Bu bölgeyi, genel Güney-Doğu bölgesinden ayrı mütalâa etmemizin nedeni, binasının tamamen farklı, kendine özgü bir inşaî karaktere sahip olmasıdır.
Finikeliler inşa tekniğine, kireç harcı ile küçük taşları aglomere etme yoluyla yapay olarak yekpare hale gelmiş bir sistem vücuda getirme sanatını hediye etmişler. Finikeliler ve sonradan Romalılar harcı, yüklerin intikaline yarayan bir vasattan çok bir birleşme aracı olarak telâkki etmişler. Bu anlayış sayesinde de moloz taşı inşaat, öbür şekillerin yanında yer almış.
Gerçekten buraya kadar gördüğümüz örneklerde iki hatıl arasında kalan genişçe duvar şeridi, az çok dayanıklı yekpare bir blok olarak mütalâa edilebilir.
Sözü edilen prensibin en belirgin örneği, Anadolu inşa tekniklerinde istisnaî bir yer tutan Siirt bölgesinin yapı sistemi oluyor. Harcı, binanın dış görünümü ve sakaf (dam, çatı)[1] şekli gerçekte Küçük Asya yarımadasının sair bölgelerinde rastlanmayan şekildedir.
Harç olarak çabuk hidrate olan, yani “priz alan” alçının kullanılması özelliklerin başında geliyor. Grek tarihçisi Flavius Arian (ölm. M.Ö. 425) Finikelilerin Tyr (Arapça Sur, Lübnan’da Beyrut’un 83 km Güney’inde) kenti surlarının “alçı ile” işlenmiş taştan olduğunu zikrediyor.
Alçı (γύψος- gypsum),[2] çabuk priz yapması itibariyle harcın her an “taze” olarak hazırlanmasını gerektirir. Bu harç, daha önce de anlattığımız gibi, Siirt’te caz-cız-ciz adını alır, iskele üstündeki duvarcı ustası, aşağıdaki çırağına devamlı olarak “cip caz… cip hacer” (“caz ver… taş ver”) diye seslenerek duvar veya aşağıda göreceğimiz kubbeyi örer. Çırak da, ustanın her seslenişinde bir topak caz ve birkaç saniye sonra da bir moloz taşını yukarı, ustasının kolaylıkla tutabileceği şekilde fırlatır. Usta da bunları yapıştıra yapıştıra binayı çıkar.
“Alçı”nın daha önceleri “Yalçı-Yalçu” şeklinde kullanıldıklarını görüyoruz. Bunu daha XV. yy.dan başlamak üzere TS’den geriye doğru takip edelim: Yalçı- yalçu = alçı.
“El-kassatu (Ar.): Yalçı ve kireç.
Amasyalı Şeyh Mahmut bin İbrahim’in II. Bayezit adına düzenlediği Farsçadan Türkçeye sözlükte (“Miftah-ül-Lûga).
“Çârûn (Fa.): Yalçu. Ta’rib idüp (Arapçalaştırıp) sâruc derler.”
Daha önce alıntı yapmış olduğumuz Şamil-ül-Lûga’dan (XVI. yy.):
“Câru (Fa.): Yalçu kireci.”
XVI. yy bilginlerinden olup 1555 (963)de ölen Musa Merkez Efendi oğlu Mehmet Efendi’nin “Babus-ül Vâsıt” adlı Arapçadan Türkçeye sözlüğünden:
“Tasric (Ar.): Yalçu ile havzı (havuzu) sıvamak.”
Yine aynı yerden: “Harrad (Ar.): Yalçuyı yakub un edici er”.
Binalar (Resim 217- 220) bir kesik piramit (ehram nakıs) şeklini arz eder. Dış duvarlar, içi dik, dışı mail olarak işlenir ve bir kubbe ile bitirilir (şekle bkz.). Kubbenin gerek kendi ağırlığı, gerekse üstüne gelen yüklerden doğan cenbî dafia’yı (yanal itme kuvveti) karşılamak üzere duvarlar “istinat duvarı” şeklinde, her kesiti “mütesavi (birbirine eş) mukavemetli” olarak inşa edilir. Şekilde (A) ile gösterilen sistem, yekpare bir “kabuk” olmuştur. Bu kabuğun üst çevresi, aşağıdan itibaren kesik piramidi tamamlayacak şekilde, kubbenin reisine kadar yine aynı malzeme ile doldurulur (B). Böylece oluşan yüzey, ya üst kat döşemesini, ya da “teras”-damı teşkil eder. Birinci halde (C) duvarları aynı biçimde devam edip yine kubbe ve çevre dolgusu ile nihayet bulur (veya kat sayısına göre biçim tekerrür eder). Alt kat duvarlarının kalınlığını, en üst kat kubbe ve dolayısıyla oluşan platformun itmesi nedeniyle bu üst kat döşeme seviyesinde duvara verilmiş kalınlık ile dış yüzün meyli tayin eder. Bu meyil ortalama % 10 civarındadır. Zikrettiğimiz bu ölçüler herhangi bir hesap sonucu olmayıp yılların yerleştirdiği bir geleneğin, “standardizasyon” ve bunu vâkıf “usta”ların becerisinin ürünüdür.
Duvarlar (S) seviyesine kadar çıktıktan sonra kubbe bir topak caz, bir “hacer” yapıştırıla yapıştırıla meydana gelir. Ne kalıp ne de herhangi bir şablon kullanılır. Bazı açıklıklarda kubbe “kilitlenene” kadar alttan birkaç destekle tutulur. İşin şakulü de, şablonu da, ustanın gözü ve elidir.
En üst katın dam platformu da teşekkül ettikten sonra bunun etrafı, dış yüzü yine aynı meyilde olmak üzere bel seviyesine kadar yükselen bir korkuluk duvarı ile çevrilir: bu damlar, sıcak yaz günlerinde hane sakinlerinin yatak odası vazifesini görür. Maddî imkânı olanlar bu terası, ahşap kazık üzerine oturtulmuş bir saç gölgelikle bitirir (Resim 217-solda, 221, 222).
Bazı binalarda temel üstü duvarı bir miktar dikey olarak çıktıktan sonra mutat meylini alır. Bu meyil, bölgenin “havasına” o denli hâkimdir ki şakul kavramı adeta çarpıtılmış haldedir. Binaların köşelerine tesadüf eden ahşap telefon direkleri dahi bu gerçeğin dışına çıkmış değillerdir. Resim 60 ile 222’deki minarelerin de şakulle ilgisizliği derhal göze çarpar. Bu tarzda inşa edilmiş binalarla yan yana olanların dış duvarlarının meyilleri de bu kez ister istemez tersine oluyor (Resim 217 orta ve solda).
Mezkûr cız-caz, sadece birleştirme harcı olarak değil, ayrıca da sıva malzemesi olarak kullanılmaktadır. Biz, binalara kesik piramit şekli verilmesinin nedenini bu dış etkilere fazla dayanıklı olmayan sıva malzemesine bağladık şöyle ki sıvanın dikey ağırlığı, iki mürekkibe ayrılır. Biri sıvanın yönünde, öbürü de ona dikey, sıvayı bina duvarına yapıştırmaya çalışan kuvvet. Sıvanın yönünde olan, onu aşağıya çekmeye çalışır, öbürü de, yapışma ve sürtünme kuvvetlerine eklenerek sıvayı yerinde tutmaya yardımcı olur.
İklim koşullarının etkisiyle yapışma gücünü kaybeden sıva, büyük plakalar halinde dökülür. Bunu önleyip dökülmeyi sınırlı bir alanda tutmak amacıyla resimlerde görülen, çift tırnaklı hayvan izine benzer çentikler yapılır. Böylelikle, dökülmeye yüz tutmuş sıva bölümünün alanı sınırlı kalır. Böylece de binanın inşası ile sıva dökülmesi arasında geçen zaman, bu bölgede, dik duvar haline göre uzar. Binaların böyle kesik piramit şeklinde inşasının sebebini sorduğumuzda daima caz sıvanın iltisak (yapışma) kabiliyetinin azlığından, dolayısıyla sıvanın döküldüğünden, bu meylin sıvanın ömrünü uzattığından söz edildi. Yani herhangi bir mimarî düşünce bahis konusu olmayıp keyfiyet doğruca bir “teknik zorunluluk” olarak gösterildi. Bununla birlikte, bu aynı malzemelerle inşaya “mahkûm” bir topluluğun altında kaldığı mimarî etkiyi, halk bu etkinin farkında olmasa bile, araştırmanın gereğine inanıyoruz.
Bu etkinin Güney’den geldiğinde şüphe yoktur. Ancak bunun sadece Siirt bölgesine münhasır kalmasını malzeme koşullarıyla izah etmek güçtür (Siirt’te konuşulan dil de Suriye Arapçasından hayli değişiktir).
İslâm mimarîsinin teknolojik cephesinin genel hatları, mutena ve üzerinde çalışılmış malzeme kullanmaktan çok, niteliği düşük içyapıyı gizleyip görünürde bir zenginlik vermek üzere, onu “giydirmek” şeklinde özetlenebilir.
Bu açıdan İran mimarlarını Mısır ve Mağrip’inkilerin yanında görürüz. İç ve dış “gömleğin” süs öğeleri (mermer, çini, stucco – ustuka vs.) arasında renklendirilmiş veya saf alçı geniş yer tutar. Duvara belli kalınlıkta yapıştırılan bu malzeme daha sonra kalem’le işlenir[3]. Bu işlem henüz tam sertleşmemiş alçı üzerinde olacağından, bu maddenin geç priz almasını teminen içine tuz katılır. Bu şekilde işlenmiş bir çeşmenin süsü, Resim 223’te görülür.
Bütün resimlerden (Resim 116, 224-227) belli olduğu gibi bu tür tezyinatın, üzerinde toplandığı kapı ve pencereler adeta “standartlaşmış” durumdadırlar. (Resimlerde düşük nitelikli içyapı belli oluyor. Kapı ve pencereler bu binaları “giydirmiş”). Özellikle kapı üstü kemerinin süslemeleri, şimdiki kartonpiyerler gibi kalıp içine dökülüp daha prizini almadan çiviler üzerinde yerlerine tutturulmuş hissini vermektedirler (kemerin parça parça yerine oturtulmuş olduğu belli oluyor). Aynı şey, pencere üstü kemerleri için de söylenebilir. Bu kemer motiflerinin kapılarda da, pencerelerde de hep aynı oluşu, bu kanıyı pekiştiriyor. Kemerlerin taşıyıcı olmayıp sadece süs unsuru oldukları da belli oluyor. Resim 227a’daki kapı ayrıca dikkati çekiyor. Kemerin hemen altında, alınlığın üstünde, çerçeve içinde bir tuğra ile bunun iki yanında birer Yahudi yıldızı olup bütün alınlığı bir kitabe dolduruyor (Resim 227b). Binanın mahiyetini maalesef saptamış değiliz.
Burada özellikle dikkate değer husus, bina mimarîsinin Kuzey Afrika mimarîsi ile yakınlığı ve Anadolu’nunkinden tamamen kopmuş olmasına karşılık süsleme öğesinin Arap bezeme şekilleri (Örneğin arabesk) ile hiçbir ilişkisinin olmaması keyfiyetidir. Buna karşılık, Osmanlı sanatında hataî tabir edilen ve yaprak ve çiçek örgelerinden oluşmuş kıvrımdallı bezeme şekline itibar edilmiştir. Kemer ve lentolar taştan olup üzerleri, yukarda söylediğimiz gibi, sonradan yontularak süslenmiş alçı (caz) ile sıvanmıştır (Resim 228).
Siirt’in merkez köyü Tillu, Siirtlilerce kutsal bir mahal olarak kabul edilir. Bunun bize göre bir nedeni de “ermiş”lerden Fakirullah “Efendi Hazretleri”nin türbesinin orada oluşu olup yine “Marifetnâme” adıyla meşhur olmuş kitabın müellifi Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın orada yine “ibraz-ı marifet” etmiş olmasıdır.[4] (Siirtliler cuma namazını Tillu’da kılmaya özen gösterirler. Yaya olarak oraya 15-20 dakikada gidilir). Tillu’dan da iki resim sunuyoruz (Resim 229 ve 230).
Siirt’in çok tarafa bağlı tarihi, bu kompozit mimarîyi izah edebilir. Gerçekten ilk başlarda Asur ve Kalde gibi Samî toplulukların egemenliği altında bulunmuş olan bu beldenin adının da (Süryanî dilinde Se’erd) Samî kökenli olduğu rivayet ediliyor: Keert-Kaa’rat’ın Keldanî dilinde “kent” manasına geldiği sanılır (Ermenice gerd de aynı şeyi ifade ediyor). Bölgenin egemenliği zaman zaman Med ve Pers devletlerinin, İskender’den sonra da Selefkos’un eline geçmiş. Ortaçağın başlarında İran Sasanîleri ile Roma arasında sık sık el değiştirmiş ve nihayet Ömer zamanında nihaî olarak İslâm hâkimiyetine girmiş. Bundan sonra siyasî kaderi, Diyarbakır’ınkine koşut yürümüş.[5]
Yunan, alçı ile süsleme (stucco) sanatının inceliklerine vâkıf olmakla birlikte bu konuda Siirt bölgesinin bezeme kökenini Sasanî sanatında aramak daha doğru olacaktır. İran etkisinin belirgin olduğu Silvan (Meyyafârikîn) Ulu Cami (Resim 33a ve 33b) kapısının süslemeleri ile benzerlik dikkati çeker.
“cip caz, cip hacer” nidaları, çok çeşitli şekil terkiplerinin meydana getirilmesini de sağlar. Yapay olarak yekpare taş haline gelen kemer üzerine de hayli yüklü binaların oturtulduğuna Resim 231 ve 232 tanıklık eder.
Mamafih, bölgede kesik piramit-kubbe tipinde binalardan başka mutat dik duvarlı binalar da var (Resim 222). Bunların ara kat döşemeleri kubbeli olabileceği kadar ahşap yuvarlama’lı da inşa ediliyor (Resim 232, sağda). Bu sonuncusuna mail duvarlı evlerde de rastlanıyor (Resim 221). Ahşap hatıllı olanlar da vardır (Resim 232). Sıvanın yağmur suyuna karşı hassasiyetine rağmen pencerelerde denizlik ve dolayısıyla da damlalık yoktur.
Yukarda sözünü ettiğimiz gibi, malî olanakları müsait olanlar teras-damlarını düz veya oluklu saçtan bir gölgelikle örtüyorlar. Teras korkuluk duvarlarının köşelerine ve ortalarına dikilmiş gayri- muntazam ağaç kazıklar birbirlerine üstten merteklerle[6] tutturulur ve mail payandalarla bunların taşıma boyları kısaltılır. Terasın genişliğine göre ortalara da bir veya birkaç mesnet konur. Çatı makası yapılmaz.
Bu gibi örtülü teras-damlar Anadolu’da sergâh (İranî sözcük), bundan türemiş serek, serge adını alırlar.
Yukardan beri betimlediğimiz inşaat, bir yandan hava şartlarına dayanıksızlığı, öbür yandan da kolaylıkla yenilenebilmesi itibariyle sık sık yıkılıp yerine yenisi yapılıyor. Resim 233’te görülen yapı, sahibi tarafından “indirilmekte” iken sebebini sorduğumuzda adam “usandım da…” diye yanıtlamıştı. Gerçekten adam “usanmıştı” ama ev de onu “bırakmıştı”. Mamafih işbu “yenileme” eylemi hususunda daha önce açıklamış olduğumuz Mircea Eliade’ın mütalâasını da hatırlamak yerinde olur.
Bölgede bina yaşı, orta halli meskenlerde nadiren elli yılı geçiyor.
İran’ın dünyaya öğrettiği dört köşeli bir plândan kubbeye geçişte Siirtli inşaat ustasının fazla zorluk çekmediği, köşe tonoz bingilerinin (trompa – τρόμπx=tulumba, hortum – Fransızca trompe ) altına rahatlıkla niche, kübbiye[7] mahmil[8] sığdırması ile sabit oluyor.
Bunların, önceden plânlanmayıp yapı ilerledikçe meydana getirildiklerinde şüphe olmayıp bu çeşitli girinti ve süslemelerde zarafet, icra mükemmeliyetinin yerini almış, onun “çarpıklığı”nı görülmez hale koymuş.
Bu oyuk ve girintiler ayrıca, özellikle alt katlarda duvar kalınlıklarının mertebesi hakkında da fikir veriyor.
[1] 40’lı yılların ortalarına kadar bina vergisinin adı “müsakkafât”, yani dam-çatı ile örtülü binalar vergisi idi.
[2] Arapçada cibs de, cis gibi alçıyı ifade ediyor.
[3] Kuzey Afrika’da bu işçilik nakş’- hadida, yani demir (kalemle) nakış adını alıyor. (El, madde “Djiss”).
[4] Bunun ayrıntıları için bkz. Kültür kökenleri II/3, s.662 ve fot.111
[5] B. Darkot. – Siird, in İA ve Jastrow, O. – Si’ird, in EI
[6] “Mertek” sözcüğü Ermeniceden geçmedir (Türkçe sözlük)
[7] Arabî kûtubiyye’den, duvar içinde gizli etajer (GA III- s.467)
[8] Arapça; deve üstüne vazedilen iki kişilik sepet veya Haremeyn’e gönderilen hediye manasına gelen mahmil’den ki burada “duvar içindeki gizli dolap” anlamına geliyor (GA III, s.484).
( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.