konaklar, kervancı Banaz yaylasındaki köylerden birindendir ve evlenmek üzeredir. Kervanın vakit geçmeden yerine varmasını ister. Gece kervanı kaldırır; gökteki yıldızlardan birini kutup yıldızı olmadığını söylerlerse de (evlenmekte acele eden) kervancıyı bir türlü ikna edemezler. Mevsim fırtınalı olduğu için kervan yolda büyük bir fırtınaya yakalanır ve büyük zarar görür. Böylece de Venüs, kervankıran olur (ML)…
Bu yıldız -gezegenin, Suriye-Mezopotamya mitolojisiyle karışmış Ermeni mitolojisinde önemli bir yere sahip olduğu görülüyor: Van’da ululanan Ermeni Astlik, yani “Venüs -Aphrodite” ve Çoban yıldızı “Lucifer”, kültte çoğu kez Anahit ile karıştırılmıştı. Harfiyen “küçük yıldız”. (Ermeni astl, yıldız’ın küçültmesi) olup gerçekte Astlik – Ishtar – Astarte, ya da Suriye Venüs’ü Kaukabta’nın bir değişiminden başka bir şey olmuyor[67].
Mitolojilerin çoğunluğu ya doğruca, ya da dolaylı olarak gökyüzü ile ilgili olup bunlardan Samanyolu’na ait olanları bunun hâlâ bu adı taşımasına amil olmuş. Herakles (Herkulus) Gerion’dan çaldığı sürüleri bu yoldan götürmüşmüş. Bir başka efsaneye göre de bu yol Aramazd’ın eşi Hera’nın memelerinden akan sütten oluşmuş ki Batı dillerinde buna “sütlü yol” (Voie lactée, milkyway, Milhstrasse) denmektedir. Urartu efsanesine göre de Ermenilerin atası Vahagen, kışın en şiddetli zamanında Suriyeli Asorikh’lerin atası Barsamin’in samanını çalmış, taşırken yolda dökülenlerden bu “yol” meydana gelmiş[68]. “Saman hırsızı” kavramı İran ve Türkiye’de yerleşmiş olup saman uğrusu (hırsızı) sözü burada kullanılır. İran’da da bu yıldız topluluğu Osmanlıcaya geçmiş râh-ı kâh – keşan veya kısaca kâh- keşan ki Farisî de kâh, “saman”; keşan da, keşiden= çekmek’ten “sürükleyen”, mecazen “hırsız” karşılığındadır.
Saman uğrusu (samancı yolu, samanlık yolu): Kehkeşan, Samanyolu. “Saman uğrusu uvak yıldızlardır ki bir yere cem olmuşlardır” (Acaib-ül – mahlûkat, XV. yy. Envar- ül-âşıkân müellifi Yazıcıoğlu Ahmet Bîcan’ın Arapçadan dilimize çevirdiği, yer, gök ve denizlerdeki garabetlerden bahseden, aralarında hurafe mahiyetinde şeyler de bulunan eser).
“Âsman-derre-Fa.-: …Asmanda hurde yıldızların cemiyetinden beyaz yol şeklinde görünür, saman uğrusu ve hacılar yolu tabir olunur” (Bürhan-ı Katı’ Tercümesi).
Saçlu yıldız: kuyruklu yıldız “Saçlu yıldız toğsa bir şah olan fert
Ol sebepten çok ola hem kati ü mevt” (Melhame-i şemsiyye, XIV-XV. yy.)
“Görüp eyleme saçlı yıldız hayal
Eder Zühre raks elde destmal” (Sabit divanı, XVII-XVIII. yy.)
Üçkardeş-üçgardaş: gökte, bir üçgenin köşelerinde imiş gibi görünen üç yıldız (Mn, Tr, Rz, Ank, Dz).
Yaldırık: Merih (Bo). Yedikardeş-Yedigen- yedikandil- yediker- yedikör-yediyar…: büyük ayı yıldız takımı (Anadolu’nun az çok her yerinde). Yediger (yedigen, yedikardeş): Büyük ayı denilen yıldız takımı, Dübbüekber, Benatı-naaş.
“Kurulalar Yedigen yası bigi
Yayılalar cühut siması bigi” (Hurşid ü Ferahşad, XIV. yy.)
“Kaçan kişi yoksul ve muhtac olsa anın derilmiş dostları Yediger gibi dağılır derler” (Kelile ve Dimne, XIV. yy.)
“Heft-evreng: Benatü’n -na’ş ismidir deyü vâki’ oldu ki Türkide Yediger derler” (Aks-el-İreb, XVII-XVIII. yy.)
“Firuze -taşt -Fa-: Taht-ı Keyhusrev adıdır ve âsmandan kinaye olur ve suver-i felekiyye-i şimaliyeden Yediger ta’bir olunan kevâkibe ıtlak olunur” (Burhan-ı Katı’ Tercümesi, XVIII-XIX. yy.)
* * *
Havanın durumu ile ilgili sözcükler:
Ayam-ayamılık-ayar: yağmursuz, güneşli hava (Brd, Ar, Kr, Ezm, Ada, Tr); hava (Gr, Tr, Gm, Ezm, Ezc, Dy, El- Sv). Ayı bacağı: bulutların arasından uzanan güneş demeti(Sn).
Bakır hava: yüksek bulutlu kuru hava (Isp, Tr, Mğ). Baykuş bacağı: hafif bulutlu hava, yağmur yağması muhtemel hava (Es).
Çavaş-çaveş-çavuş: güneş, güneşlik yer (Dz, Ay, İz, Bo, Mğ, Kn); Güney (Dz, Ist, Kn). Çoğaç- coğaş: güneş (Dz, Ku, İç, Bo); sıkıntılı hava, boğucu sıcak (Es, Gm); güneşlenilen yer (İz, Dz). Çuvaş ve varyantları: güneş, güneşli yer (Batı Anadolu). Çıngırak- çınkırık: çok açık ve soğuk hava (Gm).
Ebeğimsağma-eleğimsema-elemsame… Ebenkuşağı- ebekuşa- ebemin gümüş kaşığı- ebem seccadesi…: gökkuşağı (az çok her yerde). İlk sözcüklerin alaim-ü sema’dan galat olduklarından şüphe yok. Bunun bir başka bozulmuş şekli de ineğimsağma ve varyantları oluyor (Ks, Sm, Ama, Mr, Sv, Nğ, Ku, Ada, Ba, İç, Gr).
Eleğimsağma-eneğimsağmal-ineğümsağmal ve varyantları: kavs-i kuzah, alâim-i sema.
“Enegümsağmal meşrikten yana
Görünürse hükmünü eyiden sana
Eneğümsağmalıdan budur haber
Meşrik etrafında görünse eğer” (Melhame-i şemsiye, XIV-XV. yy. Çeviri 1408’de yapılmış)
“Serîr -Fa-: Eleğimsağmal ve bezenmiş taht “(Sıhah -ül-Acemî Fi-l-Lûga. Ankaralı Yusuf oğlu Pîr Mehmet’in 877 (1472)’de Farsçadan Arapça ve Türkçeye düzenlediği sözlük).
“Kavs-i kuzah-Ar-: Alâim-i semavîye galatı olan eleğimsağma tabir olunan daire-i havaiyedir ki elvan-ı muhtelifeyi müştemil olarak bazı evkatta yağmur akabinde havada yay resminde zahir ve nümayan olur” (Nuhbe-i Vehbi şerhi, XVIII-XIX. yy. Maraşlı Sümbülzade Vehbi’nin “Nuhbe-i Vehbi” adlı Arapçadan Türkçeye manzum sözlüğü ve ona Kırkağaçlı olup sonradan Manisa’nın Yayaköy’üne göç etmiş olan Ahmet Reşit Ef. tarafından yazılan şerh).
İnamsama: Gökkuşuğı (Krş). İpekkuşağı: Gökkuşağı (Kc). İro: Gökkuşağı (Rz).
Gerçekten gökkuşağı yağmurun bittiğine, havanın açacağına (bulutların dağılacağına) delalet eder. Çocukluğumuzda (20’li yıllar) duyduğumuz bir efsaneye göre birisi, başında bir tepsi ile bunun altından geçecek olursa, cinsiyet değiştirirmiş: kız ise erkek, erkek ise kız olurmuş!
Kırzıoğlu, 93 Kars göçmenlerinden ve Kars’ta üç gözlü Taşköprü’yü hayrat olarak yaptırmış olan eşraftan Karahanoğlu ailesinden intikal eden yazmalar arasında H.1125 (1713)’de Babaeski’de kaleme alınmış “Mecmua-i Eş’ar”da bulunan bilgileri bize aktarıyor. Bunlarda renklere dair inançlar yer alıyor. Bu yazmada Paşaeli bölgesinde gökkuşağının renklerinin nelere delâlet ettiği şöyle belirtiliyormuş:
“Şerh-i Eleğim-Sağma: Kavs-i kuzah”
“Kavs-i Kuzah’ın yani Eleğim -Sağma’nın yedi dürlü rengi vardır. Biri yaşıl, ikincisi kızıl, üçüncüsü sarı’dır. Dördüncüsü kûlhanî, beşincisi gülgûnî, Akıncısı âsmânî (gök/mavi), yedincisi al. Ol belürdüğü vakit, kış aylarında göğe kaçar, yaz aylarında yere gelir.”
“Kaçan kim eleğim-sağma’nın yaşıl’ı alta gele, yaz günleri görklü ola. Eğer sarı’sı alta gele, hastalık marazı katı olan; ammâ sonunda ten-dürüstlük (sağlık) olur. Eğer kızıl altına gele, kılıç kıranı (savaş) ola. Eğer âsmânî altına gele, kış katı ola. Eğer gülgûnî gele, kıran (salgın/veba) ola. Eğer külhanî altına gelse yıl yağmurlu ola ve sular taşup gemiyer gark ola. Eğer al tarafı altına gele, ilkyaz (ilkbahar) ise kuralık ve kış eyyâmına karib ise donğaklık olup canavarlar kızıl” (sonu yok)[69].
Gökkuşağı, az çok her yerde, gökle yeryüzü arasında bir birlik, ilişkiler, alışverişlerin simgesi olmaktadır. O gökle yer arasındaki köprüdür. Buddha’nın gökten geri indiği yedi renkli merdiven, bir gökkuşağıdır. Bu aynı düşünce İran’dan Çin’e kadar caridir.
Doğu Asya’da gökkuşağı yılana, yeraltı dünyasından çıkan naga’ya teşbih idiler. Bu sembolizme Afrika ve belki de Yunanistan’da rastlanır şöyle ki Agamemnon’un zırhında kuşak üç yılanla temsil edilip gökle yer arasında gelişen kozmik akımlar’la ilişkilidir. Buddhanın gökkuşağı-merdiveninin dikme olarak iki naga’sı vardır. Gökkuşağı genellikle devrî yenilenmeye bağlı mutlu olayların habercisi ise de, aynı zamanda evrenin ahenginde kargaşaların de belirtisi olabilir.
Gökkuşağı aynı zamanda bir yukarı çıkışın simgesi de oluyor. Buriat şamanlarının kullandıkları şeritler, gökkuşağı adını taşırlar. Bunlar genellikle şamanın göğe çıkmasını simgeler[70].
Yukarda adı geçen Arapça Kavs-i kazah, “Şaytan” diye de adlandırılan ve bir fırtına tanrısı olup dolu tanelerinden olan oklar atan, sonra da yayını (kavs’ini) bulutlara asan Kuzah ile Kavs’tan mürekkep bir isim oluyor (işbu kavs, Ürdün yazıtlarında Kws, Tiglath-Pileser, Esarhaddon ve Assurbanipal yazıtlarında kawş, Dara ve Artaxerxes I zamanına ait Babilonya yazıtlarında Kûsu: Ahd-i Atik’te Kûşu, Kîşi, Kûşi… şeklinde geçiyor). Kavs, aynı zamanda, yay ile simgelenen savaş tanrısı da oluyordu ve sonradan ona başka özellikler de izafe edilmişti, ezcümle çöl bölge tanrılarının çoğundaki gibi, yağmur sağlamakla bitki örtüsünü korunması ki bu, gökkuşağı ile simgeleniyordu. Böylece de göçebe ortamda, işbu uzmanlığı tanımlamak üzere Kaws adını kuzah takip edecekti. Muhammed “Kavs Kuzah” adına karşı çıkmışmış. “Kavs Kuzah demeyiniz zira Kuzah bir şaytân adıdır, ama Kavs Allah deyin” şeklinde bir hadis zikrediliyor. O ise ki bu şaytân (pagan putlara uygulanan tabir), İslâmî kozmolojik geleneğinde, gökkuşağının emanet edildiği melek olmuş.
Gökkuşağına, rastladığı mıntakatülbürûca nispetle, ilm-i nücûm (astroloji) bakımından bir anlam da verilmektedir. Hamel burcuna tesadüf ederse, veba ve ölüm olaylarının çok olacağına delâlet eder. Keza Eylül ayında görülen alâimisemanın büyük istibdat ve zulüm vukua geleceğine delâlet ettiği söylenir[71].
* * *
Rüzgârlara dair sözcüklerde de aynı kavram karmaşasıyla karşılaşılıyor. Aşşa yel: Doğu’dan esen (Dz); Güney-Doğu’dan esen yel (Brd). Aydın yeli: Güney’den esen yel (Dz). Ayran kesen: Güneş doğmasına yakın, Doğu’dan esen acı yel (Ezc). Azman yeli: Güney-Batı’dan esen yel (Mn). Annaç yeli: Güney yeli (Dz). Ağ yel: Güney- Doğu’dan esen yel (Ama, To, Or), Akyel: Lodos, Güney’den esen yel (Af, Çkl, Brs, Kc, Bo, Sk, Ks, Çkr, Sn, Or, Sv, Ank, Ada, Ed, Krk, Ama, Brd); Batı’dan esen yel (Isp, Bil, Ank, Mu); Doğu’dan esen yel (Brd, Ba); Kuzey’den esen dondurucu yel: “Akyel esti, dananın, eşeğin kökünü kesti” (Dz); poyraz, Kuzey-Doğu’dan esen yel (Gr, Ant). Yani bu akyel’in esmediği yön yok! Amaz evi-yeli: Kasırga, çevrintili ve şiddetli yel (Dz-Ist). Arı yeli: Nisan, Mayıs’ta Doğu’dan esen, arıya, ekine, bostana faydalı yel (Kn). Ayeser: Ağustos’un ilk iki fırtınası: 1. büyük ayeser, 2. küçük ayeser (Sm).
Barhar: Kuzey’den, Batı’dan veya K-B’dan esen şiddetli rüzgâr (Gm).
Boryaz: poyraz. “Sabâ-Ar-: Kıbleye karşı esen yel, ana boryaz derler” (Babusü’l- vâsıt. XVI. yy. bilginlerinden olup 1555 (963)’te ölen Musa Merkez Ef. oğlu Mehmet Ef.’nin düzenlediği Arapçadan Türkçeye sözlük. Eser, Meşhur Kamus esas tutularak meydana getirilmiştir.)
Foryaz: Poyraz. “Eğer bu haller ile foryaz tarafı tutulmuş olsa ve deniz dahi kıble tarafından olsa”; “ve şimal tarafını, kim foryazdur, açuk koya ve şöyle düze ki evün içine güneşin şua gire” (Yadigar-ı İbni Şerif. XIV. yy. hekimlerinden Ali Çelebi bin Şerifin Timurtaş Paşaoğlu Umur Bey adına yazdığı hekimliğe dair eser).
“Foryaz Kıble yeline eyitmiş: Be herif, çıkmazsın, illâ çıkacak âlemi kurutursun, gece ve gündüzleri esip gâh ağlarsın ve gâh inlersin “(Mecma-ül -letaif, XVI. yy. Bursalı Lamii Çelebi’nin güldürücü ve öğütleyici küçük küçük hikâyeleri bir araya toplamak suretiyle meydana getirdiği mensur manzum eser).
Çörez: Güney-Batı’dan esen rüzgâr (Mn). Çullu poyraz: Kuzey’den esen sert rüzgâr (Ml, Mğ).
Çavgın-çavkın: Şiddetli rüzgâr ve alev. “Kimi Sırat’ı kucaklamıştır, cehennem odonun çavğını anı yakmıştır” (Cevahir-ül- ahbar. XV-XVI. yy. sofi ve bilginlerinden Antakyalı Şeyh İsa oğlu Şeyh Kasım’ın din ve ahlâk bilgileri veren eseri. Müellif bunu Antakya’da bulunduğu sıralarda 902 (1496) yılında Arapça olarak yazmış. Antakya’dan Bursa’ya göçtükten sonra da, manevî bir işaretle, Türkçeye çevirmiş). “El-hallâbe-Ar-: Yağmurlu ve cavkınlı sovukyel” (Terceman XV. yy.ın dil ve din bilginlerinden Ankaralı Pîr Mehmet bin Yusuf (ölm. l472’den sonra) tarafından düzenlenen Arapça-Türkçe sözlük).
Dan yili: sabah rüzgârı (Nğ). Danakıran: Batı’dan esen şiddetli rüzgâr (Ank, Krş, Nş); Kuzey-Batı’dan esen soğuk rüzgar (Dz-Ank); Güney-Batı’dan esen soğuk rüzgar (Ank); Doğu’dan esen rüzgar (Mn). Domuz çökelten – çömelden: Kuzey, Kuzey- Doğu’dan esen çok soğuk rüzgâr (Es).
Gabayel: Sıcak yel, Güney’den esen yel, lodos.
“En-neâma-Ar.-: kabayel dedikleri yel ki Kıble tarafından beri eser (Terceman, XV. yy.). “Rudâda: Kabayel ki ona lodos derler” (Babus -ül-vasıt, XVI. yy.). ‘‘Poyraz kabayile eyitmiş: Be herif…” (Mecma-ül-Letaif, XVI. yy.).
Gedevek-gedavet: Batı’dan esen rüzgâr (Ky-Kn). Gedevel: Kuzey’den esen rüzgâr (Ant). Gedevet-Gedevül: Rüzgâr (Kn); Kuzey-Batı’dan esen rüzgâr (Af, Kn); Doğu ve Batı’dan esen rüzgâr (Af, Kn, Ant); yazın hafif esen rüzgâr (Af); soğuğun çok etkilediği yer (Kn). Geis: Doğu’dan esen (Ant). Bu aynı rüzgâra Ky, Nş, Nğ, Ant’da gömeç adı verilmiş.
Issıyel: sam yeli (Gaz).
İnbat, karadan denize esen rüzgâr (Sn). İtsızlatan: Sabahları ince ince esen rüzgâr (Mr, Sv).
Kurtçömelden: Gündoğu’dan esen soğuk yel, ayaz (Sv, Ky).
Kızılcayıl: Lodos. “Ağustos’la zemheri bir yaylakta musahafet ve ülfet ve muâşeret ederlermiş, kızılcayil gelip selâm vermiş” (Mecma-ül-Letaif).
Pek yel: Kasırga. “Toz: gerd ü tozlu pek yel: Tünd-bâd-Fa.-” (Genç-i leâl, XVII. yy.).
Potruk: Her yönden esen yel, fırtına (Gm).
Sarınacak: Kuzey-Batı’dan esen yel (Çr). Sarıyel: Doğu’dan esen ılık yel (Isp, Gr); kışın ırmak vadilerinden gelen sert, soğuk yel (To). Sazak – sazağan – sazağı – sazah – sazan: Kuvvetli ve soğuk yel, poyraz (Brs, Çkr, Çr, Ama, To, Ar, Kr, Ezm, Tn, El, Ml, Mr, Hat, Sv, Yz, Ank, Ky, Nğ, Nş, Ada, Gaz); soğuk yelle birlikte yağan hafif kar (El). Sorak: Hortum (Zn). Sürtük: Sabahları çeşitli yönlerden esen yel (Ant).
Ters yel – Tersörözger: Batı’dan esen yel (Bil, Çkr, Sv); lodos (Ama, Sv); yazın esen ve bitkileri kurutan yel, samyeli (Es, Ama, To, Sv, Mn); Yazın tınaz savurmaya elverişli olmayan, karışık yönlerden esen yel (Kü, Ks).
Talaz -talas – talat- talaza: kasırga, fırtına (Anadolu’nun Batı yarısı).
“Geldi ol gemilere bir katı yel ve geldi anlara talaz her taraftan” (Cevahir-ül-esdaf, XV. yy. 1392 (795)den 1439 (843) yılına kadar Kastamonu’da beylik süren Candaroğullarından İsfendiyar Bey’in buyruğu üzerine, oğlu İbrahim Bey için, adı bilinmeyen bir zat tarafından meydana getirilmiş Türkçe Kur’an tefsiri). “Gece gündüz: Şebâ-rûz ü talaz hîzâb-Fa-, üyez: hargez” (Genc-î leâl, XVII. yy. Gencî Pîr Mehmet adlı biri tarafından 1631 (1041)de yazılan manzum sözlük olup birinci bölümü Arapçadan Türkçeye, ikinci bölümü Farsçadan Türkçeyedir).
Tan yeli: Tan vakti esen yel (Ank, Nğ, Ku). Sabah rüzgârı.
“Ara irdi iştiyakım ki seherde tanyilinden
Kamu bîhakerliğ ile haberin soraram üşte” (İbrahim Bey Külliyatı, XV. yy.da yaşadığı kabul olunan İbrahim Bey adlı değerli bir şairin manzumelerini içinde toplayan külliyat).
Tucak: lodos(Mğ).
Yağdıran – yağduran: yağmur getiren lodos (Af, İç, Ant, Ml). Yakayeli: karayel, Kuzey – Batı yeli (Mn).
* * *
Çeşitli yellerle gelen ve değişik şekillerde yağan yağmurların – karın ve bunlarla çakan şimşek vs.nin adlarına göz atalım.
At kuyruğu yağmak: yağmur şiddetle ve çok yağmak (Kerkük). Aspita: Yıdırım (Tr). Avaralık: Yağmurlu rüzgârlı gün (Nş). Ağlayan: Dolu yağmadan 4-5 dakika önce duyulan ses, uğultu (Çkl). Ahmak hölüden (yaşartan): İnce ve sürekli yağan yağmur (Or); güneş varken yağan hafif yağmur (Hat).
Balk – baldız – balgız – balkır – balkıs: Şimşek (Dz, Kü, Hat, Ky, Brs, Kn, Ed, Gr, Ba, İst, Ada, Krk); gece açık havada ufkun herhangi bir yönünde görülen parıltı (Ky). Bağanak -buğanak ve çok sayıda varyantı: Sağanak, çok şiddetli yağmur; yağmurdan önceki boğucu hava (Anadolu’nun Batı yarısı); yağmur bulutu (kü); şiddetli rüzgâr, kar (Ezm); kasırga (Ağ).
Buğanak (bağanak,buğunak): sağanak. “En-rasade -Ar-: Yağmur buğunağı ki bir uğurdan yağar dökülür’ (Ahteri-î kebir, XVI. yy.). “Bâran-şitab-Fa-: buğanak (Camiü’l fürs, XVI. yy.).” El-karn ve yağmurun birden sağanaklı yağmasına denir ki bora ve buğanak tabir olunur (Kamus Tercümesi, XVIII-XIX. yy.).
Çadıreteği: Göğü kaplayan, devamlı yağmur yağdıran büyük bulut (Ank).
Çakal yağmuru: güneş varken yağan yağmur (Ba, İst, Or, Gr, Tr, Rz, Gaz, Mr, Ada, İç, Ky). Çıvgın – çavgın – cavun – çavgın – cavgın: Rüzgârda karla karışık yağan yağmur (Anadolu’nun Batı Yarısı, Or, Ağ).
Ebehorlüm: Nisan’da esen fırtına (Mğ).
Gök kıranı (gök eteği, gök ucu, gök kenarı): Ufuk.
“Gücünüz yeter mi gögün kıranlarından çıkmağa” (Tebareke tefsiri. Ankaralı Mustafa bin Mehmet adlı bir zatın Orhan Gazi oğlu Süleyman Paşa adına (731) 1330’da açık bir Türkçe ile yazdığı tefsir).
Ilımbız: Yıldırım (İç).
Kırcı- kırca- kıcır: dolu (Anadolu Batı yarısı); ufak ve sert taneli kar (Çkr, Çr, Sn, Yz, İç, Ay, Mn, Kc, Ank); bora, rüzgârla karışık yağan yağmur (Çkr, Ada, Kıbrıs).
Oklağı yağmuru: oklava gibi yağan yağmur, sağanak. “Göndersün sizin üzerinize gökten oklağı yağmuru” (Cevahir-ül-esdaf XV. yy).
Püsen ve çok sayıda varyantı: Sis (Dz, Yz, Nğ, Kn, Ama, Ank, Çr, Af); ince ince yağan kar, yağmur, çisenti (Af, Mn, Ky, Nğ, Ada, Hat, İç, Mğ). Pösenti: küçük kar ve yağmur taneleri (Ml).
Siğin: Yağmurun yel etkisiyle eğik inmesi (Mğ). Siğircik: İri damlalı yağmur(Ank); bahar yağmuru ile yağan kar (Ks). Siygin: yelle birlikte yağan yağmur (Dz, Mğ). Sineklemek: kar ufak ve seyrek yağmak (Ada). Siyim: İnce, hafif yağan yağmur. Sivilcik- silcik- siyilcik- sığırcık-siyirsek: küçük dolu (Ks, Çkr, Sv, Ank).
Şahta: Kırağı (Kr). Şığsırım- Şıkırdım: Hızlı yağmur (Isp, İz, To, Kn, Ant). Şıvgın – sıbkın – şığvın – şıvkın – şifen: fırtınayla yağan sert yağmur (Dz, Ay, Brs, Es, Kc, Çr, Mr, Sv, Ank, Kr, Ky, Nğ, Ant, Mğ). Şılapana: İri damlalarla yağan yağmur (Ar).
Devam etmeden önce gömec, sazak, şıvgın, yalım… gibi rüzgâr, fırtına… ile ilgili sözcüklerin Anadolu’da insan ad ve soyadı olmasına dikkati çekelim.
Yalabık – yalamuk – yaldızayık – yalım: Şimşek (Mn, Ay, Brs, Kü, Sm, Ada, Zn, Çr); elektrik (Bil).
Zırzımık – zırzamuk – zırzımbuk – zırzumuk: İri taneli dolu (Çkr, Bo, Ks); ufak dolu (Çr, Ank, Çkr, Ama). Zomzom: Sis (Mr); yağmur gibi ıslatan çiy (Ada); sağanak (Ada).
“Tiflis Şahının yanında” Emir Ali Âşık’la Garip Aşık atışıyorlar (“deyişme”)
Emir Ali Aşık:
“Ol nedir ki yere düşer yoğ olur
Onun uçun cümle alem doğ olur (tok olur)
Ol nedir ki yolunmadan ok olur
Ol nedir ki çark değmeden döner hey”.
Garip Aşık:
“Ol yağmurdur yere düşer yoğ olur
Onun uçun cümle alem doğ olur
Ol kirpiğin yolunmadan oh olur
Ol gözlerim çark değmeden döner hey”[72]
(Gaz).
* * *
Ve nihayet bütün bunlarla ilgili olarak havanın durumuna ait birkaç sözcük:
Emzikleme: Bulutların yağmur yağacak biçimde olması (Sv).
Garbi yelken: Batı rüzgârı esmeden önce, Batı’da görülen bulut (Mr). Geren – gerengi – gerenlik – gerense: Hafif bulutlu, sisli hava (Türkiye’nin Batı yarısı); ayın etrafında olan ince sis, hale (Kc),; sert ya da hafif rüzgâr (İç). Giranlık – gireğ – girek: Havanın bulutlu olması hali (Ank): “hava giranlık, buğday kurumaz”.
Ilgar çekilmek: Erimeye başlayan karlar sıcağın etkisiyle buharlaşıp sis olmak (Es).
İnkil: Bulut (Nğ). İmiklik: Bulutlu, durgun, ılık hava (Ank, Ant).
Kaz göğsü: Parça parça beyaz bulutlar (İz, Kc, Sm, Ank, Ant, Ks).
Vank: Kapalı hava (Or).
* * *
Buraya kadar geçmiş sözcük ve kavramların bazılarına yorum getirmek yerinde olacaktır.
Kırağı, çimen ve sair bitki yapraklarının üzerinde biriken buz kristalleri olup havanın soğuyarak don noktasına geldiği koşullarda, su buharının donma sıcaklığının altında yoğunlaşarak buza dönüşmesi sonucunda oluşur. Çiğ (şebnem) ise, geceleyin havadaki su buharının yoğunlaşarak üstü açık nesnelerin üzerinde biriktirdiği su damlasıdır. İkisi arasındaki fark, çiy oluşumu sırasında hava kütlesinin doyma noktasının donma sıcaklığının üstünde oluşudur. Çiy olayına en güzel örnek, içine buz konmuş bir sıvı (su ya da içki) bardağının dışında oluşan nemdir.
Çiyin “yağma’sı, hem kısmen doğru, hem de, daha büyük ölçüde yanlıştır şöyle ki bu, yağmur anlamında yağmaz. Bu yanlışlığı, daha bazı başkaları gibi, Aristo’ya borçluyuz. Üstat, çiyin yağdığını buyurmuştu (Meteorologica, 1/10). Otoritesinin etkinliği ile (“magister dixit”) bu görüş XIX. yy.ın başına, Charles Wells’ın, radyasyonun bir meteorolojik vasıta olarak mütalâasının ortaya konmasına kadar sürecekti.
Kar hakkında GG’ın söyledikleriyle yetineceğiz: “Bu kelime karşıtlar (Ezdâd-zıtlar)dandır; çünkü Farsçada beyaz ve siyah şeyleri ona nispet ederler. Türkçe kar, bundan alınmış demektir. Arapçada kar ve kır, kara sakız, zifttir”. Yani “kar gibi beyaz” deyiminin Farsçaya bağlanacağını iddia ediyor, GG. “Minkâri kar= mürekkepli kalem ucu. Burada kar ve kara ve siyah manasına Türkçedir. Mürekkepli kalem ucu kara kargaya benzetilmiş demektir.”
Rüzgâr – Rüzgâr, Batı’da oluşmuş Farisî kökeni bir sözcüktür (BTL).
“Bağ-ı dehrin hem hazanın hem baharın görmüşüz
Biz neş’atın da gamın da rûzigârın görmüşüz” (Nabi, XVII-XVIII. yy.)
Günümüz Farsçasında bunun yerine “bâd, nesim” kullanılmakta, “rüzgâr”, zaman, yaşanan günler, müddet, fırsat olmaktadır (GG).
Osmanlı Türkçesi bu sonuncuları da kullanmış.
“Hava-i aşka uyup kuy-i yâre de gideriz
Nesim-i supha refikiz bahara dek gideriz” (Naili, XVII. yy.)
“Sevdiğim cemalin çünkü göremem
Çıkmasın hayalin dil-i şeydadan
Hak-i paye çünkü yüzler süremem
Alayım peyamu bâd-ı sabadan” (Nedim).
‘‘Esme ey bâd, esme yaran uykuda” (Y.K.Beyatlı).
Rüzgârla ilgili sözler:
“Yürü derya dil olub eyle tahammül yoksa
Rüzgârın önüne düşmeyen âdem yorulur” (?)
“Rüzgâr altı” = poca – boca (İtalyanca) = geminin rüzgâr almayan yanı, orsa (İt) ya da “rüzgâr üstü” karşıtı. “Rüzgâr eken fırtına biçer”. “Rüzgâr gelen delikleri pamukla tıkamak” = mecazen, istenmeyen bir durum için her türlü önlemi almak…
Rüzgârlar, Antik çağ toplumlarının çoğunluğu tarafından tanrılaştırılmıştır. Helenler bunların deri tulumlar içinde, Sicilya’nın Kuzey’inde Eolya (Lipari adalarının eski adı) adalarında rüzgârlar tanrısı, Zeus ve su perisi Menalippe’nin oğlu, fırtınaların amili Eole’nin muhafazasında saklanıp Zeus veya Poseidon’un emriyle salıverildiklerini anlatırlardı.
Homeros’un çağında başlıca dört rüzgâr tefrik edilirdi: Şiddetli Kuzey rüzgârı Boreas; Güney-Batı rüzgârı Euros; Güney rüzgârı Notas ve ılımlı Batı yeli Zephyros: Romalılar da rüzgâr ve fırtınaları (tempestates) tazim etmişlerdir.
“Fırtına” sözcüğünün tarihçesini şöyle takip edebiliyoruz: Venedik fortuna; Kars yakınlarında Terekeme aşiret lehçesinde pırtına (Türkçe “fırtına”dan galat olmalı B.O.); Lâtince fortuna talih, rastlantı, kader, saadet, başarı olmanın yanı sıra başarısızlık, felâkettir de. Akdeniz denizcisi lûgatçesinde fortuna, doğruca “fırtına” anlamında bulunmuş. 1229- 1236’dan itibaren kayıtlarda rastlanan bu sözcük bütün Akdeniz’in malı oluyor. İtalya’dan, özellikle Venedik’ten bu kelime Güney ve Doğu’ya sıçrıyor. Arapça fartana, fartûna’ya, XVI. yy.dan itibaren rastlanıyor. Malta fortuna; Berberî fırtuna,; Cezayir fartuna; Mısır furtêna, fartûna; Dalmaçya’da, 1272 Ragusa ve 1331 Phara (Lesina) kanunnamelerinde fortuna temporis şeklinde geçiyor…
ɸωυρτωυ’να, XV. yy.dan itibaren biliniyor. Türk ve Rûm’da furtuna. İkinci yayılma merkezlerini vazıh olarak saptamak güçtür. Arnavut furtunë, Bulgar fortuna, Rûm furtuna gibi bazı değişik şekiller doğruca Grekçeden; Sırp-Hırvat frtuna, vrtuna; Arnavut fértumë, Grek (Girit, Karpathos, Telos) ɸωυρτι’να gibi varyantları da doğruca Türkçeden gelmiş olabilir[73].
“Kuzey rüzgârı” βορίαϛ’a foryaz şekliyle, XIV. yy.ın sonu, XV. yy.ın başından itibaren rastladığımızı söylemiştik. Boyras (Yz), Boyraz (Kars Türkmenleri) boryaz – foryaz – furyaz (Sv, To, Mr, Ky- Afşarları) bunun varyantları oluyorlar. Eski metinlerde foryaz, Kuzey olduğu kadar Kuzey-Doğu rüzgârı da olabiliyor.
“Ense foryaz alsa yele yelkeni…” (Kıssa-i Midilli, 53-1503)
“Esti foryaz eyle kim sarsar idi” (yani öldürücü soğuk ve gürleyen rüzgâr) (Kıssa-i Midilli, 185).
“Kara yel hem şuluga karşı eser/Olsa poyraz lodosun ömrin keser” (Pîri reis, Kitab- ı bahriye, 1525-26)…
“Çabuk davranalım, tetik olalım, şişko Molla kadına nikâhı basarsa şapa oturup ağzımızı poyraza açarız” (Sermet Muhtar-Alus-Pembe maşlahlı hanım, İst. 1933. s.214)
Gündoğusu (doğuşu) poyraz= Doğu-Kuzey-Doğu. Yıydız poyraz= Kuzey-Kuzey- Doğu
Eski Grek βορε’αϛ Latin aracılığıyla bir Akdeniz terimi haline gelip Türkçe sözcüğün esası olan βοριαϛ’ι geliştiriyor. Bu arada da, gördüğümüz gibi, p-b-f değişmeleri vaki oluyor[74].
Güney-Güney-Batı yeli lodos’a da Bizans’ta voτoϛ. şekliyle rastlıyoruz.
Bora (Venedik), iç yaylalardan Kuzey Adriyatik’e zaman zaman esen soğuk, sert Kuzey -Kuzey -Doğu yeli. Grek βορε’αϛ temeli üzerinde Latin Boreas, ya doğruca bir gelişme, ya da istiare yoluyla Akdeniz’in geniş bölgelerinde varlığını sürdürmektedir[75].
İmbat, yani güncel Türkçede yazın, gündüz denizden karaya doğru esen mevsim rüzgârı ya da “deniz yeli”, İtalyanca imbatto, “deniz meltemi”nden kaynaklanıyor. Batı kaynaklarında imbat, ya da embad, “Doğu’da yaz boyunca sürekli esen; Ege’de yazın esen Kuzey-Batı rüzgârı; Batı veya Güney-Batı yeli; Adalar Denizi’nde ve özellikle İzmir körfezinde kendini muntazaman hissettiren serinletici akşam meltemi” oluyor. Osmanlı eski kayıtlarında ise: “Ol kayalarun gündoğusı tarafında inbad rüzgârına yani yaz güninde mevsûm olan gün batısı tarafında rüzgâra büyücek gemiler yaturmaz” (1521). “Ammâ yaz güninde imbad berk rûzigâr döğer açuk yer-dür. Eğer imbat-ila yatmağa murad olunursa…’’(Piri reis, 1525-26).
Tabir Akdeniz’de iyice yaygındır.: Portekiz embate, İspanyol embate, Grek έμπα’τηϛ…[76].
Keşişleme, Güney-Doğu’dan esen rüzgâr; Marmara’da, Keşiş Dağı’ndan (Uludağ’ın eski adı) eser gibi olan rüzgâr(BTL).
Sam yeli, Arapça konuşulan çeşitli ülkelerde semûm adı ile bilinen sıcak rüzgârdır. Bu sonuncu sözcük Kur’an’da üç yerde, rüzgâr olduğu söylenmeden geçer. Kur’an XV/27’de cinlerin samûm ateşinde yaratılmış oldukları ifade edilir. Başka Sure’de de sözcük açıkça cehennemin sıcaklığı anlamındadır.
Hadislere göre cehennem yılda iki kez nefes alırmış ve “onun yazın aldığı nefes samûm”miş.
Az çok bütün seyahatnameler bunun “Güney’den esen rüzgâr” olduğunda ittifak ediyor. Bir tanesinde, çok dayanıklı olmayan devlerin samûm ile boğulup öldükleri kaydediliyor. Bu rüzgâra karşı bedeviler, yüzlerini ve gözlerini bir peçe ile örtüyorlar. Buna karşılık Mekke’de bunun Güney değil Kuzey, Kuzey-Doğu ve Doğu rüzgârı olduğu biliniyor[77].
Yaz günleri insanı sersem edici bu sıcak Güney rüzgârının, çocukluğumuzdan kalma bazı anıları var: Sam estiğinde, insanın vücudunda siyah lekeler peyda oluyor. Denize girerken, deniz donunun bir tarafına, buna karşılık, bir demir parçası, çivi, anahtarlar… bağlanırdı. Bu keyfiyet, işbu lekelerin sam yelinin beraberinde getirmiş olduğu cinlere atfedilmiş olduğunu gösteriyor ki demirin, cinlerin hiç sevmedikleri bir metal olduğunu daha önce görmüştük[78]
“Rumca adları taşıyan on iki cins rüzgârın, gündüzleri güneş altında parlayan denizi dalgalandırdığını görmedik. Köşk sakinleri yazın, bir dilberin gülümseyen gözleri gibi ışıldayan denizi temaşa ederek zevkyâb olurlar…” Sözleriyle anlatıyor Eremya Çelebi, İstanbul denizlerini (ve bu arada rüzgârlarını)[79].
* * *
Tarihin derinliklerinden itibaren “meteoroloji”, insanoğlunun yaşam kavgasının bir “istihbarat” silâhı olmuş, her yıl tekerrür eden semavî olaylar, fırtına, soğuk sıcak dalgalar, özenle kaydedilmiş. Günümüzde takvimlerimiz, özellikle İstanbul için, bunları belirtiyor ve kişisel gözlemlerimiz, bunların bir iki gün farkla, vaki olduklarını gösteriyor. Burada, bunlardan sadece önemlilerini zikretmekle yetineceğiz.
Daha önce sözünü etiğimiz erbain, Aralık ayının 23’ünden (erbainin evveli), yani gün dönümünden sonra 40 gün süren karakışı ifade eder (31 Ocak erbainin sonu kabul edilir). Gerçekten Rumî Kânun-evvel (Aralık)’ın 9’undan (Efrencî 22) Kânunsani’nin (Ocak) 17’sine (Efrencî 31) kadar süren ve kışın en soğuk zamanı sayılan bu 40 gün, dervişlerin çile çıkarmak için hücreye kapandıkları 40 günlük müddet de oluyor. Bunun bir adı da zemheri’dir.
Aslı Arapçadan zemherî olan işbu zemheri, şiddetli soğuk, kara kıştır. “ ‘Soğuk’ manasına ‘zem’ ile ‘mûcid’ (vücut veren) ve ‘âmil’ manasına ‘heryer’den mürekkeptir. Pes (arka) mana-i terkibi muhdes-el-berîd (haberi ihdas eden) olur. Bu münasebetle küre-i havanın tabaka-i müntehasına ıtlak olundu. Musannife (müellife) göre küre-i nâra mücavir olan tabakadır” (Burhan-ı Katı’).
“Zemistân (kış) geldi, hükm-ü zemherîr
irdi cihan üzere,
Felek ak cameler (elbisler) kesti sevad-ı bûstan (kara bahçeler) üzere” (Ziya Paşa)
Darb-ı meseller:
“Zemherîrde küpe girecek” (acaba dervişler için mi söylenmiş?…)
“Zemherîr soğuğu kadar soğuk söyüyor” (BTL)
Zemheri (r) zürefası: kışın, şıklık olsun diye, ince ve açık renk elbiselerle gezen kimselere deniyor.
29 Ocak’ta tekerrür eden fırtına, Ayandon fırtınası adıyla anılır. Aziz Antuan (Andon)’un bayramına rastlaması itibarıyla bu adı almış olmalı. Katoliklerde bu bayram 17 Ocak’ta olup Bizans’tan beri takvimler arasında meydana gelmiş 12-13 günlük fark nedeniyle bu bayram burada 29 Ocak’ta kutlanır.
Aralarda takvimlerin kaydettikleri bazı fırtına tarihlerini de verelim. Halk dilinde zemhedi-zemferi, kışın en soğuk günleri, zemheridir (Ks, Sv, Or). 6 Ocak’ta “zemherî fırtınası” kaydedilmiş.
1 Şubat, Hamsîn’in evveli. 20 Şubat, fırtına, 1. cemre havaya. 28 Şubat, leyleklerin gelmesi. 2 Mart, soğukların kırılması. 10 Mart, Berdelacuz’un evveli.
Berd- el -acûz, 10 Mart’ta başlayıp 17 Mart’ta son bulan soğuklara verilen ad olup Arapça “kocakarı soğuğu” manasına gelir. Akdeniz çevresinde bulunan İslâm ülkelerinde tekerrür eden kötü havalar “kocakarı günleri” (ayyâm-el- acûz) tesmiye edilir. Çok eskilere dayanan bu deyime günümüzün folklorunda da rastlanır. Yedi günlük bir devreyi kapsar. Yıllık devirde yeri, mahalle göre değişir. Bir tek mehazda kış gündönümü ile ilgisi zikrediliyor. Bu yedi günün her birinin ayrı adı vardır:
Sinn, Sınnabar, Vabr, Âmir, Mu’tamir, Mu’allid, Mutfi’al-camr. Ülkelere göre “kocakarı soğuğu” (Türkiye, İran, Suriye, Lübnan, Mısır), “kocakarı” (Berberî Fas), “ödünç günler” (Suriye, Lübnan, Kuzey Fas, Tunus ve Cezayir’in Berberî kısmı- Kalyba), “keçi soğuğu” (Mısır, Tunus, Cezayir, Fas)) adları bir ihtiyar kadının esas kahramanı olduğu bir efsaneye dayanır. Eski metinlere göre ölmüş bir yaşlı kadın, soğuk dönemi önceden haber veren bir yaşlı kadın, Ad ülkesi halkının itlafı sırasında rüzgâr tarafından öldürülmüş bir yaşlı kadın; günümüz folkloruna göre ise çoğu zaman yaşlı kadın ve buzağı, keçisi veya sürüsüne ait bir öykü ile Şubat’ın sadece 28 gün olmasının nedenini izah eden “ödünç alınmış günler” efsanesi vardır[80].
Bir başka rivayete göre ise sekiz oğlu olan yaşlı dul bir kadın oğullarından kendisini evlendirmelerini istemiş, onlar da “sekiz gece dışarıda kalmaya dayanabilirsen seni evlendiririz” demişler, kadın yedinci gece ölünce bu soğuklar ona nispet edilmiş. Vaktiyle bir kocakarının yedi keçisinin her birinin bu günlerde soğuktan ölmesi de adlandırmanın bir başka efsanevî kaynağı olmuş[81].
İran’da 20 ilâ 26 esfend (Mart) işbu berd el-acûz’un karşılığı sermâye pîr zen olup bu konuda revacta olan efsane şöyledir: Dişi develer soğuk günlerde çiftleşirler; beklenmedik zamanda hava ısınacak olursa vakit geçmiş olur ve develer gebe kalmazlar. Muhammed devrinde bir ihtiyar kadın soğuk günleri kaçırmış olup sefalete düşeceğini söyleyerek Peygamber’e yalvarır. O da, kadına acıyıp Allah’tan istimdat eder: Soğuk geri gelir, kadın da develerini çiftleştirir. Yine İran’da, Nevrûz’dan birkaç gün önce dolu yağarsa, bunun ihtiyar kadın tarafından gönderilmiş elmaslar olduğu söylenir[82].
11 Mart civarında Husun fırtınası vaki olur. Kaleler (hısn’ın çoğulu) fırtınası manasına gelip adın dayandığı öykü ya da efsaneye dair bir kayda rastlayamadık.
19 Mart, kırlangıçların gelmesi. 26 Mart, böceklerin hareketi. 27 Mart, çaylak fırtınası. 4 Nisan, Feryad-ı andelib (bülbül). 7 Nisan, kırlangıç fırtınası. 17 Nisan, kuğu fırtınası.
Güneşin Boğa Burcu’nda (sevr) bulunduğu zaman içinde altı (sitte) günlük fırtına sitte-i sevr olarak kaydedilip 22 ila 28 Nisan arasında vaki olur.
28 Nisan, bağ budama zamanı. 10 Mayıs, Doğu rüzgârı esmesi.16 Mayıs, filiz kıran fırtınası.
20 Mayıs’ta takvimler Kukulya fırtınası’nı kaydederler. Kukulya[83], Batı Türkçesinde “fal” ve “ipek kozası” karşılığındadır. Kukulyacı, fal bakan Çingene kadını; kukulya mevsimi de “koza mevsimi” demektir. Bu itibarla kukulya fırtınası da o mevsime rastlayan bir fırtına oluyor.
27 Mayıs, koyun kırkma zamanı. 30 Mayıs, bevarih rüzgârlarının evveli. Arabî “barih” çoğulu olan sözcük, yukarda sözünü etmiş olduğumuz samyeli denilen sıcaklar ve şiddetli rüzgârları ifade ediyor. 31 Mayıs, kabak meltemi(?).
3 Haziran, Filiz kıran fırtınası. 9 Haziran, ülker dönümü fırtınası. 16 Haziran, Kuzey rüzgârlarının esmesi. 20 Haziran, gündönümü fırtınası.
1 Temmuz, yaprak fırtınası. 8 Temmuz, Çark dönümü fırtınası. 9 Temmuz, bevarih rüzgârlarının sonu. 25 Temmuz, Kara erik fırtınası. 31 Temmuz. Kızıl erik fırtınası.
Bir ilâ sekiz Ağustos günleri de Eyyam-ı bahur[84], yani “sıcak günler, sıcaklık nedeniyle yerden buharın yükseldiği günler olarak zikredilir ki burada “bahur” ile “buhar”, karıştırılmış oluyor! Bu hafta içinde öyle bir saat varmış ki o saatte, odun ile demirden başka ıslanan her şey çürürmüş (Or). Aslında bunun tarihleri arasında mutabakat bulunmuyor. Kimine göre (Lügat Naci) Temmuzun on dokuzundan yirmi altısına kadar olan yedi gün oluyor. Webster bunu Temmuz ve Ağustos’un altı hafta süren en sıcak ve sıkıntılı günleri olup bu arada köpek yıldızı (Sirius) güneşle birlikte doğup batar diye tanımlıyor. Fransız Encyclopédie du XIXe. siècle, mad. “canicule”de bunun Büyük Köpek Takımyıldızının bir yıldızı olup Greklerin buna Ʃειριοϛ dediklerini, Hippokrates ve Plinius’a göre bu yıldızın doğduğu günde denizin kaynadığını, şarabın bozulduğunu, köpeklerin kudurduğunu, insanda safranın arttığını, hayvanların bitkin düştüklerini yazıyor. 29 Ağustos, leyleklerin gitmesi.
2 Eylül, üzerinde uzunca durduğumuz Mihrican’ın fırtınası günü. 6 Eylül, Bıldırcın geçimi fırtınası. 24 Eylül, kestane karası fırtınası.
8 Ekim, Yaprak dökümü fırtınası.
Katolikler Hazret-i Meryem bayramını 15 Ağustos’ta kutlamaktadırlar. Bu tarihle, takvimlerin Meryem Ana Fırtınası’nın vukuu tarihi olarak gösterdikleri 13 Ekim’i, herhangi bir türlü bağdaştırma olanağını bulamadık. Akla ilk önce, Eylül’ün 23’üne uzanan Zodiak’ın “başak”, nam-ı diğer “bakire” burcu ile ilişkisi, çeşitli takvimler arasındaki gün farklarıyla, geliyor. İkinci olarak da, güz olması, doğanın “ölmeye” yüz tutması, bu arada “Ana Tanrıça”nın rolü[85] ile ilişki düşünülebilir. Konu, araştırmaya açıktır.
30 Eylül, Turna geçimi fırtınası.
2 Ekim, Kuş geçimi fırtınası. 8 Ekim, yaprak dökümü fırtınası.
Bu geçici kuşlar fırtınalarının, yaşama yansıyan yanları vardır:
Gerçekten bıldırcın. Kuzey ülkelerden Karadeniz’i aşarak, Anadolu’yu “transit” toprak olarak kullanıp Güney ülkelerine göçer. Buraya vardıklarında, adı geçen fırtına ile karşılaştıklarında, yeni bir yolculuğu göze alamayıp çalı diplerine dinlenmeye yatarlar ki bu durumda avcılar bayram ederler; buna curnata[86] derler ve o günü herkes çantasını bıldırcınla doldurur. Buna karşılık bu fırtına ve beraberindeki yağmur olmayıp mehtap çıkmışsa, kanatları ıslanmadığından hayvanlar yollarına devam eder, avcılar da boş yere taban teperler.
19 Ekim, Bağ bozumu fırtınası.
28 Ekim, Balık fırtınası. Bunun adı da, tahminimize göre, Mezopotamya ve Anadolu’da cari balık kültü[87] ile ilgili bir olaydan almış olabileceği gibi her yıl tekerrür eden bu fırtınanın vukuu tarihinde denizlerde muayyen balık sürüsü hareketi de gözlenmiş olabilir. Zira Zodiak’la ilgili tarihler arasında, telifi mümkün olmayan açıklık bulunuyor (Balık burcu 21 Şubat- 21 Mart arası).
16 Kasım, lodos rüzgârlarının esmesi. 18 Kasım, haşaratın kışlığa çekilmesi. 19 Kasım, Koç katımı fırtınası. 29 Kasım, Ülker fırtınası.
12 Aralık, Karakış fırtınası. 20 Aralık, Şeb-i yalda’nın evveli (uzun karanlık gecelerin başlangıcı).
“Şeb-i yeldayı müneccimle muvakkit ne bilir?” (Fikret).
25 Aralık, Gündönümü fırtınası. 26 Aralık, Şeb-i yeldanın sonu.
Görüldüğü gibi fırtınaların bir kısmı, hayvanların belli hareket tarihlerine rastlayış şekline göre adlandırılmıştır. Bir kısmı da Zodyak’la ilgili olarak tesmiye edilmiştir. Bir kısmının adı da bitkilere bağlı görünüyor.
Arada ifade ettiğimiz gibi takvimler, isimsiz fırtınalardan başka, hâkim rüzgârları da yazıyorlar: Doğu rüzgârının esmesi (10 Mayıs), Bevarih rüzgârlarının esmesi (30 Mayıs ilâ 9 Temmuz, Kabak meltemi (31 Mayıs), Kuzey rüzgârlarının esmesi (16 Haziran), Sumun (yukarıdaki samûm) rüzgârları’nın evveli ( 3 Temmuz) ve sonu (25 Ağustos)…
Ağrakos (Şu Şehri-Sv)’ta ev saçaklarını atacak derecede şiddetli ve iki üç gün süren bir rüzgâra kan yeli denir ki estiği zaman bir tarafta kan döküldüğüne inanılır.
Bazı rüzgârların, hyper emotif kişilede asâb bozukluğu yarattığı vakıadır.
Semavî durumlara göre de hava tahminlerinden bazılarını zikredelim:
Ayın çevresinde sisten oluşmuş gibi bir halka görünürse “ay harmanlandı”, ya da “ağıllandı” denilir ki bu, yağmur alâmeti sayılır (Gaz, Sn, Sm). Güneş ve ayın sarı renkte doğması da yine yağmurun yağacağına işaret sayılır (Mr). Yağış esnasında havada açıklık olursa cennette düğün vardır (Bor-Nğ).
Elâzığ’ın Hal köyünde hafif hafif yağan yağmura “ezin ezin yağıyor” derler. Şiddetli yağış “at kuyruğu gibi”; daha hafifi “sicim gibi” ifadeleriyle anlatılır. Kar’ın adı bert[88] olup dolu gırıcı’dır. İri yağdığında berf, leylek gar’ı, susuz yağdığında kepek gar’ı olur[89].
Bir de Alaca höyük ağzını dinleyelim[90]: “siyen siyen (rüzgârsız) yağan yağmur tav verir. Deli yağmur rüzgârlı gelir, çabuktan akar gider.”
“Sulusepkin – karla karışık yağmur”; “gırcı- dolunun ufağı”; “zırzımık- az ufak dolu”.
“Beyaz buluttan dolu, kara buluttan rahmet gelir. Çullu bulut, rahmetsiz buluta denir. Rahmetsiz poyraz ekmeğinde yem var.”
“Dane alacağı zaman san[91] düşerse ekinler çalınır, sap verir de dane vermez. San eserse ekin çabıta döner. Ters[92], adamın hasmıdır. Ters, adamı hastalandırır, poyraz eserse ferahlık olur.”
“Don kesmesi: Kışın fazla don olursa güzün ekilen ekinlere zarar verir.”
“Kırağı: Mayıs’ta kırağı fazla düşerse o da ekine zarar verir. Mayıs’ta düşmezse iyi olur.”
“Dolu: Kimine vurur, kimine vurmaz. Dolu pek aç komaz. Dolu ekini bol ekini. Çalıklık, yağmursuzluk gibi aç komaz.”
Hava elverişli olsa bile çiftçilerin ekin ekmeyi iyi saymadıkları günler vardır ki bunlara yergin denir. Yılda iki yergin vardır: biri Kasım’dan on gün evvel ve sonra (bu yirmi gün içinde yalnız üç gün ekilebilir: Kasım arifesi, Kasım’ın birinci ve ikinci günleri. Buna imam çifti denir). Diğeri de Zemheri’den (Ocak) altı gün evvel ve sonra (bu on iki gün içinde de üç gün ekilebilir: Zemheri arifesi, onun birinci ve ikinci günleri. Buna da domuz gürdüğü denir) (Kü).
Ayva ağacının çiçek açması yazın müjdecisi, meyvesinin bol olması ise kış aylarının sert ve soğuk geçeceğinin habercisi oluyor. Ayva ve ceviz ne zaman erken çıksa, o kışın soğuk ve sert geçeceği gözlenmiş.
“Ayva çiçek açmış yaz mı gelecek” (İstanbul türküsü).
Hilâl, ilk göründüğünde dik durursa (“ayakta”) o ay sakin, aksi halde, yani yatık (“yatakta”) ise fırtınalı geçecektir:” Ay ayakta, çoban (gemeci) yatakta; ay yatakta, çoban (gemici) ayakta.”
“Lodosun gözü yaşlı olur, yağmur getirir bu rüzgâr.”
“Sabahın kızıllığı (kızıltısı) akşamı kış eder, akşamın kızıllığı (kızıltısı) sabahı güz eder.”
“Samanın sarısını, odunun kurusunu Mart’ta koy.”
Kar yağdığı yıl verim çok, ortalık bolluk olur: “Kar yılı, var yılı” (Gaz).
Yine aynı ilden: Kış başlangıcında fırtınalar Güney’den gelmeye başlarsa o kış çok sert ve hep fırtınalı geçer: “Kıbleden geldi kışımız, Allah’a kaldı işimiz.”
“Kış aygır gibi girip kısrak gibi çıkmalı.”
“Mart yağar, Nisan öğünür. Nisan yağar, insan öğünür.”
“Umumiyet itibarıyla bütün çobanlar kıble rüzgârının yağmur getirdiğine ve kıbleden çıkan bulutun yağmur bulutu olduğuna inanırlar. Gece koyun ve keçiler kulaklarını tepreterek birbirlerine vururlarsa havanın yağışlı olacağına işarettir. Gece ve gündüz çoban koyununu kaybederse daima koyunu rüzgârın geldiği tarafta arar. Çünkü koyun daima başını rüzgâra verir ve geceleri koyun kuzeye çekilir. Ülker yıldızı doğdu mu da çoban koyunu kaldırmaz, sabahı bekler. Yağışlı havalarda kuzeyden rüzgâr gelirse havanın açacağını anlar. Hava puslu olursa çoban koyunlarının hastalanacağını anlayarak otlatmaz, yatırır” (Ali Rıza Yalgın.- Hayvancılık, in TED III, 1958, s.92).
Kırzıoğlu’dan Erzurum’un Şenkaya ilçesi merkezi Örtülü’de derlediği halk takvimini aktarıyoruz.
“On iki ayın yerli adları şöyledir: 1) Mart/döltökümü (Kuzulama -ayı). 2) Abril/Çiftayı (Çifte çıkılır, ekin ekilir), 3) Mayıs/Yağmır-Ayı, 4) Kirez (Haziran), 5) Vartever/vartiver/Çayır-Ayı (Temmuz), 6) Kokmuş-Ay (Ağustos), 7) Kağos/Kağus (Eylül), 8) Kharman-Ayı (Ekim), 9) Gezel-Ayı (yaprak-Dökümü),- Koçayı (Koç – Katımı) (Kasım)), 10) Karakış (Aralık), 11) Zemheri (Ocak), 12) Gücük (Şubat).”
“Atalarsözü ve deyimleri:
“Korkma Mard’ın kışından
Kork. Abril’in Beşi’nden,
Yolcuyu yoldan eder
Öküzü ayırır eşinden.”
Bu yüzden, “Eski-Hesap Abril’in Beşi” (şimdiki 18 Nisan), sayılı fırtına günüdür: yola çıkılmaz, çift için tarlaya varılmaz.”
“Mart’ta doğan erkenci kuzulara “Paç” denir, “Beş-Abril”de doğanlara “Dölbaşı” denir. Eski Mart’ın dokuzunda Leğlek-Karı yağarken, ilk leğlekler görülürken, o gün yılın falına bakılır: eğer leğlek, ağzında “kılçık” (başak) getirmişse, ekinler bol olur; eğer “kanlı-çaput” (bez veya eski kumaş parçası) getirirse, o yıl savaş olacağına inanılır.”
‘‘Ilı (yılı) eyi gederisa”, Leğlek-Gelişinden sonra Çifte-Çıkılır; dağ köylerinde Abril-Beşi’nden sonra çifte çıkılır ve 18 gün ekilir. Atalar demişler ki:
“Mard-ekini. nıerd olur,
Abril’inki derd-olur.”
“Yani, Martta ekilenler, zamanında biçilip, harman edilir; Abril (Nisan) ayında ekilenler, geç yetişeceğinden: ya üşür, ya da geceken harmanı yağış altında kalarak vaktinde tahılı içeri alınamaz. ıslanıp cücererek, zayi olup, sahibine derd-olur.”
“Kış ayları için de atalar demiş ki:
“Karakış (Aralık), kara çıkar (pek kar yağmaz, yollar karadır),
Zemheri (Ocak-ayı), bire çıkar/kuru çıkar (bir kararda olur, su donar),
Gücük (Şubat), azdır (28 gündür, kısadır),
Mart, yazdır (ilkbahardır)”
“Eskiden sürü sahibi Ağalar, çobanı Abril-beş’inde tutar, kesim keser; Karakış’ın on ikisi’nde (25 Aralıkta) Nakhır-kovan’a kadar çalıştırırdı. “Koç-Katımı, Abril’in Beş’inden 150 gün sonra (18 Eylülde) başlar.”
“Örtülü ile çevresine, yağmur Kuzey-Doğu’daki Göle ilçesi yönünden gelir, bulutlar Güney’de Muş’a doğru gidince de, yağış yağmaz. Bu yüzden şu deyim yaygın olarak söylenir:”
“Bulut Göli’ye, dön-gel geriye,
Bulut Muş’a, reşber işe.”[93]
Kr’ta bulutların renkleri ve yönlerinin anlamıyla ilgili, yukarıdaki son deyiş dışında, başkaları da vardır. “Sabah bulut kızarırsa akşamı hoş gör (hiç yağmur yağmaz anlamında), akşam bulut kızarırsa sabaha hoş gör”
Ağca bulut gelende
Vay karanın başına
Kara bulut gelende
Vay sarının başına
Bunun anlamı da şöyle: Ak bulutlardan dolu yağar, kıtlık olur. Yemeğine düşkün ve obur olan kara-yağız esmer kimselerin kolayca karnı doymaz. Kara bulutlar gelince yağışla birlikte soğuk da olur ve buna dayanıklılığı az olan sarışın kimseler çabuk üşürler[94].
Gaz’da Kamerî Arabȋ aylara “Gökayı” deniyor. Çeşitli kaynaklardan halkın Gök aylarına Arapçasından ayrı adlar verdiği görülüyor. Arapça adların karşılıkları şöyle: Muharrem = Aşr ayı; Sefer = Sefer ayı; Rebiyülevvel = İlk mevlit; Rebiyülahir = Orta mevlit; Cemaziyelevvel = Son mevlit; Cemaziyelahir = Tövbe ayı; Recep = İlk namaz; Şaban = Son namaz; Ramazan = Ramazan; Şevval = Bayram ayı; Zilkade = Boş ay; Zilhicce = Kurban ayı.
Bu ilde evlenme törenleri için Ramazan ve Kurban bayramları arası yeğ görülür. Bunun hayırlı uğurlu olacağı kanısı vardır. O ise ki birçok başka yerde ve bu arada İst’da, bunun aksine iki bayram arası nikâhtan hep kaçınılır.
Aynı kaynaklara göre Gaz’de güneş takvimine bağlı ayların adları da şöyle: Mart= Azer; Nisan = İbril; Mayıs = Mayıs; Haziran = Orak; Temmuz = Harman; Ağustos = Ağustos; Eylül = İlkgüz; Ekim = Ortagüz; Kasım= Songüz; Aralık = Karakış; Şubat = Yağar. Mart’ın başka bir adı da “Beşe” olup bu aya “Deli Mart” da derler.
Gaz’de kış mevsimi Karakış, Zemheri, Zahmeti diye üçe ayrılır.
Mevsimlerin, bu arada Zemherinin bir niteliği de şu tekerlemede geçmekte:
“Zemheride kurttan
Çayırda attan
İğdede avrattan
Harmanda Türk’ten
Haziran’da yılandan
Ramazanda hocadan korkunuz”[95]
Zahmeti (Hamseyn):
1 Şubattan 22 Marta kadar olan sürenin adıdır. Halk “Zemher’i gitti, kış bitti”, der. Köylüler ise bunu “Çatlak çat, elim kalburunu at”, diye belirtirler(6).
Zahmeti 12,5’ar gün hesabıyla 4 döneme ayrılır. Bu dönemlerin her birinin Arapça birleşik sözlü birer adı vardır. Birleşik sözcüklerde ortaklaşa geçen Sa’d sözcüğü kutluluk, uğurluluk, kutlu uğurlu anlamlarına gelir.
Sa’dızzebih (uğurlu Bugazlama): 1 Şubattan 13 Şubat öğle vaktine kadar olan süredir. Halk bu döneme “Arap’ın deve karnına girdiği gün” (Arap devenin karnına girdiği gün) der. Bu adlanmanın nedeni olan şu olay anlatılır: Yaşlı bir Arap yolculuğa çıkan, bir deve kervanıyla birlikte giden oğluna şu öğüdü vermiş:
— Oğlum bu mevsimde havalara hiç güven olmaz. Güneşli ılık bir günde bakarsın ki hava birden bozar. Fırtına yağış, soğuk başlar. Böyle bir durumla karşılaşırsan deveni kuytu bir yere çek, bekle. Baktın ki soğuk ve fırtına sürüyor, tehlikeli olmağa başlıyor, hemen deveyi kes, karnına gir. Sakın yolculuğu sürdüreyim deme.
Kafile yolculuğu sürdürürken bir gün kar ve fırtına kendini gösterir. Delikanlı babasının öğüdünü anımsar. Bunu yol arkadaşlarına açıklar. Kuytu bir yere sığınacağını, gerekirse deveyi kesip karnına gireceğini anlatır. Yol arkadaşları bu sözlere önem vermek şöyle dursun, alay bile ederler. Bunu üzerine delikanlı kafileden ayrılır. Bir kuytu yere sığınır. Sonra da deveyi kesip karnına girer, tam 12,5 gün böylece kalır. Şubatın 13. günü öğle üzeri hava birden değişir. Gökteki bulutlar dağılır. Güneş ortaya çıkar. Hava ısınır. Artık bir sakınca kalmadığını anlayan delikanlı devenin karnından çıkar. Sonra bir öğrenir ki yol arkadaşlarının hepsi donarak ölmüşler. 13 Şubatta bu nedenle “Arap’ın deve karnından çıktığı gün” denir. Keskin soğukların sonu olarak kabul edilir.
Sa’dilbel (Uğurlu Yutma): 13 Şubat öğle vaktinden 25 şubat akşamına kadar sürer. Bu dönemde buzlar çözülür. Her yer vıcık vıcık eriyen kar, su ve çamur denizi haline gelir. Bel’ sözcüğünün yutma anlamına geldiğini bilmeyen kimi halk, çamura batıp çıkmanın verdiği zahmetten ötürü bela olarak kullanır ve böyle anlamlandırır.
Sa’dissud (Uğurlu yükselme): Şubatın 26’sından 9 Marta kadar süren zamandır. Bu günlerde zorlu yel fırtınaları olur. Bu etkiyle ağaçların dalları sağa sola savrulur, yerlerdeki hafif nesneler uçuşur. Ağaçlara su yürür.
Sa’dil kabayi (Kutlu elbise, örtü):
9 Marttan 22 Marta kadar süren bölümdür. Bu sürenin başlamasıyla otlar iyice fışkırır. Ağaçlar yaprak açmağa başlar. Havalar ise büsbütün ısınır, kışın giyilen üstlükler, yünlüler çıkarılır. Halk bu konuda şu Arapça ünlü sözü kullanır. “Sa’dil kabayı işlah abayı”. Anlamı “Abayı çıkar” demekmiş. Yukarıda da işaret ettiğim gibi köylüler bu dönemin bittiğini “Çatlak çat, elem babuğunu at” diye niteler. Öbür yandan halk 22 Marta “Sultan Nevruz” adını da verir. 21 “sultan Nevruz” adını da verir. 21 Martı 22 Marta bağlayan gece Sultan Nevruz’un allar pullar içinde geçeceğine, ona yapılan dileklerin hemen yerini bulacağına inanılır. Bu nedenle leğenleri, kovaları su ile doldurup bunların altın olmasını dilerler.
Gaziantep’te eski Martın 31’ine ve şimdiki Nisanın 13’üne “Karının oğlağını sel götürdüğü gün”, derler. Söylentiye göre: eski Nisanın 1. günü yaşlı bir kadın oğlağını önüne katarak kıra çıkar. Hava açık ve ılık, her yer yemyeşilmiş, çimenlerin üstüne oturmuş bir yandan örgü örüyor, bir yandan da hoplayıp zıplayan oğlağını gözetliyormuş. Kadın doğadaki bu duruma keyiflenir, gökyüzüne bakarak:
Nisan kabul etmiş. Bir gün vermiş, Mart 31 gün olmuş. Biraz sonra hava birden bozmuş. Arkasından korkunç bir fırtına kopmuş. Sağanak halinde yağan yağmurlarla dereler taşmış, her yeri sular kaplamış. Bu arada karı kendi canı derdine düşmüş. Oğlağı sular sürükleyip götürmüş. Bundan ötürü mevsim ne kadar kurak gitse de 31 Mart (şimdiki 13 Nisan) günü ille fırtınalı geçermiş.
Burada geçen “çatlak”, nohuda çok benzeyen, onun gibi başakları olan bir bitki olup Mart’ın son haftasında bu başaklar oluşur. İki parmak arasına alınıp sıkıldığında çat diye bir ses çıkarır. “Satıl” da bakraca verilen ad olup bunun Ml’da adı “sitil”dir[96]. Gerçekten sitil – satıl – satır- setil – sıtıl – sitik -sitilik, çok yerde kulplu su kabı, bakracı ifade ediyor. Aslı satıl olup sözcük Arapçadır (BTL). Kr, Ezm ve Çoroh bölgelerinde kullanılan ay adlarını yine Kırzıoğlu’dan dinleyelim.
“Ay isimleri, meyve yetişen veya daha çok hayvan besleyen yaylacılık yerlerine göre değişik söylenmektedir. Yanına nerede söylendiği işaret edilmeyenler Kars merkez kazası ile Pasin ve Oltu bölgelerindeki ay adlarıdır; diğerlerinin nerede kullanıldığına işaret ediyoruz. Marttan başlayan 12 ayın Türkçe isimleri şöyledir:
“1) Döl-Dökümü, Kuzu-ayı, Yazbaşı (Mart), 2) Yağmur-Ayı, Yağar-Ay (Poskov) (Nisan) 3) Çiçek-ayı, Tut (Dut)-Ayı (Kağızman) (Mayıs), 4) Yay (Yayla)-Ayı, Kirez-Ayı (Kağızman) (Haziran), 5) Kotan-Ayı, Orak-Ayı (Kağızman), Orağ-Ay (Ardahan-Savşat), Çayır-Ayı, Ot-Biçimi (Temmuz), 6) Biçin-Ayı, Çürük-Ay (Poskov-Şavşat-Ardahan), Meryam (Meyram)-Ay (Poskov-Şavşat) (Ağustos) 7) Harman-ayı, Boğrum-Ay veya Böğrüm-Ay (4) (Poskov-Savşat) (Eylül), 8) Şarab-Ayı, Değirmen-ayı, Sulta-ay (Ardahan-Poskov-Şavşat) (Ekim ayı), 9) Koç-Ayı, Koç-Katımı, Koç-Ay (Poskov-Şavşat), (Kasım), 10) Nahır-Kovan Kara-Kış (Aralık), 11) Donğ-Ayı, Çileler, Donğ-Ay (Poskov-Şavşat), Zehmheri (Zemherir) (Ocak ayı), 12) Gücük, Gucuk-Ay (Ardahan-Şavşat) (Şubat).”
“Aylar ve sayılı (hesaplı) günler üzerine olan atasözlerinden:
1) Koçtur kıştır, döldür yazdır (yani, koç katılınca kış, döl (kuzu) dökülünce yaz başlar).
2) Mard ekini, merd ekini (yani, Martta ekilen tarla gür yetişir).
3) Mart çıktı, dert çıktı (havaların ara sıra yumuşamasından öksürük ve türlü soğuk algınlığı hastalıkları ile kış da, sona ermekte Martla beraber dert de çıkar gider).
4) Kirezi yedin dağa, üzümü yedin bağa var (kiraz çıkınca (Haziran) yaylaya, üzüm yetişince (Eylül) ovaya gitmeli).
5) Zemhiredi su yerine kan yerise daha iyidir. (Ocak ayında havalar ısınıp biraz karlar erirse gözlüğü dondurup üşütür, kıtlık kopar; muharebe olup kan akması, bu aydaki su akmasından daha az zararlıdır.)
6) Ülker aşar, teke karışır (Ülker yıldızı çıkınca yabankeçileri tekesi karışır, sonbahar başlamış olur).”
“Halk arasında günler, Pazar’dan itibaren sayılır. Salı’ya Arpaçay bölgesinde Tekgün derler; bütün Kuzeydoğu-Anadolu’da perşembeye Cuma akşamı, Ardahan-Poskov-Şavşat bölgesinde de (Musevi Hazar Türklerinin hatırası olacak) Cumartesiye Şapat-Günü dahi denilmektedir”[97].
Aras boylarında ay sıralamaları arasında da adı geçen Nevruz, bir uyanma günü, üç ay süren kış mevsiminin bitip yeni bir dünyanın kuruluşu, taze yaşamın başlangıcı oluyor.
Yörede halk, kışı üç bölüme ayırıyor:
2.Küçük çile: kışın 41. gününden başlayıp 20 gün sürer. Iğdır’da küçük çilenin son üç günü muhakkak kar yağar. O gecede gündüzden kavrulan buğday ezilerek kimsenin girmeyeceği bir yere tepsi içinde bırakılır. Hızır peygamber geçer, atının ayağı değer ve eve bereket girmiş olur. Hıdır-Nebi denilen bu günlerde eski bir gelenek uygulanır: Kôs – Kôsa veya Kôsa-Gelin. Daha önce irdelemiş olduğumuzdan[98] ayrıntılarına girmiyoruz
Her yörenin aylara ve mevsimlere verdiği adları zikretmek gerekmiyor. Burada sadece bazılarını zikretmekle yetiniyoruz:
Muş’ta
Mart = adar; Mayıs = Gulan ayı; Ağustos = Tabak ayı; Ekim = Birinci çirin; Kasım = İkinci çirin.
Darende (Malatya):
Haziran = İlk-temus ayı; Temmuz = Orta-temuz ayı; Ağustos = Son-temus ayı. Bu üç ayın müşterek teması Tammuz olmuyor mu?…
Erciş (Van)
Mayıs = Gülân ayı[100].
Ve takvimle ilgili bir inanış.
Yozgat’ta congolos kışın ortasında, soğukların en şiddetli zamanında gelir. Dördünü Karakış’tan (Aralık ayının 14’ünde girip bir ay sürer), üçünü bundan sonra gelen Zemheri’den alıp 7 gün devam eder.
Bugünlerde bazı evlere congolos geceleri uğrarmış. Açık bulunan su ve yiyecek bulunan kapların içine kusarmış veya işermiş. Bunlardan yiyip içenler marazlı olurmuş. Gece derin uykuda iken bazılarını çağırırmış. Bunu o kişinin çok sevdiği birinin sesiyle yaparmış ve onu uykulu haliyle evden alıp kent dışına götürür ve bırakırmış. Congolos’un bıraktığı kimse uyanıp kendine gelirse salimen evine dönermiş. Aksi halde donarmış.
Congolas, pancar olan evlere gelmezmiş. Bu nedenle Congolos’un girdiği günlerde evlerde pancar kaynatılır. Kimi de bunu eşiğinin dibine gömer. Böylece Congolos günlerinde pancar kaynatanlar bundan sevdikleri kimselere, loğusalara, dünürlere verirler[101]
* * *
Şimdi de, Türkmen takvimi. Bunu Ali Rıza Yalman’dan (Yalkın) aynen aktarıyoruz[102].
Türkmenlerde yılın dört mevsimi şu şekilde kullanılmaktadır.
I-Yaz (İlkbahara verilen isimdir), yaz ayrıca üç kışıma ayrılır.
Yaz Ayları:
1-İlk bahar, 7 gündür: 25 Marttan 31 sonuna kadar.
2-Orta bahar, 30 gündür: 1 Nisan’dan 1 Mayısa kadar.
3-Son bahar, 54 gündür: 1 Mayıstan 24 Haziran’a kadar.
II-Yay (yazın ismine yay derler), yay ayları da yaz ayları gibi bir takım kısımlara ayrılmıştır.
Yay ayları:
1-Ülger, 6 gündür: 1 Hazirandan 7 Haziran’a kadar.
2-Terazi, 31 gündür: Temmuz ayı terazi ayıdır.
3-Kuyruk, 24 gündür: Ağustos ve Eylül aylarındadır.
4- Buhur, 12 gündür: 12 Eylülden 25 Eylül’e kadar devam eder.
III- Güz (son bahara güz ismi verilmektedir). Güz ayları da bahar gibi üç kısma ayrılır:
Güz Ayları
1- İlk Güz 7 gündür: Eylül’ün 23’ünden sonuna kadar.
2- Orta güz, 31 gündür: Bütün ekim ayı.
3- Son güz, 53 gündür: 2 Kasımdan 24 Aralığa kadar.
IV- Kış: Aynen (kış mevsimlerine verilen isimlerdir). Bu da üç kısma ayrılmıştır.
Kış Ayları:
1- Kara kış, 8 gündür: 23 Aralıktan sonuna kadar.
2- Zemberi, 31 gündür: Ocak ayı kara kış ayıdır.
3- Zemberi yamacı; 52 gündür: Şubattan 24 Mart’a kadar olan günlerdir. Bu dört mevsim Türkmenler arasında 91’er günden yıl, (364) gün olarak tespit edilmiştir.
Bunlardan başka bir de, özel sınıflandırma daha vardır ki bu sınıflandırma diğerinden daha dikkat çekicidir.
Açıklayacağım bu şekil halkın adeta bir çiftçi takvimi gibidir. Bu takvim ayrıca fala ve uğura inananlar için anlam taşır.
Bu sınıflandırmanın en çok dikkat çeken şeyi; sene başının alafranga Ocak’tan başlamış olmasıdır. Sınıflandırma olduğu gibi aşağıya alınmıştır:
YEDİYE – BEŞE, ÜÇE, BİRE.
Yediye Ayları:
Alafranga Ocak ayının 1. gününden başlar. Bu aylar için halk arasında şöyle bir atasözü söylenir:
Yediye: “Biderin (tohumun) sunu” olacak, (piyasaya çıkacak), koyunlar kuzulayacak.”
Beşe Ayları:
Beşe aylarının hangi aya rastladığı bilinmiyorsa da, atasözünde kullanılan tabire göre; beşenin Şubat sonuyla Mart içi olduğunda şüphe yoktur. Çünkü Türkmenler beşe için:
“İtler düşe ileşe, bakma çiftten başka işe.” derler. Beşe aynı zamanda tabii felâketler ayıdır.”
Üçe ayları:
Üçe mevsiminin de belirli ayı yoktur. Yalnız ilkbahar ve yaza yakın, yani, Nisan ortaları ve Mayıs başları için üçe denildiği hatıra gelmektedir. Türkmenler üçe için şu kayıtları anarlar:
“Üçe’de keçilerin kuzulamayanı kısır kalsa daha iyidir. Üçe ayları gonca gül aylarıdır.”
Bire ayları:
Bire ayları orak zamanına verilen isimdir ki; bu aylarda hem çift yapılır ve hem de orak biçilir. Türkmenler “bire” için “Bire biçimsiz çıkmaz” yani, civarda olsun mutlaka olsun orak başlar, derler.
Bu özel sınıflandırma için halkın ağzında hemen hemen genellikle denecek şekilde şu tekerleme söylenmektedir:
“YEDİYENİN YELLERİ, BEŞENİN SELLERİ, ÜÇENİN GONCA GÜLLERİ, BİRE BİÇİMSİZ ÇIKMAZ.”
Halk Takviminde şu yıldızlar bilinmektedir:
ÜLGER, TERAZİ, KUYRUK VE BUHUR GÜNÜ.
Ülger yıldızı 18 Mayısta doğarmış. Halk Ülger ve onun doğduğu gün için şu şekilde bir atasözü söyler:
“ÜLGERDE DÜNYA SELE GİDERSE DE İNAN, DÜNYA YANSA DA İNAN.”
Bu ay halk arasında tabii felâketler ayı olarak kabul edilmekle beraber, bu ayın bazen çok sıcak ve bazen de yağmurlu geçmesinin de mümkün olduğu belirtilmekte ve ek olarak bu ay için şu atasözü söylenmektedir: “ÜLGERDE URUM ŞAM BİR OLUR” (Yani Ülger doğumunda her yerde orak başlamış olur.)
Terazi.
Terazi yıldızı hakkında Türkmenlerin rivayetleri şunlardır:
“TERAZİDE DÜNYÜ ATEŞE YANAR, DOĞDU TERAZİ OLDU ÜZÜMÜN BİRAZI.”
Bu iki atasözü sıcakların devamıyla üzümlere nişan düşme zamanını bildirmektedir.
Kuyruk:
Kuyruk yıldızı hakkında halk söylentileri bağ bozumu zamanını işaretler.
Buhur günü:
Kuyruğun doğumunun ilk (12) gününe buhur günleri denir. Halk buhur günleri hakkında şöyle bir tecrübe yapar. Buhur günlerinin birinci günü sene içindeki bir ayın nasıl geçeceğine işaret sayılır.
Meselâ: Buhur günlerinin birinci günü hava bulutlu olur ve Batı rüzgarı eserse, Eylül ayı yağmurlu ve çift ayı olarak geçer.
İşte bu şekilde buhur günlerinin her gününün halk tarafından bulutlu ve rüzgârlı olup olmadığına bakılarak Eylül, Ekim, Kasım ve diğer ayların açık veya yağmurlu geçip geçmeyeceği anlaşılır. Çok bulutlu ve çok rüzgârlı buhur günlerinden kışın şiddetli geçeceğine inanılır.
Havanın değişmesine dair tecrübeler:
2-Ağıl çevirme. Güneşin veya ayın çevresinde bir çember bulunursa buna ay ve gün ağıl çevirmiş denir.
Eğer Güneşte ve Ayda ağıl görülürse yakında yağmur yağacağına işarettir. Şöyle ki:
A- Güneş ve Ay doğarken ağıl çevirirse, yağmurun çok devam edeceğine,
B- Güneş ve Ay gün ortasında ve gece yarısında ağıl çevirirse, yağmurların orta derecede olacağına,
C- Gün ve Ay batarken ağıl çevirirse, yağmurların hafif ve önemsiz olacağına hükmolunur.
Gün altı.
3-Ortalık bulutlu fakat Güneşin doğacağı yerin bir parçası bulutsuz olursa buna Türkmenler “GÜNÜN ALTI BOŞ” derler. Böyle bir durumda Güneş doğar ve bir süre ortalığı aydınlattıktan sonra buluta girerse, o ayın bütünüyle yağmurlu geçeceğine hüküm verilir. Bunun tersi kuraklığa işarettir.
Solucan:
4 – Solucanlar toprağı yukarı doğru iter ve başlarını deliğin uca getirirlerse mutlaka yağmur yağar.
Tavuk ve eşek:
5-Tavukların bitlenmesi, eşeğin kulaklarını sallaması yine yağmurun yağacağına işarettir.
Mihrican:
6-Güz aylarının son ayında esen rüzgâra “mihrican” derler. Mihricanda ağaçların yaprağı tepeden dökülürse, o yıl, kışın şiddetli olacağına, dibinden dökülürse, kışın hafif geçeceğine inanılır.
Koyun:
7- Buhur günlerinde, yani Türkmenlerin dediği gibi “KOÇ KUVURMA” zamanında koyunlar öğle sıcağında bir ağaç altında yatarlarken birbirlerine fazla sokulur ve sıkışırlarsa o sene kışın şiddetli olacağı sanılır. Bunun tersi, kışın hafif geçeceğine işarettir.
Yıl, ay ve gün:
Türkmenler arasında günler şu şekilde isimlendirilir:
“Salı Teltik… Çarşamba Yırtık… Perşembe Hanım… Cuma Canım… Cumartesi Malım… Pazar ille pazar, ille pazar başı kesil el azar.”
Günlerin özelliklerine ait inanışlar:
Pazar, pazartesi, çarşamba, perşembe günlerinde biçki biçmek, çamaşır yıkamak çok iyi sayılır. Biçkinin ismine “biçi” denir. “
Cuma günü yalnız yolculuk iyi sayılır, başka işle ilgilenmek iyi değildir. Perşembe günü tırnak kesenin, tıraş olanın dini artar. Cuma günü tırnak kesenin, tıraş olanın malı artar.
Cumartesi gününe sebep (sebet) günü derler. Türkmen’de bir çocuk ana rahmine düşerse, o çocuğun kan dökücü bir insan olacağına inanılır. Cumartesi günlerinde ekin ekmek, yol yürümek çok iyi sayılır.
Pazar günü çift sürmek, iş görmek hayırlıdır. Ve pazartesi de aynı hayrı yaşatır.
Salı günü yalnız bir işin başlangıcında fena sayılır; fakat başlanmamış bir işe salı günü devam etmek fena değildir.
Çarşamba günü tıpkı salıda olduğu gibi iş başlangıçlarında uğurlu sayılmaz.
Ayın son çarşambasında: iş görmenin, yeni elbise dikmenin, yeni bir işi başlamanın obaya uğursuzluk getireceği inancı hâkimdir. Çünkü son çarşamba giden ay ile gelen ayın konuştuğu güne rastlarmış. Burada iki ayın birbirine devir teslim ettiği inancı vardır.
Aylar:
12 Arabî ayının 11’i hayırlı ve uğurludur. Yalnız, bu aylardan safer ayı uğursuz bir ay sayılır. Bu ayda kurban ve tavuk boğazlamak âdettir. Bu ayda insanın evinden bir şey kaybolursa veya bir şey gereksiz yere harcanırsa veya bir kaza meydana gelirse, o evin yedi sene uğuru dönmez diye bir inanç vardır. Hattâ safer ayında her aile reisi, ailesini “safer geldi; iğnenize sahip olun” diye uyarır.
Uğursuz seneler: Türkmenlerde bir yılın son sayısı altı olursa, o sene, uğursuz kabul edilir. Kara Hasan Efendi bu iddiasını şöyle açıkladı:
1286 (1869-70)da tohumlarımız dane tutmadı.
1296 (1878-79)da Rus savaşı oldu. Türkler kaybettiler.
1306 (1888-89)da davarlarımız kırıldı.
1316 (1898-99)da ürünümüz kıt oldu.
1326 (1908-909)da büyük bir kar yağdı, ağaçlar kurudu.
1336 (1917-18)da savaş oldu.
1346 (1927-28)da, yani geçen sene çekirge geldi, ürünlerimiz bozuldu.
Kara Hasan Efendi, bunu tamamladıktan sonra dedi ki “Altıyla biten yılların en hayırlısı, geçen yılımız olmuştur.”
* * *
Uşak yöresinde yapılmış bir araştırma sonuçları da şöyle özetlenebilir.
Gün, genel olarak namaz vakitlerine göre bölünüyor. Bunun dışında, güneşin doğmasından önce sabahın olacağını horozlar on beşer dakika ya da yarımşar saat arayla öterek haber veriyorlar. Üçüncü ötüşten yaklaşık yarım saat sonra güneş doğuyor. Bunun zamansal anlatımı şöyle oluyor: “İlk horoz”, “ikinci horoz”, “üçüncü horoz”…
Bayram, arife, hıdrellez gibi özel gün adları dışında bazı köylerde Ramazan arifesinden önceki güne “buldey, bulday, buğday” adı veriliyor. Fitre ve zekât verme ile uygulamalar Ramazan’da yapılmaktadır. Buralarda fitre, yaklaşık 2 kg.lık buğday ölçeğinin adı oluyor…
Günlerin yerel adları da, çevre pazarlarının kuruluş günlerinin adları oluyor. Zaman içinde bir yerde pazarın kurulması örneğin Perşembe’den Çarşamba’ya alınmışsa, ilkinin adı “Eski pazar”, öbürününki “Yeni pazar” oluyor.
Yıl, iki ana döneme ayrılıyor: yaz ya da hıdrellez dönemi (6 Mayıs’tan Kasım’ın girişine kadar) ile kış dönemi. Bu sonuncusu 45’er günlük Kasım, Zemheri, Hamsin adları verilen üç ana bölüme ayrılır. Bu sonuncular “Sayılı” ya da “Hesaplı” diye adlandırılıyor.
“Ülkemizin geniş bir kesiminde, özellikle İran’da büyük törenlerle kutlanan 21 Mart (Rumi 9 Mart) Nevrûz (Yeni Gün) adıyla bilinip tanınmaktadır. Bu gün (21 Mart) Uşak halkı arasında sayılı kışın bitiş günü olarak bilinmekte, özel bir gün anlamında kullanmamaktadır… yaşlı bir kaynak kişi: Yerel takvime göre yılın Mart ayında başladığını, buna yıl yenilendi denildiğini belirtti. Bu günle ilgili olarak eskiden yumurta kaynatıldığını, soğan kabuğu, çam kabuğu gibi renk veren maddelerle bu yumurtaların kaynama anında boyandığını… ve çocuklar arasında yumurta dövüştürüldüğünü anlattı…”
“Sayılı kış devresinin sona erdiği 21 Mart’tan 9 gün sonrası, yöre halkı arasında ‘Dokuzun Dokuzu’ biçiminde adlandırılıyor… havalar iyi giderken dokuzun dokuzunda birdenbire çok sert kış olduğu… belirtiliyor… ‘Leylek Kışı’, ‘Oğlak Kışı’, Uşak yöresinde belirli zaman noktalarını kapsar görünmektedir. Bu iki hayvan türünün büyük çapta ölümlerine neden olan soğuk dalgalarına bu ad verilmektedir…”[103]
Yukarıdaki yumurta öyküsü, Hristiyanların Paskalya’da, yani yine ilkbaharda uyguladıkları bir törenin devamı olmalıdır. “Dokuzun Dokuzu” ise’, İst’un “Üç Dokuzu”, yani Milâdî Mart 9, 18 ve 27’sindeki fırtınalı soğukların bir varyantı olmalı.
Ve bir kış öyküsü: “Karıyı kazana koyan kış” (Ankara yöresinden).
“Karının biri çaya esbap yumaya gidecek olmuş. Kocası da: bugün siddiyin sevir kapıyı çevir derler başka gün git. Karı da dinlememiş çaya gitmiş kazanı kurmuş, esbabı yumağa başlamış, bir de baksın ki bir fırtına, tipi, sovuk çıkmış kadın dişleri birbirine vurarak donmuş, buymuş. Sovuğa dayanamayarak hatlamış kazanın içine girmiş. Kazanın da altı yanıyormuş kadın orda pişerek sırıta kalmış yani pişince sırıtmış kalmış. Kocası almağa gelince bakmış karı kazanda dişlerini sırıtarak ölmüş. Ondan dirler karıyı kazana koyan kış diye.”[104]
Koşay, burada da günün bölümlerini, yine horozlarla karışık olarak anlatıyor[105].
* * *
Trabzonlu P. Minas Bıjıskyan, yöreyi adım adım dolaşarak 1817-19 arasında yazmış olduğu “Pontos tarihi”nde bize rüzgârlar hakkında şunları söylüyor[106]:
“Karadeniz’de hüküm süren Doğu ve Batı rüzgârlarıdır. Doğu rüzgârı o kadar zararlı değilse de, Batı rüzgârı çok tehlikeli olup büyük fırtınalar çıkarır. Kuzey rüzgârı da, Kuzey Batı’dan estiği vakit (karayel) fırtına koparır. Güney rüzgâr da, bilhassa kışa yakın zamanlarda, uzun sürmemekle beraber, denizi birdenbire altüst eder. Kışın, daha ziyade Batı ve Kuzey rüzgârları estiği için seyir imkânsız bir hale gelir ve bazen de, Kral Mihridates ve Kobrinimos’un zamanlarında olduğu gibi, yüzlerce yer donar.”
“Her sene, muayyen zamanlarda fırtına koparan rüzgârlar:”
“1. Hüsün fırtınası, 25 Şubat’ta (kocakarı soğuğu); 2. Mart dokuzu (bahara giriş); 3. Çayır fırtınası, 15 Nisan’da; 4. Hıdrellez, 23 Nisan’da[107]; 5.Çark dönümü, 9. Haziran’da; 6. Kestane karası, 10 Eylül’de; 7. Bağbozumu, 25 Eylül’de; 8. Kuşgeçimi. Eylül sonunda; 9. Balık fırtınası, 2 Ekim’de; 10. Koç katımı, 18 Ekim’de; 11. Kasım, 26 Ekim’de; 12. Ülkel tulumu, birçok burçların görüldüğü 18 Kasım’da; 13. Yaprak dökümü, koyunların içeri alındığı 23 Kasım’da; 14. Gündönümü, 9 Aralık’ta (karakış).”
“Saydığımız rüzgârlar belli zamanlarda fırtına kopmasına amil olanlardır ki halk denize çıkmamağı ikaz etmek üzere, bunları yukarda kaydettiğimiz tabiat görünüşleri ve olaylarla temsil etmiştir. Denizciler ise, fırtına çıkacağını sık ve bulanık bulutlardan anlarlar. Keza, kuşların gemilere sığınması da fırtına çıkacağına işaret sayılır.”
* * *
Ülkemizde, geleneksel hava tahminleri, yörelere göre az çok farklar arz etmekle birlikte, genelde birkaç bölümde mütalâa edilebilir:
1- Yağmurun yağacağını, havaların kötü gideceğini gösteren belirtiler: ayla, güneşle, yıldızlarla, bulutlarla, rüzgârlarla, gökkuşağıyla, gök gürlemesiyle, Samanyoluyla, sisle, şimşekle, yağmurla ilgili belirtiler.
2- Yağmurun yağmayacağını, havaların güzel olacağını gösteren belirtiler: Bunlar da aynı unsurlarla ilgili belirtiler oluyor.
3- Kış mevsimiyle ilgili belirtiler: ayla, güneşle, yıldızlarla, bulutlarla, rüzgârlarla, gökkuşağıyla, gök gürlemesiyle, şiddetli sıcaklarla, şiddetli soğuklarla ilgili belirtiler.
4- Dolu yağacağını gösteren belirtiler: rüzgârlarla, şiddetli sıcaklarla ilgili belirtiler.
5- İnsanlardan yararlanarak tahmin: Yağmur yağacağını (romatizmalı insanlar…), yağmur yağmayacağını gösteren; kış mevsimiyle ilgili; dolu yağacağını, yıldırım düşeceğini, fırtına çıkacağını gösteren belirtiler
6-Bitkilerden yararlanarak tahmin: Yağmur yağacağını, fırtına çıkacağını gösteren belirtiler; kış mevsimiyle ilgili belirtiler: kavak ağacıyla, meyvelerle, sebzelerle ve saire ilgili belirtiler.
7- Hayvanlardan yararlanarak tahmin. Yağmur yağacağını gösteren belirtiler: Kedi ve köpek, kümes hayvanları, kuşlar, küçük baş ve diğer hayvanlarla ilgili belirtiler. Yağmur yağmayacağını gösteren belirtiler. Aynı hayvanlarda kış mevsimi ile ilgili belirtiler…[108].
Ve bütün bu meteorolojik folklorun temelinde kişisel olduğu kadar köylü ve denizcilerin gözlemlerinin niteliklerine inanma ve nihayet gelenek yatıyor. Bunların dışında, bu yolda doğru yanlış yazmış ünlüler var. Bunların başında Meteorologica’sı ile Aristo geliyor. Az okunmuş olmasının nedeni hiç şüphesiz içerdiklerinin esasta ilginçlikten uzak oluşudur. Az çok bütün sonuçlarında o denli hatalıdır ki, doğruyu söylemek gerekirse, geçici bir antika ilginçliğinden öteye geçmez. Aristo, kendisini doğru sonuçlara götürebilecek olan metottan yoksundu: Greklerin deneysel bilim geliştirmedeki kısırlıkları buna amil oluyor[109].
Bu eserde, hava tahmini üzerinde hiçbir bilgi bulunmuyor.
Aristo’nun bir tilmizi olan Theophrastus’un (M.Ö. 374-287) Havanın işaretleri’nde ve Aratus’un (M.Ö. yakl. 315-245) Pronostics’lerinde bu hususta kaideler bulunuyor. Romalılar bu sonuncusunu özellikle takdir etmişler şöyle ki Çicero, Germanicus ve Avienus gibi ünlüler tarafından kitap Latinceye çevrilmiş.
Keza hava belirtileri Virgilius’un (M.Ö. 70-19) Georgic’lerinde ve Milâdî çağın başında gün görmeye başlayan ansiklopedik eserlerde, özellikle Seneca’nın (M.Ö. 4. M.S. 65) Doğal Sorunlar’ı ve Kıdemli Plinius’un (23-79) Natural History’sinde bulunuyor. Bu sonuncusu, Rönesans’ta en çok okunan ansiklopedi oluyor.
II.yy.da büyük astronom Ptolemeus, Tetrabiblos’unda, o çağlarda bilim olarak telakki edilen astrolojinin elde ettiklerinin sentezini yapıyor. İşbu ilm-i nücûma büyük ilgi duyan Araplar, Ptolemeus’un kuramlarını, özellikle gök cisimleri ile hava tahminine ait olanlarını geliştiriyorlar.
Arapların Latinler üzerindeki ilk etkisi XII. yy. ve hattâ daha öncesine kadar geri gidiyor. Mezkûr asırda büyük Grek ve Arap eserleri Latinceye çevrilmeye başlanıyor. Aristo’nun kuramları derhal kabulleniliyor ve yüzyıllar boyunca kimsenin karşı çıkmadığı bir otoriteye sahip olup, bir dogmatik tabiata bürünüyor.
Astroloji, Arap bilgisinin ithaliyle, meteorolojiyle aynı zamanda yeniden ortaya çıkıyor. Kimisi buna sahip çıkıyor ve gök cisimleri olayların hâkimleri değil, tanrısal iradenin belirtileridir savını ortaya koyuyor[110].
İslâm müelleflerince adı ilm (veya sinâat) ahkâm al-nucûm ya da daha kısaca ilm (sinâat) al-ahkâm olup bazı Arap yazarlar buna, XIII. yy.dan itibaren, ilm al-nacama demişler. Öbür yandan ilm (sinâat) al-nucûm, yıldızlar ilmi ve buna benzer daha başka tabirlerin, ayırt edilmeyerek, astrolojiye veya astronomiye ya da bu bilimlerin her ikisine birden delâlet edişi yukarıdaki Dufour’un sözlerini doğruluyor. Nitekim munaccim sözcüğü hem “astrolog” hem de “astronom”u ifade ediyor.
Astroloji, yeryüzünde vaki olan bütün değişikliklerin, yani Aristo’nun Al-kavn va’l-fasâd’ının (γε’νεσιϛ χαι’φθορ’α) semavî cisimlerin özel mahiyetleri ve hareketleri ile sıkıca ilgili bulunduğu prensibi üzerine kurulmuştur. Özellikle küçük âlem (mikro-kozmos) olarak bütün büyük âlem (makro-kozmos) ile ilişkileri bulunan insan, yıldızların etkilerine bağlıdır.
Sadece semavî cisimlerin değil, gökte ancak kuramsal varlıkları bulunan mevkileri de belli bir anda ve o mahaller ile olan nispetlerine göre, yıldızların niteliklerini esaslı surette değiştirmek gücüne sahip bulunduktan farz edilir[111].
* * *
Etrüsklerin Küçük Asya’dan İtalya’ya göçtükleri genelde artık kabul edilmiş bir gerçektir. Yarımada’nın neresinden, Lydia’dan mı, yoksa demirci ve kuyumcu ustaları ülkesi Doğu Karadeniz Chaldi ülkesinden mi, yani kısaca Lysia- Kilikya, Phrygia, Trabzon’dan mı sorunu şu anda konumuzun dışında kalıyor. Ama bu adamların İzmir’den gemiye bindiklerini biliyoruz[112]. Etrüsklerle Küçük Asya’nın eski uluslarının akrabalığı şüphe kaldırmaz. Bu, elbise ayrıntılarında bile görünür. Ezcümle burnu kalkık yarım çizme hâlâ Anadolu’nun bazı bölgelerinde dağların çarığıdır.
Etrüskler anavatanlarından ayrılalı çok olmasına rağmen Asyalılarla bunlar arasında müşterek zevkler devam ediyordu: Etrüsk tapınaklarının mimarî pişmiş toprakları, M.Ö. VI. yy. Hermos’ta Larissa tapınağınınkine şaşırtıcı ölçüde yakın. Daha başka örnekler de verilebilir.
Batı’ya doğru yelken açmış ulusun uygarlığı neydi? Günümüzde Ionya’ya, özellikle Miletus’a çok şey borçluydu. Babilonya ile yakın bağlarını da aşağıda göreceğiz, bu olgu doğal görülmeli şöyle ki Lydia, ticareti ile Yunanistan’la Doğu arasındaki alışverişi kışkırtıyordu. Asur kuralları Phrygia ve Chaldi’ler ülkesine kadar etkilerini yaymışlardı ve II. Sargon’un bu sonuncu ülkelere bir talan hareketi tertiplediğini görüyoruz.
Etrüsk cin biliminde bir Doğu geleneği seziliyor. Ama asıl Etrüks kehanet bilimi, Kalde’ninkine yakından bağımlı görülüyor. Plaisance (Fransa)da bulunan üzerinde Etrüks tanrılarının adlarının yazılı olduğu kebed (karaciğer), herhalde ahşa-i batniye’nin (karın boşluğunda bulunan organlar) muayenesiyle kehanet (haruspice) öğretimine yaramış olmalıydı. Bu, Mezopotamya’da Mari, Boğazköy’de Hititler’de Filistin’de Meggido’da bulunmuş kebet örneklerine tamamen uymaktadır. O ise ki, Hammurabi dönemine ait Mari kebedi M.Ö. III. hattâ II. yy.dan öncesine ait olmayan Plaisance’daki arasında büyük zaman aralığı bulunuyor: “Etruria Haruspice’leri Babil ve Asur kâhinlerinin vârisleri oluyorlar”. Öbür yandan Babilon haruspice’i ile Etrüsklerinkiler arasındaki yakınlığın Babilon haruspice’i ile Hititlerinki arasında görülenden çok daha sıkı olduğu ileri sürülmüş.
Gök gürültüsünün müşahedesi ile kehanet tetkik edildiğinde, şaşırtıcı bir olgu ile karşılaşılıyor: Nigidius Figulus tarafından Grekçe bir Etrüsk takviminden yapılmış Latince çeviri çok önemli oluyor. Bu Figulus, Çiçero çağının çok tanınmış bir kişisi olup M.Ö. 63’te Oktavius’in babasına, nevzadının dünyayı idareye yönelik olduğunu önceden haber vermişti. Zodyak ve takım yıldızları ile ilgiliydi ve bağırsak, kebet…lerle kehanet üzerinde eserler vermişti.
Mezkûr takvim şu şekildedir: 13 Haziran’da gürlerse bu, bir güçlü kişinin ölümünü haber verir; 20 Haziran’da gürlerse, iç karışıklık olacağını; 13 Mayıs’ta gürlerse, nehirlerin şişmesini haber verir. 15 Aralık’ta gürlerse, çok kişi savaşa gidecek ve çok azı geri dönecek; 19 Ocak’ta gürlerse, Doğu Kralı ağır bir tehlike geçirecek demektir. 19 Ağustos’ta gürlerse bu, köle cinayetlerinin habercisi olur. 7 Eylül’de gürlerse bu, kadınların Devlet içinde, cinsiyetlerinin zayıflığına uymayan fazla güce sahip olacaklarını ifade eder.
Bir tam dizelge burada 1 Haziran’da başlayan ve ayları 30’ar günlük olan senenin bütün günleri için verilmiş.
O ise ki, Assurbanipal kitaplığındaki belgelerden Babilonya takvimlerinin aynen böyle teşkil edilmiş oldukları görülüyor. Esasen Nigidius takviminin tahlili, bunun Doğu kökenli olduğunu tahmin etmek için neden bulunduğunu gösteriyor: Takvimin ülkesinde büyük sıcaklıklardan korkuluyor ve serin rüzgâr isteniyor, iyi rüzgâr Doğu’dan esiyor, yağmurlar arzu ediliyor ama bunun fazlası taşkın korkusu yaratıyor, çekirgeler zarar vericidirler, caniler kazığa oturtulur, kadınlar kölelerle dolap çeviriyorlar… O halde Etrüsk metninin kendisinin de bir Geldanî orijinalden tercüme olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Takvimin ülkesinde siyasî rejim, çok belirgin değildir. Daha çok krallığa can atan güçlüler, sitenin prensleri, büyükler arasında ihtilâflar, güçlüklerle halk arasında çatışmalar bahis konusudur. Bu, az çok, Çiçero çağı Roma’sındaki sınıf savaşları tablosu oluyor. Ama hiç şüphesiz bu, aynı zamanda Etrüsk kentlerindeki karışıklıkların bir tam tasviridir. Her halükârda, bu lügatçe başka Etrüsk kitaplarında da bulunuyor: “Yıldırım konusunda, gizli kitaplarda, yıldırım bir prensi ya da kralı çarpacak olup da prens ya da kral yaşayacak olursa, ahfadı ünlü olacaktır.
M.Ö. 56’da Çiçero’nun sürgünden dönüşünden az sonra ager Latiniensis’te bir gürleme işitiliyor. Danışılan Haruspice’ler, büyüklerin ihtilâf ve uyuşmazlıklarından baba ve prensler için katil ve tehlikelerden korkulması gerektiği, şöyle ki bunlar destekten yoksun kalarak çökecekler ve bunun sonucunda iktidar ve iller tek bir kişinin eline geçecek, ordu mağlûp olacak ve bir inhitat yaşanacak yanıtını veriyorlar. O ise ki mezkûr Nigidius takviminde, 25 Eylül’de şunlar okunuyor: “O gün gürleyecek olursa, devlet içinde ihtilâflar nedeni ile bir zalim ortaya çıkacak, o dahi öldürülecek, ama güçlüler üstesinden gelinmez ezalara maruz kalacaklardır”. Roma haruspice’lerinin Nigidius takvimini değilse bile, ona müşabih bir tanesini tetkik etmiş olduklarında şüphe yoktur. Bu itibarla, bir Geldanî takviminden hareketle bir Etrüsk kitabına ve oradan da Roma haruspice’lerinin ritüellerine geçen bir bağlantı kurabiliyoruz.
Keza Etrüsk kâhinlerinin şimşekler bilimini Babilon’dan istiare ettikleri kesin oluyor. Diodoros “Entrüskler’in şimşekler bilimi bütün dünyada ün yapmıştır” diye yazıyordu.
Babilonya doktrini dört ana cihetten giden şimşekleri gözlüyor, buradan gökyüzünün sekiz sonra da on altı kısma bölünmesine gidilmiş ki Çiçero bu gelişmeyi kaydediyor (de divinatione).
Ama daha da şaşırtıcı olan, Etrürya ile Kalde’de tanrılar âleminin aynı yapıyı arz etmesidir.
Etrüsk tanrılarının tasnifi üzerinde elimizde M.S. V.yy.a ait, Martianus Capella’nın Nigidius Figulus’tan türemiş olabilen bir metni bulunuyor. Bunda tanrılar şöyle sıralanıyor:
– Jüpiter’e çok yakın ve penates Jovis de denilen senatores deorum’lar, Nigidius’un metninde bu ilk ad ile anılıyorlar;
– Zodyak’ınkilerin olması gerektiği on iki tanrı;
– Gezegenlerin olması gerektiği septen residui’ler;
– Gökyüzünün on altı bölgesine dağılmış tanrılar;
– Hiçbir özel bölgeye bağlı olmayan dii azoni’ler.
Bu kozmogoninin, ayrıntılarına girmediğimiz Geldanîlerinki ile çok yakın olduğu kesindir[113].
Babilonya’da astroloji (ilm-i nucûm) öbür kehanet yollarına göre, geç gelişmiş bir “bilim” olup, sonunda sarayın başköşesine yerleşiyor. Başlarda, en basit gökyüzü olaylarıyla sınırlı kalıp folklor tipinde haberler vermekle yetiniyor. Ama daha sonra gözlemlerini artırıp bunları daha itina ve metotla tahlil ediyor. Bu keyfiyet garip şekilde, Mezopotamya’nın Kuzey Suriye veya Hitit Kappadokyası, Orta Dicle’nin Doğu kıyısı ve Elam gibi çevre bölgelerindeki yansımalardan anlaşılıyor.
Bu konuda elde mevcut büyük bir tablet dizisi olup bunların, yerel varyantları, tali kalmaktadır. Bunlarda daima, birbiri ardından ay, güneş, sonra meteor ve yer sarsıntıları ve nihayet, başta Zühre olmak üzere, gezegenler ve yıldızlar tetkik ediliyor. Babilon’da bunların tümü her biri ortalama 100 kehanetle 70 tablet tutarken Uruk’ta sadece ay’a 22 tablet tahsis edilmiş.
Bütün bunların dışında müneccimlerin elinde, çok daha kolay taşınabilen, dizin olarak kullanılabilen “el kitapları”, çeşitli kullanım için “ekstre”ler… de vardı. Aslında haruspice’ler bu işin anası olarak kalıyordu ve astrolojiyle birbirlerini ahenkli surette tamamlıyorlardı. Şöyle ki biri yeryüzünün, öbürü gökyüzünün işaretlerini veriyordu: “Ay safhasının sonuna kadar bir Kuzey rüzgârı gökyüzünün yüzüne eserse: tahıl olacaktır.- Gökyüzünde, ay safhasının son günlerinde tanrı (ay) tamamen kaybolmazsa: ülkede açlık olacaktır.- Tanrı (ay)’ın yeniden meydana çıkması engellenmişse: altı günden önce tanrı (ay)’ın bir husufu (ay tutulması) olacaktır.- Gökyüzü su gibi düzgün ise: yüksek sular nadir olacaktır.- 9’unda, gecenin ilk başında tanrı (ay) bulutla kaplanırsa: Onunda, ay-tanrı bir halka içinde olacaktır.- Gökyüzünde, 25’ine kadar haçvarî (bir hale) düğümlenirse: Kralın davarlarında salgın hastalık olacaktır.- Kızıl, beyaz ve siyah bulutların çok fazla bir toplanması, istirahat saatinde yükselip günün geri kalanında sürerse: İki gün sonra, tanrı (ay) bulutlarla kaplanacak ama gecenin üçüncü safhasına kadar tek bir damla düşmeyecek ve bütün üçüncü gün süresince, gökyüzü örtülmeyecektir.”
“14’ünde bir tanrı – Ay husufu vaki oldu ve bu fenadır…”
Yersarsıntılarının da hangi ayda vaki olduğuna göre Kral ya da ülkenin başına çok hoş şeyler gelmeyecektir…[114]
İran’da Avesta, astrolojiden tamamen bihaberdir. Öbür yanda klasik Antikçağ Zerdüşt’ü bir akil ve peygamberden çok bir astrolog ve bir gök cisimlerine tapan biri olarak görüyordu. O halde astrolojinin Mazdehizm’e hayli erken girmiş olması muhtemeldir. Bu giriş en az Arşakî çağda vaki olmuş olmalıdır; İskender’in fethinin bir sonucu olabilir. Karışım, Küçük Asya’da M.Ö. II. yy.da saptanıyor. Bu yy.a ait Arabissos (Afşin)’in Arâmî yazıtı, Tanrı Bel (Ahuramazda veya Mithra) ile kız kardeşi ve Mazdakî Dini kadınla ünlü izdivacını kutluyor ve bir astrolojik metinle son buluyor. Kommagene’li Antiokus müteakip yy.da, Nemrut Dağı’nın tepesinde, 62’de Romalıların onun krallığını tanımalarını anımsatmak üzere o yıl vaki olmuş Jupiter (Müşteri), Mars (Merih) ve Merkür (Uttarit)in Aslan takımyıldızı içinde bir araya gelmelerini temsil eden bir astrolojik suret hakkettirmiş. Ve nihayet, Küçük Asya’nın İranî ortamında doğduğunda şüphe olmayan Mithra Mysterionları, gökcisimleri üzerine girişimlere geniş yer verip gökyüzü, gezegenleri, Zodyak’ı tanrılaştırıyordu. Sülukun çeşitli dereceleri çeşitli gezegenlerin koruması altına konmuştu.
İşin felsefesine girmiyoruz[115].
Bütün bunlardan günümüz Anadolu meteoroloji folklorunda hiç mi bir iz yok?…
Var!
Avienus’a[116] göre eskiden, güneşin gözlemine büyük önem verirlerdi: “Güneşi gözlemeye daha çok özen gösteriniz: güneş, daha emin haberlerle müterafiktir; gökcisimleri kralının önceden haber verdikleri, daha sadıkane vaki olur”.
Bu konuda eskilerin geleneği çok çapraşıktır; Plinius’un Natural history’si esas düşünceleri içeriyor:
“Doğduğunda saf, temiz, yanıcı olmadan, açık bir günün habercisidir; ama soluk, bir fırtınalı doluyu haber verir. Açık batıp açık doğarsa, iyi havanın teminatı daha da fazla olur. Bulutlar arasına saklanmış olarak doğarsa, yağmura işaret eder; o doğmadan önce bulutlar kızarırsa rüzgârın ve ayrıca kırmızılara kara bulutlar karışırsa yağmurun habercisi olur. Doğuş ve batışta ışınları kızıl olursa, yağmurlar bol olacaktırlar. Batışta bulutlar kızıl olursa, ertesi güne iyi havayı vaat ederler… Batışı anında yağmur yağarsa, ya da ışınlar bulutları kendilerine çekerlerse, ertesi gün için bir şiddetli fırtınanın haberi olur. Doğuşta ışınlar canlı değillerse, bulutlarla çevrili olmasalar bile, yağmuru gösterirler. Doğuştan önce bulutlar dizilirlerse, bir şiddetli fırtına gelecektir…”
Günümüz meteorolojisinin bu bulut, ay, güneş… renkleri vs.yi izah eden atmosferik optik bahsine girmiyoruz.
Eskilerin gözlemlerine göre doğan ve batan güneşin ve gökyüzünün kırmızı olması rüzgâra işaret oluyor. Bazen de sabahın kırmızılığı, kötü havanın (yağmurun) habercisi oluyor. Güneş batarken kırmızı ise ertesi günü havanın iyi olacağına emin gözle bakılır. Sabah güneş beyaz ya da gri ise, hava iyi olacaktır. Bu durum, gökcisminin ışığını ince su damlacıklarının yansıtması sonucu vaki olur. Bu olgu sabah gözlendiğinde genellikle pus tarafından hâsıl olur ki bu sonuncusu, güneş yükseldiğinde hızla dağılır. Yazın iyi havada gökyüzünün akşam kırmızımtırak ve sabah beyaz olması normaldir. Böyle bir atmosferik durumda, akşam oluşmuş pusun gece dağılması halinde bir hava değişmesi hazırlanır.
Doğuş ya da batışta açık ve parlak bir güneş, her yerde iyi bir işaret olarak görülür. Virgilius, Georgic’lerinde bu eski inancı dile getiriyor:
“Ama işine yeniden başlayıp bitirdiğinde,
Baştan aşağı bir saf ışıkla parlıyorsa,
Hiç korkma; yaşların da galibi
Aquilon, yüzen bulutları kovacak.”
Bu görünüm atmosferin temiz olduğuna işarettir: ciddi bir iyi hava vaadi. Ama güneş, sabahleyin fazla “ısırmamalı”. Gerçekten sıcak bir gün beklenir ve bu ortamda, çoğu kez fırtınalı sağanakların hâsıl olma ihtimali büyüktür.
Güneş renksizse bu, mutat olarak, ışığının, çoğu kez bir basınç düşmesine bağlı ince bir yüksek bulut tabakası tarafından azaltılmasının sonucu oluyor. Bu hal sabah vaki olduğunda günün pek parlak geçmeme olasılığı ortaya çıkar.
Bazen, bir optik aldatmaca ile güneş doğarken yükseldiği haldekinden daha büyük görünür. Avienus’a göre bu, “Phebus[117] şafağın kenarlarından mutattan daha büyük bir daire ile fırlarsa”, iyi havanın işareti olur. O ise ki büyük bir güneş iyiden çok kötü havanın habercisi olabilir.
Güneş, ufukta yükseldikçe bir bulut duvarının arkasına batacak olursa, hiçbir iyi şeyin beklenmeyeceği söylenir. Gerçekten Batı’da bir bulut barajı çoğu kez uzakta Doğa’ya doğru yer değiştiren bir alçak basıncın habercisi olur; dolayısıyla da ertesi gün için büyük bir yağmur ihtimali vardır.
Ama güneş, kapalı ve yağmurlu bir günün sonunda batarken, böyle bir barajda kendine yol açacak, “deliğini temizleyecek” olursa ertesi gün iyi hava teminat altına alınmış demektir. Gerçekten bu durum uzaklaşan bir alçak basıncın bulutlu sisteminin son unsurlarının ufku aşmasını ifade eder.
Eskiler ayın gözlenmesine büyük önem atfederlerdi. Yine Aviénus’un aşağıdaki tümceleri, geleneklerinin esasını içeriyor:
“Üçüncü günde Ay çok parlak, her tür lekeden azade olacak olursa havanın açıklığının süreceğini gösterir. Ama incelmiş bir hilâlde, yüzü de bir karanlık ateşle kaplı olarak doğacak olursa, zincirlerini kopartmış Caurus’lar[118], hareketli denizleri kabartacaktırlar. Daha sonra bir donuk ışıkla, hilâlin uçları köpüklü olarak görünürse, dördüncü doğuşunda ışınlarının çarptığı cisimler ancak zayıf bir gölge verirse, kara bulutlar ya da Zephir’ler[119] tarafından karartılacaktır; bu durum, Notus’un[120] eseceği, yağmurun yağacağını haber verir… Borée’ye[121] dönük ucu yana eğilecek olursa, gökyüzüne Aquilon’un[122] zalim esmesinin habercisi olur… Aynı işaret Notus’un geleceğini de ifade eder…”
Bütün eskiler kırmızı ayın rüzgârı, açık renk ayın iyi havayı, renksiz (beyaz) ayın da yağmuru gösterdiğinde müttefiktirler. Keyfiyet, güneşin renkleri için söylenenlerle izah edilir.
Ayın ilk safhasında hilâlle birlikte hafifçe aydınlık ay tekeri görünürse bu, bazı bölgelerde kötü havaya işaret oluyor.
Eski bir inanışa göre, aya yakın bir yıldız görülecek olursa kötü hava olacaktır. Halk meteorolojisinde ayın yıldızı, onu hareketinde takip edip kötü hava yaklaştığında yok olan küçük bir yıldızdır.
Atina’da olduğu gibi Roma’da da ayın çeşitli görünümlerine ait işaretler, ayın belli günlerinde özel bir önemi haiz oluyorlar. Gezegenimizin, yeni aydan sonra, güneşin ışınlarından sıyrılması için gerekli zaman, ay yörüngesi düzlemine yakın ekliptik düzlemin ufukla açısına bağlıdır. Hilâlin en erken görülebileceği zaman, bu açının en büyük olduğu Şubat’la Haziran arasıdır ki bu zamanda hilâl, ufka paralel bir küçük kayık şeklini arz eder. Olgu özellikle ilkbahar ekinoksu civarında iyice belirgin olur; yılın bu döneminde hava, geleneğe göre, özellikle istikrarsız olarak telakki olunur ki bundan
Ay yatakta, gemici ayakta savı doğmuş olmalıdır. Antikçağlardan tevarüs ettiğimiz ayın etkisine müteallik inançlar çapraşık olmakla kalmayıp çoğu kez de mütezattır. Meteorolojik folklorda en yaygın inanç, muhtemelen havanın yeni ayda değiştiğidir. Kimi bunu harfiyen kabullenir, kimi de hava değişmesine belli bir süre tanır.
Bir de yeni ayın görüldüğü haftanın gününün de etkisi bahis konusu olmaktadır. Bu inançların kökeni de, bu günlerin ithaf edildikleri tanrıların kültlerine bağlanır.
Yıldızların gözlenmesinden eskilerin çıkarttıkları hava tahminleri Plinius’un Natural history’sinin şu bölümünde okunuyor: “Yıldızların parlaklığı aniden kararırsa ve bu da bulut ve sis yokken vaki olursu, şiddetli yağmur ya da fırtınaya delalet eder…” Keza yıldızlar “irileşecek” olursa kötü havanın habercisi olurlar.
Yıldızların parlaklığının azalması, güneşi puslayan, çıplak gözle görünmez ince bir bulut tabakasının gelişinden ötürüdür. Bu tabaka kalınlaşmaya başlayınca az parlak yıldızlar kaybolurlar ve parlak yıldızların çevresinde bir ağıl oluşur ki bunların irileştiği hissini verir; gelenek bu olguyu, küçük yıldızların büyüklerin etrafında kümelendiği şeklinde yorumlar. Bütün bu işaretler, alçak basınç bulutlarının gelişinin ve dolayısıyla kötü havanın habercisi olurlar. Buna karşılık, yıldızların bol, açık ve parıldayıcı olmaları, kışın donla birlikte, güzel havanın işaretidirler[123].
* * *
Bize Yerköy’de (Yz) anlatılmıştı: sel geleceği zaman haşarat dere kenarından itibaren acele yukarılara tırmanırlarmış ve köylüler buna bakarak önlem alırlarmış. Yine bir haberde (Cumhuriyet gaz. 06.05.1980) Çin’de hava tahminlerinin karıncalara bakarak yapıldığı yazılı: “Çin’de, üniversite öğrencilerinin karıncaların davranışlarına bakarak yaptıkları hava tahminlerinin %80 oranında doğru sonuç verdiği bildirilmektedir”.
“Bu konularda açıklamalarda bulunan 20 yaşındaki üniversite öğrencisi Yin Jianliang, karıncaların, hava iyi olacaksa yuvalarının çevresini temizlediklerini ve yiyecek aramaya gittiklerini, bir fırtına ya da yağmur tehlikesi varsa, yuvalarının girişini kapatarak içeriye çekildiklerini söylemiştir.”
“Öte yandan öğrenciler tarafından özellikle kırsal alanlarda yapılan incelemeler, karıncalar ve hava tahmini konusunda 2100 eski Çin deyişi bulunduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu da Çinlilerin, karıncaların davranışlarıyla hava durumu arasındaki bağlantıyı eskiden beri bildiklerini ortaya koymaktadır.”
Buna benzer bir gözlem ve sonucu Zara (Sv)’da da görüyoruz.: “… Hava bulutlu iken arılar kovandan çıkıyorsa yağış olmaz, kovana giriyor da çıkmıyorsa yağış mutlaka olur.”[124]
* * *
Hesiodos’un tarım işlerine elverişli mevsimler hakkındaki dizelerini daha önce vermiştik. “Ataları Anadolu’nun Batı yörelerindenmiş Hesiodos’un, sonradan göçmüşler Yunanistan’a, orada yerleşmişler. Hesiodos da orada büyümüş. Ancak “İşler ve Günler” adlı uzun şiirinin kimi yerlerinde… atalarının yaşadığı toprağın izlerini buluruz bol bol…”[125]. Burada:
“Ekini biç, görünce gökte
Pleiad yıldızlarını, Atlas’ın kızlarını.
Görünmez oldukları zaman da
Ek toprağını.
O yıldızlar kaybolur kırk gün kırk gece.
Ama yılın çarkı durmaz döner,
Ve insanlar bilemeye başlayınca oraklarını
Görünürler yeniden gökte” (İşl.383-389)
diyor Hesiodos ve devam ediyor. İ.Z. Eyüboğlu: “Pleiad yıldızları, Atlas’ın kızları diye adlandırılan yıldız topluluğuna Ülker ya da Yedi Kardeşler denir Anadolu halkının tarımla uğraşan köylüsünün dilinde. Yaz ortalarında, güz döneminde bu Yedi Kardeş görününce…, biçilen ekinlerin kuruması, harmanlanması, savrulması… için uygun günler başlamış demektir. Harman etmenin günüdür. Yağmurlar yağmaz, inceden inceye yeller eser, ekinler saplarında iyice kurur, saplarından ayrılacak duruma gelir… Özellikle Temmuz Ağustos aylarında Yedi Kardeş görününce tarımcıların ekin toplamak için aradıkları gün gelip çatmış sayılır, böyle inanılır. Bundan dolayı Yedi Kardeş uğurlu sayılır köylülerce, tarımcılarca”.
“Yedi Kardeş, soğuklar, yağmurlar, sisli, bulutlu günler başlayınca görünmez pek. Bu da güzle kış arası aylarda olur. Bu dönem toprağın yumuşadığı, ne çok ıslak, ne de kurak olduğu çağdır. Ekin ekmeye, tarla sürmeye en elverişli aylar bu aylardır…”[126] Yıldızlarla mevsim ve hava durumu arasındaki ilişkiye iyi bir örnek oluşturuyor bu dizeler.
Ve yine tarım, hayvancılıkla ilgili “iyi, hayırlı” günleri Hesiodos’tan (İşler ve Günler) dinleyelim.
Zeus’un günlerini gereğince kutlamak istersen:
Söyle adamlarına en iyi gün ayın otuzudur.
İşleri yoluna koyup payları dağıtmak için.
İnsanların saygıyla gözeteceği günler vardır,
Ve bilgeliğin ta kendisi Zeus’un günleri şunlardır:
Birinci, dördüncü ve yedinci günler kutsaldır
-Leto altın başaklı Apollon’u yedinci gün doğurmuştur-
Sekizinci ve dokuzuncu günler de öyle,
Ama bu iki gün insan işleri için de elverişlidir.
On birinci, on ikinci günlerin ikisi de iyidir
Hem koyun kırkmak, hem ekin biçmek için.
Ama on ikinci on birinciden çok daha iyidir:
Uçarı örümcek ağını o gün örer
Günlerin uzadığı mevsimde;
İşini bilen karınca da o gün rızkını toplar.
Kadın o gün tezgâhını kurup işine başlar.
Ama ayın on üçüncü günü
Tohum atayım deme sakın.
Buna karşılık ağaç dikmenin tam günüdür.
Ayın ortasındaki altıncı gün
Ağaç dikmeye hiç elverişli değildir.
O gün erkek çocuğun doğması iyidir,
Ama kızlar o gün ne doğmalı, ne de evlenmeli.
Ay başının altıncı günü de
Kızların doğmasına iyi gelmez,
Ama oğlakları, koçları kısırlaştırmaya,
Koyunlara ağıl kurmaya elverişlidir o gün.
Erkek çocuk doğurmak için bire birdir:
O gün doğan çocuk şakacı olur,
Yalan söylemesini, atıp tutmasını sever.
Ayın sekizinci günü domuzu ve böğüren boğayı
On ikinci günü sabırla katırları iğdiş edin.
Uzun günler mevsiminin büyük yirminci günü
Bir yargıç doğdu mu cin fikirli olur.
Onuncu gün erkek çocuk doğmalı,
Ayın ortasındaki dördüncü gün kız çocuğu.
O gün ellerinizi üstlerine sürüp yatıştırın
Eğik boynuzlu, yampiri yürüyüşlü öküzleri,
Azı dişleri keskin köpeği, sabırlı katırları.
Ayın başında ve sonundaki dördüncü günler
Yüreği kemiren acılardan sakınmalı,
O gün toptan tanrılara verilecek gündür.
Ayın dördüncü günü bir kadın getirin evinize,
Bu konuda sizi en iyi aydınlatacak
Kuşlara danıştıktan sonra.
Ayların beşinci günlerinden sakının:
Belâlı, uğursuz günlerdir o günler.
Bir ayın beşinci günüdür ki
Erinys’ler Yemin tanrısını kuşattılar,
O yemin tanrısı ki, Savaş’ın oğlu olarak
İhanetleri açığa vuracaktır.
Ayın ortasındaki yedinci gün
-Büyük bir özenle izleyin o günü-
atın harmana Demeter’in kutsal buğdayını,
Ve oduncu kessin çatı kütüklerini.
Gemilere en uygun ağaçlardan
Teknelerin türlü kalaslarını.
Dördüncü gün başlayın gemileri donatmaya.
Ayın ortasından sonraki dokuzuncu gün
Akşamı güzel olan bir gündür.
Ayın başlangıcındaki dokuzuncu gün
İnsanların bütün dertlerden kurtulduğu gündür:
Hem ağaç dikmeler iyi gelir.
Hem erkek dişi bütün doğumlara;
O günün toptan kötü olduğu görülmemiştir.
Az kişi bilir yirmi dokuzuncu günün
Günlerin en iyisi olduğunu
Fıçıları açmak ve boyunduruğa vurmak için
Öküzleri, katırları ve tez ayaklı atları,
Ve sürmek için şarap rengi denize
Dizi dizi kürekçileriyle hızlı gemiyi;
Az kişi bilir o günün ne günü olduğunu.
Dördüncü günler de fıçı açabilirsin.
Ayın ortasındaki gün en kutsaldır.
Ama az kişi bilir yirminci günün
Gün doğarken en iyi gün olduğunu
Ve gün batarken o kadar iyi olmadığını.
İşte bu günlerdir gerçekten değerli günler
Bu dünyada yaşayan insanlar için.
Öteki günler değişken, ne iyi ne kötü günlerdir,
İnsanlara hiç de yararlı değildir o günler.
Kim insan şu günü över, kim insan bu günü,
Ama az insan hangi günün iyi olduğunu bilir:
Aynı gün bir anadır, bir üvey ana.
Ne mutlu o insan ki, bilip günlerini
Ölümsüzleri kızdırmadan görür işini,
Göklerin buyruğuna uyar ve suçlu olmaz. (İşl. 765-828)
Ankara yöresinde, köylü meteorolojisi ile ilgili sözler:
Göğen (mayhoş vişne gibi bir meyve) çok olursa kış çok olur.
Mart martlar, kaz tavuk yımırtlar.
Sakın abrulun beşinden, öküzü ayırır eşinden.
Meyve çok olursa kış çok olur.
Estiği kadar yağar.
Nevruz, çocuğun götüne donar havruz (oturak)
Samanın iyisini marta ko marta komazsan dananın derisini arda ko(dana ölür, derisini kurusun diye kaşa atıvirirler yere sererler).
Kaysı çıkdımidi yazın yarısı gelmiş, patlıcan çıkdımı idi bir kalbır kış girmiş dirler. (Bu sav, nerede ise yılın 12 ayında patlıcan ve sair sebzeyi sağlayan sera kültürünün yaygınlaşmasından önceye aittir).
Küçük mihrican el ayak üşütür, büyük mihrican dondururmuş (yidi sene yil ekmeği yimişik (yermişiz) şindik yıl döndü. Bolluk olacak)[127].
Bu sonuncu savda, Ahd-ı Atik’teki (Hz) Yusuf’un, düşünde yedi sıska inekle yedi besili inek görmüş olan Firavun’a bu düşü yorumlarken söylediği “yedi bolluk yılından sonra yedi kıtlık yılı gelecek” sözlerinden hiç mi esinti yok?…
Yukarıdaki “havruzu çocuğun götünde donduran” Nevruz’u, İzmir yöresi (Alevî) Tahtacı aşiretleri şöyle kutluyorlar: “Yılın kutsal günlerinden eski Mart’ın dokuzu günü Sultan Nâvruz’dur. O günün sabahı erken kalkılır. Soğan kabuğu ile sarı renkli, Gangılız (kan kızıl) çiçekleri ile al renkli yumurtalar kaynatılır[128]. Her ev kendi çocuklarına bunlardan muhakkak ikişer üçer tane verir. Börekler, tatlılar… hazırlanır. Gençler, ihtiyarlar, bu hazırlananları alıp bütün köy mezarlığına gider. Her aile kendi mezarları başında oturur”.
“Gençlerin içki içip şarkı söyledikleri ve çalgıyla oynadıkları da olur. Matem havası görülmez, ölüleri eğlendirdikleri, yedirip içirdikleri düşüncesi yaşar… ‘Bayrak’ dedikleri uçurtma günü de bu gündür. Uçurtmalar hep armudîdir…”
“Bayındır Yakapınar köyünden Ali Çelebi (dedelerden) oğlu Hızır Ertürkmen (1302) eskilerden duyduğunu anlattı: Nevruz, günlerin padişahıdır. O gün her şeye destur verilir… O gün yeni doğan oğlaklar kesilir, kırlarda eğlenceler yapılır. Cuma Ovası’nda kızlar da eğlenir.”[129]
Bu Hızır Ertürkmen’in 1302’de (Hicrî doğum günü ise) 1886 yılında doğmuş olması gerekir ki ondan “eski”ler, çıkan yüzyılın başlarının âdet ve inançlarını nakletmiş oluyorlar demektir.
Biz burada, aşağıda üzerinde uzunca duracağımız festivallerin ilkini zikretmiş bulunuyoruz. Döneceğiz konuya.
* * *
Şimdi Azmi Güleç’ten aktararak, köylünün havaya, aylara ve günlere dair kullandığı atasözleri ve deyimlerinden bazılarını veriyoruz[130].
a- Havaya Dair Atasözleri ve Deyimler:
Havadan anlayan çiftçi aç kalmaz.
Sabahın kızıltısı akşamı kış eder.
Akşamın kızıltısı sabahı güz eder.
Gün döner yaz olur, gün döner kış olur.
Hamsin, hem üşün, hem ısın.
Sen git zemheri gelsin.
Cemre yağışlı ise, yıl yağışlı, hasat bereketli.
Kasım yüz, gerisi düz.
Sittei sevir, kapıyı çevir.
Ülkerde yağarsa kuyu doldurur.
b-Aylara ve Günlere Dair Atasözleri ve Deyimler:
Geldi Kasım, çoğaldı hasım.
Karakış yağar, zemheri ayaz giderse, kızım halhalını gümüşten yaptırırım.
Karakışta karlar, Mart’ta yağmaz, Nisan’da durmazsa değme keyfine.
Kış kış gerek, yaz yaz.
Kış dumanlı, yazın yağmurlu olsun.
Zemheride yağmur yağacağına yılan yağsın.
Gücük güç üzer, Mart gön yüzer.
Hesapla Gücüğü, yok edersin küçüğü.
Geçti gücük, yenmez sucuk.
Mart ayı, dert ayı.
Mart dokuzunda çıra yak, bağ buda.
Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır.
Mart çiçeği sepete girmez.
Mart Martlar, tavuk yumurtlar.
İlk Mart, uygun sene.
Martta arıyı bırak, bul çiftine çırak.
Mart kuruluk, Nisan yağmurluk.
Mart havası gibi bir halde durmaz.
Mart ayların Çingene’sidir.
Yetişti Mart, kurtulur kart.
Mart içeriye, pire dışarıya.
Mart on ikisinde kar da yağsa, bağlara kufur çalmalı.
Mart yılın kırığını doğrultur, yıl Martın kırığını doğrultmaz.
Mart gülmeli. Nisan ağlamalı, Mayıs çağlamalıdır.
Korkma Martın kışından
Kork Aprilin beşinden
Öküzü ayırır eşinden.
Kork April’in beşinden
Sarı öküzü ayırır eşinden
Korkma zemherinin kışından.
Martta ovaya, Nevruzda yuvaya.
Mart yağar, Nisan öğünür
Nisan yağar, insan öğünür.
Martta yağmasın, Nisanda durmasın
Mart ile Mayıs’ta yağmur yağarsa sabanını gümüşlet!
Martta kuruluk, Nisanda yağmurluk.
Martta tezek kuruya, Nisanda seller yürüye.
Martta yağmaz, Nisanda dinmezse sabanlar altun olur.
Mart ile Mayısta yağmur yağarsa öğ kileyi, yağmazsa başına gey kileyi.
Martta sıçan siymezse, Nisanda yağmur dinmezse, çiftçiliğe baha biçilmez.
Mart ile Mayıs arasında yağmur yağarsa öğ sabanı, yağmazsa sat sabanı.
Mart ile Nisan ağlarsa rençper güler.
Nisan yağmuru altun araba, gümüş tekerlek.
Yılın eksiğini Nisan yetirir,
Nisanın eksiğini yıl yetirmez.
Nisan ayının yağmuru, kundura ununun hamuru.
Nisan yağmuru biçtim derdi ikiye biçtim.
Nisan yağmurunun her damlası bir buğday danesidir.
Yağmurlu Nisan, rüzgârlı Mayıs.
Nisan yağar, Mayıs çiseler o zaman dolar keseler.
Mayıs yaylımlı, toprak alımlı olmalıdır.
Yazın bulutu çiftçinin umudu.
Yaz bereketi kıştan alır.
Yaz bulutlu, yılımız kutlu.
Ağustosun sıcağı, karpuza vur bıçağı.
Ağustosun yarısı yazdan yarısı kıştandır.
Ağustosta beyni kaynayanın zemheride kazanı kaynar.
Ağustosta gölge kovan, zemheride karnın oğar.
Güz günü, gez günü.
Bir gün on günü besler on gün bir günü beslemez.
c- Yağmura Dair Atasözleri ve Deyimler:
Rençperin ambarı, yağmurla dolar.
Başladı kış ikindi, çoban kepenek dikindi.
Eser eser yağmazsa vay rençperin haline.
Yağmurun hayırlısı; bağın bayırlısı.
Gece yağar gündüz açar, o yılımızın hoşluğundan; Gündüz yağar gece açar o yılımızın puştluğundan.
Vakitsiz yağan yağmur, ihtiyarlıkta gelen servete benzer.
Çiftçi yağmur ister, tuğlacı kurak, ikisinin de muradını veren Hak.
Geçmiş yağmura kepenek olup çapınma.
Gök ağlamayınca, yer gülmez.
Gök gürlemeyince, çiftçi Allah Allah demez.
Yağmurla kar bereket; yeter ki olsun bereket.
Yağ yağışla; süt sağışla.
Bereketin kökü fazla yağışla, israf etme yoksullara bağışla.
Kurbağanın bile gözü yağmurdadır.
Yağmurun yavaşı öşürcü kızdırır.
Yağmur donar kar olur, o da bize kâr olur.
Yağmur yağarsa, ineği sat, öküzü al; yağmur yağmazsa, öküzü sat deveyi al.
Şimdi de Kırşehir’den[131].
Ağaçların yaprakları geç dökülürse, kış geç gelir.
Arılar çok olsa kış olmaz.
Gökte ne kadar yıldız varsa, yerde o kadar insan vardır. Bu sav bize tanrının (Hz. İbrahim’e) söylediği “Şimdi göklere bak ve eğer yıldızları sayabilirsen, onları say; … zürriyetin böyle olacaktır”. (Ahd-i Atik, Tekvin XV/5) sözünü hatırlatıyor… Nisan ayında yağmur yağınca balıklar ağzını açar. Balıkların ağızlarına düşen yağmur taneleri inci olur. İnciler ondan denizde bulunur. Bunda Nisan yağmurunun övgüsü okunuyor.
Hep işitiriz, “şu günü ya da şu saatte şunu yapmak iyi değildir, ya da günahtır” laflarını. Bunları, gördüğümüz gibi, en azından Hesiodos’a kadar geri götürebiliyoruz. Son olarak bunlara ülkemizden bu tür bazı örnekleri verip bahsi kapatalım.
“Salı günü bir işe başlanırsa sallanır kalır, çarşamba günü başlanırsa çarpılır kalır.
Salı günü yola çıkılmaz.
Çarşamba günü yorgan kaplanmaz.
Çok ağlayan çocuğun ağzına çarşamba günü çarık çarpılır.
Cuma gecesi soğan yenmez (bunda Peygamberin soğandan teneffüs etmesi ve Cuma gününün de kutsal gün olması keyfiyetleri Cuma ile soğanı birbirinden ayırmış olmalı…).
Cuma günü ev süpürülmez, dikiş dikilmez (burada da, Cumartesi’nden Cumaya alınmış[132] “sabbat” (sekt)i görmek mümkün oluyor)[133].
* * *
Resim 3.- Üzerined kılıç figürlü koç mezar taşı (Abdülhalûk Çay’dan çizim. Orijinal fotoğrafı Abdürrahim Şerif. – Ahlat Kitabeleri, İst. 1932’de resim 5: “Erciş’in içindeki kabristan’da bir Karakoyunlu devrine ait koyun resimli bir mezar taşı” ibaresiyle bulunuyor.
Koyun/koç, Asyalı öğelerimizin başlıca üretim metaı olmasıyla bunun bir nevi kült mertebesinde ilgi odağı olması doğaldır. Bunun çeşitli Türkî topluluklarında ad olarak geçtiğini görüyoruz: Akkoyunlu, Karakoyunlu… Koç da başlıca ongunlardan biri oluyor: o, ruhları koruyor. Böyle olunca da özellikle Doğu Anadolu’da çok sayıda koç ve koyun mezar taşlarına rastlamak şaşırtıcı olmaz (Resim 3).
Amasya’da Halifet Gazi türbesi içinde 0.90×2.15 m. boyutlarında bir mermer lâhit bulunuyor. Bunun yanlarında, ellerinde bezek kordonları tutan ve aralarında da Medusa (Gorgo’lardan biri, Perseus kafasını kesince akan kanından Pegasos’la Khrysaos doğmuş) başları bulunan sevgi tanrıları görülüyor. Köşelerde de koç kafaları yer alıyor. (Fot.112). Bu hususta Amasya tarihi müellifi Hüseyin Hüsameddin’i dinleyelim[134]: “Bu türbenin içinde Amasya Valisi Emir Mübarezüddin Halife Alp metfun olduğu kapısı bâlâsında mahkûk olarak görülmektedir. Türbenin derununda taştan bir sanduka olup Garp’tan Şark’a doğru konmuş müstatıl şeklindedir. Bu sandukanın cenuba nazır cephesinde kabartma olarak kız ve koyun kafaları ve eski Türklerin daima kullandıkları eşkâl-i mahsusa vardır. Bu kafaları ve eşkâl-i mahsusayı görüp de hale vâkıf olmayanlar, bu türbenin müşrikler devrinden kalma yahut Hicret’ten evvel Hristiyanlara ait olduğunu dermeyan etmektedir.”
“Fakat eski Türklerin eski âdetlerini bilen erbab-ı merak, bu kafalardan ve eşkâl-i mahsusadan maksat ne olduğunu kemal-i suhuletle anlarlar; medresenin yandaki (halen yıkık) kapısı üzerinde ‘Mübarezüddin Halife bin Tuli’ namıyla mahkûk ve 622 tarihli vakfiyesinde mestur olan emir-i müşarinüleyh, eşkâl-i mahsusanın delâleli üzere neseben Kınık-Kanık kabilesinden olup kız ve koyun kafalarının delâleti üzere validesi tarafından ‘Koyunlu’ kabilesine mensuptur. (Eski Türkler, soylara -ensaba-, şuube ve oymaklara -kabaile- pek ziyade riayetkâr ve merbut olduklarından dar-ı dünyadan gittikleri halde bile hangi soya, hangi oymağa mensup olduklarını anlatmak için âdet-i kadimeleri üzere kullandıkları eşkâli ve oymaklarının adlarını gösteren suretleri türbelerinin kapıları yahut sandukaları üzerinde hâkkettirmekte Müslim oldukları halde bir beis-i şer’î görmedikleri anlaşılmaktadır. Anadolu bilâdinde-beldelerinde- taharriyat icra edilirse bunun pek çok emsaline tesadüf edileceği muhakkaktır)…”
Hüsameddin bu türbenin Hristiyanlara ait olduğunu da söylüyor.
Albert Gabriel ise sandukanın Hristiyan çağının başlarına ait olabileceği görüşünde[135]. Kaldı ki, gerek Selçuklu, gerekse Osmanlı yapılarının çoğunda eski taşların, lento, sütun vs.nin aynen kullanılmış olduğunu biliyoruz[136].
Ve alabildiğine çok sayıda davar üzerine deyim, atasözü, bilmece, mani…[137]
Başlıca üretim araçlarını hayvanın oluşturduğu topluluklarda takvim yılının belli dönüm noktaları da hayvanlarla ilgili olacaktır: Bozkırağı, koç katımı zamanı, (Türkmen aşireti, Sv.) Camıs kıran (20 Nisan), sığır hayvanları otlamaya götürülür; nahır kovan (1 Aralık), hayvanlar tarlalara bağlanır. Sairlerini daha önce görmüştük.
[1] Bkz. C.II/1, s.578-9 ve 632-3
[2] F.Cumont, Roma Mithra isminin İran menşeli olduğunda şüphe etmemekle birlikte “taştan doğma” efsanesinin Anadolu kökenli olduğunda ısrar ediyor.
[3] M.P.Speidel.- Mithras-Orion. Greek hero and Roman army god, Leiden 1980 s.33
[4] ibd.
[5] EB ve EA, mad. “Orion”
[6] M.P.Speidel. op. cit., s.46
[7] M. Eliade.- Traité d’histoire des religions, Paris 1975, s. 147
[8] Kelimenin “ongun” ile ilişkisi akla yakın düşüyor.
[9] Tarafımızdan belirtildi.
[10] Tufan ile münasebet derhal görülüyor.
[11] D.S. Margoliouth.- Kadiriye, in İA ve EI
[12] Bkz. U. Bianchi (ed.).- Mysteria Mithrae. Proceedings of the International Seminar on the “Religio – historical character of Roman Mithraism…”, Leiden 1980
[13] Günah
[14] Tarafımızdan belirtildi.
[15] Ahmet Fakih. Kıtabu evsafı mesacidi’s -şerife, Ank.1974, s.44
[16] H.J.Drijvers.- Cults and beliefs at Edessa, s.31
[17] ibd.,s.40, 106, 150-1
[18] Osman Turan.- Oniki Hayvanlı Türk Takvimi, s.96
[19] Louis Bazin .- les systèmes chronologiques, s. 274-280
[20] Bkz. C.II/1, s.373-384
[21] Louis Bazin.- op.cit., s.281
[22] M. Fahrettin Kırzıoğlu.- Oniki hayvan üzerine dönen yıllar ve Türkçe ay adları, in TFA 11, Haziran 1950, s. 170-2
[23] Mary Boyce.- Zoroastrians. Their religions beliefs and practices, London 1979, s.92-3
[24] Osman Turan.- Oniki Hayvanlı Türk Takvimi, s.56 infra 1. Turan buna şunları ekliyor: “ Burada hayvan yılı zikredilmiyorsa da bunu umumi Türk teamülü harici saymak güçtür; ihtimal ki müellif kendisi için yabancı olan böyle bir kaydı kitabına almamıştır”.
[25] 1 Mart 1919 doğumluyuz.
[26] Jean Cuisenier.- op.cit., s. 136
[27] Ekrem Kolerkılıç.- Osmanlı İmparatorluğunda para. Ank 1958, s.l 16
[28] ibd.,s. 152
[29] Richard B. Rose.- The Ottoman fiscal calendar, in MESA Bulletin XXV/2, Dec.1991
[30] ibd.
[31] İ.A, mad. “Tarih”.
[32] Richard B. Rose – op.cit.
[33] Halil Sahillioğlu.- Sıvış Year crises in the Ottoman Empire, in Studies in the economic history of the Middle East. From the rise of İslâm to the present day. Ed.by. M. A. Cook, London 1970, s.230-3
[34] Mehmet Zeki Pakalın.- Osmanlı tarih deyimleri ve terimleri sözlüğü, İst. 1971, C.III, s.208
[35] İA. mad. “tarih”.
[36] Xavier de Planhol.- op.cit.,s.345
[37] Bkz. Fot.109 ve 110
[38] Gönül Öney.- Anadolu Selçuklu mimarisinde süsleme ve el sanatları, Ank 1978, s.40
[39] Haydar Çetinkaya.- Eski bir yazmadaki muammalar ve cevapları, in TFA 316, Kasım 1975.s.7478
[40] TA ve ML
[41] Halis Cinlioğlu.- Tokat’ta tabiat olayları ile ilgili halk inanışları, in SF 41, Haziran 1976
[42] Hüseyin Şükrü Ilıcak.- bir Osmanlı takvim yaprağının içeriği, in BİLİM ve ÜTOPYA, 11 Temmuz1993 (Aydınlık gaz. eki) ve Tarih ve Toplum 116. Ağustos 1993, s.30-1
[43] Jean Le Floc’hmoan.- La genèse des sports, Paris 1962. s.22
[44] Necati Akgün.- Güneş takvimleri, in Bilim Tarihi 10, Ağustos 1992, s. 9-17
[45] Mary Boyce.- op. cit., s. 104-5
[46] Necati Akgün.- op.cit., s. 20-3
[47] AB
[48] BL
[49] Tarafımızdan belirtildi. Bu sözcük için kitabın çevirmeni, dipnotta şunları söylüyor: “Kitabın aslında böyledir, fakat bunun yanlış olduğu açıktır; çünkü Firordin, başlangıcı Fars aylarında Mihr (21 Eylül) olan sonbaharın değil, ilkbaharın birinci ayıdır.”
[50] Şeref Han.- op.cit., s. 329
[51] M.Plessner.-Mihr, in İA
[52] Geo Widengren., Les religions de l’Iran, Paris 1968, s. 68
[53] Dahhâk’ın zulmüne karşı ayaklandıran İranlı ünlü demirci
[54] L. Dufour.- Météorologie, calendriers et croyances populaires, Paris 1978, s. 20-22
[55] ibd. s. 26-31.
[56] L.Dufour.-op.cit., s.32-3
[57] Şeref Han.- Şerefname. Kürt Tarihi. Çev. Emin Bozarslan. İst. 1975, s. 122
[58] ibd. s. 35
[59] Haluk Hepkon.- Pazar tatilini İmparator Constantinus’a borçluyuz, in Aydınlık (gaz.), 26. 09. 1993
[60] Rıza Yetişen.- Tahtacı aşiretleri (âdet, gelenek ve görenekler), İzmir 1986, s 21-2
[61] Bunların ayrıntıları için bkz. D.A. King.- Mîkât, in EI
[62] Tarafımızdan belirtildi.
[63] Neşet Çağatay.- Bir Türk kurumu olan ahilik, Konya 1981, s. 118.
[64] Numa Pompilius, Roma’nın 2. efsanevî kralı (M.Ö. yakl. 715-672) olup din okulları kurarak kutsal bir takvim hazırlatmak ve Sabin Tanrılarını Roma’ya sokarak Roma’ya dinî bir düzen verdiği ileri sürülür(ML).
[65] B.-Dupiney de Vorepierre, op.cit., mad “avril”.
[66] Joseph Karst.- Mythologie Arméno.- Caucasienne et Hetito-Asianique, Zürich 1948, s.58-9
[67] Joseph Karst.- Mythologie Arméno- Caucasienne et Hétito-Asianique, Zürich 1948. s.57-8
[68] ibd., s.68
[69] H 1125 (1713) yılından kalma bir yazmada eleğimsağma (ebemkuşağı) renkleri üzerine inanışlar, in TFA 234. Ocak 1969.
[70] J.Chevalier et A. Gheerbrant.- Dictionnaire des symboles, mad. “arc-en-ciel”
[71] T. Fahd.- Kaws kuzah, in EI: E. Wiedemann.- Kaws Kuzah, in ibd; E. Wiedemann., Alaimisema, in İA.
[72] Ahmet Caferoğlu.- Güney Doğu illerimiz ağızlarından toplamalar, s. 222
[73] Henry et Renée Kahane and Andreas Tietze.- The lingua franca in the levant. Turkish nautical terms of Italian and Greek origine, Urbana Illinoris 1958, s.225-8
[74] ibd. s.495-6.
[75] ibd. s.115.
[76] ibd. s.257-8.
[77] A.J. Wensinck.-Semum, in İA.
[78] Bkz. C.II/I, s.728-731
[79] Eremya Çelebi Kömürcüyan.- İstanbul tarihi. XVII. asırda İstanbul. Çev. H.D. Andreasyan, İst. 1952, s.60
[80] P.Galand- Pernet.- Ayyâm al -adjuz, in EI.
[81] Abdülkadir Özcan.- Berdü’l -acüz, in YİA.
[82] Henri Massé.- Croyances et coutumes persanes, Paris 1938. T.I, s.182.
[83] İtalyanca cuculare = istihza etmek.
[84] Arapça “bahur”, şiddetli sıcaklar; “eyyam”da “yevm”, “gün”ün çoğuludur.
[85] Meryem, kadim Ana Tanrıça’yı istihlâf etmiştir.
[86] İtalyanca giornata. “gün”den galat.
[87] Ayrıntıları için Bkz., C.II/1. s.820-840
[88] Sözcük Farsçadır.
[89] Nermin Erdentuğ.- Hal köyü. s. 13.
[90] Hâmit Zübeyir Koşay.- Türkiye halkının maddi kültürü, in TED I. 1956.
[91] san – sanğ, tahılların başak tutmamasına neden olan hastalık (Af, Dz, Brs, Bil, Bu, Ks, Ama, To, Ky, Nğ. Kn); ekinlere dadanan bir böcek (Bil).
[92] Lodos.
[93] Kırzıoğlu M. Fahrettin.- Erzurum’un Şenkaya ilçesi merkezi Örtülü’de halk takvimi, çevre ağzı, yemiş, ağaç ve ot adları, in TFA 262. Mayıs 1971. s.5951-2
[94] İpek Tohumcu.- Kars, in Folklora Doğru 16, Mayıs 1971, s. 24-25
[95] “Türk’ten korkmak”, “hocadan korkmak” konuları I.ciltte irdelendi.
[96] Cemil Cahit Güzelbey.- Gaziantep’te halk takvimi ve ilgili türeler, in TFA 346, Mayıs 1978, s.8318-20
[97] M.Fahrellin Kırzıoğlu.-Oniki hayvan üzerine dönen yıllar ve Türkçe Ay adları, in TFA II, Haziran 1950 s.170-2
[98] Bkz. C.II/1. s.972-992
[99] Nizamettin Onk.- Aras boyu örf ve âdetleri: Nevruz bayramı, in Türk kültürü 119, Eylül 1972, s.48- 54
[100] M. Kemal Özergin.- Halk takviminde aylar, in TFA 238, Mayıs 1969, s.5275-6.
[101] Hasan Özbaş.- Yozgat’ta Congolos, in TFA 212, Mart 1967,
[102] Ali Rıza Yalman (Yalkın).- Cenupta Türkmen Oymakları, I. s.51-61
[103] Gürbüz Erginer.- Uşak halk takvimi, halk meteorolojisi, Ank, 1984, s.54-55 ve passim
[104] Hamit Koşay.- Ankara budun bilgisi, Ank 1935, s.201-2
[105] ibd., s.205.
[106] P. Minas Bıjıskyan (Trabzonlu).- Karadeniz kıyıları tarih ve coğrafyası. 1817-1819. Terc. ve notlar Hrand Andreasyan, Ist. 1969, s.7-8
[107] Rumî takvime göre. Milâdî 6 Mayıs’la arada 13 gün oluyor. Öbürlerinde de az çok aynı şey görülüyor.
[108] Bunların ayrıntıları için bkz. Nail Tan.- Türkiye halk meteorolojisinde hava tahmini, in I. Uluslararası folklor kongresi bildirileri, C. IV, Ank. 1976, s.250-282
[109] Aristotle.- Meteorologica. çev. H.D.P. Lee, London 1978 (Loeb). s. XXV-XXVII, çeviricinin giriş’inden.
[110] Louis Dufour.- Les dictons météorologiques, Verviers (Belçika) 1973 s.5-7
[111] C.A.Nallino.- Astroloji-in İA
[112] Bkz. C I, s.81-5
[113] André Piganiol.-Les Etrusques Peuple d’Orient, in.CHM. I/2Octobre 1953. s.340-3
[114] Jean Nougayrol.- La divination babylonienne. in Coll. La divination, PUF, Paris 1968, s.45-51.
[115] Jacques Duchesne-Guillemin.- La divination dans l’Iran ancien, in ibd., s. 146-8.
[116] Bkz. Aviénus.- Description de la terre, les régions maritimes, phénomènes et pronostics I’Aratus et pièces diverses. Paris 1843. Trad. E. Despois et E.Saviot.
[117] Apollon’un bir başka adı. Apollon adının Yunanca olmadığı herkesçe biliniyor. Bu ad kimi Hitit yazıtlarında görülen Apulunas tanrı adıyla bir olabilir mi?… Yunanlılar bile bu Apollon adını anlamamış olacaklar ki tanrının özünü belirtmek için bir ek ad takmışlar ona: Phoibos demişler. Phoibos’un anlamı belli: parlak demektir ve tanrının ışık saçan aydınlık varlığını dile getirir. (Mitoloji sözlüğü). Bu ad ayrıca, yine “parlak” anlamıyla, güneş tanrısı Helios’a da verilmiş olup Latincedeki Phoebus, buradan gelir (ML).
[118] Avenius’un zikrettiği bu rüzgâr (fırtına) hakkında bilgi edinemedik.
[119] Zephyros, Batı yeli, Astraios’la şafak tanrıça Eos’un oğlu. Bu Astraios da “yukarıda giden, yani dünyanın üstünde dolaşan” anlamına gelen Hyperion’la, evlendiği kız kardeşi Theia’nın oğludur. Bu evlilikten rüzgâr tanrılar doğar ki bunların ilki Zephyros olmaktadır. Ayrıca Şafak Yıldızı ve öbür yıldızlar da bu karı-kocanın çocuklarıdırlar (A. Erhat- Mitoloji sözlüğü).
[120] Notus, daha önce gördüğümüz Lodos, Güney rüzgârıdır.
[121] Boreas, adı Türkçeye poyraz diye geçen Kuzey rüzgârı, esiş yönüne göre bugün bizim yıldız dediğimiz yele karşılık olmaktadır. Hesiodos’a göre Şafak tanrıçasın oğlu olan Boreas, Notos ve Zephyros’un kardeşidir. Şairler Boreas’ı kara bulutlarla gökten sağanak kopan ve engin dalgalarla denizi allak bullak eden azgın bir yel, buz gibi esen bir kasırga olarak nitelerler. Odysseia’da önemli bir rol oynayan Boreas, kimi zaman arkadan püfür püfür esince, gemicileri dosdoğru ereğe ulaştıran güzelim bir yel sayılır. (Mitoloji sözlüğü).
Günümüzde geçici, şiddetli, sağanak, çoğu zaman yağmurla gelen rüzgâr olan bora, işbu boreas’tan İtalyanca bora olarak aynen dilimize geçmiş (ML).
[122] Samanyolu üzerindeki Kartal takımyıldızının Latince adı olup metinde herhalde bu yönden esen rüzgâr kastedilmektedir.
[123] Louis Dofour.- op.cit. s. 13-53
[124] İsmail Hakkı Acar.- Zara halk meteorolojisi, in SF 23, Aralık 1974
[125] Hesiodos’un eseri ve kaynakları (Çev. S. Eyüboğlu. A.Erhat) kitabında bu bahsi İsmet Zeki Eyüboğlu kaleme almış, s.92-4
[126] ibd
[127] Hamit Koşay.- Ankara budun bilgisi, Ank 1935, s.79-80.
[128] Hıristiyan Küçük Asya’nın Paskalya’sının İslâmî cilâ altında devamı mı?…
[129] Rıza Yetişen.-Tahtacı Aşiretleri (âdet, gelenek ve görenekler) İz.1986, s.23
[130] Azmi Güleç.-İklim ve iklime dair Atasözleri, deyimler, in TFA.252,Temmuz 1970
[131] Veysel Arseven.-Kırşehir’de inanmalar. Toplumsal folklor üzerine, in, TFA.79, Şubat 1956: 81, Nisan 1956
[132] Bu hususta bkz. Burhan Oğuz.- Türk ve Yahudi kültürlerine bir mukayeseli bakış, İst.1992, C.I. s.96
[133] Gündüz Artan.-Gülnar’da bazı inanışlar, in TFA 161, Aralık 1962, s. 2921
[134] Hüseyin Hüsameddin.-Amasya Tarihi I, İst.1328,1330, s.l96-8
[135] Albert Gabriel.- Monuments turcs d’Anatolie, II, Paris 1934, s.58
[136] Ayrıntılar için bkz. Burhan Oğuz.- Approche â l’étude de l’organisation de chantier de contruction à l’époque seldjucide , in I. Uluslararası Türk İslâm Bilim ve Teknoloji Tarihi Kongresi, İst.14-18 Eylül 1981 C.III, .s.14
[137] Bkz. Abdülhaluk Çay.-op.cit. s.70-8