Sunuş

Aralık 11, 2017
Kültür Eserleri > Faşizm Alman Kimliği Türkiye İle İlişkiler – Cilt 2 > Sunuş

Sunuş

İşte bir dostluk öyküsü. Bundan kimse gocunmasın. Baba mirasını kullanamayan soylunun çok dostu olur. Bu bir doğa yasasıdır. Ben de sadece “doğa yasaları”nı anlatmaya çalıştım. Kapitalizmin son aşaması olan emperyalizmin yasalarıdır bunlar. Kimse yakasını kurtaramaz bu yazgıdan. Sadece bunları kimin nerede, nasıl uygulayacağını coğrafya saptar, o dönemin sosyo-historik koşulları altında. Bizim bilete de Töton vurmuş… Hikâye bundan ibarettir.

 

“…

Allah sana mal vermiş

Alaman bombası gibi!”

 

Bu, müstehcene kaçan bir halk şarkısıydı, ağızlarda dolaşırdı, yirmi otuz yıl önce. “Alaman bombası”nın etkisini vurgulardı, bu arada. Öbür uluslarda bomba yok muydu? Vardı ama “Alaman bombası” başkaydı. Yerleşmişti bir kez Alaman’ın üstünlüğü.

 

Evet, her yaştan Türkün günlük yaşantısında, dirsek temasını hiç kaybetmediği bir Alman imajı daima filigranda belirir. Bunu Marshall Yardımı bile gölgeleyemedi, Almanya’nın çöküntü yıllarında (1945 -1950).

 

Bu imaj, yüz elli yıllık, belki de daha fazla, bir sistemli çalışma sonucu yerleşmişti; daha von Moltke’nin Anadolu’da dolanması sıralarından (1835-39) başlamak üzere. Bu imajın bayraktarlığını yapacak kişiler de bu arada yaratılıyordu, Enver’ler, Talât’lar, Cemal’ler… ve bugünküler gibi.

 

Ağustos 1915’te, yani Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından bir yıl sonra, Pan-Cermen hareketinin başlıca liderlerinden Rohrbach “Bir yıl dövüşmeden sonra Almanya’da hemen herkes zafer ya da bozgunun, Türkiye’nin korunması ve aradaki ulaşım yollarının açık kalmasına bağlı olduğuna inanıyor” diye yazıyordu[1] ve az sonra da “Türkiye yenilip müttefikler arasında taksim edilecek olursa Alman Dünya Politikası’nın (Weltpolitik) sonu gelecek ve Almanya bir dünya gücü olmaktan çıkacaktır”[2] diye ekliyordu.[3]

 

Pan-Cermanizm’in amaçlarına ve Tötonizm’in Anavatan (Vaterland) dışına taşması ülküsüne kendini adamış bir kişinin kaleminden çıkmış bu sözler Drang nach Osten, yani Doğu’ya Baskı – Yayılma’nın gerçekleşmesine Almanlarca verilen önemi ve büyük bir Cermen dünya gücünün kurulmasında, onlara göre Türkiye’nin rolü bulunduğuna, Türkiyesiz bu işin başarılmasının güç, hatta olanak dışı olduğuna dair inancı belirtir.

 

Bu Grosser Deutschland düşü, Alman birliğinin kurulmasından hayli önce, çıkan yüzyılın ilk yarısında, her Prusyalının gönlünde yatmış olmalı ki von Moltke’nin Osmanlı ülkesindeki görevini “sanki kendi vatanı için yapıyormuş gibi benimsemiş…” olduğu, “… yabancı bir memlekette ve yabancı bir millet içinde, ne kadar büyük bir gayretle, lisandan tutun da karışık siyasî duruma kadar her şeyi öğrenmek ve benimsemek için uğraştığı görülür”[4] Her gittiği yerin haritalarını çıkarmaya da özen gösterirmiş…

 

Almanların Türklerle ilk temasları fazlaca dostane olmamış. İkinci Haçlı Seferi’ne kalkmış Roma-Cermen İmparatoru III. Konrad Selçukluya çarpmış, ordusu Anadolu’da erimiş, Üçüncü Haçlı Seferi’nin şeflerinden olan Kırmızısakal I. Friedrich (Barbarossa), amcası Konrad’ın öcünü alayım derken Tarsus çayında boğuluvermiş, ordusu da dağılmış.[5] Osmanlının tarih sahnesine çıkmasıyla savaş alanı Alman topraklarına intikal etmiş ve harp talihi çoğu kez Osmanlıya gülmüş. Ama gün gelmiş, Osmanlı çağın teknolojisinin gerisinde kalmış. O zaman bu talih başlamış Almana yaver olmaya XVIII. yy.larda bir denge ve barış havası hüküm sürüyor. III. Mustafa döneminde Prusya ile yapılan 1761 tarihli antlaşmanın birinci maddesi “Osmanlı Devleti ile Prusya Kralı arasında barış ve dostluk devamlı ola” diye başlıyor.[6] Bununla birlikte Prusya’yı sürekli, Osmanlıların düşmanı olan Avusturya ve Rusya’ya meyyal (eğingen) halde görüyoruz. Petersburg ve Berlin sarayları arasındaki sıhriyetten ilerde yine söz edeceğiz.

 

Ayastefanos antlaşmasıyla sona eren ve Osmanlı Devleti’ni çöküntünün eşiğine getiren 1293 Rus Harbi’nden sonra biraz olsun nefes alma olanağını sağlayan Bismarck’ın, tertiplediği Berlin Kongresindeki (1878) sözde “hayırhah” tutumu, izahım bulmuş olmakla birlikte işin aslında bu tutumun sanıldığı kadar “hayırhah” olmadığını göreceğiz.

 

Ama “Demir Şansölye” bunun dışında, Avusturyalı meslektaşı ünlü Metternich’in doğrultusunda, devrimci hürriyet ilkeleri ve halkın elde ettiği hakların ortaya çıkardığı ‘tehlikelere savaş açmış, her türlü liberal düşüncenin karşısında olan bir sosyo-politik doktrinin de temsilcisi olmuştu. Bu doktrin Wilhelm’den geçerek Hitler rejiminde noktalandı. Sonra 1945 sözde “temizliği” ve doktrinin bundan kurtularak günümüze çıkan uzantıları, “demokrasiler cephesi”nde yer almış Federal Alman Cumhuriyetindeki uzantıları…

 

1933’ten sonra, yukarıdaki “tehlike”lere karşı bir “Milliyetçi” savunma “Mihver”i oluşturulmuştu, ünlü Berlin-Roma Mihveri. Bugün Roma, Bismarck’ın torunlarının ayağının altından kaymıştır. Onun yerine Ankara’yı yerleştirme çabası vardır, Bonn’un yöneticilerinde, bunlar ister Hristiyan…, ister Sosyal – Demokrat olsunlar. İşte bu açılardan inceleyeceğiz Türk-Alman “geleneksel kardeşlik”ini, bunun sorunlarını, kahramanlarını.

 

“Tek el şaklamaz” derler. Gerçekten, bana kitap, belge, fotoğraf taşımaktan bıkmayan Sinan Kuneralp ve Sâmân Helvacıoğlu, teşvik ve yardımlarını hiç esirgemeyen Sami Karaören dostlarım olmaksızın kitabın bu boyutlara ulaşması olanak dışında kalırdı. Sağ olsunlar.

İstanbul, 11 Haziran 1983

[1]              Das Grösser Deutschland, Ağustos 1915.

[2]              New York Evening Mail, 25 Ağustos 1915.

[3]              Zikreden Evans Lewin. —The German road to the East. An account of the . “Drang nach Osten” and the Teutonic aims in the Near and Middle East, London 1916, s. 1 ve Edward Mead Earle.— Bağdat Demiryolu Savaşı, çev. K. Yargıcı, İst. 1972, s. 315.

[4]              Helmuth von Moltke. — Türkiye’deki durum ve olaylar üzerine mektuplar. Çev. Hayrullah Örs, Ank. 1960, H. Örs’ün önsüzünden.

[5]              Bkz.  Burhan Oğuz. — Türkiye halkının kültür kökenleri. Teknikleri, müesseseleri, inanç ve âdetleri, C. I, İst. 1977, s. 131.

[6]              Necdet Kurdakul. — Osmanlı Devleti’nde ticaret antlaşmaları ve kapitülasyonlar, İst. 1981, s. 153.