Tarımsal faaliyetler insanlar arasında birtakım ilişkiler, bir nevi “sosyoloji-ekonomi folkloru” yaratmıştır. Bunun bazı bölümleri, sırası geldikçe, daha önce irdelenmişti, imece, yardımlaşma fiilleri gibi. Biteklik gereksinimi de yine birçok ritüelin devamını sağlamıştı ki II. cildin 1. “İnançlar” bölümünde halk dansları bu yönden ayrıntılarıyla tahlil edilmişti. Bu bapta ritüel dramlardan da söz etmek yerinde olur.
Bunlar hiçbir zaman, Dionysos rituslarının olduğu gibi edebî aşamaya varmamış, günümüze kadar ilk ham, ilkel şeklini muhafaza etmişlerdir. Bunun nedeni, esasta bir kusur olmayıp müdahaleleriyle Anadolu’nun folklor âdetlerinin bir drama şeklinde gelişmesini engelleyen önce Bizans Kilisesi, sonra da İslâm olmuştur. Halk dramasının unsurları büyük ölçüde takvim veya mevsimlerin teselsülü ve de aile törenleri veya ev yaşamının devirlerine bağlı ritüellerde temsil edilmektedir. Amaç, doğanın gidişini, topluluğa gereksinmelerini sağlaması için etki altında tutmaktır.
Gerçekten Anadolu’nun sessiz oyunlarının tabiatı ve kökenleri mevsimlerle ilgili olup bunlar biteklik rituslarıdır. Bunların uygulanma tarihleri her zaman yeknesak olarak tespit edilmemiştir şöyle ki bunlar çoğu kez tevali eden dinler ve takvimin değişmesi, bilhassa İslâm kamerî takvimin kabulü nedeniyle hasat, ilkbahar, yaz ortası ve özellikle kış ortasını ve Kış Gündönümü’nü (tahavvül-ü şitevî) kutlayan rituslar gibi mevsimin zamanından meydana çıkan özel vesilelerle uygulanırlar.
Alan araştırmaları sırasında bu oyunları neden oynadıkları köylülere sorulduğunda, âdet olduğu için, doğruca eğlence için ve bazı hallerde de kesin olarak bunlarla başarılı bir hasat, kişisel talih ve hayvanlarına doğurganlık sağlandığı için oynandığı yanıtları alınmıştır, tıpkı dans için benzer soru sormuş olan K. Tecer’e köylünün “oynamamak olmaz ki!..” dediği gibi[1].
Bu oyunların çeşit ve ayrıntılarına girecek değiliz[2]. Bunlardan Çift çıkarma ya da Çift ekmeği’nden daha önce söz etmiştik[3].
Aştiya-aşto, “bahçe ve tarlalara göz değmesin diye asılan insan şeklindeki bez, korkuluk”tur (Rz). Bu, Ana Tanrıça’nın bir suretini temsil etmez mi?…
Camala, “harman sonu düzenlenen eğlence” (Dz, İz) olup sözcük Fransızca “chamaille” (şamay), yani bağırıp çağırma, patırtı gürültüyü hatırlatıyor. Elfene de, “masrafları birleştirerek yapılan kır ziyafeti”dir (Gm, Ant). Fonetik olarak benzer bir sözcük olan ferfine de “köy kahvelerinde, odalarında ortaklaşa yapılan pilâv için kişi başına düşen para” oluyor, Dz’de.
Gıcır oyunu, “mısırı kapçığından ayırırken işçiler tarafından oynanan bir çeşit oyundur. Belirli mısır sayısını ilkin tamamlayan oyunu kazanır ve rakibinin yüzünü karalar” (Dz). “İstek ve heves (kocadım, gıcırım söndü)” (Ay, Nş) anlamında İst argosunda (müstehcen) kullanılır.
“Ter: ücret, çalışana verilen para. Bu sözden alınarak ırgata ‘terci’ denir” diyor Mahmut (III/148). Yani Mahmud’un da dilinde ırgat, “terleyen” kişidir.
Urfa ve Adana’da çiftçiye bozyakalı denmesi Anglo-Saksonların büro memuruna verdikleri “white collar– beyaz yaka” adını hatırlatmıyor mu? Hattâ bundan bir esinti olamaz mı?… Ya kulağı tozlu (“çiftçi-işçi, Mr)?…
“Türkiye halkının kültür kökenleri” adlı bu çalışmamızın başında “kültür’ün tarifini yaptıktan sonra bu kavramın sınıf olgusuyla yakın bağlantısını sürekli vurgulamıştık. “Osmanlı”, nam-ı diğer “agnia-i şakirîn” ile “halk”, “esâfil-i nâs-fukara-i sâbirîn” düalizmini canlı tutmaya çalışmış ve her ikisinin, tariflerini yaptığımız “kültür”lerinin, ayrı ayrı irdeleme yolunu tutmuştuk. Bu zıtlaşma, halk diline de yansımış, gerek köy ağasının etkisiyle (topraksız) emeğini satan işçi aşağılanmış, gerekse ağanın kendisi ve onun yandaşı devlet temsilcileri (vergi memuru, jandarma…) alaylı bir dille adlandırılmış. Bunun birçok örneğini, bundan önceki ciltlerde görmüştük, Tarımın, ülkenin başlıca üretim faaliyeti olması itibariyle Derleme Sözlüğü’nde geçen “işçi” tabiri genelde tarım işçisini, sair sözcük ve deyimler de tarım alanı içinde kalan kavramları ifade etmektedir.
Nğ’li, “zengin evi”ne altın eşik-altın yapı diyor ve ekliyor: “altın eşiğin, tahta eşiğe ihtiyacı var”…
Belevi, Kn’lının “köy ağası, eşraf”a verdiği ad olup beylik de “damızlık hayvan” (Dz), “köyün ortak malı, semiz sığır” (Brd) olmanın yanı sıra “köylü tarafından ağalarına ekilen özel tarla”dır, Ant’da. Tımar düzeninin cari olduğu dönemden kalma olduğunda şüphe bulunmayan bu sonuncu sözlük, hâlâ bir mükellefiyetin varlığını mı anlatıyor…
Sipahiye karşı reayanın, kanunla düzenlenmiş bazı yükümlülükleri vardı. Kırsal kesimde sipahi, reayaya göre okumuş, yol yordam bilir kişi olarak anılırdı. Bugün Ar’de ispahi, “nazik, kibar” kişidir. Ağanın her zaman ispahi olduğu tartışma götürür… Nitekim bunun çoğu kez aksi olması keyfiyeti, halk lûgatçesine yansımış: tepenneme, “zengin ve güçlünün yoksulu ezmesi” (Isp) olup bunun “tepmek, tepelemek” gibi fiillerden iştikak ettiği belli oluyor.
Tarım işçisine verilen aşağılayıcı adlar arasında aç boğaz “yiyip içmesi kendisine ait, yemeksiz tutulan gündelikçi” (Ama); aylak, işsiz, boş gezen takımı arasından alınan “bir aylığına tutulan işçi, hizmetçi” (Mr); yanaşma, “uşak, hizmetçi” (Isp, Dz, Bil, Brs, Kc, Sk, Ist, Ama, Or, Gr, Ar, Kr, Hat, Ky, Nğ, İç, Mğ, Ed), “sığıntı” (Isp, Mn, Çkl, Sk, Ama); yamantı, “sığıntı” (Ed), “hizmetçi, işçi” (Tk); girinti, “boğaz tokluğuna çalışan kimse” (Dz) (Sözlük “içgüveyi”ni de ifade ediyor Es, Çkr’da) sayılabilir.
“Azap”, günahkârlara ahrette verilecek ceza, şiddetli sıkıntıdır. Eskiden başlıca donanmada çalıştırılan bekâr asker de, çektiği kürek ve sair ağır “sıkıntı” dolayısıyla olacak, yine “azap” tesmiye edilirdi. Azap-azab-azeb-azzap, “bir yıllık tutulan erkek hizmetçi, uşak” (Çkl, Zn, Çr, Ama, To, Sm, Or, Md, Ur, Gaz, Mr, Hat, Sv, Yz, Ank, Krş, Ky, Nğ, Ada) olup bu aynı sözcükler Bt’de “bekâr”ı ifade ediyor, herhalde bazı “sıkıntı”larından ötürü. Bekâr’ın kendisi de “çiftlik işlerinde çalışan işçi, rençper” (Brs, Kü, Bil, Es, Bo); “uşak, hizmetçi” (Kü, Bil, Es, Kc, Ada); “para ile tutulmuş özel sığırtmaç” (Kü); “işsiz, boş”dur (Mş). Buna, çok yakın belhar da “para ile tutulan senelik işçi” (Ank) oluyor.
Güzelova (Ezm)’da sosyal anlaşma şöyle anlatılıyor (yayını 1963 tarihli): “Ağa: bizde ağa zenginnere denir. Eskiden atalarımız hep ağaya çalışırlarmış. Amma şimdi herkes gendine bir ağa. Zengin olsa da olmasa da. Cünküm çalışan hakkını alır”.
“Hizmetkâr (hızmeker): hızmekeri Mart’ta tutarık. Hızmekerimiz uşağdan (çocuktan) olursa buna hodak denir. Hodak öküzlerimizi otarır. Hızmetkerin vadesi Ekim 29 olumu dolar. Kışlık hizmetkerler mal görmek için tutulur. Yaz hizmetkeri de başkadır.”
“Bir var hizmetkerin altı aylık hesabı verilir, yüz-ikiyüz lira olur. Bir var ki aylık tutarık: ağanın evinden yiyerse 40 lira, yok kendi evinden yiyerse 70-80 lira veririk. Bu artık kesime bağlıdır. Üstünü başını veririk. Kesimde, bir iş köyneği, bir içdoni, bir deste doni, bir de deste işliği veririk. Kış hizmetkerini gine 29 Ekim’de Mart’a kadar tutarık.”
“Bir de var senelik hizmetker. Yaz kış çalışır. Kışın malı görür, bacanın berf’ini (karını) atar. Yazın da çayırda, tarlada çalışır. Ağanın evinde yiyer içer.” (“Berf”,Arapça-Osmanlıca “kar”dır. “Hodah-hodak”ın da “sığır çobanı” anlamında Ermenice olduğunu görmüştük).
“Yazın eğer işimiz çok olursa gündelikçi ırgat tutarık.”
“Ortakçı: kendinin öküzü, arabası, çifti çubuğu vardır. Toprağı yoktur. O zaman bir ağaya ortakçı girer. Ağa tohumu verir, o da eker biçer. Mahsulü de ortadan bölerler.”
“Maraba: toprak, öküz, çift, çubuk, tohum her şey ağanın olur. Maraba eker biçer. Sonra mahsulün 1/3 ünü alır. Marabaya saman verilmez. Ağa marabaya bir tane inek verir.”
“Bağzı kere bunnar arasında niza olur ki oni da köylü halleder.”
“Sözleşme: Eğer ağa marabasından-ortakçısından memnun kalır onlar da ağayı severse sözleşme yapılır: 10-20 senelik sözleşme olur. Bunnarın arasında niza olmazsa bu sözleşme göbeklerde (sülale) devam eder. Yok biçimsiz ağa olursa, toprağını tavlandırdıktan sonra adamlarına ‘dirsek dayar’…”[4]
Çece, “ova köylerinden çalışmaya inen işçi” (Gr); fehle, “amele, işçi” (Kr) olup fehlân’ın “birkaç kez sürülmüş tarla” (Tn, El) olduğunu görmüştük. Göble-göbele, “hizmetçi” (Ed, Sv, Mğ), “yanaşma, ırgat”tır (Mğ). Yunancadan geçme “ırgat”, sözlük anlamında “işçi, rençper, özellikle gemileri karaya çekmekte kullanılan yatay kollarla ve birkaç kişi tarafından çevrilen bucurgat” olup “ırgat gibi çalışmak” da, çok ağır bir işte çalışmaktır. Irgatlık ise “hasat mevsimi”ni ifade ediyor Ks, Ank, Nğ, Yz’da. Ayakçı, “ekin işi bitene kadar çalışan tarla işçisi”dir (Kn).
Karaişçi (“gündelikçi, amele” – Af, Isp, Ay, Ba, Çkl, Ks, To, Ar, Sv, Kn, Mğ) sözcüğü bize Asyalı öğelerimizin karabudun’unu hatırlattı[5]…
Kökçü, “işçi, ırgat” (İz); “evlerde ağır işlerde çalıştırılan işçi kadın” (Sm) terimi bize “kök sökmek”, çok çetin iş görmek, “kök söktürmek”, zorluk çıkarmak deyimlerini aklımıza getirdi.
Devam etmeden önce, dikkatimizi çeken bir hususa açıklık getirelim.
İşçi, ücret karşılığında hizmet veren kişidir. Irgat ise, bir noktada, fakr ü zaruretinden faydalanılarak “ucuza” çalıştırılan kişi olmaktadır. O ise ki, hemen yukarda olduğu gibi, çoğu kez aynı bir tanımlama içinde ikisi yan yana bulunmaktadır.
Sözcük bu iki farklı mananın her ikisine de mi gelmekte, yoksa bir mana karıştırması mı bahis konusu?… (ırgat, έργάτης’ten gelmedir-BTL)
“ İşçi” olsun, “ırgat” olsun, bunlar her işi yapan kişilerdir. Buna karşılık halk lügatçesi, sadece belli bir işi yapan kişilere verilen adları da içeriyor:
Abereci, “sırf buğday yolmasında kullanılan buğdaycılar” (Gaz); evdeci, “çiftliklerde işçilere yemek hazırlayan aşçı” (Hat, Ada, İç); başakçı-başşakçı, “başak toplayan ve bununla geçinen kimse” (Ba, Gr, Mr, Nğ, Brd, Gaz, Kn); çırpıcı,”zeytin toplama işçisi” (Hat); derici, “kestane toplayan işçi” (Brs)…
Kabalcı, “tarla işlerinde götürü olarak çalışan götürü alış veriş yapan” (Ama, Hat, Sv, Nş, Nğ, İç, Kıbrıs) olup kesene-kesenali-keseri-keseriye-kesimiş-kesmet de “götürü, toptan iş” (İz, Es, Bo, Zn, Ks, Çkr, Tr, Ank, Ant, Isp, Ba, Ama, Krş, Af, Bt), “ortaklaşa tutulan bekçiye verilecek ücretin, her eve düşen eşit payı”dır (Çkr).
Kalabalık işçinin çalıştığı yerde bunları idare eden işçiler de vardır: dayıbaşı-dayı, “amele başı” (Isp, Brd, Dz, Mn, Ay, İz, Or, Ant, Ky); elci, “amele başı” (Hat, Nğ, Kn, Ada, İç), “çiftliklerde çalışmak için amele toplayan kimse” (Hat, Ada), “ırgatın biçeceği ekin parçasını işaretleyen, ayıran kimse (Nğ, İç); kolbaşı, belirli bir bölgede çalışan bahçıvanların sözcüsü, başı”dır (İst).
Çoğu kez tarla sahibi, işçi tutup bunu işleme yerine “ortakçılık” müessesesine rağbet eder. Bunun koşullarına göre birçok sözcük türemiş, halk dilinde: başana, “çiftçi ortaklar arasında, tohumu kendisinden ekenin, harman kalktıktan sonra ektiği tohumluktan başka aldığı ürün”dür (İç). “Ortaklık”ın kendisine de yahvisi deniyor Çr’da.
Eynar, “yarıcı, ortakçı, bölücü” (Ba) olmanın yanı sıra “tarlada kalabalık iş yaparken kenarda çalışan kimsedir (Ba). Üçürdüm, “her ortak, ürünün üçte birini alma koşuluyla üç kişi ortaklaşmak: bizim tarlayı ücürdüm ektik” (Isp, Ay, İz, Ba, Çkl, Es, Bo, Çkr, Sn, Or, Mr, Hat, Yz, Ank, Nğ); “ürünün üçte ikisi tarla sahibine, üçte biri ekiciye verilmek koşuluyla yapılan ortaklık (Ay, Nğ, Krk, İç) oluyor.
Deman etmek, bir yeri geçici olarak yönetmek, oradan faydalanmak: “bu köyü ben deman ettim” (Ur), “inek, koyun vb. hayvanları, belirli bir ölçüde yağ almak için bir yazlığına ortakçıya vermek”tir (Bt).
Bütün bu alışverişte bazen “teminat akçesi” de bahis konusu olur: dayama, “tarla ve bağ ortaklarının mal sahibine verdikleri güvence parası” (Mn), “önceden verilen para, avans” (Ank); kuvvet de “ortaklaşa yapılan çiftçilikte tarla sahibinin çiftçiye verdiği borç para” (Isp) olmaktadır.
Gâmet, “birisinin sebzesini satan manavın, satış tutarı üzerinden aldığı satıcılık hakkı” (Gaz) olup anlaşıldığı kadarıyla sebze dükkâna emanet bırakılıyor, dükkâncı da bunu sattıkça kendi payını ayırıp gerisini sebzenin sahibine veriyor.
Avayıt işçiye, bekçiye “hizmet karşılığı ödenen bedel” (Dz); “zarar, ziyan yapan hayvanların sahiplerinden köy kurucusunun aldığı para” (Bil); “bahşiş olarak verilen yiyecek” (Kn) oluyor.
Bayrak dikmek “bütün ekinleri biçip geriye bir tutam ekin bırakmak”tır: “evvelâ ekin bayramını ben diktim” (Isp). Bu bayrak dikme fiiline özellikle bina (fabrika binası, mesken, vs.) inşaatında hep rastlanır: çatı alındığında işçiler tepeye bir bayrak diker, bahşiş almadan kiremit döşenmesine başlanmaz. Bundan elli yıl kadar önce de fabrikada, taahhüt edilmiş mallar imal edilip ambalajlandığı sırada, son parça bir türlü sandığa sığmazdı…
Bazı tarla sahipleri bunu doğruca kiralamayı yeğlerler. Cereye vermek, “tarlayı, ekilen tohum kadar ücretle kiraya vermek” (Kü) olup cere’nin “icar”dan galat olduğunda şüphe yoktur. Daman diye “kira ile tutulan ekili bağ, bostan, bahçe”ye (Dy, Gaz, Hat) denir ki bunun yukarda mezkur deman etmek deyimi ile ilişkisi aşikâr oluyor. Yine yumur, “verimsiz toprağı kiraya verenin, karşılığında aldığı tohum kadar ürün” oluyor, Kn’da
Ne türlü işletilirse işletilsin, tarla, bağ, bahçe hırsıza, evcil ve yabani hayvanların zararlarına karşı beklenecektir. Bunun için münferiden veya müştereken bekçi tutulur. Bunun da epey adı vardır:
Asas, “bekçi, korucu (Kü) olup bunun Osmanlı döneminin ilk zamanlarında polis görevi yapan “ases”ten galat olduğu anlaşılıyor. Hassas-hassa-hasse, yine aynı kişiyi ifade etmek üzere Brd, Ml, Krk.’de kullanılıyor, bu kez asas’tan bozma olarak.
Ceşdiman-çeştemen, “köy bekçisi” (Dz, İz); destimenci, “ekin bekçisi” (Çr); deşdivan -deşdivan -deşduvan -deşteman, “bağ korucusu, kır bekçisi (Isp, Brd, Dz, İz, Kn, İç); çöşger, “köy bekçisi” (To) olup bu sonuncusu dışındakiler bir sözcük ailesi gibi görünmektedir. Bunların Farisî “deşt”, (ekilmemiş) ova, bozkır ile bir ilişkisi düşünülebilir mi?
Keçire de “köy bekçisi” oluyor, Çkr’da. Vn’da “bekçi, korucu”ya korak deniyor. Bütün bu tarım faaliyetleri içinde fakirler de unutulmuyor: kalmast (Bt) ve kırmaçek (Tn), “harman kaldırılırken fakirlere ve çocuklara dağıtılan buğday” oluyor.
Gerek-gezi-gezik, “köy halkının, köy odasına gelen misafire, çobana, imama sıra ile yemek göndermesi” (Ay, İz, Mn, Bz, Çkl, Es, Kc, Zn, Sm, Ed, Krk); ailelerin aralarında sıra ile birbirlerine verdikleri ziyafet” (Af, Isp, Brd, Brs, Kü, Ks); “sıra ile hayvan gütme”dir (Mn, Ank).
Köylünün “muhtara verilen yıllık ücreti” pek can ü gönülden ödemediği, buna taktığı kara akça adından anlaşılıyor…
Halkın, “Osmanlı-osmannı” ve “agnia-i şakirîn” katının adamlarıyla başının hoş olmadığını çok iyi biliyoruz. Bunların arasında doğruca can yakan firdeci, “vergi tahsildarı” (Ky, İç) var ki fire-firde, “hayvan vergisi”dir Ml, Mr, Yz, Ky, Kn, Ada, İç’de. Vergi, gelirin “fire”si olmuyor mu?
Kırtıl, “mülk, toprak” (To), “yayla” (Sv); kırtıl-kırtıl hakkı, “otlak parası, otlakiye: filân köyün kırtılını ben satın aldım” (Rz, Ky, Ant, Tr). Hâlâ iltizam mı var?… Devam edelim.
Kırtıl, “kira, vergi: kırtılı kırk olanın işi bok olur” (Ky); kırtıl-kırtın, “çiçek bozuğu yüz” (Ama, Ks, Ezc, Ml) ve nihayet kırtılcı, “vergi toplayan”dır (To, Nğ). “Değersiz, bayağı…” karşılığında geçen “kırtıpil”, çok mu uzak düşüyor kırtılcı’ya?…
Osmanlı’nın baskı âleti jandarma da köylünün fazla sevdiği kişilerden değildir: deli-balta (Zn), taktakkolu (Mn), yantiri (Bil) buna takılmış adlardandır. “Memur”a da yakıştırılan ad, kellesi büyük’tür, Ba’de.
Neden Rz ve Ar’de “büyük fıçı”ya kadı adı verilmiş? Kadıların çok yiyip içip şişmelerinden mi?… (O yöre insanlarının genellikle zayıf oldukları hatırlanacaktır). Ve nihayet “köy zengini, çiftlik sahibi”ni (Çkl, Brs, İst) ifade eden çokay’ın Bo’da “eşkıya”ya ıtlak olunması bir rastlantı mıdır?…
* * *
Evet, bütün bunlar, ister teknik, ister sosyal düzeyde olsun, hep “folklor” çerçevesi içinde mütalâa edilmektedir. Ama bu sibak içinde “folklor” neyi ifade ediyor, tam olarak?
Soru ilginçliğini koruyor şöyle ki bütün sözlükler bu sözcüğü bütünü içinde mütalâa edip bu mürekkep kelimeyi teşkil eden “folk” ve “lore”un manalarını, bunların yeterince açıklığa kavuşmuş olup olmadığını saptamadan peşinen kabul ediyorlar. O ise ki bu iki unsurun ayrı ayrı müphemiyetlerini muhafaza ettikleri bir vakıadır. Gerçekten bu belirsizlik aslında tüm kavramınkiyle doğruca ilişki halindedir ve bu iki “folk” ve “lore” mürekkibinin doğru manasını izah etmek üzere yeni açıklamaların gereği ortaya çıkmaktadır.
“Folklore” terimindeki “folk”tan tam olarak ne anlaşılmaktadır? Kim “folk” olarak nitelenmiştir? Köylüler mi? Kent halkı mı? Eğitimsizler mi? Eğitim görmüş olanlar buna dâhil mi? Ya yetişkinler, çocuklar? Kenarda kalmış kişiler mi? Geniş bir cemaatin insanları mı? Küçük cemaatin mensupları mı? “Folk” bir müstakar kategori midir, yoksa sosyal değişmenin, kitle iletişiminin hızlanmasının, yaşam koşullarının aşırı değişkenliğinin hâsıl ettiği tarihin akışı ve değişmelerine mi tâbidir?
“Folk”un saptanması, birçok bakımından, bir ideolojik sorun olmaktadır. Gelişigüzel seçilmiş birkaç misal, bilginlerin bu yöndeki tarafgirliklerini ortaya koyuyor.
Bazılarına göre “folk”, “basit halkı”, “eski geleneklerin bir temel birikimini paylaşan sıradan halk”; “vulgus in populo”; “alt tabaka”, “bir kan ve kültür birliğinin mensupları”, “beşerin basit, tahlil bilmez kitlesi”, “bir muğlâk uygarlık içinde bir eski tertip kesim”, “ulusun ana tabakası”, “sömürülen sınıf’, “inkıyat altına alınmış sınıf”; “çalışan sınıf’; “en az bir müşterek amili paylaşan herhangi bir halk grubu”…
“Lore”a gelince, sözlükler bunun için “bir öğreti ya da öğretilmiş olmak, öğretilmiş bir şey, bilgi ya da bilim, özellikle belli bir grubun tüm bilgileri veya özel bir konu üzerindeki bilgileri, başlıca geleneksel tabiatlı olan bilgiler” tarifini veriyorlar[6].Ama iş bununla bitmiyor ve bu tarifler arkalarından yeni sorulara yol açıyorlar; “ne tür beşerî ifadeler buna aittir?”. Bilgi, muhayyile (fantasy), bediî (estetik) ifadeler, sanat, şiir, bilgi, bilim vs. gibi yerleşmiş ya da farz edilen manalarda belirginlik yokluğu hayli rahatsız edici oluyor. Gerçekten folk sanatı, folk inancı, folk tıbbı, folk yaşamı, folk zihniyeti, folk düşünceleri, folk geleneği ve sairlere “lore”un neresinin dâhil olduğunu söylemek fevkalâde güç olmaktadır. Kaldı ki “lore” sözcüğünün biz ayrıca bitki lore’u, ay lore’u, çocuk lore’u, ilâç lore’u ve saire gibi farklı konularla da irtibatta olduğunu görüyoruz.
Folklor’un alt kategorileri de bu karışıklıktan kurtulamamaktadır. Yukarda Webster’in tanımlamasında geçen “geleneksel” ifadesi de yine birçok sorunun ortaya çıkmasını mucip oluyor. Folklorun “geleneğe dayandığı”ndan kimsenin şüphesi yoktur. Ama “gelenek nedir?” deyip de “geleneksel” ile “geleneksel olmayan” unsurlar atasındaki mümeyyiz amilleri aramak oldukça tatsız bir uğraş olur. Kaç kişi bir geleneğe sahip olabilir? Yüz, bin, milyon mu? İntikal ettirilen malzemenin “geleneksel” olarak telâkki edilmesi için asgarî kaç kişinin işbu naklediciler zincirini teşkil etmesi gerekir? Bir geleneğin “geleneksel” olarak kabul edilmesi için bunun ne kadar eski olması gerekir?[7]…
Evet, hangi “folk” ve bunun hangi “lore”u jandarmaya delibalta… büyük fıçıya kadı… adlarını takıp bunu kuşaktan kuşağa nakletmiş? Alan, sosyologlara açıktır.
* * *
Halk lügatçesinden büyük sayılara varan sözcük naklettik ve bunlardan bazılarının kökenleri hakkında bilgi aktarmaya çalıştık. Şimdi de yine birkaç sözcüğün, bilindiği kadarıyla ne kadar eski zamandan beri kullanıldığına dair tanıklar verelim.
Çakıldak: bostanlarda kuş ürkütmek için yaptıkları ses çıkaran fırıldak (TS), “Huzruf (Ar), bâdfere (Fa) çakıldak ki kuş ürkütmek için bostanlara kurarlar; rüzgâr ile döner ve avazı çıkar” (Aks-el-ireb. XVIII. yy.)[8]
Yine Çakıldak-çakıldırak: Üğütülen buğdayın taşlar arasında bittiğini haber veren ve değirmen taşına çarparak çak çak sesi çıkaran âlet (TS)
“Tezde-i âsiyâ (Fa): değirmen çakıldırağı” (sıhah-ül-Acemî Fi-l-lûga, XV. yy.)[9]
Bu sonuncusunun bir başka adı da çakçaka olup ona Nabi Divanı’nda (XVII- XVIII. yy.) rastlıyoruz.
Diğren: harmanda, biçilmiş hububat saplarını toplamaya mahsus âlet, dirgen, diren
(TS) “Diğrenden korkan porsuk harman yanında neyler” (Atalar sözü, XV. yy.)[10].
“ Zenber (Fa): diğren (Miftah-ül-cenne, XV. yy.)[11]
“ Zenber (Fa): tezkire ki anınla balçık ya gayrı nesne götürürler ve diğren”
(Lûgat-ı Nimetullah, XVI. yy.)[12]
“ Zenber (Fa): diğren (Şamil-ül-lûga. XVI. yy.)[13]
Dişeği-dişengi-dişeğü: değirmen taşını diş diş yapmak için kullanılan bir çeşit külünk (TS).
“Balta, çekiç, tağar demiri ve dişeğüler (Şer’iyye sicilleri XV-XVI. yy.)
“Âjine (Fa): dişeği ve tokmak (Lûgat-i. Nimetullah, XVI. yy.)
Bu sonuncu çeviriyi yine aynı yy.da Câmi-ül-Fürs[14], Şamil-ül-lûga ve Et-tuhfet-üs- seniyye[15]de veriyor.
Saban eneği-sapan kulağı: sabanın çene gibi olan tutamağı, el ile tutulan kısmı (TS).
“Decr (Ar): saban eneği (Babus-ül-Vâsit, XVI. yy.)[16]
“ Rîhîz (Fa): sapan eneği ve kulağı ve kılıç” (Lûgat-ı Nimetullah)
“ Niyam (Fa): Bazı evkatta sapan eneğine bağlanan ipe derler” (Câmi-ül-Fürs)
Söbek: değirmen taşının üzerinde döndüğü sivri demir, mil (TS)
“El-kutbu (Ar): değirmen sübeği ve baltası ve iği dedikleri demirdir ki
değirmen anın üzerinde döner “ (Terceman, XV. yy.)[17]
“Püşt (Fa):… ve değirmen söbeği, bir demirdir ki değirmen anın üzerinde
döner” (Lûgat-ı Nimetullah, XVI. yy.)
Sürgü – sürek: tarlanın, yerin toprağını düzeltecek âlet (TS)
“Hâk – keş (Fa): ekinciler sürgüsü ki ekin ektikten sonra toprak düz olup
tohum basılsun deyü ektikleri yer üzerine sürerler hemvâr ederler”
(Lûgat-ı Nimetullah, XVI. yy.)
“El-misvat (Ar): yerin otun giderip düzeltecek âlet, ekinciler sürgü derler”
(Ahterî-i kebir. XVI. yy.)[18]
“Pejend (Fa):… ve sürgü ki ekinciler tohumu yere saçtıktan sonra anınla
yeri düzedürler “ (Et-tuhfet-üs-seniyye, XVI. yy.)
Taban – Tapan: ekincilerin tohumu örtmek ve toprağı düzlemek için tarlaya gezdirdikleri ağaç veya demir (TS).
“Beren (Fa): sürgü. Ekinciler tohumu ektikten sonra onunla örterler.
Yassısına keşan derler. Yumrusuna taban derler.
Arabîde mimlâka derler” (Et-tuhfet-üs-seniyye, XVI. yy.)
“Hâkeş (Fa): ekincilerin taban tabir ettikleri âlettir” (Bürhan-ı katı’ tercemesi,
XVIII-X1X. yy.)[19]
“Engüz: ol demir beldir ki ekinciler ve bağcılar kullanırlar, anınla zemini
hemvâr ederler; Türkîde taban dedikleridir” (Bürhan-ı Katı’)
Tahıl – dahıl: ekin, zahire (TS).
“Ambarlar doldurdular tahıl kamu
Ol yedi yıl bay ü yoksul ey amu” (Yusuf ve Zeliha, XIII. yy.)[20]
“Görmez misin ki bir kişi tahıl ekmek dilese evvel toprak gerek…”
(İhlâs tefsiri, XIV. yy.)[21]
“Sütlüce otu derler bir ot olur, tahıl kenarında biter”
(Yadigâr-ı İbni Şerif, XIV. yy.)[22]
“… bir ottur ki tahıl arasında biter” (Müfredat-ı İbni Baytar Tercümesi, XIV. yy.)[23]
“Pes Yusuf eğitti: işbu ucuzluk yıllarda çok ekin ekesiz ve dahıl getüresiz ve ambarlar ve hazineler doldurasız “ (Kısas-ı embiyâ, XIV. yy.)[24]
Tahta: tarlanın ekilmeye hazırlanmış veya ekilmiş parçalarından her biri (TS).
“Biten kıllar teninde tahta tahta
Nebata benzer etrafı dirahte (ağaçlık)” (Gülşen-i Raz Tercümesi, XV. yy.)[25]
“Şerhalardan (dilimlerden) sinede bir tahta lâlem var benim
Neylerim ateşlere yansın ocağı lâlenin” (Sabit Divanı, XVII-XVIII. yy.)
“El-meşare (Ar): bir dönüm ekilmiş tarladan ibarettir. Hâlâ bağçavanların
tahta tabir eyledikleridir” (Kamus tercemesi, XVIII-XIX. yy.)[26]
Tepir: içinde hububatı savurarak yabancı maddelerden temizlemek için kullanılan kenarı kasnaklı,
önü açık, yarım daire şeklinde tahta tapla (TS).
“Patinî (Fa): ol yassı büyük tabak şeklinde zarftır ki çubuktan ve sazdan ve buğday ve arpa
saplarından örüp içine galle koyup rüzgâra karşı evsip savururlar. Samandan ve toz ve
topraktan pâk olur. Türkîde tepir tabir ederler” (Bürhan-ı katı’).
“El minsef (Ar): harmanların ve değirmencilerin Türkîde tepir tabir ettikleri nesnedir ki
tahtadan düzülmüş göğsü engebe ve yukarısı yüksekçe ve kendisi uzun bir nesnedir anınla
galleyi evsip samandan ve sair nesnelerden pâkederler. Bu diyar ekincileri anın yerine büyük
gırbal kullanırlar “ (Kamus tercemesi).
Tınas – tınaz: dövüldükten sonra savrulmak üzere biriktirilmiş mahsul yığını (TS).
“Tığ (Fa):… ve savrulmak için döğüp yığılan galle ki tınas derler”
(Et-tuhfet-us-seniyye, XVI. yy.)
“Tînus (Fa): harmanda tereke yığını ki Türkîde tınas derler “(ibd.)
“Sinus (Fa): tınaz (Şamil-ül-lûga, XVI. yy.)
“Tınas-tınaz”ın İran’dan Türkmen tarafından Anadolu’ya taşınmış olduğu ayan oluyor. Bu arada “tereke”ye de rastlıyoruz.
Bilindiği gibi Arabî kökenli “tereke”, bir ölünün bıraktığı malların tümü olup sözcük, halk dilinde “mahsul, ürün” oluyor (TS).
“Gün -beğün Benî-Sa’d kabilesinin malları ve terekeleri ziyade oldu”
(Siyer-i Darir, XIV. yy.)[27]
“Sibarî (Fa): anız, yani tereke biçildikten sonra yerine anız derler”
(Lûgat-ı Nimetullah, XVI. yy.)
“Afer (Ar): terekenin evvel sulanması ve sulayımı” (Babus-ül-vâsıt,
XIV. yy.)
“Dahıl (Fa): tahıl ve tereke (Şamil-ül-lûga, XVI. yy.)
“Garbele (Ar): tereke kalburlamak ve un öğütmek (Babus-ül-vasıt,
XVI. yy.)
“Çâh (Fa): mutlaka kuyuya derler. Suyu olsun gerek olmasın, içine
tereke doldururlar” (Et-tuhfetut-üs-seniyye, XVI. yy.)
“Tebenge (Fa): sandık ve ağaçtan düzdükleri ambar ki Türkîde sarpun
derler, içine tereke koyarlar” (ibd.)
“Tuhmiyane (Fa): terekenin yerden çıkıp zahir olan mertebesinin adıdır ki
Türkîde sokarık derler (ibd.)
Şamil-ül-lûga’nın ifadesine göre “tahıl” da “tınas” gibi Farisî kökenli (dahıl) oluyor.
* * *
Ve efsaneyle karışık bir tarih yaprağı, genel konumuzla ilgili.
Polatlı civarında eski bir Phrygia kenti var, Gordion (Yassıhüyük). Efsaneye göre Gordion, Gordiusadlı Phrygia’lı bir köylü tarafından kuruluyor şöyle ki yurttaşları, kralı nasıl seçeceklerine dair Zeus’tan sual ediyorlar. O da tanrının mabedinin içine ilk araba sürecek kişiyi kral seçersiniz, yanıtını veriyor. Bunun üzerine kral, arabasını tanrıya vakfediyor ve bu arada gaipten bir başka ses daha geliyor: boyunduruğu ok’a bağlayan, kızılcık kabuğundan yapılmış ve acayip şekilde düğümlenmiş ipi çözmeyi başaracak kişi, bütün Asya’ya hükmedecek. Hikâyeye göre Büyük İskender, düğümü çözemeyince onu kılıcıyla kesiyor.
Gordion, M.Ö. 189’da Golualar tarafından zapt edilip tahrip ediliyor ve tarih sahnesinden siliniyor (fot. 99-102).
Ancak bu kıssadan çıkan hisse, Gordion uygarlığının bir tarımsal uygarlık olduğu doğrultusundadır.
* * *
Ve şimdi, efsanevî olmayan bir tarihî gariplik. Tefsirini tarihçi, sosyolog ve psikologlara bırakıyoruz.
Safavî Devletinin kuruluşunda rol oynayan Anadolu Türk oymakları arasında Rumlu oymağı vardı:
“Bu boy başlıca Sivas’ın Koyulhisar (Koylahisar) ve Karahisar (Şebin) kazaları ile yine Sivas’a bağlı diğer yöreler ve Tokat-Amasya bölgelerindeki köylü Kızılbaşlar tarafından meydana getirilmişti. Bilindiği gibi başlıca Şebinkarahisar, Sivas, Tokat, Amasya sancaklarından müteşekkil bölgeye Osmanlı idarî teşkilâtında eyalet-i Rûm denirdi…”
“Nur Ali Halife, Pîrî Beg ve Div Sultan bu teşekkülün (Rumluoymağı) en tanınmış beğleridir. Div Sultan’ın asıl adı Div Ali (Beğ)dir; kendisinin Tokat bölgesi halkından olduğu anlaşılıyor… Kendisinden başka yine Rumlu’dan Bâdincân (Patlıcan) Sultan (Erdebil valisi), Kazak Sultanı…’ı tanıyoruz.[28]”
“… Ertesi yıl Ustacalu beğleri Gîlân’dan çıkıp Erdebil’e geldiler. Şehrin valisi Rumlu Bâdincân (Patlıcan) Sultan çok yaşlı olmasına rağmen…[29]”
Evet, vali beğ’in adı, Patlıcan Sultan! Bir lâkap mı idi?… Başka adı yok mu idi?…
Devam edelim.
“… Ak-Koyunlu ve Kara-Koyunlu uluslarına mensup oymaklar ancak Safevî devletinin kuruluşundan sonra bu devletin hizmetine girdiler. 913 (1506-7 = Luy yılı) yılında Diyarbekir hâkimi Musullu Emîr Beğ’in başında bulunduğu topluluk ile Şah İsmail’in hizmetine girdiğinden… Emîn Han’ın İbrahim ve Ali Beğ adlı kardeşleri ile Masum, Muhammedî ve Mercümek (Mercimek) adlı oğullarını tanıyoruz. Bunlardan İbrahim Sultan 933’te (1527) Bağdat valisi, Ali Beğ’in oğlu Nohud Sultan da (asıl adı Zulfikâr), Kelhur valisi idiler. 934’te (1528) Nohud Sultan, amcası İbrahim Sultan’ı ve Mercümek Sultan da dahil olmak üzere, amcaları oğullarından ekserisini öldürüp…”[30]
Bu “tarımsal” ad ya da lâkaplardan başka Şah Budak Sultan, Pîr Budak Han gibi isimlere de rastlıyoruz, bu kez ağaçla ilgili oluyor[31]. Öbür yandan 935 (1529) yılında Özer sancağı (İskenderun-Payas-Dörtyol yöresi) beği … Seydî, başına Kızılbaş tacını geçirip, İncir Yemez denilen biri ile de … bir isyan çıkarmıştı”[32].
Ve de (asi) Domuz (Donuz) Oğlan,Köpek Sultan, Kudurmuş Sultan, Sincâb Sultan’lar…[33].
* *
Buraya kadar söylediklerimizi toparlamaya koyulmadan önce tarımın tarihini bir kez daha özetlemekte fayda mülâhaza ederiz.
Tarıma, ancak yerleşik düzene geçildikten sonra başlanılmıştır. Bununla birlikte avcı-toplayıcı göçebe topluluklar, toprağı ekmeyi öğrenmeden önce, içinde sürekli olarak oturdukları köy birimleri meydana getirmişlerdi. Suriye’deki Abu Hureyra kazıları bunu doğruluyor: köyler, tarlalardan önce var olmuşlardı. Kazıyı yöneten Yale Üniversitesi’nden arkeolog Dr. Henry Moore’un incelemeleri, mezkûr mahalde M.Ö. 9500-8000 yılları arasında yaşandığını, sonra 500 yıl burasının terk edildiğini, daha sonra da, M.Ö. 7600-5000 yılları arasında yeniden yerleşmenin vaki olduğunu ve nihayet bundan sonra günümüze kadar boş kalmış olduğunu gösteriyor. Hureyra I denilen birinci yerleşim dönemi sırasında 200-300 kişilik bir köy tarımının öncüsü ortaya çıkıyor.
Moore bu sonucu kazıların çeşitli aşamalarında bulunmuş tohum, hayvan kemikleri ve bitki kalıntılarının üstünde yapılan çalışmalara dayandırıyor. Akdeniz bölgesi ormanının tahıl ve baklagiller yönünden zenginlik sınırının köye çok yakın olduğunu da söylüyor.
Yine bu Hureyra’da, einkorn buğdayı (ilkel buğday), yaban çavdarı ve baklagiller gibi bitkilerin izleri bulunduğuna göre burada yaşayanların bu bitkileri ekmeye başladıklarını akla getiriyor.
7600’larda sitte yeniden yerleşim olduğunda, gelenlerin hepsi tarımla uğraşır olmuştu. Moore’a göre evcil tahıllar ve baklagiller, bu ikinci yerleşimin başından itibaren ekilmeye başlanmış. En az bin yıl daha, evcil hayvanlar özellikle keçiler ve koyunlar ortaya çıkana kadar, avlanılmaya devam edilmiş. Abu Hureyra II, o zaman, gerçekten bir çiftçi toplumu olmuş oluyor. Çakmaktaşından küçük orak-dilgiler ve kemikten birçok alet bunu kanıtlıyor.
Tarım, bu bölgeden Batı’ya, Batı Avrupa’ya kadar, yayıldı. Hızlı bir demografik büyümeyle birlikte yaşanan bu dönüşümün, insanlar için bir altın çağ olabileceği düşünülebilir. İlk çiftçi topluluklarının insan kemiklerinin incelenmesi, birçok kişide tarımın neden olduğu “meslekî hastalıklar”ın varlığını ortaya koymuş: ağır yük taşıma sonucu bacak ve ayaklarda şekil bozulmaları, omur kemiklerinin yer değiştirmesi…
İlk çiftçiler aynı zamanda ilk büyük açlıkları da tanıdılar. Önemli bir nüfusun başlıca besin kaynağından yoksun kalması için bir kötü hasat yeterli oluyordu. Antropologlar, kötü beslenmenin tarımın ortaya çıkışıyla aynı zamana rastladığını saptamışlar.
M.Ö. dört binli yıllarına kadar insanların köylerin çevresinde odaklanmış küçük eşitlikçi topluluklarda basit ve sakin bir kırsal yaşam sürdürdükleri uzun süre sanılmış. Ancak bu konuda da bir şaşırtıcı olgu ile karşılaşılmış; birçok sitte on beş yıldır yapılan kazılar bunun böyle olmadığını kanıtlıyor, şöyle ki çiftçiler artı değerler elde ediyorlarmış ve işbölümü gerçekleşmişmiş. Kimi süs takıları, kimi çömlek imal etmiş, kimi deriyi işlemiş, başkaları da madenleri ısıtıp işlemeye başlamış. Toplumsal silsileler ortaya çıkmış, köy grupları birlikler oluşturmuş, bazıları da savaşmış.
Çatalhöyükten başlarda söz etmiştik. Çayırönü’de iğne, çivi, kanca ve yaprak şeklinde birçok bakır eşya bulunmuş. Köyün tüm bir semti boncuk kolye üretimine ayrılmış[34].
Kendisinden daha önce söz etmiş olduğumuz Tchihatchef özellikle Anadolu’nun tarımsal yapısı, hayvancılığı ve bunların tarihçeleri üzerine ilginç bilgiler veriyor (kitabının sayfa no.ları paragraf sonlarında yazılmıştır).
İnce Burun (Sinop) çıkıntısı çok belirgin bir iklim ayırım çizgisi teşkil ediyor: bunun iki tarafında gökyüzü ve denizin durumu, rüzgârlar… arasında büyük tezatlar bulunuyor. Bizans iklimi, İstanbul ile İnce Burun arasındaki soğuk bölge; Trabzon iklimi, burunun Doğu’sunda sıcak bölge (70-71).
Yükseklik yönünde bitkisel türlerin dağılımı: Dağların arasındaki mesafelerin çok olmamasına rağmen bunlar, Avrupa ve Amerika dağlarında görülmeyen bir bitkisel kişilik karakterini muhafaza ediyorlar. Aşağıdaki dağ kitlelerinin, ezcümle Uludağ, Bolkar Dağı, Erciyeş, Ağrı’nın bitki örtüsüne ait bazı olgular şunlardır: Bu dağlık gruplarda bulunan ve toplam sayısı yaklaşık 2000’e kadar çıkarılabilen türler arasında bütün bunlarda müşterek olan tek bir’i yoktur ve üç dağ kitlesi üzerine yayılmış türlerin de çok nadir olduğu kabul edilebilir. Böylece birbirlerinden yaklaşık 110 km uzaklıkta ve benzer yükseklik koşullarında (3800 ve 3841 m) bulunan Bolkar Dağı ile Erciyeş (fot. 75-76) toplam 992 tür bitki arz ederler ki bunlardan sadece 36’sı, her iki dağ kitlesinde müşterektir. Aynı şey Erciyeş’le Ağrı Dağı için de söylenebilir: bu iki dağın bitki örtüsünü oluşturan 990 türün sadece altmışta biri müşterektir (93-95).
Ve alabildiğine şekil çokluğu: yaklaşık 6500 tür mevcut olup bunlardan 2000’den fazlası münhasıran Doğu’ya aittir (91-92).
Sylloge floroe europeoe’sinde M. Nyman, Avrupa türlerinin yaklaşık toplamını 9000’e çıkartıyor; buna Kırım ve botanik açısından Avrupa’ya değil, Doğu’ya ait olan Rumeli ve Yunanistan dâhil edilmiş (92 infra).
Küçük Asya bitki örtüsüne vurulmuş olan özgünlük damgası, bazı türlerin (Alp florasını temsil edenlerin) yükselebildikleri azami irtifa ile ağaç türlerinin üst sınırı açılarından işbu örtü tetkik edildiğinde bir kez daha belirgin olur, şöyle ki bu iki açıdan Küçük Asya Avrupa ile en kesin tezadı arz eder: Bolkar Dağı, Erciyeş ve Ağrı’da 3000 m.yi geçen 36 tür arasında yarısından çoğu Avrupa’ya yabancı olmakla kalmayıp ayrıca, iki tanesi müstesna, bütün öbürleri üç dağ kitlesinin bir tekine kesinlikle münhasırdır (98-99).
Ekilmiş türler de, ya bulunmamaları, ya da Küçük Asya’da içinde geliştikleri koşullar itibariyle iklimle ilgili hayli ilginç mülâhazalara yol açıyorlar. Bu, başlıca asma, portakal ağacı, hurma ağacı (palmiye), sarısabır ve atlas çiçeği için varittir. Gerçekten asma Kızıldağ (Aladağ’ın Güney-Doğu yamacı) civarlarında, Nemrun’da (Bolkar Dağı’nın Güney yamacında), 1800 ve 1400 m yükseklikte bile olgunlaşmakta olup her ne kadar şarap vermiyorsa da Seydiler Yaylası’nda 1258 m, yani Vezüv’ünkinden fazla bir irtifada yetiştirilmektedir. Oysaki Avrupa’da azamî yükseklikler Andaluzya’da 1364 m. Yüksek Alpler’de 1200 m.dir.
Şimdi Tchihatchef’i bir an için bırakıp Antikçağlarda arpanın insanın beslenmesinde oynadığı önemli rolü belirtelim. Ahd-i Atik’ten birkaç parça: “Ve Gideon geldi ve işte, bir adam arkadaşına rüya anlatıyor ve diyordu: işte bir rüya gördüm ve işte Midyon ordugâhına arpa ekmeğinden bir somun yuvarlandı ve çadıra kadar geldi ve onu vurup düşürdü, onu alt üst etti ve çadır yere serildi” (Hâkimler VII/13). “Ve Baal-şalişadan bir adam geldi ve çuvalında Allah adamı için turfandalardan ekmek, yirmi arpa ekmeği ve taze buğday başakları getirdi. Ve dedi: Kavma ver de yesinler” (II. Krallar IV/42). “Ve sen kendine buğday ve arpa ve bakla ve mercimek ve darı ve çavdar al ve onları bir kaba koy ve onlardan kendine ekmek yap…” (Hezekiel IV/9).
Ahd-i Cedid’de, Yuhanna İncili’nde de şunları okuyoruz: “Sakirtlerinden biri… Andreas, ona dedi: Burada beş arpa ekmeği ile iki balığı olan bir çocuk var; fakat bu kadar adama bu nedir? İsa: Halkı yere oturtun, dedi… Hesapça beş bin erkek kadar oturdular. O zaman İsa ekmekleri aldı ve şükrettikten sonra, oturanlara dağıttı; öylece balıklardan da istedikleri kadar dağıttı. Ve onlar doyunca…” (Yuhanna VI/8- 12).
Dönelim Tchihatchef’e. Arpa, yeryüzünde hiç şüphesiz ekilen en eski tahıl olup bu bitki Küçük Asya toprağını tercih etmiştir. Tevrat ve İncil’deki ifadelere koşut olarak Hippokrates ve Aristophanes, Atina halkının beslenmesinin temelinde arpanın yattığını yazıyorlar. Mamafih tabiat bilgini Büyük Plinius (M. Ö. 23- M.S. 79) ve Romalı tarihçi Titus Livius’un (M.Ö. 64- M.S. 17) yaşadıkları ilk Milâdî yıllarda arpa, yerini halis buğdaya bırakmış olup bundan böyle sadece yük hayvanlarının beslenmesine yarar olmuş (114-115 infra) (fot. 80).
Tarımsal yöntemlerin bozukluğuna rağmen tarımda elde edilen sonuçlar değerlendirilmektedir. Tahıl yetiştirilmesinin daha az geliştiği bölgelerde, ezcümle Yarımadanın Batı ve Orta bölgelerinde, çoğu kez gübreden mahrum toprak, ekilen tane miktarının 10 ilâ 20 katını verir. Ankara’da durum böyledir; burada toprak, gübrelenmeden ama her üretim yılından sonra sadece nadasa bırakılarak bire on dört verir… İklimin üzüm ve hattâ tütün yetiştirilmesine çok elverişli olmadığı Sivas’ta tarla koyun gübresiyle beslenerek iyi yıllarda bire 15 ilâ 20 elde edilir… Kilikya’da geniş ve güzel Çukurova, gübresiz bire 30 ve hattâ 60 verir[35]. Toprağın yine gübrelenmeyip iki yıl süreyle nadasa bırakıldığı Canik illerinde buğday, arpa ve çavdar bire 20 ilâ 30 verir ve Türkiye buğdayları öyle bir gelişmeye mazhar oluyorlar ki çoğu kez bir sap iki başak taşıyor ve bunların her biri de 300 ilâ 350 tane içeriyor… (116-118).
Demosthenes’e göre, Atina Cumhuriyeti’ni tahıldan yana Boğaziçi ve Marmara besliyordu… Mamafih XIV. yy.da durum değişecekti şöyle ki Nicephoras Gregoras (Hist. Byz., XIII, 12) bize Konstantinopolis ve Trakya’nın Küçük Asya’dan beslendiğini anlatıyor. Bunda özellikle Boğaziçi Atina’ya yılda 400.000 medimne (kuru maddeler için değeri 192 kotil veya 52416 litre olan eski Yunan hacim ölçüsü-ML-) buğday ihraç ediyordu, ancak durum XIV. yy.da böyle kalmayacaktı şöyle ki Konstantinopolis ve Trakya’nın Küçük Asya’dan, başlıca Phrygia ve Bithynia’dan beslendiğini yine Nicephoras Gregoras’tan (Hist. Byz., XIII/I2) öğreniyoruz; mezkûr sonuncu iki bölgenin tükenmez ambarlara sahip oldukları sanılıyor o kadar ki Konsül Manlius Vulso Phrygia’ya 60000 Hl’den az olmayan bir buğday mükellefiyeti yüklüyor; Titus Livius’a göre (XXXVIII, 13, 15) Tabes, Cybera, Termessus (fot. 81- 83) ve Sagalassus (fot. 84-85) kentleri tek bir yaz mevsimi süresince Manlius’a (M.Ö. 189) 2000 Hl’den fazla buğday ve 900.000 frank nakit para sağlamışlardı. Bunu zikreden Titus Livius, bu mükellefiyetin yükümlülerin olanaklarını aştığını ifade etmiyor ve Sagalassus sakinlerinin büyük zenginliklerini ve toprağının mümbitliğini anlatmakla yetiniyor…
Keza Ammiens Marcellin (VI. yy.) İsauria’yı her tür meyveden yana zengin (uberis frugibus multis) olarak niteliyor. Cornelius Nepos’a (M.Ö. 99-24) göre, İran egemenliği altında Karia, Küçük Asya’nın en zengin ili olarak telakki ediliyordu… ve nihayet Kilikya’da Soli (İçel ilinde, Mersin’in Batı’sında antik deniz limanı. İskender tarafından ele geçirildiğinde, Perslere bağlılığından dolayı ceza olarak 200 talent ödeyebilecek zenginlikte idi – AB-), … Theophrastus’a (VIII.8) göre, yetiştirdiği halis buğdayın üstün vasıfları itibariyle ünlü idi (120-123).
Strabon’un (M.Ö. 64/63, M.S. 23) zamanında Amisus (Samsun) ve Sinop arazileri zeytinlikleriyle meşhur olup bu ağaçlar bu çağda yarımadanın içlerine kadar sokulmuştu; O ise ki günümüzde bundan bir ize rastlanmıyor. Böylece Strabon (XII, 8), Synnada (Phrygia’da, daha Eskiçağda meşhur olmuş bir mermer ocağının bulunduğu bir ovanın merkezinde, günümüz Afyonkarahisar yakınında bir kent -ML-). Bu hususta Strabon şu ayrıntıları veriyor: “… Synnada büyük bir site değildir, ama önünde, yaklaşık altmış stadion uzunluğunda zeytin ağaçlarının ekili olduğu bir ova bulunuyor. Gerisinde de bir köy olan Docimaca ve de ‘Synnadic’ mermer ocağı – Romalılar bunu böyle tesmiye ediyorlar, o ise ki yerliler buna ‘Docimite’ veya ‘Docimean’ diyorlar-. Başlarda ocak sadece küçük boyutlu taşlar sağlıyordu ama günümüzde Romalıların zirzopluğunu karşılamak üzere büyük monolithik sütunlar buradan çıkarılmakta olup bunların renk tenevvüü itibariyle az çok alabastrit mermerine yakın olmaktadırlar; böylece de, her ne kadar bu denli ağır yüklerin deniz kenarına nakli güç ise de boyut ve güzellikleri itibariyle şayanı dikkat olan bu sütunlar ve yassı mermer levhalar Roma’ya götürülmektedirler” – 12.8.14) ve Docimia arasında 60 stadion (beheri 600 ayak) uzunluğunda bir zeytinliği zikrediyor. Bugün ise, mermer ocaklarıyla o denli ünlü antik Sinnada, bugünkü Afyon kentinin yakınında ve dolayısıyla denizden hayli uzakta bulunuyordu… Kilikya yamaçlarında zeytin ağacının ancak yabanisine rastlanıyor. Pamukla dut da aynı durumdadırlar. Bunların ilki sadece küçük yetiştirme konusu olmakla birlikte bu sonuç yeterli oluyor… (124-125) (Tchihatchef’in bunları XIX. yy.ın ikinci yarısının başında yazdığı hatırda tutulacaktır).
Asmaya dair eski yazarların tanıklıkları bilgin botanist Meyer’i (Botanische Erlaüter zu Strabon’s Geographie, s. 76) bunun Küçük Asya ve özellikle Pontos ve Kürdistan menşeli olduğunu kabule sevk etmiş. Daha Homeros (İlyada III, sat. 184) Phrygia’yı bağlık (άμπελόεσσαν) olarak niteliyor ve Xenophon da (Cyrop., V, 2) Lydia’yı “şarap, yağ (zeytin) ve incirden yana zengin ülke” tesmiye ediyor. Chios (Sakız adası ), Lesbos (Midilli), Gnide (Datça), Tmolus dağı (Manisa’daki Bozdağ), İzmir ve sair yerlerin şarapları, Strabon’a (XIV) ve Doğabilimci Plinius’a (XIV, 6) göre Romalıların en beğendikleri şaraplar meyanında olup Bithynia’nın sağladıkları da, hatta M.Ö. III. yy.da, büyük üne sahip bulunuyorlardı şöyle ki M.Ö. III. yy.da Geoponica adıyla bilinen büyük tarımsal külliyatta Florentinus ile Africanus bu bölgeyi özellikle şarap üreticisi olarak gösteriyorlar ve nihayet d’Ohsson’a ( Tableau de l’Empire Ottoman, II, s. 566) göre Péra (Beyoğlu), Osmanlı fethi zamanında bir vasi bağ imiş… (127-129).
“Ey Atreusoğlu, mutlu adam, tanrıların göz bebeği,
buyruğunda ne çok Akha delikanlısı var. Eskiden
bağlık bahçelik Phrygia’ya gitmiştim,
atları dörtnal giden bir sürü
Phrygia’lı görmüştüm,
… (İlyada, III, 182-185)
Böyle yazıyordu Homeros.
XVIII. yy. seyyahları Van Egmont ile John Heyman’ın bu konularda söylediklerine kulak verelim: “Hiçbir şey, İzmir körfezinden incir ağaçları, bağlar ve zeytin ağaçlarıyla kaplı sırtları seyretmekten daha güzel olamaz; rüzgâra bağlı olarak burada kaldığımızdan her gün sürekli olarak sahilde yürüyor, kimsenin mümanaatı olmadan üzümler, kavunlar ve incirler topluyorduk ve Türklerle birlikte bir ağaç altına oturup onlarla tütün içerek kendimizi onlara çok hoş gösteriyorduk…
“… Bu şarabın (Midilli’ninki) güzelliği ayrıca aşağıdaki söylentiyle de üne kavuşmuştur. Aristo, ölüm döşeğinde iken tilmizleri arasında işbu mümtaz feylosofu kimin istihlâf edeceği hakkında ihtilâf çıkmış. Kimi Rodoslu Menedemus’dan yana olmuş, kimi de Lesboslu Theophrastus’u tutmuş. Ancak aralarında anlaşamayınca seçimi doğruca Aristo’nun kendisine bırakmaya ittifakla karar verirler. Üstat da kendisine Lesbos ve Rodos şaraplarından getirilmesini emreder ve bunların ikisini de büyük dikkatle tattıktan sonra şu şekilde hüküm verir: ‘Her iki şarap da çok iyi ama Lesbos’unki daha lezzetli’. Bundan, hiçbir surette Menedemus’u küçümsemediği ama Theophrastus’u yeğlediği istidlâl edilir…”[36]
Dönelim Tchihatchef’e:
Sedir, sönmüş bir tür olarak telâkki edilir ve Lübnan’ın bunun klasik kalıntılarını temsil ettiği sanılırdı; o ise ki bu ağaç Anti-Toros’un Doğu taraflarında oldukça yaygın olup buralarda Kilikya’nın muhteşem çamı ile birlikte ormanlar oluşturur. Bu sonuncular, bu güzel türün Lübnan’ın birkaç cılız kişisinin onuruna adlandırıldığı çağda bilinmiş olsalardı herhalde Küçük Asya’nın hatırasına bağlanmış olurdu. Keza çınara ait en eski tarihî kalıntılar da belki yine Küçük Asya’ya bağlanır; şöyle ki Batı çınarı adıyla bilinen bizim Avrupa çınarı, Doğu çınarı’nın ülkelerimize ithalinden beri uğradığı bir değişmeden ibaret olabilir. Gerçekten Herodotus’un çağında Avrupa’da meçhul gibi olup Anadolu yarımadasının Doğu’sunda bulunan bölgelerde bile çok nadir olmalıydı. Zira Herodotus bize Xerxes’in, muazzam ordusunun başında Küçük Asya’yı geçerken Phrygia ve Lydia arasında bulunan bölgelerde gördüğü bir çınarın güzelliğine o denli hayran olup ona altından bir süs taktırmış ve başına özel bir bekçi diktirmiş olduğunu anlatıyor (VI/31). Filhakika İran’da yaygın olsaydı bu ağaç Xerxes üzerinde böyle bir etki yapmazdı. Theophrastus, kendi zamanında Adriatik sahillerinde, Diomedea (Tremiti) adasındaki Diomedea mabedi dışında hiç çınar bulunmadığını açıkça ifade edip Eski Dionyse’nin bu ağacı Sicilya’da yetiştirmek için çok büyük çaba sarf ettiğini ekliyor.
Ancak Eski Plinius çağında, dolayısıyla az çok Milâdî çağda, çınar Avrupa’da bilinmeye başlanıyor; ama bu, sadece tuhaf bir nesne olarak kalıyor ve Roma’da böyle görülüyor şöyle ki, Eski Plinius’a göre (XII, 13), şarapla sulanıyordu… Pierre Bélon da (1555) bunu Küçük Asya’da gördüğünde buna çok dikkate değer bir bitki olarak bakıyor ve “böyle bir bitki kralın bütün ülkesinde ne yetiştirilmiş, ne de yabani halde bulunuyor” deyip Antakya’nın girişinde rastladığı çınar için de “bundan ne Fransa, ne de İtalya’da yetişiyor, sadece Roma’da ve başka kentlerde tuhaflık olarak bulunuyor” diye ekliyor (132-135).
… Her ne olursa olsun her şey Avrupa’nın çınarı Küçük Asya’dan aldığını gösteriyor gibi olup fındık, kirazın yetiştirilmiş türü, kestane, keçiboynuzu vs. gibi en yaygın birçoğu için de aynı şey doğru olabilir… (135-137)
Birçok Romalı yazara göre Pompeius (veya Lucullus) kirazı Cerasium (Giresun)dan Roma’ya taşımış (bu ağacın, herhalde daha o zamanlarda Avrupa’da bulunan yabani türü olmayıp yetiştirilmiş-aşılı cinsi olmuş olması muhtemeldir). Aynı şekilde Doğabilimci (Eski) Plinius (XIV, 25) kestane ağacının da kökeninin Küçük Asya, özellikle Sardis kenti civarları olduğunu sanıyor ki Grekler bunun meyvesini Sardis palamudu (balanus sardianus) tesmiye etmişler (138-139).
Varro’nun zamanında limon ağacı Roma’da hâlâ o denli nadirdi ki Romalı tarımcı (III, 2) onu en yıkıcı lüks nesneler arasında zikrediyor: limon tahtası ve altın ve hattâ Martial’in hicviyelerinden birçok bölüm, altının limon tahtasından daha ucuz olduğunu kabul ettirecek mahiyettedir. Ama daha da tuhaf olan şey, X. yy. Arap yazarı İstakri’nin Sind (Mekran’ın Doğu’sunda, Acem Körfezi’nin ağzındaki bölgeler) kentlerinde elma büyüklüğünde ve çok ekşi olup adına limon denen meyveleri zikretmesidir; şu halde Araplar limonu, hattâ X. yy.da bile, fazla tanımıyorlardı; ve nihayet, Türklerin halen portakalı portekiz (portugal) tesmiye etmeleri, bu meyveyi Türkiye’ye Ortaçağ’da ithal etmiş olan Portekizlilere borçlu olduklarını gösterir gibidir (139-140 infra).
Ve nihayet keçiboynuzu ağacı. Küçük Asya’nın tüm Güney yamacında sadece en güçlüler arasında bir ağaç olmakla kalmayıp, Avrupa’da haiz olduğu tat ve lezzetten çok fazlasına sahip meyvesi, fakir tabakalara besin maddesi olarak iş görmekte olup bu keyfiyet özellikle Silifke ile Kelandria (Gilindire) arasındaki Kilikya kıyı bölümünde gerçektir. Burada da eskilerin tanıklığı, Küçük Asya’ya irca olan bir kökeni gösteriyor gibidir şöyle ki Theophrastus (XIV, 2), keçiboynuzu ağacından söz ederken onu çok gerçek olarak betimliyor ve ona sadece İonia ve Rodos’ta işaret ediyor; Galien de, Greklerce ceronia adı altında bilinen ağacın Doğu’dan gelmiş olduğunu dosdoğru ifade ediyor; işbu ad, bilimsel terminolojiye geçmiştir (140-141)
Tchihatchef’in Küçük Asya’da ormanlar, daha doğrusu ormanların yok oluşu hakkında anlattıkları, yine de Türkiye’nin tarım (ormancılık) tarihi açısından hayli ilginçtir. Dinleyelim onu.
Özellikle Küçük Asya’nın Güney, Batı ve Kuzey kısımlarının yanlarından uzanan bazı dağlık gruplar içinde yoğunlaşmış olan ormanlar buralarda bir nevi, tamamen kelleşmiş ve yarımadanın merkezî ve Doğu bölümlerini oluşturan vasi yaylaların çevresinde bir ince yeşil kuşak olarak görünürler. Bununla birlikte birçok mülâhaza bu işin sadece hep böyle olmamış olduğunu, ama Küçük Asya’nın uğradığı değişmelerin Avrupa’da vaki olanlara göre çok daha büyük olduğunu ispatlama eğilimindedir.
Yarımadanın bazı bölgelerinde (günümüzde hâlâ bulunmayan) ağacın yokluğuna dair en eski tarihî tanıklıklar, bu işin az çok Milâdî yıllara dayandığı hususuna dair olup Strabo, Lycaonia yaylalarının ormansızlaştırılmasını axylon olarak niteliyor ve bu arada da Olympos’a (Uludağ’a) mücavir, kendi zamanında ormansızlaşmış birçok yörenin; Homeros’un asırlarında ormanlarla kaplı olduğuna dikkati çekiyor. Ama biz daha geriler, özellikle Herodotus’un doğrulukla güzergâhını bize çizdiği Sesostris ve Xerxes’in uzun ve tahrip edici seferlerine geri gidecek olursak bu tarihçinin bize Küçük Asya’da kelleşmiş olarak belirgin herhangi bir yerini vurgulamadığını görürüz; aksine, bu fatihlerin sayısız sürüleri tarafından yapılan korkunç tahribat hakkında verdiği ayrıntılı bilgi, bunların Küçük Asya’nın ormansızlaştırılmasında ilk adımı atmış olduklarına bizi inandırıyor. Bununla birlikte tahrip fiili ülkenin her bölgesine yayılmamış veya hiç değilse, her yerde tamirsiz kalmamış olmalıydı şöyle ki sadece Herodotus’tan değil, Milâdî çağdan sonraki birçok yazar, günümüzde hiçbir izinin kalmadığı mahallerde zengin bir ağaç örtüsünden söz ediyorlar: Nitekim Xenophon, kendi zamanında Muş ovasını kaplayan ormanları ve Erzurum’un Güney’inde bulunan Bingöl dağını zikrediyor (Katabasis, IV, 4); keza Strabon, Kappadokya’da Erciyeş dağını çevreleyen ormanlara işaret ediyor (XII, 2)… Titus Livius. Roma senatosunun kral Antiochus’tan alıp Bergama kralı Eumène’e verdiği il ve beylik arazileri sayarken, rivayete göre Mysia ile Lydia arasında, günümüzde böyle bir şeyi boş yere arayacağımız kraliyet ormanları’nı, “regioe sylvoe”, zikrediyor. Hâlâ Milâdî IV., V. ve VI. yy.larda Lydia yamaçlarında güzel koruluklar ve Küçük Asya’nın Kuzey kıyıları boyunca hatırı sayılır ormanlar mevcut olmuş olmalıydı zira Cedrenus (Hist. comp. I, s. 229). Bergama civarında bulunup Rufinus korusu adı altında meşhur olan bir koruyu dünyanın yedi harikası arasında sayıyor, o ise ki günümüz Bergama’sının çevresinde bu denli dikkate değer hiçbir orman mevcut değildir… Milâdî çağın başında, halen az ormanın bulunduğu Kıbrıs’ta, öyle bir bolluğa sahip olunuyordu ki, madenler ve gemi inşaatının ihtiyaçları için çok büyük kereste sarfiyatına rağmen ormanlar tarımın gelişmesine ciddî engel oluşturuyorlardı (Strabon IV); o kadar ki, Roma idaresi, bu adada sınırsız ağaç kesme hakkını bağışlamakla kalmayıp ormanlardan kurtulmayı başaran herkese, açılan bölgenin mülkiyetini bağışlıyordu. Hattâ X. yy.da bile Küçük Asya’nın bugün tamamen çıplak olan bölgelerinin ağaçla kaplı olarak zikredildiklerini görüyoruz: Paulus Diaconus (Hist., IV, 1), Nicéphorus Phocas’ın 960’daki seferinden önce Tarsus kırlarının çok ağaçlı olduğunu, imparatorun ormanları kestirdiğini söylüyor; Arap coğrafyacısı İstakri, Anazarba’nın (bkz. fot. 27) bulunduğu ovada, halen mevcudu bulunmayan hurmaya işaret ettiği gibi burada daha başka ağaç da yoktur. İstakri’ye (Ebu İshak İbrahim bin Muhammed el-Farisî, X. yy. coğrafyacısı olup Kitabü’l mesalik v’el memali, ülkeler ve meslekler adlı kitabında her kıtanın renkli resimleri bulunuyor -ML) göre Bateinat limanı, onun zamanında, Suriye, Mısır ve Mezopotamya’ya müteveccihan yüklenen sedir kerestesi ambarı olarak iş görüyordu; Arap yazarın tasvirine göre bahis konusu liman İskenderun ile Payas arasında olmalıydı ki bugün orada kereste ticareti için hiçbir ambar, ne de bunu sağlayacak orman mevcuttur. Ve nihayet, Küçük Asya’nın çıplak kalmış bazı noktalarında eski ormanların varlığı, bazı nahiyelerin sahip oldukları adın manasından ifşa oluyor gibidir; böylece de Lycaonia’nın bataklık ve tamamen çıplak yaylasının ortasında, Hristiyan çağın putperest feylosoflarının İsa’ya mukabil tuttukları ünlü Apollonius’un vatanı Tyana’nın (bkz. Fot. 23) muhteşem harabelerinden az bir mesafede Bor kasabası bulunuyor[37]. İskâna bu denli az elverişli mahallerde bir kalabalık sitenin varlığı, bunların eskiden, bugün oldukları durumda olmadıklarını farz etmek için yeterlidir; faraziye, Bor adının klasik veya Doğu dilleri ile kesinlikle ilişkisi olmayıp Slav dilinde çam ormanını ifade eder. O ise ki Ortaçağ’da Slav nüfusunun Helenistan ve Küçük Asya’ya yayılmış oldukları bilinir; keyfiyet bu ülkelerin birçok nahiyesinin taşıdığı hiç şüphesiz Slav kökenli adlarla da teyit edilir; o gün bugün, bu müstevli ırkın Küçük Asya’ya ya onu daha sonra terk etmek veya Grek, Ermeni, Arap ve Türk unsurlar arasında erimek üzere yerleşmeye geldiği çağda, Bor kasabasının bulunduğu vâsî ova bu adı, yeni göç edenlerin gözlerine ilişen ormanlar yüzünden almış olduğunu kabul etmek yanlış olmaz, tıpkı M. Falmeyerer’in akilâne görüşüne göre Peloponez yarımadasının bu aynı Slavlar tarafından Morea olarak adlandırılmış olduğu gibi; gerçekten, engin bozkırlarına alışmış bu kişiler, her taraftan denizle (Slavca more) çevrili bir ülke görmekte şaşırmışlar… (Bor hususunda) bu philolojik kanıt, bize Dalmaçya’nın sağladığı örneklerle desteklenmektedir şöyle ki burada Bor adı, günümüzde tamamen çıplak olan bölgelerde sık sık kendini gösteriyor; bu noktada bu sözcüğün kökeni hiçbir şüpheye yer bırakmıyor şöyle ki Dalmaçya, büyük ölçüde bir Slav nüfusu tarafından iskân edilmektedir (141-151)
Çoğaltılabilecek bu misaller, Küçük Asya’da ormansızlaşma sürecinin sürekli olarak artan bir hız kazandığını ispatlamaya yeterli olup keyfiyetin şaşırtıcı hiçbir yanı yoktur şöyle ki, ormanlara, Avrupa’da olduğu kadar Küçük Asya’da bu denli öldürücü olan siyasî sebepler dışında Küçük Asya, Avrupa ülkelerinin bilmemiş oldukları birçok tahrip edici etkenlere muhatap olmuştur. Böylece, Thucydides, Theophraste, Polybe ve Plinius’un tanıklıklarına uygun olarak yarımadanın bazı bölgeleri, özellikle Bithynia, Pontus, Phrygia ve Kilikya, Eskiçağların başlıca devletlerine yaptıkları muazzam inşaat kerestesi ihracatıyla orman varlıklarını körletmişlerdir, ancak bu kaynaklara son darbeyi vuran, XII. yy.dan itibaren bu ülkeye göçmeyi ve sayısız sürüleriyle buraya yerleşmeyi sürdürmüş olan hayvancı ulusların istilâsı olmuştu… (151-152).
… (Avrupa’da) krallar, donanma ve sair kamu hizmetlerinin gereksinmelerinde ormanları koruma nedenlerini bulmuşlardır… (153).
Bununla birlikte, Küçük Asya’da olduğu kadar Avrupa Türkiye’sinde ormanların duçar oldukları muazzam azalmayı ispatlamak için bir başka kanıt, bu iki bölgede evvelce mevcut çok sayıda yabani hayvanın yok olmuş olduğudur[38].
Küçük Asya florasını niteleyen dikkate değer yerelleşme olgusunun tuhaf aykırılığı, belki de yarımadanın jeolojik tarihi ile izah edilebilir. Gerçekten, Küçük Asya’yı teşkil eden az çok bütün topraklar, oluşlarından hemen sonra yükselmişler şöyle ki bunlar, çoğu kez başka yerlerde olduğu gibi birbirleri üzerine değil, daha çok bir birlerinin yanında olarak sırasıyla çökelmişlerdir; bu koşul, Küçük Asya’da, jeolojik tarihinin büyük bir bölümü süresince belirgin bir adalılık karakterini muhafaza etmiş olmalıydı. O ise ki, bugün adaların özellikle florasını geniş kıta alanlarının florasından ayıran husus, işte kesinlikle türün yerelleşmesi’dir… (156-157).
Konumuzla ilgili olarak Tchihatchef daha sonra, bizim aşağıda irdeleyeceğimiz hayvan – hayvancılık konusuna geçiyor. Biz onun bu hususlarda söylediklerini, bağı koparmamış olmak için, şimdiden aktarıyoruz.
Küçük Asya’da görüldüğü kadar köpek soyu, az çok hydrophobia’ya (sudan korkma – kaçırma) bağlı olmak özelliğine sahip olup işbu hastalık, Avrupa’da olduğundan çok daha ağır sonuçları (kuduz) bu ülkede, köpeklerin az çok yabani halde yaşamaları ve sınırsız ölçüde çoğalmaları nedeniyle doğurmaktadır… Grek ve Romalı tabip, tabiiyeci ve tarımcılarının yazılarından bu kişilerin Anadolu yarımadası ve Rumeli’de bu hastalıktan hiç söz etmemelerinin dışında her şey, bunların çağında genellikle hydrophobia’nın, günümüzde olduğu kadar ne yaygın ne de bu denli şiddetli bir tabiata sahipti (160-161).
Avrupa’ya ve hattâ Helenik yarımadada olduğu kadar Trakya ve Tuna illerine yabancı olan çakal, XVI. yy.da bilginlerin çoğunun meçhulü idi şöyle ki Pierre Bélon bundan fevkalâde acayip bir hayvan olarak söz ediyor: “Kilikya’da ve genellikle bütün (Küçük) Asya’da bir çeşit küçük kurtlar vardır, bunlar yazın Carabaschara (Kervansaray) dışında uyuyanların yanlarında olanlardan ne bulursa kırıp geçiriyor ve götürüyor; bu, birçok eski ve Arap yazarının bahsettiği kurtla köpek arasında bir hayvandır. O denli hırsızdır ki gece uyuyan insanların yanlarına kadar gelir ve şapka, çizme, ayakkabı ve sair giyecekler gibi ne bulabilirse götürür. Hiçbir zaman yalnız gezmez, bazen sürüde 200 olacak kadar daima topluca bulunur… (161-163).
Bir kişisel gözlemimize yer verelim. 1930’larda İstanbul Florya dolayında yakalanmış bir çakal yavrusunu bize getirmişlerdi. Aylarca süren hayvanı kendimize alıştırma çabalarımız boşuna gitmiş, o yabani tabiatından hiçbir şey kaybetmemişti. Kurt yanı ağır basıyordu. Yani İstanbul’a bu denli yakın ve o tarihlerde halî durumda olan bir yerde çakal bulunuyordu.
Devam edelim Tchihatchef’i dinlemeye.
Birçok tarihî tanıklığa göre, antik çağların en cengâver ulusları, süvari birliklerine gerekli unsurları Küçük Asya’dan sağlarlardı ve bu ülkede at yetiştiriciliği, ünlü Romalıların çok az bildikleri, Arap soyunun gelişmesinden çok daha önceki bir çağda büyük bir mükemmeliyete erişmişti. Gerçekten Roma’nın çok sayıda at üstünde anıtlarının hiçbirinde bu güzel tip görülmez… Küçük Asya’nın Doğu bölgelerinde, özellikle Kürdistan’da Arap unsuru ağır basmaktadır… (170-171).
Antikçağda Phrygia ve özellikle Pontus’un kasaplık hayvandan yana zenginliği o denli dikkate değer ölçülerde idi ki Appien’e göre, Lucullus Amisus’u kuşattığı zaman bir öküzün fiyatı bir drahmi (yaklaşık 2 frank) olup koyun, keçi vs.nin değeri ayni oranlara göre idi (172).
İri kuyruklu Karaman koyunu ve kasaplık hayvan olarak Küçük Asya’nın, keza genellikle Doğu’nun çoğu bölgesinin koyunu hiç şüphesiz bizim tüm Avrupa koyunlarımızdan, İngiltere’ninkiler de dâhil, üstündür. Ancak Karaman koyunu Küçük Asya’ya münhasır olmayıp aynı zamanda Güney Rusya, yukarı Mısır ve Afrika’nın
Kuzey ve Doğu’sunda bulunuyor ve bu cins eskilerce malûmdu şöyle ki Herodotus onun Arabistan’da varlığına işaret ediyor; Küçük Asya, koyundan yana büyük zenginliğine rağmen bu neslin müsait olduğu ıslahın sağlayacağı faydalardan hiç yararlanmamaktadır. Zira nice yünlü türlerin yapay döllemesi burada hiç bilinmemektedir; o ise ki Antikçağda Miletus ve Phrygia’da Celaêna koyunlarının yapağısı ünlü olup bu sonuncu yerde, Strabon’a göre (XII), sadece yumuşacık olma vasfı ile değil, aynı zamanda bir abanoz siyahı rengi ile kendini belli ederdi, o ise ki günümüzde ne kumlara gömülü Miletus harabelerinin bulunduğu Ionia bölgesinde, ne de antik Celaêna’nın bugünkü temsilcisi mütevazı Dinar kenti dolaylarında buna benzer bir şey mevcut değildir (174-176).
Esasen, Eskiçağ’ların tüm çeşitlerinin yerini almış olan iri kuyruklu koyundan ayrı olarak Küçük Asya, yaban koyunu türlerinden yana çok zengin olup bunlardan birçoğu herhalde eskilerin meçhulü değillerdi ve bunlar, elde bulunan soyların döllenmesinde kullanılmış olmalıydılar.
Nitekim adı yabani koyuna (ovis musimon) bazen Kilikya’da Bulgardağ (Bolkar Dağı) tepelerinde rastlanıyor ki ben burada ayrıca başka bir ilginç türü saptayabildim ki tarafımdan Paris’e getirilen bir örnek bugün Museum Imperial d’Histoire Naturel’de durmakta olup M. Valenciennes tarafından, adi yabani koyunla kolluklu yabani koyun (ovis tragelaphus) arasında mutavassıt bir tür olarak görülmüştü; bu bilgin zoolog onu Anadolu koyunu adı altında (ovis anatolica) betimlemişti (176- 177).
Küçük Asya’nın Antikçağlarda bir yandan çok sayıda ince yünlü koyun soyları nedeniyle mazhar olduğu ün, öbür yandan da bu ülkenin topografyası ve iklim bölgeleri itibariyle arz ettiği aşırı çeşitlilik mülâhaza edildiğinde dünyada, İngiltere dâhil, bu yarımada kadar koyun soyunun gelişmesine yatkın az ülkenin bulunduğu inancına varılıyor… İngiltere’nin iklim koşulları içinde koyun, yün üreticiden çok kasaplık hayvan olarak daha büyük değer arz edebilirdi; böylece de bütün çabalar bu amaca yönelmiş olup kısa sürede merinosların yerini Leicester ve Bakewell soyları almış ve İngiltere Avustralya, Ümit Burnu ve Doğu Hindistan sömürgelerine, ince yün üretimiyle iştigal etme işini yüklemişti (177-179).
Bu itibarla Küçük Asya, Avustralya Merinos’larının üretimine olduğu kadar, kasaplık hayvan olarak Cheviot, South-Down, Leicester, Bakewell vs.ler gibi İngiliz ırklarınınkine mükemmelen uygun olmaktadır. Bu sonuncular, yarımadanın birçok noktasında İngiltere’de olduğu kadar başarılı olmakla kalmayıp İngiliz ırktaşlarından muhtemelen üstün olabilirler, şöyle ki, kendi başına terk edildiğinde, Küçük Asya koyunu daha şimdiden İngiltere’de bu bapta en çok aranılandan üstün lezzette bir et sağladığına göre, etkisi her şeyde İngiltere’nin gerçek güç ve en parlak zaferini teşkil eden yapay yöntemlerin yardımı ile ne sonuçlar alınamaz ki (180- 181).
Küçük Asya’da koyun cinsi için söylenenler aynen keçi cinslerine de uygulanır şu farkla ki burada Osmanlı unsurunun göçü en azından ülkeyi bir görkemli çeşitle, Antikçağlarda ve hattâ XVI. yy.a kadar Avrupa’da bilinmemiş olan Ankara keçisiyle zenginleştirmek övüncünü kazanmıştır. Buna rağmen bu hayvanın Anadolu içinde yaygınlaşması bahis konusu olmamıştır. Aksine Selçukluların XII. yy.da Ankara keçisini Küçük Asya’ya ithal etmelerinden beri ilk olarak konulduğu yeri terk etmemiş gibidir şöyle ki bunun başka bir ortamla bağdaşamayacak büyük ölçüde mahallî bir soy olduğunu kabul etmek mantıkî oluyordu; ben dahi, Saint Petersburg Bilimler Akademisi’ne bu hayvanın bir örneğini sunduğum o dönemde (1848) bu fikirde idim. Paris İmparatorluk İklime Alıştırma Cemiyeti (Société impériale d’Acclimatation de Paris) yüzyıllık bir ön yargıyı çürütmek onuruna sahiptir…(181-183).
Küçük Asya’nın evcil koyun ırklarının yanı sıra bunun yabani türlerinin de bulunması gibi Ankara keçisi ve adi keçi ile birlikte birçok yabani keçi türleri de mevcut olup bunlardan en ilginç olanı hiç şüphesiz, kendisine Kilikya dağlarında vurulmuş olanların birçok kafatasını sunduğum Prof. Brandt’a göre, aegagre olup bu, bizim evcil keçinin kökeni oluyor. Bu itibarla Küçük Asya hemzaman olarak koyun ve keçi ırklarının ilkel türüne de sahip olmuş olmalıydı şöyle ki bu sonuncular genellikle yabani koyun (muflon)’dan gelmiş olarak kabul edilirler (183-184).
Tchihatchef bundan sonra deveye geçiyor ki biz bu hayvanı “Münakale teknikleri” cildinde ayrıntılarıyla irdeleyeceğiz. Aynı şekilde ipek böceği de “Dokuma ve giyim teknikleri cildimizde konu edilecektir. Küçük Asya’nın maden zenginliklerinin “Metalürji teknikleri” cildimizde ele alınacağı gibi.
1848’de Tchihatchef Erciyeş’e tırmanıyor ve bu vesileyle de Anadolu’nun ilginç jeolojik, topografik ve demografik evreleri üzerinde ilginç veriler koyuyor ortaya. Dinleyelim onu:
Erciyeş dağının merkezî konisine tırmanmanın arz ettiği tek güçlük, bunun üst yörelerinden kopan blokların düşmesi olmakla birlikte bu sakınca her zaman aynı ağırlıkta olmamış gibidir zira rehberlerimden ikisi, avcı olmaları itibariyle, birçok kez Erciyeş’in tepesine kadar varmış olarak bana, 1848’deki kadar belirgin bir olay görmediklerini kesinlikle ifade etmişlerdi: karın içinde yığılmış çok büyük kitle miktarı gece boyunca, don nedeniyle sabit kalıyor ama güneş onları hapseden buzu gevşetir gevşetmez bu kitleler kurtuluyor ve yolları üstünde rastladıkları kaya tarafından yansıtılarak şiddetle sıçrıyorlar. Sarp yüzeyler karla kaplı olmadıkları ya da sadece ince bir kar tabakasıyla kaplı oldukları zaman buraya gece boyunca düşen kitleler burada duramadan yamaçlardan yıkılıyorlar o ise ki çokça bir kar kitlesinin varlığı bunları orada tutuyor ve böylece de gece boyunca mevzilenen bu topçu kuvveti ilk güneşin ışınlarında infilâkını gerçekleştiriyor… (231-234).
Bu dağ çok uzun süreli volkanik tezahürlere sahne olmuş zira bunun doğuşu[39] aşağı Üçüncü Dönem (Tersiyer)’e çıkıyor. Böylece de Mazaca (bugünün Kayseri’si) kentinin dolaylarını büyük sıhhatle tasvir eden Strabon (XII, 2) şöyle diyor: “Kentten az bir mesafede birkaç stadion vüsatında engin bir ovaya girilir; ova, ateş tarafından harap edilmiş ve alevler kusan oyuklar bunun her yanından geçiyor ki kentin sakinleri yiyeceklerini satın almak için çok uzağa gitmek zorundadırlar…
Kızılırmak (Halys) deltasının takip etmiş olduğu süreç de aynı şeyleri sergiliyor şöyle ki M.N.-O. Blau’un düşündüğü gibi Bafra kasabası antik Paufaky idiyse, bu sonuncusu deniz limanı olarak… aynı zamanda Evliya Çelebi tarafından da, zikrediliyor… Günümüzde Bafra, Halys deltasının en Kuzey ucundan 5 fersahtan fazla bir uzaklıktadır (277).
Ve Seyhan (Sarus) ve Ceyhan (Pyramus)…
Plutharkus’a göre, Mihridat’ın Yunanistan’da Sylla tarafından bozguna uğratılmasından sonra bu sonuncu general Küçük Asya’yı askerî olarak işgal ediyor ve işgalin sürdüğü bu iki yıl zarfında yarımadanın sakinleri Romalılara 120.000 gümüş talent, yani 750 million frank ödüyor, ayrıca da (işgal kıtalarını) besleme ve Plutharkus’un Sylla ve Lucullus’un biyografilerinde ayrıntılarını döktüğü birçok masrafı yükleniyorlar … Küçük Asya’nın bu işgali 1814-15 Fransa’sınınki ile garip bir benzeşim (süre ve askerî birlik sayısı) arz ediyor (400-500 bin yabancı asker ve bir million frank). Fransa’nın ödediği miktar, o eski çağda değerli metallerin haiz oldukları çok daha yüksek kıymet dikkate alındığında, Sylla’nın topladığını hiçbir surette geçmiyor… Böyle olunca da, kıyaslama ile… Küçük Asya lehine asgari 20 milyonluk bir nüfus[40] kabul edilebilir (289-290).
İç savaşlar tarihi kitabında Appien (De Bel. civ), Roma maliyesinin Küçük Asya’nın sırtından her zaman zenginleşme yolunu bulduğunu yazıp buna dair sık sık munzam rakamları zikrediyor. Bazen bu miktarlar o denli büyük ve birbirini takip eden ödeme aralıkları da o kadar yakındı ki bugün dünyada bu tür fedakârlıklara katlanabilecek bir ülke yoktur (şu halde Küçük Asya’nın o tarihlerdeki nüfusunun 20 milyondan fazla olmuş olması gerekir). Bu nedenle de Roma devlet adamları, Küçük Asya gibi bir eyaletin değerini çok iyi takdir ediyorlardı şöyle ki Senato’ya hitaben Çicero’nun (Kılıkya’dan, Roma’nın 703. yılında) yazdığı bir mektupta bu ülkenin üzerine çökmüş çok ölçüsüz yükleri hafifletmenin gereğini savunuyor ve “Roma ulusunun bütçesinin gelirleri için hiçbir yerde bu denli değerli kaynağın bulunmadığı”nı hatırlatıyor; o ise ki Roma o tarihlerde dünyanın en verimli ve zengin bölgelerine sahipti! (300-301).
Tchihatchef’in buraya kadar söylediklerinin birçoğuna bizzat şahit olduk:
Anadolu’da, burada sayılmasının zait olacağı kadar tuzla (eski adıyla memlah) vardır. İstanbul civarındaki Tuzla İçmeleri, “ahşa-i batniyye” (karın içinde bulunan organlar, karaciğer, mide, bağırsak… ) hastalıklarına “ iyi gelen” tuz tadında bir su membaıdır.
Yüksekliği 1500 m olan Muş’ta, 1951 yılında, vaktiyle Ermeniler tarafından yetiştirilmiş olup da o günlerde yabanileşmiş ve sadece koruk olarak kullanılabilen bağ “ören”lerini görmüştük. Yine aynı yılda, Bitlis kentinin ortasında bulunup üzerine kireçle hamasî yazıların yazılmış olduğu yüksekçe tepe, yine evvelce bağlarla kaplıymış (Bitlis’in rakımı 1400 m.dir).
Çınar gövdesine gelince, yaşlı büyük gövdelere her yerde rastladık. 1930’larda, İstanbul Küçükçekmece gölü yakınındaki, bir yurttaşa mesken olmuştu.
“Bor” sözcüğünün Türkçe “şarap” karşılığında olduğundan şüphe yoktur. Bu konuda DLT’un yazdıklarını daha önce aktarmıştık (bkz. C.I, s.723). Bunun Macarcaya geçtiğini Zoltan Gombocz, “Die Bulgarisch – Türkischen Lehnwörter in Ungarischen Sprache, Helsinki 1912” adı eserinde bildiriyor: Macarca “bor” = wein (yani şarap), Türkçe “bor”= vinum (yani şarap, çeşitli meyvelerden çıkarılan içki, şıra vs. – mecaz-ı mürsel, métonymie olarak da üzüm, bağ. Şarap içme fiili, sarhoşluk[41]. Öbür yandan bu aynı “bor” sözcüğünün Slav dilinde, Tchihatchef’in ifade ettiği gibi “orman” karşılığında olması, Bor kasabasının adının menşei hususunda tereddüde sevk ediyor: bağları ve şarap imali dolayısıyla mı, yoksa çok eskiden ormanlık oluşundan mı bu adı almış?…
Anadolu ormanlarında yaşayan yabani hayvanlara gelince, babalarımızın çağında Ege bölgesi ormanlarında kaplanın varlığı biliniyor (evimizde buralarda vurulmuş bir kaplan postu vardı). Orman yangınları ve İstiklâl Harbi sırasında bu hayvanların iç bölgelere göç ettikleri ve zamanla tükendikleri söylenir. Keza Trakya’da Stranca ormanlarında (Çilingoz çiftliğinde) yaban mandası ve zığın (alageyik)’e 1950’lere kadar rastlanırdı.
Devam etmeden önce B. Keresteciyan’ın Ağrı Dağı adının kökeni hakkında söylediklerine yer verelim (DELT, s. 13-4):
“Lügatçılar bu adın yorumu hususunda anlaşmış değillerdir. Bazıları ağrı’yı ağır ile özdeşleştiriyorlar. Başkaları da bunda iri’nin bir değişmiş şeklini görüyorlar. Ve nihayet daha başkaları arıg-arık (saf) Doğu Türkçesi sözcüğünden yana çıkıyorlar ve “Kutsal Dağ” adını da böylece izah ediyorlar. Kaldı ki bu silsile, unvandan yoksun değildir. Ve önce Ararat, İbranîce veya Süryanîce ile yorumlandığına göre “deprem felâketi” veya “yarış atı gürlemesi”ni ifade edebilir. Bu adın arî dillerle izahı yine birbirinden değişik anlatıma götürür. Böylece ağrı, Grek ἄγριος= vahşi-yabani ile kuşların hiç uğramadıkları bu dağı niteleyen kuraklık ve çoraklığı dolayısıyla, yakınlaştırılmaktadır. Esasen İranî kûh-i mahrûk (yanmış dağ) tesmiyesi bu faraziyeyi desteklemektedir.”
“Akılda tutmak üzere, Farsçaya ithal edilmiş eldışı ağria = dağ sözcüğünü zikredelim.”
“Öbür yandan; Ağrı Dağı adının silsilenin en yüksek doruğuna uygulandığı dikkat nazara alındığında, kökenini Grek ἄκρη = doruk ve Berberî akarru = baş’a tekabül eden Zend acra’ya bağlamaya gidilir. Böylece de “Ağrı Dağı”nın mutat olarak “Doruklu Dağ” ifadesiyle tercüme edilmesi, izahını bulur…”
“Ve nihayet bazı bilginlere göre Ağrı, dağın yamacında bulunup da 1840 volkanik püskürmesi sırasında yok olmuş bir köye Gürcülerin vermiş oldukları Akori’den başkası değildir. Bu köy dağa adını vermiş olmalıdır.”
Biz daha önce[42] Ermenilerin Ağrı Dağı’na verdikleri “Ararat” adının Phrygia kökenli olduğunu ve Tufan efsanesiyle ilişkisinin burada başlamış olduğunu anlatmıştık.
Evet, zengin Roma’nın Küçük Asya’da Valisi Çiçero, Yarımada’nın kadrini bilmişti ve ölçülü vergi ile buranın ekonomik dengesini koruma kaygısındaydı.
“Cihan müştakın amma olmayınca meblâğ malûm
Gelip de hâkpâye yüzlerin kaabil mi sürsünler” (Eşref).
* * *
Tarımın başlıca aleti olması itibariyle, hayvancılık tekniklerine geçmeden önce sabanın tarihçesini bir kez daha toparlamak, Anadolu’daki saban tiplerinin kökenlerini saptamak hususunda kesin olarak yararlı olacaktır. Her ne kadar bu aygıtı çeşitli ülkelerin tarım tarihi içinde irdeledikse de bu kez bir yakın paraleller sistemi kurmanın bu yöndeki çalışmalara ışık tutması bakımından önemi yadsınamaz.
Yukarıda “saban” karşılığındaki soka’dan söz etmiş, bunun Kelt kökenli bir sözcük olduğunu ifade etmiştik. Gerçekten BTL bunun Kazan Türkçesinden geçme olduğunu yazıyor: “Soka timuru; soka tertesi; soka kalağı… Sokaçı, sokalavçı-çiftçi. Sokalamak-çift sürmek…”.
Golma-Keltlerin serüvenini, bunların bir akıncı bölüğünün Küçük Asya’ya yerleşip bura sekenesi içinde kaybolup gittiğini, bir bölüğünün de Karadeniz’in Kuzey’inden Güney Rusya’ya daldığını, Azov denizi civarında İskitlere çatıp onlarla çokça karıştığını… anlatmıştık[43].
Bu Keltler demirci ve tarımcı idiler. Ve yüzyılımızda, özellikle Doğu Prusya’da kullanılan, buraya kadar irdelemiş olduğumuz saban türlerinden tamamen farklı bir “Zoche” ile karşılaşıyoruz. Bu sözcüğün klasik Almanca sözcüklerde bulunmaması, bunun mahallî bir halk deyimi olduğu kanısını yaratıyor ve Soka-Zoche fonetik yakınlığı derhal dikkatimizi çekiyor.
Bunun oku (“Zochbaum” – “Zoch ağacı”) aynı yönde çıkmış iki sürgünü (“Hörner” – “boynuzlar”) haiz yaklaşık 4 m uzunlukta ve boyunduruğa bir demir halka ile merbut bir çam dalından oluşuyor (şek. 105). Her iki “boynuz” aynı yükseklikte kesiliyor ve tutak vazifesini gören bir yuvarlak çubukla birleştiriliyor. Buna ek olarak bu düz tutak, altından ucunun taştığı bir kıvrık çubuğu tutmaya yarıyor ki bu sonuncusu sağ sürgünden okun sol tarafına uzanıyor. Okun boynuzlardan kıvrıldığı yerde bir ağaç parça-çatal (“Gaffel”) kamalanmıştır (şek. 106’da, “a” ile gösterilmiş üst çıkıntıdan).
Şek. 105. Doğu Prusya “Zoche”si Şek. 106.- Bir Doğu Prusya “Zoche”sinin çatalı
Bu çatal tek parçadan (şek. 106 sol) ya da demir civatalarla rapdetilmiş üç parçadan oluşuyor. (şek. 106 sağ)[44].
Soka’nın çatallı bir tabana sahip olup olmadığını bilmiyorsak da bunun böyle olduğuna dair herhangi bir işarete rastlamadık.
Almanya’nın “klasik” sayılan sabanlarında tutak’ı, Zoche’de olduğu gibi, çatallı olarak görüyoruz (şek. 107 ve 108). XII. yy.dan itibaren pulluk’un habercisi olan tekerlere rastlıyoruz. Her ikisinde de bıçak var. Ancak sonuncusunda kılıç’ı görmüyoruz. Bunların her ikisi de, şek. 13’deki “E” tipine bağlanabilir. Çatalın ucuna “demir”ler geçirilmiş. Pulluk türünün ahşap olanı da şek. 109’da görülüyor. Bunda bıçak bulunmuyor.
Ve nihayet, muhtemelen Aşağı Ren bölgesine ait bir Roma sabanının döküm modeli (şek. 110).
Şek. 107.- Herald von Landsberg’in 1170 tarihli Hortus deliciarum’unda saban
(Paul Leser’den – s. 85)
Şek. 108. – 1445’de, Passau’da saban (P. Leser’den – s.129).
Şek. 109. – Alman ahşap saban tipi (P. Leser’den – s. 94).
Gerek bunlar, gerekse bundan böyle göreceklerimizin ayrıntılarına fazlaca girmeyeceğiz. Bu ayrıntılar resimlerde açıkça görülmektedir.
Böylece de Keltlerden Almanya ve de Küçük Asya’da kalmış olması melhuz saban mirasını görmüş olduk. Ama bunların Roma teknolojisiyle müşterek yanları da gözden kaçmıyor. Nitekim şek. 107 ile 108’deki sabanların, şek. 44’de gösterilmiş olanla benzerlikleri, ezcümle tekerler, çift tutak ve bıçak, dikkate değer.
Kopenhag’da bulunmuş olup da kökeni bilinmeyen bir grubun (şek.111), M.Ö. I. binin ortalarından önceye olduğu sanılıyor. Bu haliyle Helen dünyasında rastlananlarla ayniyet arz ediyor: tutak’ta el tutacak çubuk, taban, eğek. Bir boyunduruk sabanı tipi olduğuna dikkat edilecek.
Şek. 110. – Muhtemelen Aşağı Ren bölgesine ait Roma sabanının bronz döküm modeli. Mainz’da
Römisch – Germanischen Central – Museum’da (P. Leser’den – s.109)
Şek. 111. – M.Ö. 500’den öncesine ait bir Şek. 112. – Roma’nın İmparatorluk
eski İtalya saban grubu dönemine ait saban
Benzer sabanlara daha çok sadece Cumhuriyet dönemine değil, İmparatorluk dönemine çıktığı belgelenen tiplerde rastlanıyor (şek. 112).
O ise ki bunların atası olan bir Etrüsk sabanı[45], şek. 113’de görülüyor. Tek parçalı bu ilkel tarım aletinde tutak bulunmuyor. Etrüsklerin ise Anadolu’dan İtalya’ya hicret etmiş olduklarını biliyoruz[46]…
Şek. 113.-Tutak’sız bir Etrüsk sabanı
Eleusis mysterionları’nın tarımsal ritüeller olduğunu daha önce anlatmıştık[47]. Triptomelos da, işbu mysterionların odağı Demeter efsanesinde rol oynayan Eleusis’li kahraman olarak bir Beotia vazosunda, sabanıyla temsil edilmiş[48].
Şek. 114.- Triptolemos, sabanı ile. V. yy. ya da IV. yy.ın başlarına ait bir Beotia vazosundan.
Kahramanın, elinde, Eleusis mysterionlarında olduğu gibi bir buğday başağını da tutmuş olması, ayrıca manidardır.
Buraya kadar gördüklerimizi ayrıca izaha gerek yok. Ama üzerinde üç tane sabanın bulunduğu (biz burada sadece ikisini veriyoruz). Nikostenes Çanağı, bariz bir tip sapması arz ediyor. Taban’da eğek’in başlangıcında, neyi ifade ettiği bilinmeyen bir yumru bulunuyor: bir pekiştirme kaması mı?…[49]
Şek. 115. – Nikostenes Çanağı üzerinde bulunan üç sabandan ikisi
Ve yeni zamanların Peloponez (Mora)sından bir saban (şek. 116). Bunda iyi eğilmiş, tabana merbut
Şek. 116. – Bir Peloponez (Mora) sabanı
ok var; tabanın arka kısmında yüksek ölçüde eğilmiş uca tutak tespit edilmiş; demirin arkasında, kılıç’ın önünde yekpare bir kulak çifti bulunuyor.[50]
Şek. 117. – Makedonya sabanı (Vardar)
Bir Makedonya sabanında (şek. 117) aynı şekilde eğilmiş bir ok ve buna geçmiş tutak görülüyor[51]. Ve Sırp Makedonya’sından iki örnek (şek. 118)[52]. Bu tür sabanlara Arnavutluk’a, hattâ belki Dalmaçya’ya, daha Doğu’da muhtemelen Bulgaristan’a kadar rastlanır (şek. 119). Ancak bu sonuncu ülkede tek taraflı devirme kulaklı, bıçak ve ender de olsa, tekerli tipler bulunuyor.
Şek. 118. – Sırp Makedonya’sından iki saban örneği
Bosna’da tümden ahşap boyunduruk sabanına olduğu gibi çift tekerli saban ve tek tekerli boyunduruk sabanına da rastlıyoruz (sırasıyla şek. 120, 121, 122)[53].
Şek. 119. – Arnavut sabanı Şek. 120. – Bosna boyunduruk sabanı
Şek. 121. – Çift tekerli Bosna sabanı
Şek. 122. – Tek tekerli Bosna boyunduruk sabanı
Romanya’da sadece düz silme tipi değil, aynı zamanda dört yanlı ve sol tarafında devirme kulağı bulunan saban tipleri de bulunuyor (şek. 123)[54].
Balkan ülkelerinin yüzyıllar boyunca Osmanlı egemenliğinde kalmış olup savaşlar sonunda buralardan Anadolu’ya büyük göçler vaki olduğuna göre bir “teknolojik” alışverişin doğal olduğu kanısına varılır; Anadolu saban tiplerinin ayrıntılı etüdünü yapacak araştırıcıların, Balkanlar’dan birçok tipin buraya taşınmış olabileceğini göz önünde bulundurmaları gerekir
Çevirelim şimdi yüzümüzü Asya’ya
Kimsenin “Çin’le ilişkimiz var?” demeye hakkı yok. Fatih Albümü’nün ressamı Siyah Kalem’in çizgisinde bozkırın gezginci süvari uluslarına ait halk suretleri, biniciler, hayvanlar, av sahneleri. Türk Uygur ve Çinli sanatçıların yüzyıllar boyunca işledikleri temalar ve Karagöz’ün şeytanî eşhası yer alır.
Siyah Kalem işbu şeytanî ifadeyi karikatür nekreliği ile mezcetmiş. Burada keza Çin’in esatirî faunasının mümessilleri simûrg, ejder vs.ye de rastlıyoruz[55].
Japon saban tipleri üzerinde durmayacağız. Sadece “saban”ın Japonca karşılığının “suki” olduğunu[56] belirtmekle yetineceğiz, sözcüğün soka ile phonetik yakınlığını belirterek (şek. 124 ve 125). Hele şek. 125’de görülenin “Kara suki” adı ile anılması, rastlantının (?) tuhaflığı ile bizi gerçekten şaşırtıyor. Gravürlerden, bunların manda tipi tek hayvanla çekildikleri anlaşılıyor.
Şek. 124. – Sei – kei zu – setsu’dan “Mino suki”
Şek. 126, 127 ve 128’de sırasıyla Güney Çin, Şangay yöresinden Kiang-su ve Schan-tung sabanları görülüyor[57]. Bunlardan ilk ikisinin boyunduruk sabanı olmayıp herhangi bir cer hayvanı ile çekildikleri anlaşılıyor. Ancak şek. 128’de, ok’un ucundaki ağırlığın oku boyunduruğa bastırmak üzerine konulmuş olduğu, dolayısıyla bu sabanın boyunduruk tipi olduğu şüphesini uyandırıyor.
Bu Çin demirlerinin iriliği dikkati çekiyor (Bunu yukarıdaki Japon “suki”lerde de görüyoruz).
Ön Asya’ya doğru yaklaşalım. Şek. 129’da Türkistan’da genel olarak kullanılan tarım aracı saban görülüyor. Buna Semerkant’ta, Dshisak ile Taşkent ve Taşken’le Wjernyj arasında rastlanıyor. Bu, iki öküz ya da deve ile çekiliyor[58].
Ve aynı yörelerde ve de Çin Türkistanı’nda çift sürerken takip edilen sıra, aşağıdaki gibi görünüyor (şek. 130)[59].
Şek. 130. – Çin Türkistanı’nda çift sürerken takip edilen sıra
İran’da, bizim kotanlar gibi altı hayvanın çektiği, eşit çapta olmayan tekerli, sağ tarafında iri devirme kulaklı (levhalı) sabanlar gözleniyor. Bu kulakta bir elin tutacağı gibi bir sap oluşturulmuş, rençper bunu sağ eliyle, tutak’ı da sol eliyle tutarak sabanı idare ediyor. Ok’un üstünden kılıç’ın ucu görünür.
Şek. 131’de, İran tipi olduğu iddia edilen bir saban gösterilmiş olup bu, açıkça aşağıda vereceğimiz Erzurum tipi ile aynıdır (çerçeve tutak’lı)[60]. Nitekim Kafkas tipleri (şek. 132) oldukça farklı oluyor şöyle ki bunlarda kılıç ve tabanın arkasına çakılmış ve ucunda bir tutamak bulunan tutak bulunuyor. Çoğu kez devirme kulağı (levhası) yok. Ama bazılarında bundan bir ya da iki tane görülüyor[61].
Şek. 131. – Bir İran sabanı Şek. 132. – Kafkasya’nın Doğu’sundan bir saban
Gelelim şimdi de Anadolu’da gözlenmiş tiplere.
Doğu Anadolu’ya ait (Leser buna “Kürdistan sabanı” diyor)[62] bir tip şek. 133’de gösterilmiştir. Bu, boyunduruk tipi olup eğek-ok ile taban tek parçadandır ve Kafkas tipindekinin aynı tutak’ı haizdir
Şek. 133.- Doğu Anadolu tipi bir saban
“Nazik Göl[63]ü terk ederek dağ şelâlelerinin kumtaşında oyduğu çok derin boğazların kat ettiği dalgalı bir kırlık bölgeye girdik. Köyler, bu sel çukurlarının dibinde, meyve ağaçları ve bahçeler arasında inşa edilmişler, dikey kayalıklarla korunup akarsularla sulanmaktadırlar. Yolcu uçurumun ta ucuna varmadan bunları göremez, ayaklarının altında birdenbire hoş bir manzara sergilenir. Ve uzakta zengin toprak üzerinde sabanını yavaşça süren bir köylüyü fark etmeden bu yukarı bölgeyi doğruca bir çöl sanır. Bu nahiyenin sakinleri komşularından daha eteği belinde ve daha marifetlidirler. Hasatlarının ürününü, Küçük Asya’nın birçok yerinde olduğu gibi hayvan sırtında değil[64], tekerlerinde bile demir kullanılmadan tamamen ahşaptan yapılmış… arabalar üzerinde taşıyorlar. Sabanlar da Asya’da genellikle kullanılanlardan fark ediyor. Saban demirine, yaklaşık dört ayak uzunluğunda ve bir ayak genişliğinde, toprağı ayırıp derin ve iyice belirgin bir oluk bırakan iki paralel levha bağlanmıştır.”
“Bu yaylada iki üç saat atla gittik, birdenbire bir dar boğazın kenarında, önümüzde açılmış güzel bir göl, ormanlık ve dağ manzarasını seyrettik.[65]”
Böyle anlatıyor Layard, ünlü amatör arkeolog İngiliz elçisi, çıkan yüzyılın ilk yarısında Güney-Doğu Anadolu gözlemlerini. Bir de desen ekliyor, betimlemelerine (şek. 134). Bunda, saban tabanının hayli uzun olup ok ile tutak’ın buna müstakilen çakıldıkları anlaşılıyor.
Şek. 134.- Ahlat civarında Ermeni (sic) sabanı (Layard’dan).
Konunun biraz dışında olmakla birlikte Layard’ın, daha önce irdelemiş olduğumuz tahılı döğme hususunda da gözlemlerini yazmadan geçmeyelim.
“Zırnak dağ silsileleri arasında bir geçitten Hınıs ovasını terk ettik. Vadide, göçebe Kürtlere ait kara çadır kümeleri bulduk ve yamaçlar, bunların sürüleriyle kaplıydı. Yola bakan bir yüksek tepenin zirvesini, yolculardan haraç alan ve yağmaladıklarını ovalara taşıyan Kürt beylerinin önceleri ellerinde tuttukları bir hisarın harabeleri işgal ediyor. Geçidin başına vardığımızda karşımızda hiç kesilmeyen Subhan Dağı manzarası vardı. Gece konakladığımız Karagöl köyünden önümüzde birdenbire yükseliyordu. Kürdistan’ın yalçın dağlarıyla bu görkemli doruk, ovada dolanan Fırat nehri, harman yerinde ekin üzerinde öküzlerini süren köylüler ve uzun mızrakları ve bol giysileriyle Kürt süvari grupları, muhayyile üzerinde silinmez bir etki bırakan ve yıllar sonra bir tarif edilmez haz ve sükûnet hissini canlandıran Doğu yolculuğunun sahnelerinden birini oluşturuyordu.”
“Karagöl’de manzaranın güzellik ve ilginçliğine çok şey ekleyen harman yeri, günlük yolculuğumuzda içinden geçtiğimiz bütün köylerde görülüyordu… Uygulanan süreç, basit ve atalar zamanında olduğunun az çok aynıdır. Çocuklar ya tahıl yığınları üzerinde defalarca atları sürerler, ya da öküzlerin çektiği, alt kısmında keskin çakmak taşı bulunan ve dağınık demetler üzerinde dolanan kızaklar üzerinde dururlar. İşaya[66]nın zikrettiği ‘dişlerle mücehhez döğen’ böyle idi. Hiçbir zaman hayvanlara burunsalık takılmamıştır: ‘öküze, ekini çiğnediği sürece burunsalık takmayacaksın’…”[67]
Şek.l34a’da yine “Kürdistan sabanı” tesmiye edilmiş ve şek. 133’de görülenin aynının fotoğrafı yer alıyor[68].
Şek. 134a
Layand’ın bu yol günlüğünde verdiği bize göre en önemli ayrıntı, şek. 135’deki deseninin sol tarafında görülen, bir merkezî kazığa bağlı bir at dizisinin harman yerinde yığınlar üzerinde koşturulmasıdır. Nadir olmakla birlikte biz buna (koşturulanlar siyah eşeklerdi) Korkuteli civarında rastlamıştık. Sağda ise, çakmak taşlı kızak tipi klasik döğen görülüyor. Yani o yörede bu her iki yöntem de kullanılıyormuş, geçen yüzyılın ilk yarısında.
Graf Lasteyrie, 1821-1823’de çıkan kitabında (Sammlung von Maschinen, Gerätschaften Gebäuden, Apparaten usw. für landwirtschaftliche, häusliche und industrielle Ökonomie, Stuttgart und Tübingen) bir Erzurum yöresi sabanını veriyor (şek. 136).
Bunda, her ikisi de aynı boyda olan tutak ile kılıç, tabana oturuyorlar ve bunlar üstten bir arzanî çubukla birleştirilmişler. Bunların üzerine meyilli olarak dört kama ile tutturulmuş ok oturuyor; bunun yüksekliği halatla ayarlanıyor. Sabanı bir tek Öküz, at ya da eşek çekiyor[69].
|
Şek. 135. – Armeniyye’de tahıl döğme (Layard’dan)
Şek. 136. – Geçen yy.ın ilk çeyreğinde bir Erzurum yöresi sabanı
Bir Urfa sabanında demir, iki yanlı kesen türden (şek. 137). Numune Basel Ethnografya Müzesi’nde bulunuyor[70].
Şek. 137. – Bir Urfa sabanı Şek. 138.- Bir Phrygia sabanı
Hem bir köprü, hem de bir alaşım potası olan Anadolu’nun, bu özetle betimlediğimiz tiplerden esinlenmiş ve de bunların oluşumunda etkin olmuş olduğunu düşünmek yanlış olmaz. Aslında bunların hepsinde temel öğeler, prensip itibariyle aynıdır, ayrıntılarda farklar görülür. Bu farklar da, büyük ihtimalle, mahalli malzeme tedarik imkânlarına bağlı olmalıdır şöyle ki ormanı kıt olan bölgelerin sabanı, küçük parçaların birleştirilmesiyle meydana getirilmekte her türlü keresteyi sağlayan yörelerde istenen şekilde kıvrık – eğik dallar bulmak mümkün olmaktadır. Bu hususta ağacın mukavemet nitelikleri de önemli bir rol oynamalıdır, yörenin teknolojik düzeyi gibi.
Bu konularda birçok çalışma mevcut olup[71] biz bunlara değinmeyeceğiz.
* * *
Daha prehistoryadan itibaren ticarî geliş – gidiş yollarının (prehistoryada şap, tuz, çakmak taşı alışverişi) birer kültürel iletişim şebekesi oluşturdukları her vesileyle doğrulanmaktadır. Akdeniz havzası, Avrupa’nın geri kalan bölgeleriyle Asya’nın sair bölgelerini, saban çeşitleri birbirlerine bağlamıştı şöyle ki her üç bölgede de bu şekil eşitliği gözlerimizin önüne serilmektedir. Bazıları sadece Akdeniz çevresini Orta ve Doğu Avrupa’ya, bazıları Akdeniz çevresini sair Asya kıtasına bağlamaktadır. Mamafih bu yöre gruplarının sabanları arasındaki ilişki tek başına Orta ve Doğu Avrupa’nınkilerle öbür yandan Doğu Asya’nınkiler arasında pek görülemiyor. Akdeniz ülkelerinin özel durumu bunu tek başına etkilemiyor şöyle ki bu sabanlar çoğunlukla kendi evlerinde iken bu keyfiyet başka yerlerde daha nadir olarak saptanıyor. Grubun ağırlık noktası, Akdeniz’de bulunuyor gibidir.
Ama harman döğme âleti olarak cercer (Fot. 52, 53) ve altı çakmak taşlı (şek. 94 ve Fot. 50) döğen tipleri Akdeniz’i Doğu’ya bağlıyor ve bunlar Orta ve Doğu Avrupa’da bulunmuyorlar. Çakmak taşlı döğen belki de Hindistan’a kadar uzanıyor.[72]
Şek. 139. – Bir Transkafkasya Şek. 140. – Yandaki döğen tipinde
cercer’i (P. Leser’den) merdanelerin düzeni (P. Leser’den)
Şek. 139 -140’da görülen cercer, Alexander Petzholdt’un Der Kankasus, Leipzig 1866 -1867 tarihli kitabından alınmıştır.
Romalıların bunu Finike – Kartacalılardan aldıklarını biliyoruz (Varro, I/LII – “plostellum punicum”).
Ve nihayet Transkafkasya’dan tarla sürgü – kapanları: üstte, çalıdan, altta ahşaptan tapan (Şek. 141a)
Şek. 141. Bir Mısır cerceri (P. Leser’den)
Şek. 141a – Çalı ve ahşap (sırasıyla üstte ve alt tapanlar (W. Hersehbergund A. Janata’dan)
Göle (Kr) civarında ana arktan tarlalara eşit miktarda su almak için yapılan bir tertibi anlatmıştık (şek. 68). Akıl birdir. Şek. 142’de Bask bölgesinin, tamamen aynı prensibe dayanan, ses çıkararak yabani hayvanları kaçıran su tokmağını; şek. 143’de Transkafkasya’nın dibek döğme tertibini; şek. 144’de de bunun Japonya’da uygulanışını görüyoruz. Bunlardan ilki, yüzyılımızın İlk çeyreğine, ikincisi 1866-67 yıllarına; sonuncusu da 1832/52 yıllarına ait. Bu arada, “yabani hayvanları korkutmak için yapılan ve su kuvvetiyle dönerken ses çıkaran çark” olan dakduka’yı (Ar) hatırlatalım.
Şekil 142. – Bask bölgesinin ses çıkararak yabani hayvanları kaçıran su tokmağı (P. Lesser’den)
Şek. 143. – Transkafkasya’nın su dibeği (P. Leser’den)
Şek. 144. – Japon su dibeği (P. Leser’den)
Çeşitli tarım ürünlerinin yarı – mamul ya da mamul hale dönüştürülmeleri de az çok kitabımızın konusu içine girmektedir. Bunların bir bölümünü I. ciltte incelemiştik. Bu kez, Fot.90’da görülen gül tarlalarından toplanan gül çiçeklerinin gül yağına dönüştürülmesine değgin halk tekniğinden söz edelim. Bu tarla nasıl oluşturulmuştu? Bunu aşağıda anlatacağız. Önce işin biraz tarihçesi.
Isparta’da bu işe ne zaman başlandığı pek bilinmiyor. Bu hususta tafsil etmeyeceğimiz çeşitli varsayımlar var. Eski Çin ve Sanskrit yapıtları gülün “nefis kokusu”nun çok takdir edilmiş olduğuna tanıklık ediyorlar. Eski çağlarda da, bugünkü gibi, gülyağı ve gülsuyunun dinî törenlerde kullanılmış olduğunu biliyoruz. Bu hususta ilk bilgiler İbni Haldun’dan geliyor: gülsuyu, Hindistan ve Çin’e sevk edilen ticari mallar arasında yer alıyor.
Gülyağı, suyuna göre çok daha yeni bir şey. Bu tür rivayetlerin çoğu Acem şahlarının kızlarına izafe edildiğine göre bu da şöyle: İran Şahının kızı Nevcihan Sultan’ın düğün şenlikleri sırasında Sultan, saray bahçesinin havuzlarını dolduran gülsuyunun, bir süre sonra hafif yağlı ve “latif kokulu” bir madde ile kaplandığını görür ve bunun ayrılmasını emreder…
Gülyağı üretiminin, İran’dan Hindistan ve Cezayir, Tunus’a doğru iki yönlü bir yayılmadan sonra, İtalya, Fransa ve Bulgaristan’a da geçtiği ve burada bir sanayi dalı olarak geliştiği biliniyor. Ama bütün bunlardan bu işin rahminin İran olduğu söylenebilir. Bu vesileyle şöyle bir ayrıntıya yer verelim: Türkçe “çiçek” Farisî’de gülü ifade ediyordu:
“Çiçek = çiçek. Krş. İbrani sisah = Aynı… (İbranî) “s” harfinin Karaitlerde “Ç” olarak telaffuz edildiği biliniyor. Bu itibarla işbu İbrani sözcüğünü çiçah olarak okuyabiliriz. “Gül”ü ifade edenin Farisî çeçek, İbranîceden taklit edilmiş olduğunu sanırız… (DELT, s. 177).
“…Türkiye’ye ‘yağ gülü’nün 1870 yılında bir göçmen tarafından getirildiği ve ilk kez Bursa ve Denizli, Çal yöresinde dikimi yapıldığı söylene gelir. Isparta’da ilk sanayi gülünün 1888 yılında Müftüzade İsmail Efendi tarafından Bulgaristan’ın Kızancık yöresinden getirildiği ve sonradan ‘Gülcü Mahallesi’ adını alan yere dikildiği rivayet olunuyor. İlk gülyağının da, tahminlere göre yine Müftüzade İsmail Efendi tarafından 1892 yılında ilkel imbiklerle elde edildiği sanılmakta.”
Gül, Batı bölgelerimize münhasır değil. Nitekim Selçuklular döneminde Konya, bir “gül kenti” olarak biliniyordu. Günümüzde Mevlâna müzesinin bulunduğu yer, bir gül bahçesi idi. Dendiğine göre Mevlâna gülü çok sevdiğinden türbesi buraya yapılmış.[73]
Güller, rutubeti muhafaza edip kokusunu kaybetmemesi için iki tarafı kapalı, rutubetli, her taraftan hava akımına maruz olmayan bir yere ekilecektir. Oluşturulacak tarla bir kaç kat derin sürülüp bir yıl nadasa bırakılır. Ertesi yıl, Kasım ve Aralık’ta, hâkim rüzgâr yönüne dik yönde, 1.5 m. aralıkla, 35 – 40 cm derinlik ve 60 -70 cm genişliğinde hendekler açılır. Bir miktar hayvan gübresi atılır.
Bir ay kadar böyle bırakılır. Dal halindeki gül fidanları bu hendeklere yere paralel olarak yatırılır, üzerine 5-6 parmak kalınlığında toprak ve bir kez daha gübre atılır, sulanır. Gül fidanı 20-30 gün sonra, filiz, verir. On beş günde bir sulanıp dipleri çapalanır. Aralık ile Şubat arasında budama yapılır.
İlk yıl bahçeden verim alınmaz. 3. ve 4. yılda, iyi bakılan bir dönümlük bahçe 800 ilâ 1000 kg gül verir.
Gül çiçeğinin ne zaman toplanıp fabrikaya götürüldüğünü yukarda anlatmıştık. Geleneksel yöntemle gül yağı üretimi de özetle şöyle oluyor: Bu, imbik sistemiyle yapılan bir damıtma işleminden ve üç ana unsurdan, ocak, havuz ve kazan – imbikten ibaret oluyor.
Ocak, üzerine imbik-kazanlarının (Fot, 103) oturtulduğu bir ilkel ısıtma tertibi olup bitişiğinde havuzu ile birlikte inşa edilir. Şek 145’de bir üç kazan imbikli tertibin planı, şek. 146’da bunun A-A kesiti görülür. Şek. 147’de bunun genel görünümünü veriyor.
Ocağa bitişik inşa edilen soğutucu havuzun içinde imbik kazanlarına gelen ve uçları havuzun dışına açılan borular bulunuyor.
Gül çiçekleri kazan-imbikte suyla birlikte kaynatılıyor. Bu içi dışı kalaylı bakır kazan, gövde ile “kafa” denilen kapak kısmından oluşuyor.
Kafa’da 45° meyilli 40-50 cm uzunlukta ve uca doğru daralan boru olup bu boru havuz içinden kazana gelen soğutma borularına bağlanmaktadır.
Kazanın büyüklüğüne göre içine gül çiçeği ve su konur. Örneğin 24 kg.lık bir kazana (kazanın standartlaşmış kendi ağırlığı) 15 kg gül çiçeği ve 4 teneke, yani 60-70 kg su konulur. Kazanın kapağı kapalıdır. Ağız kısmı beyaz killi toprak sürülmüş bezle kapatılarak buhar sızdırması önlenir.
Çok hızlı olmayan bir yakma düzeni ile gül çiçekli su kaynatılır. Kapak kısmında yoğunlaşan buhar, su dolu havuz içindeki boruya geldiğinde tekrar sıvı hale geçer ve havuz dışında bu boruya takılmış olan bir kaba akar (Şek. 147). Birinci kaynama sonucunda 60-70 litre gülsuyu elde edilir. Kazandaki kaynamış, gül çiçeği posası (“cibre”) dökülür.
Böylece elde edilmiş 60-70 litre gülsuyu tekrar imbiğe dökülür; buna 20 litre kadar gül mayası – maya suyu, yani bir yıl bekletilmiş gülsuyu katılarak ikinci kaynatma işlemine geçilir. Yağ elde etmenin koşulu, ateşi düşük düzeyde tutmaktır.
Havuzdan çıkan boruya bu kez bir cam damacana ağzı sıkı şekilde sarılarak bağlanır. Bu kapta gül yağlı su birikir. 15 kg gül çiçeğinden 25-30 litre gül yağlı su elde edilir. İkinci kez cam kapta toplanan bu suyun üzerinde bir parmak kalınlığında yağ toplanır ve bu yağ, bir şırınga ile çekilir. 60-70 litre gül yağlı sudan 25 gr. gül yağı alınmaktadır.
|
|
|
Şek. 145. – Üç kazan – imbikli gülyağı çıkarma tertibinin planı (İ. Öztürk’ten)
Şek. 146.-Tertibin AA kesiti(İ. Öztürk’ten)
Şek. 147. – İmbik sisteminin genel görünüşü (İ. Öztürk’ten)
Tarım ürünlerine dair bilgileri, tarihimiz boyunca uygulanmış bulunan “standart’larla tamamlayalım.
1676 tarihli bir fermanda, İstanbul’a getirilen taze armutların büyük ve küçük kutular içinde olduğu belirtilmiştir. Ambalajın, mal fiyatını etkilemesi yüzünden fakir halkın, pahalı olan ve bir bakıma miktar yönünden de fazla bulunan küçük kutuları satın alamadığı anlaşılmakta ve yakınma üzerine de padişahça büyük kutular içinde getirilip tartılarak satışı ferman buyrulmuştur. Belgede, büyük ve küçük kutuların boyutlarına ve ağırlıklarına ilişkin bir değişmenin bulunmayışı bu kutuların “kadimden beri” kullanıla gelip boyut ve ağdıklarının bilindiğini, dolayısıyla da tekrarına gerek görülmemiş olduğunu akla getiriyor. Ferman şöyle başlıyor.
“İstanbul kadısına ve muhtesibine hüküm ki, İstanbul kadısı mektup gönderüb bazar- başı olan veli ve saire mübaşîrin bir cemm-i gafir meclis-i şer’e gelüb bundan akdem İstanbul’a gelen taze emrûd kebir kutuları ile gelüb vakiyye ile satılmak kanun-ı kadim iken hâlâ (günümüzde) kûçek kutu ile ilk gelüb…[74]
Osmanlı idaresinin halkın gündelik yaşamı ile ilgili hususlarda son derece hassas olup çok çeşitli gıda maddesi (mamul ya da hammadde halinde), giyim, inşa ve sair malzemelere narh koyup bunları “standartlaştırdığı” malûmdur.
Bunların burada ayrıntılarına girmeyip sadece konumuzla ilgili hükümlerin baş taraflarını vermekle yetineceğiz.
“Ve ekmekçiler işlediği ekmeği ve girdicilerin ve çörekçilerin çiği ve karası olmaya. Gözlenip eksik ölçü ve dirhemine bir akçe cerime alalar. Çörek ekmeğin usta işlene ve bir muduna vakıyye üzere yedi vakıyye (bir vakıyye 40 dirhem yani 128 gr.) yağ koyalar ve arı işleyeler…”
“Börekçiler de gözlene. Koyun eti 250 dirhem olunca şorbalı börek (?) 200 dirhem ola. Yaprak bözek 180 ola. Meyanesi soğanlı ola, koyun etinden başka et karıştırmayalar…”[75]
[1] Bkz. C. II/1, s. 998
[2] Bunlar için bkz. Metin And.- On the dramatic fertility rituals of Anatolian Turkey, in Coll.- Studies in Turkish folklore in Honor of Pertev N. Boratav. ed. by İlhan Başgöz and Mark Glazer, Indiana 1978
[3] C. II/l. s. 1065 ve bu kitabın başında, Çin tarımı bahsine.
[4] Hâmit Koşay-Sabahattin Kılıç.-Güzelova (Erzurum) etnografya ve folkloruna dair notlar, in TED VI. 1963, s. 70-71
[5] Bkz. C. I.s. 285-6
[6] Webster’s new twentieth century dictionary. N.Y. 1959
[7] Linda Dégh.- The legend and the sparrow, in Coll.- Studies in Turkish Folklore, s. 79-80
[8] XII. yy.da yaşamış olan Türk bilgini Zemahşeri’nin Mukaddimet-ül-Edeb adıyla yazdığı Arapçadan Farsçaya sözlüğün Aydın’lı İshak-Hocası Ahmet Efendi tarafından yapılan çeviri (TS).
[9] Ankaralı Yusuf oğlu Pîr Mehmet’in 1472 (877) yılında Farsçadan Arapça ve Türkçeye düzenlediği sözlük (TS).
[10] XV. yy ürünlerinden olduğu sanılan bu eser, Mevlâna Şemseddin’in hekimliğe ait Teşhil adlı yazma kitabının sonuna eklenmiş olarak bulunmuştur. Toplayan belli değildir (TS).
[11] XV. yy. şair ve bilginlerinden Ahmet Dâi’nin Arapçadan dilimize çevirdiği bu eser. İslâm’ın şartlarından, bazı ay ve günlerde yapılan ibadetlerin faziletlerinden, cennetin nimetlerinden, cehennemin korkunç azabından bahsetmektedir (TS).
[12] 1561 (969) da İstanbul’da ölen Nakşibendî şeyhlerinden Sofyalı Nimetullah Ef.’nin 1540 (947) yılında düzenlediği Farsçadan Türkçeye sözlük (TS).
[13] 1540 (947) yılında memleketinde ölen değerli bilgin Afyonkarahisarlı Hasan bin Hüseyin İmadüddin’in 1505 (911) de düzenlediği Farsçadan Türkçeye sözlük (TS).
[14] İnegöllü Mustafa bin Mehmet bin Yusuf’un Farsçadan Türkçeye düzenlediği sözlük
[15] Amasyalı Deşişî Mehmet Ef.’nin 1580 (988) yılında Mısır Beylerbeyi Masan Paşa adına düzenlediği Farsçadan Türkçeye sözlük.
[16] XVI. yy. bilginlerinden olup 1555’te (963) ölen Musa Merkez Ef. oğlu Mehmet Ef.’nin iki cilt üzerine düzenlediği Arapçadan Türkçeye sözlük. Bunda meşhur Kamus esas tutulmuştur (TS)
[17] XV. yy.ın dil ve din bilginlerinden Ankaralı Pîr Mehmet bin Yusuf tarafından düzenlenen Arapçadan Türkçeye sözlük TS.
[18] Afyonkarahisarlı Mustafa Ahterî’nin 1545’te (952) düzenlediği Arapçadan Türkçeye sözlük.
[19] Tebrizli Hüseyin bin Halef’in Farsçadan Farsçaya yazdığı Bürhan-ı Ka’tı adlı sözlüğün Mütercim Asım tarafından Tıbyan-ı nâf’i der-terceme-i Burhan-ı Katı’ adıyla yapılan Türkçe çevirisi TS.
[20] XIII. yy. şairlerinden Şevvat Hamza’nın manzum eseri TS.
[21] Ankaralı Mustafa bin Mehmet adlı bir zatın 1361 (763) yılında ölen Denizli hükümdarı Murat Arslan bin İnanç Bey adına meydana getirdiği tefsir TS.
[22] XIV. yy. hekimlerinden Ali Çelebi bin Şerif’in Timurtaş Paşaoğlu Umur Bey adına yazdığı hekimliğe dair eser TS.
[23] 1248 (646) yılında ölen ve İbni Baytar sanıyla ünlü hekim Ziyaüddin Abdullah bin Ahmet’in bir takım ilâçların hangi hastalıklar için faydalı olduğunu anlatan Arapça eserin çevirisi olup, Umur Bey’in isteği üzerine yapılan tercümenin kimin tarafından yapıldığı bilinmemekledir TS.
[24] Aydınoğlu Mehmet Bey adına Arapçadan çevrilmiş çevirici belli değil bu eserin konusu yaradılış öncesini, yaradılış ve peygamberlerin menkıbeleridir TS.
[25] Şeyh Mahmut Şebusterî’nin Farsça yazdığı manzum tasavvufî eserin Şeyh Elvan Şirazî tarafından yapılan Türkçe çevirisi olup II. Murat’a sunulmuştur TS.
[26] XIV-XV. yy. bilginlerinden Mecduddin Firuzâbâdî’nin telif ettiği meşhur Arapça Kamus’un Antepli Ahmet Asım tarafından yapılan Türkçe çevirisi olup bu sonuncuya “mütercim” lâkabını kazandıran bu çeviri II. Mahmut’a sunulmuştur TS.
[27] Erzurumlu Mustafa Darir bin Yusuf’un 1388 (790) yılında Mısır Hükümdarı Berkuk adına, Eb-ül- Hasan-ül-Bekrî ile Abdülmelik bin Hisam’ın Siyer kitaplarından, birbirini tamamlar şekilde seçerek dilimize çevirdiği mensur Siyer-i Nebevî’dir
[28] Faruk Sümer.- Safevî devletinin kuruluşu ve gelişmesinde Anadolu Türklerinin rolü. Ank. 1976, s. 43
[29] ibd. s. 59
[30] ibd. s 101.56 infra 112. 59
[31] ibd. s. 182
[32] ibd. s. 78
[33] ibd. passim
[34] Murat Arın (çev.).- 10 bin yıl öncesinin parıltılı yaşamı. Science et Vie, Eylül 1988’den çeviri, in (Cumhuriyet Gaz.) BİLİM TEKNİK 86, 22.10.88
[35] Bu keyfiyet, bugün ticaret ve sanayi âleminde ün yapmış Kayseri kökenli Adana-Mersin-İskenderunlu bu iş adamlarını Çukurova’ya yöneltmiştir. Mehmet Karamancı Bey, Çukurova’nın bu bire altmış verimini Kayseri’nin bire onu ile kıyaslayarak nasıl ortağı Mustafa Gazioğlu Bey’le birlikte Mersin’e göçüp burada çalışmaya başladıklarını bize anlatmıştı.
[36] A. van Egmont and J. Heyman.- op. cit., s. 156 ve 158-9
[37] “Bor” sözcüğünün anlamını daha önce anlatmıştık: bkz. C.I, s. 723-4
[38] Evlerimizde, Aydın-Manisa yörelerinde vurulmuş kaplan postları bulunuyordu. Trakya’da Çilingöz ormanlarında zığının varlığını kişisel olarak biliyoruz.
[39]0 Erciyeş’in eski adı Arge Argaous olup αρχη başlangıç, köken, prensip anlamlarındadır.
[40] Tarafımızdan belirtildi
[41] Zikreden H.Z.Koşay.- Türkiye halkının maddî kültürüne, s. 10
[42] B.Oğuz.- Türk ve Yahudi Kültürlerine bir mukayeseli bakış. C.II, İst. s. 897-81
[43] Bkz. Burhan Oğuz, C. I. s. 91-93
[44] Paul Leser.- Entstehung und Verbreitung des Fluges. Münster 1931, s. 118-120
[45] Paul Leser.- op.cit.. s. 221 ve 224
[46] Bunun ayrıntıları için bkz. Burhan Oğuz.- op. cit., C.I, s. 81-84
[47] Bkz. ibd., s. 141-2, 451-2.
[48] Paul Leser.- op. cit., s. 211
[49] ibd. , s. 213-15
[50] ibd.., 270
[51] ibd., 271
[52] ibd., s. 174-5
[53] ibd., s. 276-7
[54] ibd., s. 280
[55] E. Diez.- Peintres de la steppe, in Premier Congrès International des Arts Tures, Ank. 1959
[56] Paul Leser.- op. cit., s. 398 – 399
[57] ibd., s. 385-6
[58] ibd. s. 364
[62] ibd. s. 352
[63] Ahlat’ın Kuzey-Batı’sında
[64] Layard burada abartıyor şöyle ki kağnı Anadolu’da çok yaygındır.
[65] Austen H. Layard.- Discoveries in the ruins of Ninive and Babylon, London 1853, s. 21-22
[66] Ahd-i Atik’teki İbranî peygamberi.
[67] Austen H. Layard.- op.cit. .s. 17-18
[68] Coll.- Kurden azadi – Freiheit in den Bergen. (Alfred Janata, Karin Kren und Maria Anna Six ed.) Schallaburg 1992, s. 47
[69] Paul Leser.- op. cit.. s. 359-360
[70] ibd. s. 351
[71] Bkz. Kung Dittmer.- Allgemeine Völkerkunde. Formen und Enturzeklung der Kultur, Braunsekweig 1954, s. 266-270 ve Hans Damm. – Bericht ilber die Sanderaustellung “Feldgerate zur Bodenbearbeitung”, Leipzig. Yahrbuch des museums für Völkerkunde zu Leipzig, Band XIV, 1955, s. 106 -110
[72] Paul Leser. – op. cit., s..482 – 4
[73] İlhami Öztürk.- Geleneksel yöntemle gül yağı üretimi, in TED XIX, 1991, s. 137 – 148 ve Ali İhsan Çallı – Salih Horasan – Isparta’dan Konya’ ya gülün ve gülyağının öyküsü (Cumhuriyet – Gaz.) DERGİ 11.05. 1981
[74] Neşet Çağatay. – Bir Türk kurumu olan ahilik. Konya 1981, s. 113 eki Çağatay, Fermanın aslını da veriyor.
[75] Muzaffer Uyguner. – Eski belgelerde standart esasları, in (TSE) STANDARD 167 Kasım 1975. s. 25