Kültür Eserleri > THKK 2/C - Tarım Teknikleri > Tahılların Öğütülmesi

Tahılların Öğütülmesi

Konuya yine Mahmud’un verdiği bilgilerle girelim: “Çıgır: değirmen, çark, dolap gibi şeylerin çıkrığı; ip çıkrığı ve her türlü makara” (I/421). Çıgrı aynı zamanda “feleğin çarkı” da olmaktadır: “Türütti = Tenğri yalnğuk türütti =‘Tanrı âdemi yarattı’. Başkası da böyledir. Oğuzca bir şey takdir veya ıslah edildiği zaman ‘türütti’ denir.” Şu beyitte dahi gelmiştir:

“ Tenğri ajun türütti çığrı udhu tezginür

Yulduzları çergesip tün kün üze yörgenür”

‘Tanrı açını, âlemi yarattı, felek durmadan döner, yıldızlar sıra sıra dizilip gece, gündüz üzerine sarılır” (II/303).

Ve çark, değirmen aksesuarından “itegü: değirmen taşı üzerine konulan ağaç parçası ki unun biraz kalın olması istenirse taş, bununla biraz yukarı kaldırılır, ince olması istenirse aşağı indirilir” (I/137).

“Değirmen”e verilen genel adlardan biri devlip-devlit-devlit taşı-devlüp’tir (Ur, Gaz, Mr, Ada, Hat); bu sözcükler, “bir değirmenin su çarkı, bir sabit eksen etrafında dönen her türlü çark” karşılığında olan Arapça dûlâb, çoğulu dawâlîb, Suriye Arapçasında dwêlîb’ten muharreftir[1]. Ancak bunlar Mr ve Ada’da “değirmen taşı”nı da ifade ediyorlar. Bir başka ad da hergimant’tır (Ml).

Değirmen’in kendisine gelince ilk akla gelen “değirmi”, yuvarlak anlamındaki sözcük oluyor. Gerçekten Uygur Türkçesinde tägirmän, değirmen; tägirmi, değirmi, yuvarlak; tägirmiläyü, çepçevre’yi ifade ediyor[2].

Kaşgarlı da ünlü sözlüğünde “değirmen”i Türkçe tarafına yazmış: “Tegirmende togmış sıçgan kök kükreginge korkmas = değirmende doğan sıçan gök gürlediğinde korkmaz” (DLT III/282). Ve yine “tenğsizde tegirmen turgursa yarağsızda yar barır = yaraşmayan yerde, denk olmayan yerde değirmen yaparsa, imkânsız bir sırada yar (yarık) peyda olur” (DLT III/355).

Clauson, Tegirme/tegirmi’nin “yuvarlak, dairevî” karşılığı olduğunu, mi son takısının Uygurlara özgü olduğunu ifade edip bu dilde örnek veriyor: “kün tenğri tilgene teg tegirmi = güneş kursu gibi yuvarlak. Bir fare de bir libası “tegirmi ısırsar =bir yuvarlak delik ısırırsa”… “Değirmen” için de tegirmen’ın tahıl öğütmek için bir dönel çark olduğunu yazıp bunun Kuzey-Doğu grubunda teğrmen/tığrben; Tuba diyalektinde değrbe; Kuzey-Batı Kumıkçada tirmen: Kuzey-Batı Nogay lehçesinde de termen şeklinde olduğunu ekliyor[3].

Mezkûr tegirme’yi de Kaşgarlı “tegirme nenğ = çörek, değirmen ve para gibi değirmi (mudawwar) olan her nesne” şeklinde tanımlıyor (DLT I/490). Keza bu eserde tegirmen, “değirmen” için bir türe ait terim oluyor: “tegirmen (al-tahun) tişedi= değirmen taşını dişedi, dişlerini keskinleştirdi”.

Bir VIII. yy. Buddhist Uygur ev eşyası, mutfak, misafir odaları, büyük ve küçük kapılar, kuyu, ocak listesinde sokğu teğirmen, bir havan, bir (el) değirmen’ini buluyoruz[4]. Bu sonuncusunu, Anadolu’nun soku-soku taşı olarak daha önce irdelemiştik[5].

Räsänen aynı şeylere şunları ekliyor, “değirmen” için: Balkırlarda tirmen, türmän; Karaimlerde tırmeğn (değirmen taşı); Kazak tırmän; Teleut tärmän; Oirot tärbän; Sojon dêrbe…[6]

Ve günümüzde birkaç atasözü, deyim:

“Değirmen beygiri gibi dolaşır”.

“Değirmen döner ama suyu nereden?”.

“Değirmene gelen nöbetine kail olur”.

“Başta değirmen çevirmek” = musallat olmak, yakasından düşmemek, taciz etmek.

“Sakalını değirmende ağartmak” = ihtiyarlamış ve gün görmüş olduğu halde her şeyden cahil ve bîvukuf olmak (BTL).

“Değirmenin suyu” deyince akla hemen aşağıda ayrıntılarıyla irdeleyeceğimiz su değirmenleri geliyor.

Uygurların başkenti Beş-Balığ’da her dinden birçok mabet bulunuyordu ki bu, çeşitli uygarlıkların bir kaynaşmasını ve bu arada da “yaşam teknikleri”nde ciddî bir etkileşimin ifadesi oluyordu. Çinli seyyah Wang Yen-t’ê mezkûr kenti şöyle anlatıyor: “… Sular, (Uygurların) başkentinin etrafını çevreleyecek bir şekilde düzenlenmiştir. Bu sular, tarlalar ile bahçelerin sulanmasında ve değirmenlerin işletilmesinde kullanılır”[7].

Bu ifade, Asya Turkic unsurların yerleşik düzene geçmiş olanlarının işbu sabit tesise aşina olduklarını, göçebelerin de hiç değilse bunu “geçerken” görmüş olarak Anadolu’ya varmış olduklarını gösteriyor.

Gerçekten “… Çin’den Orta Avrupa’ya, Sibirya’dan Hindistan’a kadar olan alanda değişik kültür merkezleriyle ve uluslarla karışmış olan Türk halkının buralarda değirmenin değişik örnekleriyle karşılaştığını, yerine göre bunları etkilemiş olabileceği gibi, yine bunlardan etkilenmiş olabileceğini kabul edebilir, değirmen ve değirmencilikle ilgili söz varlığı içerisinde bulunan alıntı kelimeleri de bu etkiye bağlayabiliriz. Burada, yalnızca dil verilerine dayanarak bu gibi konularda kesin sonuçlara varmanın her zaman mümkün olamayacağı, kimi yabancı kavramların Türkçeleştirilebileceği gibi, kimi Türkçe kelimelerin unutularak yerine alıntıların geçebileceğinin de göz önünde bulundurulmasının gerektiği ileri sürülebilir. Ne var ki, dil verilerinin kültür alışverişlerinin tespitinde çok önemli kanıtlar olduğu bir gerçek…”[8]

Aslında bu sözler, bizim daha I. Cildin önsözünde ifade etmiş olduğumuz değerlendirme yöntemimizin bir teyidi oluyor.

Biz aşağıda çeşitli değirmen türlerinin aksamını, olabildiğince sayıp bunların adlarından kökenlerini tahmine çalıştık. Daha fazlası M. Özmen’in mezkûr değerli çalışmasında bulunuyor. Yazar, bunları sistematik bir tasnife tâbi tutmuş.

“Bazı İslâm hukukçularının aksine olarak Osmanlılar, halkın refahının sağlanması hususunda narha büyük bir önem vermişlerdir…”[9] Bu cümleden olmak üzere 1640 tarihli” narh (es’ar) defteri”nde, değirmenle ilgili olarak “değirmen tabanı ve değirmen iği -130 dirhem kalay konmak üzere- vakıyyesi 90 akça” diye yazıyor[10].

Mezkûr “taban” herhalde “tapan” olacak olup bu, “değirmeni ayarlamaya yarayan çarkın altındaki tahta bölüm” (Sm, Ar, Ky, DS) olup bunu Mehmet Özmen, “25×25 cm kalınlığında ve 2 m uzunluğunda olup yastıkların üzerine yerleştirilen kalas…” şeklinde betimliyor[11]. “İğ” ise yaygın olarak kullanılan bir terim olup “değirmen taşının ortasında bulunan ve yukarıdaki üst taşa geçen eksen”dir (DS). Bunu yine Özmen şöyle tarif ediyor, “üst kısmı erkekle birleşen, alt kısmı tunca oturan, çarkın ortasından geçen ve çarkın dönme gücünü üst taşa ileten 140-180 cm uzunluğunda, 20×25 veya 20×20 cm kalınlığında dut veya meşe ağacından yapılan araç. Erkek’le iğin birleştiği yer yuvarlaktır. Ortasından yarık olan bu kısma, 60 cm.lik erkek’in 30 cm.si girer. Erkekle iğin birleştiği yere altı adet toht (çember) takılır. İğin 10 cm.si alt taşın içine girer”[12].

“Erkek” ise “İğ ile üst taşın irtibatını sağlayan, 60 cm uzunluğunda ve 6 cm çapında olan mil…” olup iğ “tunca oturuyor” ki burada bir bronz parça bahis konusu oluyor demektir (Bronz, bilindiği gibi bir bakır-kalay alaşımıdır). Narh defterinde “130 dirhem kalay” zikredildiğine göre erkek’in içinde döndüğü tunç yatak standard boyutta olmalı ki böylece de tuncun ayarı saptanmış oluyor.

İğ ile tapan, yine standart boyutlarda ahşap parçalardır.

Yine narh defterinin “Baha-i Kereste” cetvelinde “eğri-i değirmen, danesi 60 akçe” okunuyor[13] ki bu da, tane ile satıldığına göre, standart boyutta bir ağaç parça olmalı. Yine “pirinçten çarhlı baklava ve börek değirmeni 2.5 akça” imiş[14].

Tahılın kabuğunu yumuşatmaya ve ayırmaya yarayan değirmen olan dink’ler hakkında I. ciltte bilgi vermiştik. Günümüzde Çin Seddi’nden uzakta, Gobi çölünün Güney’inde yaşayan Moğolların uyguladıkları ilkel bir çiftçilik (Mongghol tariya) ile elde ettikleri tahıl, kenarsız düz bir değirmi taş üzerinde gözleri bağlı bir eşeğin döndürdüğü, uzunluğu çapına göre fazla olan bir taştan oluşan dinklerde kırılmaktadır[15]. Bunun Çin modeli olduğunu görüyoruz[16].

Yine I. ciltte, küçük el değirmenine de örnek vermiştik (bkz. fot. 32). Buna Es’de gıldır, Kr’de kikre, Kr ve Ağ’da da kirkire denmektedir.

XIV. yy. Avrupa’sında, tavana mafsallı bir çubukla çevrilen el değirmenlerinin kullanıldığını görüyoruz (şek. 97). Bu tiplerin Anadolu’da kullanılıp kullanılmadığını bilmiyoruz.

“Hayvan koşularak döndürülen değirmen”e mider deniyor, Ur, Gaz’te. Hat’da ise bu ad, “hayvan koşularak su çekilen kuyu dolabı”nı ifade ediyor.

El değirmeni aksesuarından söbek’i zikredelim. Bu, “el değirmenlerinde alt taşın ortasına çakılan demir ya da ağaç çivi” (Gm, Ezm); “el değirmenlerinde alt ve üst taşlar arasına konan, delikli tahta ya da demir araç” (Ky); “üst değirmen taşının ortasındaki mile takılarak dönmesini sağlayan demir baltacık” (Es, Nş, Ky, Nğ); ”bulgurun iri çekilmesini sağlamak için baltacığın altına konularak yükselmesini sağlayan topaklanmış ıslak bez”dir (Çr).

Herhalde “dink”den galat link-ling, “pirinç dövmeye yarayan tahta dibek” (Kü, Gr); “merkezinden çıkan oka at koşulan, bulgur, yarma yapmaya yarayan değirmen” (Es, Ky); “kendir dövmeye yarayan ve su ile dönen dolap” (Or) olup yine Or’da bu sonuncu tarife uygun dolap dıngana adını almaktadır.

Suyla işleyen değirmenlere gelince: bunun bir küçük tipine Ar’de bucula deniyor. Şek. 98’de, en basit haliyle, suyla çalışan, yatay çarklı bir değirmenin prensip krokisi görülür.

“Değirmende çarka giden suyu salmaya yarayan ark”a ana-anaç denir (Çkl, Or, Gr, Tr, Ezc). Bu suyu akar-akak-akanca-akarca…, yani “su oluğu”, değirmene taşır (Fot. 61 ve 62’ de yatay oluk). Bunun sair adları oban (“su değirmenlerinde suyun yüksekten dökülmesini sağlayan oluk” Af, İz, Mğ), boyra (Af, Isp), seğdim (Ks), donguzluk’dur (“değirmenlerde suyu yüksekten akıtan oluk”-Tn). Bu oluklar ağaç kütükleri oyularak meydana getirilir, alttan ya örme taş, ya da yine ahşap desteklerle tutularak yatay olarak uzatılır. Bazen, akışın tekdüze olmasını sağlamak için su, ana’dan çıkışta, inşa edilmiş bir depo’ya (sepele-Sm) doldurulur, buradan yatay oluğa girer. Suyun az olduğu zamanlarda, su düzeyini yükseltmek için oluğun en dar yerine bir ağaç halka konur ki buna lula (Brs) denir. Sözcük herhalde “lüle”den galattır.

Bu sepele aslında “türbin”in salyangoz’u”dur. Latince sepelio, “gömmek, boğmak, gark etmek, içine daltırmak” olup bundan müştak saepes, sepes de “etrafı çevrili mahal” manasına gelmektedir.

Yatay oluğun ucundan su, kapalı “cerî boru”ya, yani dik meyilli ambar-ambar oluğu (“değirmen çarkına suyun hızla inmesini sağlayan dik ve kapalı oluk” -Sv,Yz,Kn), asma (“değirmen çarkını çevirmek için arktan gelen suyu çark üzerine şiddetle sevke yarayan ve dik meyilli konmuş olan üstü tahta oluk” – Kü, Or) (fot. 61 ve 62’de solda), fison-fişon (Rz, Sv), seyirdim-seyirdim oluğu (Af, Çr, Gr, Ank, Krş) aracılığıyla değirmen çarkına varır ve onu döndürür. Bu “cebrî boru”, bazen, suyun basıncını çoğaltmak için, büyük bir huni şeklinde yapılır (fot. 62’de biraz böyledir) (To, Mr, Hat, Sv, Yz, Ada) ve abare tesmiye edilir.

Bu cebrî borularının uç kısmına, yani “değirmen çarkını döndüren suyun çıktığı deliğe boyla-boyra (Isp, Brd, Dz, İz, Es, Çr, Yz, Ank, Krş, Kn, Ant, Mğ) çımbor (Tr) denir. Bu deliği daraltıp basıncı artırmak için takılan dar ağaç borunun adı da poyra (Dz, İz, Ba, Çkl, Kü, Bo, Zn, Sn, Sv, Yz, Ada, Ant, Mğ), sıfın (Sn, Sm, To, Or, Rz, Ar), süfün (Ada), fısın’dır (To, Sv, Krş, Ky, Nş, Kn). Latince sufficis, suffis “alta koymak, dip olarak koymak”tır.

Salacak, “değirmen suyunu boşa akıtmak için oluğun önüne açılan hendek” (Kc, Ar, Ky), “havuz ya da kanallarda su boşaltmak için bulunan delik”tir (To). Acaba zamanında Üsküdar’da buna benzer bir şey mi vardı?…

Galak, “değirmende su ayarlama düzeni”dir (Ama).

“Oluk”tan söz etmişken donuzluk’u da zikredelim. Bu, “değirmende tahılı taşa akıtan oluk”tur. Ada’da; yani şek. 98’in üstünde, iplerle tavana bağlı olup titreştikçe tahılı akıtan oluktur.

Batı’dan Doğu’ya kullanılan “su değirmenlerinde çarkın bulunduğu ve döndüğü yer” olarak tanımlanan domuzluk -doguzluk -doğuzluk -donguzluk -doğızlağı –doğuzluk -donuzluh –donzluk -douzluk ve yine yukarda “suyu yüksekten akıtan oluk” ve “tahılı taşa akıtan oluk” olarak tanımlanmış, sırasıyla donguzluk üzerinde biraz duracağız.

Nakşibendî şeyhlerinden Sofyalı Nimetullah Efendi’nin (ölm. 1561) 1540’da düzenlediği Farsçadan Türkçeye “Lûgat-i Nimetullah” da “Tenzede (Fa)= değirmen toğuzluğu; Tezde (Fa) = değirmen toğuzluğu ve değirmen müzdü ve çakıldak ve unluk” diye yazılı ki bunları, yine bir XVI. yy. ürünü olan Farsçadan Türkçeye “ Câmi-ül Fars” sözlüğü de doğruluyor (TS, s. 1043-1044).

Bu itibarla bu sözcüklerin XVI. yy.dan itibaren Anadolu’da kullanılmaya başlanmış oldukları, bunların Batı Türkçesine özgü bir sözcük ya da alıntı oldukları anlaşılıyor. Ancak, sözcüğün hangi değişik biçimini ele alırsak alalım o, domuz sözcüğüne benziyor ki bu sonuncusu ile domuzluk arasında bir semantik bağ kurulamıyor.

Öbür yandan dalaz-dalas, “kasırga, hortum” (Af, Isp, Brd, Dz, Kn, Ada, Ant), rüzgârın kaldırdığı toz toprak” (Isp, Brd, Ur); dalazlamak, “rüzgâr toz, toprak kaldırarak esmeye başlamak” (Isp); talaz-talas-talat-talaza, “kasırga, fırtına” (Ba, Kü, Es, Bo, Zn, Ks, Çkr, Çr, To, Ml, Gaz, Mr, Hat, Sv, Ank, Krş, Ky, Nş, Nğ, Kn, Ada, Mn), “kabarık dalga” (İz); talaz-talazlık, “motor ve kayıkların yan tahtaları” (Or, Rz, İst-Bosna göçmenleri); talazlanmak, “deniz kabarmak, dalgalanmak”tır (İz).

Bu sözcükler, θάλασσα, “kasırga, fırtına”dan galat olup[17] günümüz Yunancasında bu sözcük, “deniz, deniz suyu”nu, ἁνοικτή θάλασσα da”kabarmış deniz” i ifade ediyor.

Böyle olunca da aşağıdaki varsayım kuvvet kazanıyor demektir:

“Kanaatimize göre, domuzluk kelimesi de Grekçe θαλασσα ‘kasırga, fırtına’ kelimesinden talazlık (<talaz + lık) > tanazlık > tonuzluk>doğuzluk> domuzluk biçimindeki bir gelişmeyle gelmektedir. Ayrıca, Giresun-Seyit’ten derlenen tanazlık, ‘değirmen çarkının dönerek su savurduğu yer’… kelimesi de domuzluk kelimesinin tanazlık, (<tanaz+lık)’tan geldiğini göstermektedir. Bunun yanında, değirmenin çarkına çarptıktan sonra fışkırarak esintili bir şekilde çıkan suyun fırtınaya, kasırgaya benzetilmiş olması da akla uygun gelmektedir. Kelimenin bir yerde yonuzluk, ‘değirmende çarkın bulunduğu bölüm’ şeklinde derlenmiş olması… herhalde, kelimenin domuzluk değil, Yunusluk olduğunu açıklayan… bir efsane ile ilgili olabilir.”

Efsane de şöyle:

“Değirmencilerin piri olan Yunus Peygamber, değirmeni icat eder, kurar, fakat buğdayı değirmenin boğazına bir türlü akıtamaz. Bu sırada değirmene şeytan gelir. Yunus Peygamber’e dönerek ‘Eğer beni değirmene ortak edersen, çömlekten değirmenin boğazına buğdayın dökülmesini sağlarım’ der. Yunus Peygamber buna razı olmaz… Umudunu kesen şeytan çıkıp giderken Yunus Peygamber’e döner ve ‘Bir şartım daha var, eğer buğdayını eksik söyleyenin fazlasını -eksik söylediği miktarda buğdayını- bana verirsen buğdayı çömlekten değirmenin boğazına döktürürüm’ der. İşin içinde hile olduğu, şeytan da hileli işlerle uğraştığı için, Yunus Peygamber bu teklifi kabul eder. Bunun üzerine şeytan gelir, değirmen taşının üzerine çıkar, bir elini çömleğin üzerine, diğer elini dıştaki tahtanın üzerine, ayaklarını da değirmen taşının üzerine koşar. Şeytan bu durumda iken dönen değirmen taşı şeytanı, şeytan da çömleği titretir. Böylece, titreyen çömlekten değirmenin boğazına düzenli olarak buğday dökülmeye başlar.”

Bir başka efsaneye göre de “… Yunus Peygamber, per-peri’nin (çark) olduğu yerden çıkıp gittiği için, oraya Yunusluk denmiş. Bu daha sonra doğuzluk olmuş. Bunun için Yunusluk yerine doğuzluk[18] demek günahtır”[19].

Anadolu’da gördüğümüz kadarıyla, değirmen çarklarının çoğunluğu yatay (dikey eksenli) olup bunların ayrıntılarına aşağıda girmeden önce mevcut bulunan dikey çarklar’dan (ekseni yatay) kısaca söz edelim.

Suyun etkisi, çarkın birkaç noktasından olabilir. Şek. 99’da görülen alttan tahrik, genellikle nehir çarklarında vakidir. Burada itici güç, suyun itme gücüdür. Bunlar daha çok, nehir kıyısındaki bağ ve bahçelerin sulanmasında kullanılmaktadırlar (bkz. C.I, fot. 12).

Üstten tahrikte ise (fot. 63) suyun esas itibariyle ağırlığı biraz da basıncı etkin olur. Bunlarda hareketin taşlara intikali, yine şek.99’daki gibidir. Bu fener (sincap kafesi)-çıkrık ikilisi, “ayna mahrutî”lerin dedesi sayılabilir.

Çarhevi, (Yz), fısnılık (To), kündü (“içinde değirmen çarklarının bulunduğu tahta dolap-Sn, Sm), “değirmende taşları döndüren çarkın bulunduğu yer”; göz de “değirmende taşların her biri”dir (Ama), hırt (Ant), künt (Sn, Sm) gibi, fısnılık sözcüğünde bir ses taklidi (tesmiye bittaklidü’l savt) yok mu?… Hırt’ın ifade ettiği bir başka mana da “ham kabak, hıyar” (İç) olup bu sözcük, İst’da, “kaba, yontulmamış adam anlamına pejoratif olarak kullanılır”.

 

Şek. 99. – Suyun alttan tahrik ettiği bir çark ve hareket intikalinin şeması

(Orsatelli’den)

Hırıldak için DS “değirmen taşının üzerinde ses çıkaran, beş parmaklı ağaçtan yapılmış araç” (Isp) tanımlamasını verdiğinde acaba fener dişlisi – sincap kafesini mi kastediyor. Bu dişlide 5 “parmak” yeterli mi?…

“Değirmen ‘çarkının dönerek su savurduğu yer”e de (herhalde kündü’nün bir müteradifi) tanazlık deniyor, Gr’da.

Şek. 98’de, yatay çarklı (dikey eksenli) değirmenin genel şeması görülür. Bu tiplerin Bizans Anadolu’sunda yaygın olduğunu görüyoruz. Akçaabat (Trikomia), Maçka (Matzouka), Yomra (Gemora) ve Sürmene’yi (Sourmaina) içine alan Pontos nahiye’lerinde (banda) bir muhtelif ekonominin varlığı mukayyettir. Buralarda tarla şeritleri (loria) ve bunları süren sabanlar çalışmaktadır. Bunun yanı sıra da, hâlâ Maçka’da kullanılan, iki dişli bir kazma aleti, geriye kıvrık bel (eliktrin), sabanın çalışamayacağı kadar dik yamaçları kazmaktadır, XIX. yy. seyyahları bunun, ancak kendini bir halatla ağaca bağlamak suretiyle çalışılan dik parsellerde kullanıldığını kaydediyorlar. Yine kaynakların bildirdiklerine göre, ortasında koca saman yığını (thonaria) bulunan harman yerleri, önemli üretim merkezleri oluşturuyor. Ancak bunlar günümüzde terk edilmiştir şöyle ki 1923’de Rumların girmesinden sonra Amerikan mısırı geniş ölçüde buğday ve arpanın yerini almıştır. Üretim araçlarının en önemlisi de Matzouka (Maçka)nın chamailetes’i, yani çok yaygın su değirmeni oluyor ki günümüzde bu, çaya adını vermiş: Değirmendere.

Kaynaklardan bunların sahiplerinin önemli kişiler olmadıkları anlaşılıyor. Bunların basit, doğruca tahrik edilen ucuz çarklardan ibaret olmaları, Batı’nın çapraşık ve pahalı dişli tertibatlı üstten muharrik değirmenlerine benzememelerinin bir sosyal sonucu da Matzouka (ve Bizans) değirmenlerinin teknolojik olarak mutlu geri kalmışlığıdır. Bunların basitlik ve ucuzluklarının anlamı şu olmaktadır ki bunlar mutlaka, senyörlük değirmen hakkını istismar eden manastırlar ya da sair büyük toprak sahiplerinin elinde bulunuyorlardı[20].

Şimdi de bu tip tertiplerin aksesuarlarına göz atalım, kısaca.

Akson, “değirmen çarkını döndüren mil” (Isp), yani eksen’dir. Bunun Fransızcası “axe”, İngilizcesi “axle”, Almancası da “Achse”dir… Bu mil, dönen üst değirmen taşına doğruca girmez, taşa, ortası dört köşe delikli bir haç şeklinde demir sıkıca çakılır, milin dört köşe ucu buna geçip taşı döndürür, bu demire arki adı verilir, Ar’de. Bunun yine aynı ilde bir başka adı da astam’dır. Es, Nv, Ky, Nğ’de buna sölvek denir. Bu ağaçtan olursa sevik adını alır, Yz’da. Baltacık-balta-baltancuk, “değirmen taşının ortasında bulunan ve onu döndüren demir, haç şeklinde aygıt” (Isp, Kü, Bo, Ks, Çkr, Çr, Sm, Ama, To, Or, Gr, Ar, Ml, Mr, Sv, Ank, Krş, Ky, Dz,Ay, Mn, Ba, Çkl, Zn, Rz, Ar, Kn, Hat, İç, Mğ, Sn, Tr) olup bütün bunlardan ana şaftın doğruca taşa değil, bu haçvari ara demire geçtiği anlaşılıyor. Bu şaft-mil de baltacı kerkeği adını alıyor Ks’da. Yz’da buna yüksük deniyor. Buna karşılık paltacık ve benzer varyantları doğruca bu şaft-mil’i ifade ediyor. Isp, Sm, Ank, Çr’de.

Şek. 98’de, su çarkının mili doğruca değirmen taşını tahrik ediyor. Bu her zaman böyle olmaz ve hızların ayarı için arada dişli çark tertiplerine gerek olur. İşte bu tertip, yani “su çarkından sonra gelen ve değirmen taşını döndüren dişli çark”a angırnaz – ankırnas denir, Brs, Bil’ce. Fransızca “engrenage”, dişli çark düzenidir.

Barbal, “değirmen çarkında, suyun çarptığı kanatlar” (Ar); bağla, “değirmen çarkını frenleyen ağaç” (Mr, Isp); çuk, “değirmende taban tahtasına geçen mil” (Es, Sn), yani çarkın ekseninin üzerinde döndüğü eksenel yatak; bu, bir yuvarlak taş halinde ise döşek adını alır (Ay); yine tavacık, “değirmen çarkının dönmesini sağlayan dolabın tahtasına çakılan demir parçası” (Sn) oluyor. Gargacık, “değirmen çarkının altındaki demir”dir (Sm, Or). Kurbağacık da “milin oturduğu kurbağa biçimde demir parçası oluyor Ank’da.

Germicek-germişa-germücek, “değirmenlerde üst taşın dönmesini sağlayan, alt taşın ortasından yukarı taşa geçirilmiş balta biçiminde demir ya da ağaç aygıt” (To, Or, Gr, Gm, Ar, Ezc, El, Sv, Ada) tarifinden bunun üst taşın mil kaması olduğu anlaşılıyor.

Gömeç, “suyun üzerine aktığı kaşıkların bağlı olduğu yuvarlak ağaç” (Ay, Ant, Mğ), yine doğruca ana mil-şaft’a verilen adlardan harba (Rz) zikredilir. Bunun tüfek namlusunu temizlemek, topların içine barut kesesini sürmek vs. için kullanılan uzun demir, harbi’den galat olması mümkündür. Bu mil, iğ adını da alır Isp, Ay, Or, Tr, Rz, Bt, Ar, Nğ, Kn, Mğ’da.

Çark-türbin’in kendisine ise keleve (Krk) deniyor, Çkl, Gr, Vn, Gaz, Ml, Mr, Sv, Ada, Ar’da per dendiği gibi. Bu sonuncu sözcük, çark-türbin’in kepçelerini ifade ediyor, Dz ve Or’da. Farsça per-perr, “kanat” manasınadır. “Pervâne”nin de manası, maruf böcek dışında, “fırıldak, çark”tır (gemi pervanesi…).

Sabit alt ve dönel üst taş arasındaki mesafe, işlenen tahıl ve istenen un kalınlığına göre ayarlanır.

Cırıt, bu ayarlamayı yapan kol oluyor Ml’da. Ayak, “değirmen taşını kaldırıp indirmeye yarayan ayar odunu’dur (Tr). Gödürge-götürge (Çkr, Ks, Ank, Ky) aynı şey olup aslında bu sözcükler, “bir ucunun bağlı bulunduğu bir nokta etrafında dönen kol, kaldıraç, manivela”yı ifade eder (Brd, Ks, El, Ur, Gaz, Ky, Ant, Mğ). Tuşek yine “değirmen taşını kaldırıp indirmeye yarayan taşın altındaki kaldıraç”tır (Mğ).

Bazen bu kaldıraç yerine taşlar arasına sabit bir mesafe parçası konur ki buna kağnıcak denir, Sm’da.

Tahıl tanelerinin taşlar arasına şevki, üst taşta bulunan bir delikten, bağaz’dan (Sv) yapılır. (Bu sözcük herhalde “boğaz”dan galattır). “Tanelerin dökülmesini ayarlayan kısım”a bükecek denir Ank’da. Bu aynı tertip Ar’de çağçağ veya çamçaka tesmiye edilir. Sv’ta çokkak, “değirmen taşı üstünde, buğdayı muntazam döken tahta parçası” olarak tanımlanır. Yukarda zikrettiğimiz götürge, aynı zamanda, “öğütülecek buğdayı değirmen teknesinden taşın altına yavaş yavaş döken araç”tır (Sv, Ank). “Değirmen sepetinin boğazına takılan ve tahılın dökülmeden değirmen taşlarının arasına gitmesini sağlayan tahta oluk”un (Isp, Ay, Ba, Mğ) adı kaşık’tır. Buna Brs, İç, Kn ve Gr’da takıldak-takılcak deniyor.

Taneler önce kapeçalı-kapısal (Rz), serpin (To) adı verilen “su değirmenlerinde taşın üstünde tahılın dökülmesini sağlayan ambar”a doldurulur (şek. 98’de, üstteki kesik piramit). Bu ambarda tahılın bittiğini haber veren aygıtın birçok adı vardır: cakcakı -cağıldak -cakcak -cekcek -cekceko -cıkcıka -çakçak -çakçaka -çakıldavuk (Ar, Mr, Gaz, Hat, Çr, Rz, Sv, Kr, Kn, Vn, Ezm, Gm, Kc, Ezc, Kerkük), çan (“değirmenlerde tahılın bitmesini haber veren, taş üzerine sarkan ipe bağlı maden parçaları” -Ama).

Nş’de “değirmen taşının önüne gerilip, unun sıçramasına engel olan yay biçimindeki ağaç” kullanılır. Üst taşın çevreye fırlattığı bu una yora-yorak-yore (Çkl, Ks, Ar, Isp, Mğ, Çr, Ank) denir. Unun tekneye boşaltıldığı yere de yaşmak denir Or’da.

Taşların üzerine, “dişeği denilen ucu tırtıllı çekiçle… diş yapılır ki buna dişemek- dişelemek-dişlemek denir (Uş, Isp, Brd, Dz, Ay, Mn, Ba, Es, Kc, Ba, İst, Ks, Çkr, Çr, Ama, To, Gr, Ar, Kr, Ezc, Ml, Ur, Gaz, Mr, Hat, Sv, Ank, İç, Ant, Mğ, Krk, Tk, Nğ). “Değirmen taşının yeni dişlenmiş hali” dişekli (El), daş yoku (Ama) tesmiye edilip bu durumda ilk ağızda çıkarılan un taşlı olur ve buna dişengi denir, Hat’da. Bu dişlenmek keyfiyeti, dönen üst taşın da dişenli adını almasına vesile olmuş, Kn’da.

Sv’ta değirmen taşını dişemeğe gıranmak deniyor.

Üst ambarda tahılın bittiğini haber veren cakcak’ın durmadan ses verdiği anlaşılıyor: Çkl’de “anlamsız söz söyleyen, boşuna konuşan, boşboğaz”a değirmencahcağası veya değirmen oluğu deniyor.

Ve bir ilginç uygulama: Pozantı (Ada) civarında bir değirmenci, değirmeninin yanı başına, zamanın Ulukışla-Pozantı asfaltı üzerinde bir de kahvehane işletiyordu. Gerek değirmene öğütülecek zahire getirenler, gerekse sair yolcular burada çay kahve içiyorlardı. Değirmenci, zemberek kolu çevirmekten bıkmış olacak ki, kahvehaneyi bir “hidrolik gramofon” ile şenlendirmekteydi (fot. 64). Zemberek tertibatının yerine bir minyatür su çarkı ikame edip dibini kestiği bir “49’luk”[21] rakı şişesini de “cebrî boru” gibi kullanan (şişenin ağzı daralttığından su doğruca kanatlara yöneltilebilmişti) bu sınaatkâr, çarka varan su miktarını da, alt sandığa tespit ettiği bir tahta parçasıyla (türbin distribütörü) ayarlamak suretiyle plâğın devir hızını istediği gibi tanzim edebiliyordu. Bu tek plâklı kahvehanede hizmet eden delikanlının görevlerinden biri de ara sıra plâğı çevirmek ve sona gelmiş mikrofonu plâğın başına getirmekten ibaretti…

Çkl sahilleri ve İmroz Adası, yani şimdiki adıyla Gökçeada’da, rüzgâr gücünden faydalanılmış olup fot.65 ve 66’da görülen yel değirmenleri, kırlara ayrı bir revnak vermektedir. Harman mevsimini takip eden günlerde pervaneye bez gerilir, ahşap sincap kafesi transmisyon mekanizması enerjiyi, üzerinde öğütme taşlarının bulunduğu dikey mile intikal ettirir (şek. 98, baş aşağı edilip su türbininin yerine rüzgâr çarkı ikame edildiğinde tertip canlanmış olur).

Her ne kadar damın tepesinde bir rüzgâr yelkovanı bulunuyorsa da bunlarda rüzgâr çarkının rüzgarın yönüne göre tevcih tertibi yoktur, yani çark sabittir. Anlaşıldığı kadarıyla harman sonu mevsiminde hâkim rüzgâr yönü iyice saptanmış, değirmenler de ona göre inşa edilmiştir.

Fotoğrafları çektiğimiz tarihte İmroz (Gökçeada) tamamen Rum asıllı yurttaşlarla meskûndu. Bu itibarla gerek bu değirmenler, gerekse bunların tamamen aynı olan Çkl sahillerindekiler, bir Helenistik geleneğin ürünü olmalıdırlar. Nitekim aşağıda anlatacaklarımız bunu teyit edici mahiyettedir.

“1543’de, I. François, V. Şarl’la mücadele için Muhteşem Süleyman’a çağrıda bulunuyor. Türk donanmasının amirali Hayreddin Paşa (Barbaros), Antibe’ler ve Toulon üzerinden Fransa’ya, Marsilya’ya varıyor.”

“Beraberinde bir Doğulu sanatkâr vardır. O, bu üç site-liman ve Nice’in en eski temsilleri olan minyatürleri gerçekleştirecektir.”

“Resim, Marsilya limanını temsil eder. Koyda birkaç kalyon vardır. Ressam, her ihtimale karşı, topların yerlerini göstermeyi ihmal etmemiş. Arka planda, surlara ait kuleler görülür. Bu savunma kuleleri aynı zamanda kente kapı vazifesini de görürdü.”

Şek. 100 – Marsilya yel değirmenleri (Orsatelli’den)

“Değirmenler, Grek stilindedir. İki tanesinde kanat vardır. Diğer üçü için, birkaç varsayım ileri sürülebilir: sanatçının unutkanlığı; tamir, tadil veya inşa halinde değirmenler.”[22]

Minyatürde şematik olarak görülen yel değirmenlerinin çarklarının, Avrupa’dakiler gibi, her bir kanadı ayrı bir ahşap pervane teşkil eden tipten değil, doğruca yelkenli oldukları açıkça görülüyor. Buna karşılık Balıkesir civarında Hollanda tipi ahşap paletli yel değirmenine rastlıyoruz (Fot. 66a). Anadolu bir kültürler alaşımı potası olmuyor mu?…

Kü’da yel değirmeninin kanatlarına fıldır denir.

Değirmenci (aşvan – Sr), öğütme bedeli olarak genellikle undan pay alır. Bu tediye şekli de devreye bir takım geleneksel ölçü birimlerini sokar.

Zahire modyalı (Rz), yani değirmenin ambarında toplanır. Modiolus, modius, modium, Romalıların döğülmüş tahılı ölçmek için kullandıkları, on altı sextarii, yani takriben on litre hacminde bir ölçeği ifade eder. Bunun Helen karşılığı χοίνιξ olup halen Anadolu’da kullanılan şinik’in (kilenin dörtte biri, yani 7,5 kg.lık bir zahire ölçüsü) de bu sözcükten iştikakı melhuzdur.

Her ne kadar bu konuları “Ölçme teknikleri” cildinde ayrıntılarıyla ele alacaksak da buradaki ilişkisi dolayısıyla bunlardan kısaca söz edelim. Vereceğimiz rakamların kesin olmayıp yerden yere değiştiğine de dikkati çekelim.

Mucur             : 3 okka

Şinik                : 6 okka

Haklağı           : 12 okka

Kile                 : 16 Çorum haklağı’sı, yahut 32 şinik

yine

Kile                 : 8 Amasya haklağı’sı, yahut 16 Amasya şinik’i

Bir dönüm, tohum ekme bakımından, iki haklağı itibar edilir[23].

“Değirmenciye, öğütme bedeli paradan başka verilen bir miktar un”a avcun deniyor, Hat’da. Tahılını değirmene getiren, değirmende bunu değirmen sepetine boşaltıp sıra alarak boğaza girer (Ank). Susak, “değirmencilerin öğüttükleri tahıldan emekleri karşılığında pay almak için kullandıkları ölçek” (Sm, Or, Ama) ise de bunun istiap hacmini bilmiyoruz. Sözcük, çok çeşitli kaplara alem olmuş, bu arada da birçok yerde “su kabağından oyulmuş maşrapa”yı ifade etmektedir. Bu kabağın belli bir boyu geleneksel olarak bu işte de mi kullanılıyordu?…

Takıl dahi, bir yandan “buğday”ı (Brs, Çr, Tr, Kr, Ml, Mr, Sv), bir yandan da “tahıl ölçeği”ni ifade ediyor (Tr, Sv).

Gaz’te hayli mizahî bir deyim var: değirmen tozu. Bu, “tahılı un yapmak için alınan ücret” demektir.

Yukarda zikretmiş olduğumuz kaşık’ın bir başka manası da “değirmencinin öğütme payı olarak aldığı tahıl ölçüsü’dür (Isp, Dz, Ay, Ba, Kü, Mğ).

Somar “on altı kiloluk bir tahıl ölçeği” (Ama, Tr, Rz, Ar, Kr, Ezc, Ezm) olup somarı da “değirmencinin aldığı payın ölçeği” (Or) oluyor. Mezkûr Doğu illerimizde bu sözcüğün önemi somarlık’ın “on altı ölçek tohum ekilen tarla”yı (Ezc) ifade etmesinden anlaşılıyor.

Kebiç-kepiç-kepinç-kepis, “değirmencinin öğüttüğü tahıldan aldığı pay” (Tr, Rz); kelete de “değirmencinin öğüttüğü undan aldığı pay, su payı” (Ezm, Ml, Ank, Krş, Nğ), ayrıca da “ölçek” oluyor Çr’da: “değirmene beş kelete buğday götürdüm”.

Burada da “pay” ile “ölçek” birbirine karışıyor…

Gördüğümüz gibi değirmenci ücretini genellikle aynî olarak almakta (para ekonomisine geçmemiş toplum düzeyi), ancak bunun miktarı, ölçeklerin gerçek istiap hacmi ve de bundan, öğütülen miktara göre kaç adet alındığı meçhulümüzdür. Yeni genç araştırıcıların üzerinde durmalarına değer, ekonomi tarihi açısından.

Ve yanıtı “değirmen” olan bir bilmece, Ml’dan:

“Arepgırden Eğinden

Haber aldım beğinden

Benim bir guşum var

Tene (dane) yer gobeğinden”[24]

 

*     *    *

 

Asya’da tarımsal faaliyete misal

Buraya kadar irdelediğimiz Anadolu tarım teknikleri ve terminolojisi üzerinde Asya öğesinin etki derecesinin saptanmasına yardımcı olmak amacıyla büyük Türkolog Exc. Gunnar Jarring’in Doğu Türkistan Türkçesi üzerinde yapmış olduğu kapsamlı tetkikten, bizi burada ilgilendiren bölümleri aktaracağız. Bunlar Yarkent ve Khotan arasında bir kasaba ve vaha olan Guma’ya ait olup Keşmir, Srinagar’da 1935 yılında, Gumalı Maksut Hacıdan (doğ. 1900) derlenmiştir. Bu zat o tarihte Hac farizasını ifa edip dönmüş olup Guma kasabasının dışındaki vahada çiftçilikle hayatını kazanmaktaymış. Hicaz dönüşünde bir iki ay Srinagar’da kalmış olan Hacı Maksud, okuması yazması olan ve bir mahallî medresede bir süre eğitim görmüş bir kişiymiş.[25]

Mahallî diyalekte bir örnek olmak üzere orijinal ethnolojik metinden dört satırını aynen veriyoruz.

gu:madæki dεhq’anĕïlïqnïη beja:ni.

1.gu:madæ εrtεja:z væȥttæ huɣdajni terimiz.    2.su kelsε 3.nεha:jeti jaχšï mæhsu:l čïqædɯ.  4. Bolmæsæ mεrdᵕ͒ka:r pulï jergε qojɣan qïɣ pulï uruɣlærïɣïčæ zærεr tartïp ketεdɯ. 5.hulænïη sεrεmdʒa:mlᵕ͒ri. 5a. æv’εl mεrdεka:r alæmïz. 6. andïn ki:n jer ústige čïqæmïz. 7. jerniη qïlær’nï čæqïp 8. bölεk etiz qïlïp döšlεp9.

“Guma ahvalinin beyanı”

“1. Türkîde[26] Guma, Çince Pi-sen derler. 2. Bir adam, Guma’nın ilk toprağı işlenmiş yerinin Kohna (Köhne) Kakşal olduğunu söylüyor. 4. O, sonradan çöl olup kalmış. 5. Aitka[27] adlı bir yer işlenmiş. Şu anda adı Aitka’dır. 7. Bir de Mokuila’ya bağlı ekilmiş aynı adlı bir yer vardır. Sonra Guma ekildi. İşittim ki Guma dört yüz elli yıldan beri ekilmektedir…”

“… Perşembe[28]lerde Wakkaniler[29] Guma’ya kaba pamuklu dokuma (cekmen), örme çoraplar[30], yak tüğünden ip-halatlar, koyun ve yaklar getirirler ve kendi dilleriyle aralarında birbirlerine mırıldanırlar ve getirdikleri malları satarlar. (Buna karşılık) evlerine un, çay, baharat, beyaz pamuklu dokuma ve siyah pamuklu dokuma, kaplar ve çay kapları ve benzeri bazı (başka) şeyleri götürürler…”

Arakum ve Karataghiz’lerin kavun ve karpuzları “buğday tohumundan yetişme” olup çok tatlı imişler… Hacı Maksud, bu mecazla buğdaya verilen önemi belirtmiş oluyor. “Guma’da tarımın tasviri – gumadaeki dεhkancılıknın beyanı”. Devam etmeden önce “tarım” karşılığında kullanılan “dehkancılık” tabiri üzerinde duralım.

Bunda derhal bir İranî esinti göze çarpıyor[31]. Bunu, başka sözcük ve deyimler vesilesiyle yine göreceğiz. Devam edelim.

“Baharda Guma’da buğday yetiştiririz. Su gelirse[32] sonuç çok iyi ürün olur… İşin nasıl yapıldığı (çiftçi âletleri): Her şeyden önce gündelikçi tutarız. Sonra tarlalara gideriz. Tarlaların kenarlarını[33] parçalayıp ve başka bir tarla hazırlayıp tesviye ederiz. Toprağı ve yüksek kısımları çapayla tesviye ederiz (düzleriz)[34]…”[35]

Bu arada bukusa’nın ahşap sabanı (karasaban) ifade ettiğini görüyoruz.

“Darı yetiştirilmesi”.

“Mısır ekilip de zamanı geldiğinde olgunlaşmamışsa bunun yerine darı ekilir. İlk defa tarla sulandıktan sonra, kenar (kı) yapmadan her tarafa darı tohumu ekilir. Bir kez sürüldükten sonra tapanlanırsa, olgunlaşır. Sulanmasa bile darı yetişir…”[36]

Bu arada çok ilginç bir uygulamayla karşılaşıyoruz. Hem tarlayı güçlendirmek, hem de hayvanlara yedirmek üzere kabayonca ekiminin buğday ekimiyle birlikte yapıldığını anlatıyor Hacı Maksud: “Guma civarında kabayonca ekileceği zaman bilinmelidir ki ilkbaharda ekilen yonca uzun süre, yani kesildikçe sürekli olarak iyi büyür. Müzakere edip ‘baharda ekelim’ dedikten sonra önce buğday tohumunu ilk (buγdajnın ujuγι – < uruγι) baharda ekerler ve yonca tohumunu nemli toprakla karıştırıp adamın biri bunu bir helke veya bir at yemliğine koyar, bir eline alıp öbürüyle tohumu atar. Yonca sık olmayacaktır. Sık olursa iyi büyümez. Birisi yonca tohumu ekeni ikaz etmelidir. Ekici bunu aralıklı, yani sıralar halinde yapar. Bundan sonra toprak tapanlanıp sulanır… Yonca ile buğday birlikte büyürler… Dört beş ay sonra buğday olgunlaşmıştır. Buğdayı biçip demetleri harman yerinde topladıktan beş altı gün sonra yeni ekilmiş yoncayı sularlar. Yonca büyüyünce… biçerler ve atlara, inek ve koyunlara verirler. Bundan sonraki ikinci ürün, yabani otsuz, çok iyi olur…”[37]

“Harman üzerine”

“Buğdayı biçip rüzgâra iyice maruz bir yeri tesviye ettikten sonra demetleri harman yerine istif ederiz. Sıcak günlerde demetleri saman yabasıyla harman yerinin çevresine sürekli olarak çeviririz. Ortaya bir derin çukur açıp bir sırık dikeriz ve oynamayacak şekilde dibini pekiştiririz ve uzun bir ipi iki kat edip öküz ya da eşekleri harman yerine koyarız. Harman yerinde çok demet olacaksa, üzerine iki sıra hayvan koşarız. Harman sürecek adam vurur eşeklere veya yük hayvanları arasında bulunan öküzlere bir eşek ya da yük semeri vurur ve üzerine binerek harman döğer… Buğday elekten geçirildikten sonra bir veya iki kişi eleğin üstünde kalmış başları (ça) (ça, Çr’da iri taş parçasıdır) bir döveçle (sopa) döğer ve elekten geçecek hale getirir…”[38]

(Harman yerinin dinî rituslarla ve Ahd-i Atik’teki öykülerle ilişkisinden daha önce söz etmiştik (Bkz. Türk ve Yahudi Kültürlerine bir mukayeseli bakış. İst. 1992, C.II s. 23)

Bölgenin kavunlarının ünü çok yaygın olup Hacı Maksud bunların cins ve yetiştirilme yöntemlerini uzun boylu anlatıyor[39].

Aynı şeyi bağ ve ağaç dikimi için de yapıyor. Su değirmeninin tesisi konusunda anlattıkları, bildiğimizin ötesinde bir şey getirmiyor.

Önemli gördüğümüz bir hususu belirtmede yarar var: Doğu Türkistan Türkçesinde, konuşma dili dışında, tarım teknikleriyle ilgili âlet, takım, aygıt, işlem vs. adı, yok denecek kadar az sayıda günümüz Anadolu halk lügatçesine geçmiştir. Bu itibarla mezkûr lügatçenin doğruca Batı’da oluşmuş olduğu sonucuna varılmaktadır. Ancak bir büyük benzerlikten söz etmek de mümkün gibi görünüyor: çok kez kaydetmiş olduğumuz gibi aynı bir sözcük değişik yörelerde, hattâ aynı ilde bile, farklı kavramları ifade etmekte olup Anadolu halk dilinin belirginsizliğinden söz etmiştik. Doğu Türkistan Türkçesi için de G. Jarring “…‘Doğu Türkçesi-İngilizce diyalekt sözlüğü’nün girizgâhında belirtmiş olduğum gibi, Doğu Türkçesi çok intizamsız ve fonetik bakımdan müstakar olmayıp aynı bir kişinin telâffuzunda çok sık değişimler olur” diyor[40]….

 

* * *

 

Tarım işletme binaları

Anadolu’nun geleneksel (taş ya da daha yaygın, kerpiç) evi, aslında bir “tarım işletmesi binası” teşkil etmektedir. Bu ev, tarım geleneklerinin icabı, mevcut malzeme ve iklim koşullarına iyice intibak etmiş durumdadır. Bunu kent evinden ayıran özellik, bu sonuncusunun sadece barınmaya yaramasına karşılık, köylünün bütün ekonomik faaliyetinin dayandığı ve çoğu kez geniş bir alan işgal eden bir tarımsal üretim birimi olmasıdır. Ancak bir hususu da hemen hatırlatmakta yarar vardır: özellikle Doğu Anadolu kent evlerinin birçoğu, yakın zamanlara kadar, bu sözünü ettiğimiz “tarım işletmesi binası” karakterini haiz bulunuyordu (fot. 67 ve 68). Konya gibi bir Orta Anadolu kenti bile böyle bir manzara arz ediyordu.

Biz burada ‘bu evlerin inşaî ayrıntılarına girecek değiliz[41]. Sadece bunların, tarımsal üretim ile ilgili tertiplerini sergilemekle yetineceğiz.

“…köy evi, bir aile tarım işletmesi şeklinde tezahür ettiği için, … esas olarak istihsal ve daha çok ziraî fonksiyonların icaplarına göre tertiplenmektedir. Komponentler ve programlar aynı olmakla beraber, hepsinin birbirinden çok farklı olduğu görülmektedir. Bunda iklim şartları, malzeme ve teknik ve ekonomik imkânların değişmesi rol oynadığı gibi, aynı zamanda birbirinden yaratılış, gelenek ve kültür bakımından çok farklı olan halk topluluklarının, muhtelif zamanlarda, muhtelif yerlerde, muhtelif sebepler tahtında Orta Anadolu’da yerleşmiş bulunmalarından ileri gelmektedir. Bu gibi ayrılıkları yalnız evlerin tertip, tanzim ve inşaat tarzında değil, aynı zamanda köylerin tümünde ve umumî haricî karakterinde de müşahede etmek mümkündür.”

“Çerkes, Tatar ve muhacir köylerinin umumiyetle geniş avlulu, dağınık ve her işletmenin bir veya yarım blok teşkil ettiği, yerli köylerde ise evlerin iç içe ve gayet sıkışık olarak bir labirent şeklinde inşa edildiği görülmektedir. Bunların sebepleri araştırılırken mühim bir faktörün, bilhassa bir kısım yerli köyler için, bunda mühim rol oynadığı anlaşılmıştır. Bilhassa 16. asırdan sonra, sık sık eşkıya baskınına uğrayan bu eski Orta Anadolu sakinlerinin birçok evlerinde bir kapı veya diğer bir geçitten komşuya kaçmak suretiyle hayatını kurtarmak imkânlarını aramış ve böyle girift bir inşaat sistemini tercih etmiş oldukları görülmektedir.”

Bu nedenle de genel olarak bir köy aile tarım işletmesinin en önemli unsurları olan

  1. İşletme avlusu
  2. Ahır ve samanlık
  3. Oturma bölümü, yani ev

ve bunların eki sayılan ambar ve sundurmalar, erzak ve yakıt muhafaza yerleri vb. birimlerin tertip şekilleri, yöreden yöreye, kültürel yapıdan kültürel yapıya göre az çok değişmektedir. Ekonomik düzeyin yükselmesiyle de bu düzende belirgin değişmeler gözlenmektedir, ezcümle, geleneksel olarak oturma bölümü ile ahır ve samanlığın bir organik bütün teşkil etmesine karşın bunların zamanla ayrıldığı ve evin hacim olarak büyüdüğü bir gerçektir. Bu bağlamda ısınma yakıtı sorununun da önemli bir rol oynadığı sabittir şöyle ki özellikle yayla bölgelerde kışın ısınmak için hayvanların en yakınında ayrılan özel barınma yerlerinde oturulur: “Hattâ bazı ufak işletmelerde hayvanların… ılık havasından da faydalanabilmek için oturma kısmının ahıra direkt olarak bağlı olduğu görülmüştür. Konya’da Sarayönü bucağına bağlı Apsarı ve Yenicekaya köylerinin çizilen işletmesinde bu vaziyet… gösterilmiştir…”[42]

Şek. 101. – Bir Erkilet evinin krokisi

Fot. 69’ da. Kayseri’nin ünlü bağlarının bulunduğu merkez Erkilet köyü görülür.

Burası, mahallî malzemeye göre inşa edilmiş, yukarda sözünü ettiğimiz girift tertibe güzel bir örnek oluşturur. Burada, sözü edilen “mahallî malzeme”, çok kolay kesilebilen-oyulabilen, kesildikten sonra oksijenle doğruca temasa gelen ve Kayseri ve civarının olduğu kadar bazı Doğu illerimizin de (Tatvan, Bitlis…) inşaat malzemesini oluşturan bir taş olup Erkilet, böyle bir kayalık tepenin “içine” oyulmuştur. Fot. 70’de, bu tür mesken-tarımsal işletmelerin cephelerine bir örnektir.

Bizim gördüğümüz Erkilet evlerinin (şek. 101) tek bir kapısı olup insan ve hayvanlar buradan girip çıkarlar. “Bina”nın ön kısmı oturma yeri olup burada zemin, her iki yanda, 40-50 cm yüksekliğinden birer seki teşkil eder, yaşam burada geçer; hayvanlar aradaki “kanal”dan geçerek, bir ahşap kapının ayırdığı ahıra varırlar, kanalı da kirletmeyi ihmal etmeden. Hayvanlar ahıra alındıktan sonra burası temizlenir, toplanan gübreler gübreliğe taşınır. Evin içi kokmasına kokuyordu ama, hiç bir ocağın yanmamasına rağmen hamam gibiydi…

Şek. 102, 103 ve 104, sırasıyla Bünyan (Ky) – Araplar köyü; Sarayönü (Kn) – Apsarı köyü ve Arapören (Es) köyünde birer tarım işletme binasını gösterir. Bunlar, değişik tertiplere örnekler oluştururlar.

Fot. 71’de, taşın bol olup binaların genellikle kârgir olduğu Nğ yöresinde, iki katlı işletme binaları görülür. Alt kat tarım ve hayvancılığa, üst kat da günlük yaşama tahsis edilmiştir.

Aynı tertibi, Fot. 72’de görülen, 1923’ten sonra mübadeleye tâbi tutulmuş bir Rum ailesinin terk ettiği bina, sonradan tamamen değişik bir kültürel yapıya sahip bir göçmen ailesine tahsis edilmiş. O zaman (1952) bize anlatıldığına göre, yeni malikler, genellikle kendilerine verilen bu tür evlere intibak edemeyip alışık oldukları üzere alt katta kendilerine münasip bir hacmi ayırıp hayvanlarıyla birlikte yaşamaya devam ederlermiş, üst katta işe yarayabilecek her şeyi sökerek…

 

* * *

 

Şek. 102. – Bünyan (Ky) – Araplar Köyü’nde bir tarım işletme binası

(Sabri Oran’dan)

 

Şek. 103. – Sarayönü (Kn) – Apsarı Köyü’nde bir tarım işletme binası

(Sabri Oran’dan)

 

Şek. 104. – Arapören (Es) Köyü’nde bir tarım işletme binası

(Sabri Oran’dan)

 

 

 

Ve yine birkaç deyim, atasözü.

“Buğday bolluk ekini, çavdar kıtlık ekinidir”.

“Buğday başak verince orak bahaya çıkar”.

“Buğday ekmeğin yok ise buğday dilin mi yok?” (tatlı dil).

“Buğdayı komşuna sat, varır da bazlamasını yersin”.

“Arpanın kışlığı eksik etmez harçlığı”.

“Arpa verilmeyen at kamçı zoru ile yürümez”[43].

“Buğdayı (veya arpayı, tarlayı) taşlı yerden, kızı kardeşli yerden al”.

“ ‘Arpalı buğdalı’ = kadın erkek karışık. ‘Arpalı buğdalı oturalım’.”

“Arpa mısın, buğday mısın? = oğlan mısın, kız mısın?”[44]

“Çavdar çiftçinin üveyi sayılır”.

“Çavdar unundan baklava olmaz”.

“Bir şinik çavdarı var, baş değirmene öğütmeye gider”…

“Bugün mısır közledim, Karadeniz’i özledim,

mısır gitti, koçan kaldı” (κοτσάνι, çiçek ve meyve sapıdır).

“Serçeden korkan darı ekmez”.

“Darına domuz dadanmasın, evine şeyh”…

“Dağlar kadar günaha darı kadar iman”…

Evet, Araplar “Türk? zayıf ül-iman!” demezler mi?… Nasıl demesinler ki “hopuru sökülmüş (orman sökülerek meydana getirilmiş) tarlalarda mahsulâtın feyizli yetiştiğini gören Karatepelinin ‘gözünü sevdiğim kara hopurun verdiğini koca Allah veremiyor’ dediği…” kaydedilmiş[45]

Bundan önce de “iman sahibi” Arap’ı çileden çıkaracak kadar gerçekçi ve de “cesur” iki derleme aktarmıştık: “Allaanan ortahlıh!” (Bkz. C.II/1, s. 1098-99)…

Toroslar’ın Aladağ bölgesinde “genel olarak ziraat işlerinde halkın bir kısım efsaneli inançları vardır. Ay ışığında tohum ekilmez, ağaç aşılanmaz, bağ budanmaz. Eğer bu zamanlarda tohum ekilecek, ağaç aşılanacak ve bağ budanacak olursa, mutlaka bunların meyvelerinin zayıf ve çürük olacağı inancı hâkimdir”[46]. Ayla ilgili inançları II/l. ciltte irdelemiştik. Hesiodos da bu bapta “Pleiad Yıldızları”, “Atlas kızları”nı karıştırmıyor mu?… Bu gibi inançlar galiba evrensel oluyor. Nitekim Kü’da “çiftçilikte, tohum atılması sakıncalı görülen birkaç gün”e yergin deniyor.

Ve bir gazete haberi: “Binlerce Diyarbakırlı kadın ve genç kız hocalara yazdırdıkları Tanrıya dilekçelerini bu akşam gün batımında kutsal Dicle ırmağına atacaklar. Diyarbakırlı kadınlar ve genç kızlar her yıl Kurban Bayramı akşamı gün batımından az önce hazırladıkları dilekçelerini çeşitli dualarla nehrin sularına atıyorlar”[47]. Tanrı katı. Babıâli’mi?…

 

“Köylerimizde yaz çalışmalarının başlangıcı tohum bırakmakla başlar. Karlar yerden kaybolunca köylüler de çift takımını hazırlama, modgam bulma ve yanaşmalarla sözleşme işlerini bitirmiş olurlar…”

“Köyde ilk tohum bırakacak kişi sınanmış kişilerden olmalıdır. Geçen yıllarda ilk defa tohum bıraktığı için havalar bereketli gitmişse, bunlar sınanmış kişilerdir…”

“Köylü hangi gün tohum bırakacaksa onu önceden kararlaştırır. Duasını yaptıktan sonra uğuru belirlenmiş kişiler tarafından tohum bırakılır. Her aile haftanın hangi günü kendisi için iyi tanınmışsa o gün tohum bırakır. Tohum bırakma genellikle öğle ve ikindi namazı kılındıktan sonra yapılır. Ekilecek buğdaydan bir miktar alınarak bir kap içerisinde çimlenmeye bırakılır. Ekim bitinceye kadar bekletilirse havalar yağmurlu gideceğine inanılmaktadır. İlk gün tohum bırakıp evine dönen macgala (sabanın macını tutan) gizli su serpilirse o yıl havalar yağmurlu gider kanısı vardır.”

“Tohum bırakmada yılın sayılı günleri de hesaba katılmaktadır. Yayla yerlerde karlar ne kadar erken kalkarsa kalksın, eski hesap Mart’ın 17’sinden önce buğday ekmek tecrübeli çiftçilerce iyi görülmez. Bugün halk takviminde kürdoğlunun kayada kaldığı gündür. 17 Mart’ı 18’e bağlayan gece kürdoğlu kayalıkta kalmış, indirilmesine imkân bulunamayınca halk merak etmiş ve babasını teselliye çalışmışlardır. Babanın cevabı şu olmuştur: ‘Bu gece yarısına kadar hava soğuk olacaktır, oğlan o vakte kadar donmazsa hava ısınır ve bundan sonra sıcak başlar’. Neticede babanın dediği gibi çıkmıştır.”

“Tohum ekimi bittikten sonra eve dönen macgal, sabanın demirini aile başkanının önüne atarak ‘düşmanın ömrü bu kadar olsun’ der ve behşiş bekler…”[48]

Tarihin (ve tarihlerin) bize miras bıraktığı gelenek (ve inançlar) ne olursa olsun, toprağın, tohum atmadan önce tavlı olması gerektiği bir vakıadır:

“ Evveli tav, sonrası yine tav”.

“ Tavsız ekme, tatsız yeme”.

“ Toprak tavlı, bırak avı”…

Tohum niteliğinin önemi de bilinmiyor değil:

“ Tohumu ya ene, ya dene, ya ele”.

“ Tohumunu enedi, gözlüğünü denedi, yavan ekmek yemedi”.

“Tohumu tarladan üstün tut”.

“Tohumun arısı, öküzün irisi”.

Ekine gelince:

“Kasımdan on gün evvel, on gün sonra ekme”.

“ Kasımda ek, Aralık’ta elini çek”.

“ Kasım elli, ekeceğin belli”.

“ Karakış ekini, ‘eyvah’ ekinidir”.

“ Ekin güzden, yemek tuzdan tat alır”…

 

[1]  A. Tietze.- Direkle arabische  Entlehnungen. s. 278

[2]  A. Cafeoğlu.- Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü. İst. 1968. s.231

[3]  Clauson. s. 486

[4] Clauson. op. cit.

[5] Bkz. Burhan Oğuz.- C. I. s. 403.

[6] Martti Räsänen.- op. cit., s. 469

[7]  Bahaeddin Ögel.-Türk kültür tarihine giriş, C.I, Ank. 1978, s.50

[8] Mehmet Özmen.- Hatay-Erzin’de ve genel olarak Anadolu’da değirmen ve değirmencilikle ilgili kelimeler, in ERDEM V/14 Ank. Mayıs 1989. s. 464

[9] Mübahat S. Kütükoğlu.- Osmanlılarda narh müessesesi ve 1640 tarihli narh defteri, İst. 1983, s. 4

[10] ibd.,s. 200 ve ayrıca bkz. Yaşar Yücel.- Es’ar defteri 1640 tarihli, Ank. 1992,  s. 86.

[11] Mehmet Özmen.-op. cit.,s. 498

[12] ibd.,s. 495

[13] Mübahat S. Kütükoğlu.- op. cit., s. 29

[14] Yaşar Yücel.- op. cit., s. 29

[14] Yaşar Yücel.- op. cit..86

[15] Sechin Jagghid and Paul Hyer – op. cit.,s. 316

[16] Jean Orsatelli.- Les moulins. ed. Jeanne Laffitte. Marseille 1979, s. 17, şek. 16

[17] A. Tietze.- Griechische Lehnwörter

[18] Tarafımızdan belirtildi.

[19] Mehmet Özmen.- op. cit., s.467, 470-1

[20] Anthony Bryer.- Rural society in Matzouka Byzantine Matzouka, in Coll… Continuity and change in late Byzantine and early Ottoman society. Birmingham 1986, s. 57, 59

[21] O devirlerde rakılar 250 gr ve 500 gr.lık şişelerde, küçükleri 49, büyükleri de 96 kuruşa satılırdı.

[22] Jean Orsatelli.-, s. 94

[23] Hâmit Z. Koşay.- Türkiye halkının maddî, s. 14

[24] A. Caferoğlıı.- Güney-Doğu illerimiz ağızları, s. 78

[25] Gunnar Jarring.- Materials to the knowledge of  Eastern Turki, IV Lund 1951

[26] ćantoćæ < Çince c’an t’ou, “sarıklı baş”, Müslüman Türklerin adı; ćantoćoe, ćanto dili

[27] εjtka < Ar. Far. “iydgâh”, yani Müslüman bayram ve festivaller yeri

[28] pεšεnbε < pendzsenbe ; perşembe günleri Guma’nın pazarı kurulur.

[29] wa :Xan, bir kabile olup İran diyalekti konuşur ve Hacı Maksud’a göre Guma’nın Güney’indeki dağlarda yaşar; buraya altmış yıl önce (yani yaklaşık 1875’de) yerleşmişlerdir. Yine bizim hacıya göre, bunlardan başka pakpu (veya paxpo)lar varmış: bunlar Guma’nın yakınında oturur, Farisî, ama biraz da Türkî konuşurlarmış.

[30]  gide pajpak, örme çoraplar, genellikle keçeden yapılır.

[31]  Küçük çiftlik ve köy ağası ve hükümet temsilcisi. Bu dehkan-dihkan’lar için bkz. C.II/2. s. 540-2, 693-4

[32] Dağlardan, erimiş kar suları

[33] “kı veya kır”, her tarlayı (ekili ve sulanmış evlek) çevreleyen toprak kesekler olup bunlar, tarla sulandığında, suyun kaçmasını önler. Tüm sulanmış tarla (evlek) etiz tesmiye edilir. Geniş bir ekili alanda etiz sayısı değişebilirse de genellikle hep aynıdır. Bir mal sahibi tarafından belli bir mahsul için ekilen toplam etiz sayısına paçoe jer veya taχtoe jer denir, (τχtoe-tahtö yani tahta’nın Anadolu’da “evlek” manasında olduğunu biliyoruz). Su bunlara oejık (öyık) ~ arık denilen büyük kanaldan ojek (oyek) denilen ve tüm etiz sisteminin arasından geçen küçüğünki ile gelir (halen öyek, “ilkbaharda yerden kaynayıp bir süre sonra kaybolan su” -Isp; “toprak yığını, toprak öbeği”-Brd. Ks,; “balçık, batak”-Ky; “yan taraf” Sv’tır). Oyek’ten etiz’e su almak için oeγιz-agız tesmiye edilen delikler açılır. Bunları açmaya açmak, kapamaya da bağlamak denir. Oyek’in aşağısında tug adı verilen bir bent olup hangi etiz’e su verileceğine göre açılıp kapatılır. Etiz’in iç kenarları civarında sulamadan sonra çamur yığınları kalır. Bunlara döş denir. Etiz yeni bir ürün için hazırlandığında bunlar kaldırılır (döşlenir); (doş, “tarlanın içindeki taş ve ağaç yığını” İç; döş, “yamaç, bayır” – Zn, Kr. “kaba et, kalça” -Gm, Kn’ dır).

[34] “pestke taşlamak, tam anlamıyla ‘aşağıya atmak’.”

[35] G. Jarring.-op.cit., s.19-20

[36] ibd. s. 27

[37] ibd.,s. 31-3

[38] ibd.. s. 34-5

[39] ibd., s. 37-45

[40] Gunnar Jarring.-Wörterverzeichnis zu G. Raquettes Ausgabe von Täji Bilä Zohra (Lund 1930), Lund 1967, s. 6

[41] Bunu müteakip “İnşa, ısıtma ve aydınlatma teknikleri” cildinde yapacağız.

[42] Sabri Oran. – Orta Anadolu köylerinde bir aile tarım işletmesi binaları, İst. 1954 (İTÜ. Mim. Fak. Yay.). s. 5-10

[43] Azmi Güleç.- Tarla ürünleri ile ilgili atasözleri, deyimler, in TFA 269, Aralık 1971

[44] GA

[45] Ali Rıza Yalgın.- op. cit. .s.11

[46] Ali Rıza Yalman (Yalkın).- Cenup’ta Türkmen oymakları II. Ank. 1977, s. 110

[47] Cumhuriyet 26.09.1982

[48] Mustafa Turan.- Tohum bırakma. in TFA 241. Nisan 1970, s. 5599