Kültür Eserleri > THKK 5 - Halk Eczacılık ve Sağaltma Teknikleri > Sîhri Tedavi

Sîhri Tedavi

Tıbbî inanç, sihrî tedavi ve de halk hekimliği alanında biraz daha dolanacağız.

Hasta çocuğu sağaltma rituslarından biri onu bir toprak yarığından, bir delik kayadan ya da bir ağaç kovuğundan geçirmekten ibaret. Burada haylice çapraşık bir inanç bahis konusu oluyor; Bir yandan çocuğun “hastalığını” herhangi bir nesneye (ağaç, kaya, toprak) intikal ettirmek; öbür yandan da böylece doğurma eylemi (küçük bir delikten geçirme) taklit edilmiş oluyor. Bunda temel düşünce, yeni bir doğuşla şifaya kavuşmaktır. Gerçekten tarımsal toplumların inançlarının büyük bir bölümü, işbu yeni doğuşla Toprak-Ana ile temasa geçme arasında çok yakın bir ilişki kurmaktadır. Böylece de, tedavi edici unsur olarak toprağın kullanılmasıyla ilgili bütün bir inanç ve âdet dizisi izahını buluyor[1].

***

26.11.1996 tarihli Cumhuriyet Gazetesi, bazı önemli araştırmaların sonuçlarını veriyor. Bunlara göre “hasta, çareyi tıp dışında arıyor”; ülkede, kırsal kesimde 40 bin kadar diplomasız ebe, 30 bin kadar iğneci – sıhhiye, 1450 sünnetçi, 11 bin 500 kırıkçı – çıkıkçı ve 2.600 sınıflandırılamayan “geleneksel iyileştirici” saptanmış. Özellikle kırsal kesimde tedavi için geleneksel iyileştiricilere gidenlerin oranının yüzde 71,3 olduğu bildirilmiş.

Mersin Üniversitesi sosyoloji bölümünün araştırma sonuçları ise şöyle ifade ediliyor: “İnsanların geleneksel tıbba karşı tutumları olumludur. Geleneksel tıp, özde bir ev tedavisidir” yargısına katılanların oranı yüzde 35,3 olarak bulunmuştur. “Geleneksel tıp, kültürümüzün bir parçasıdır” yargısına katılanların oranı da aynı şekilde çıkmış. Geleneksel tıbba olumlu bakanların, onu destekleyenlerin oranı, asıl toplamıyla yüzde 68,6’dır. Bu da oldukça yüksek bir orandır. Öte yandan, kırsal kesimdeki deneklerin yüzde 74,7’si, tedavi için gittikleri geleneksel iyileştiricilerin hastalarına çare bulduklarını ifade etmişlerdir”.

“Geleneksel iyileştiricilerin en çok tedavi ettiği hastalık türünün yüzde 30 ile “kadın hastalıkları” olduğunun saptandığını ifade eden Dr. Sezgin Kızılçelik, kırık – çıkık, burkulma ve incinme, bayılma – sar’a, sarılık gibi hastalıkları tedavi edenlerin oranının yüzde 20 olarak bulunduğunu kaydediyor.

***

Merhum Halûk Eczacıbaşı’dan bir sağaltma yöntemi dinlemiştik (18.02.1978). Kalçası çıkmış çocuk, bir mandanın üzerine bağlanır. Mandaya önce bolca tuz yalatılır. Sonra su içirilir. Hayvanın karnı sudan şiştikçe çocuğun bacakları açılır ve bir anda kalça yerine girer.

***

Şu “siğil” işine, son olarak bir kez daha temas edelim.

XIV. yy. hekimlerinden Ali Çelebi bin Şerif’in Timurtaş Paşaoğlu Umur Bey adına yazdığı hekimliğe dair “Yadigâr-ı İbni Şerif”te siğil hakkında şunları okuyoruz. “Bevasirin (bâsurların) siğiline bâsur derler. İlâcı, baslıktan kan alalar”. “… Bevasır siğilini düşüre. Siğili zeyt yağıyla cerp edeler ve…” yani “siğil”, aslında meme ve hususiyle basur memesi oluyor (TS).

***

Kültürle sağlık, toplumla tıp arasındaki bağlara biraz açıklık getirebilmenin yolu, konuya ethnolog olarak yaklaşmayı gerektiriyor. Gerçekten tıbbî çevre, ortamı bilenler, şu ya da bu mukavemeti ya da karşılaşılan zorlukları ve bir ölçüde de bunları önleme şekillerini izah edebilenlerle işbirliğinin gereksinimini hissetmiştir. (Bir bölgede çalışan hekimin, o bölgenin adamı olması, bu sorunu iyice hafifletir).

Her topluluk, tıp âlemine karşı farklı tavır sergiliyor ve utanma, edep, hayâ babında bir yabancının zor anlayacağı farklılıkları ortaya koyuyor. Bir muayene veya tedavi etmenin hiç de hoş karşılanmayacak biçimleri olabilir. Birçok yerde kadınlar için mutlaka kadın hekim istenir.

Doğumda çekingenlikler mutat oluyor zira çevrenin talep ettiği ritus ve uygulamalar, gerekli zamanda ve bunların bilhakken kimin tarafından icra edileceği (atalara saygı, tathir, muskalar… vs.) saptanacaktır: Tıbbî uygulamada, örneğin plasenta (son) atılır; o ise ki ritüel olarak büyük gizlilikle gömülecektir…

Avrupa ülkeleri dâhil her yerde, üniversite tıbbı, başlıca tıplarla, geleneksel ya da halk hekimliği ile iç içe girer; bu iş, üniversitelinin öbürünü aşağı görüp ona tolerans göstermemesi nedeniyle çoğu zaman gizli olur. Ağır vakalarda insanlar her iki tarafa danışırlar ve paralel tedavi yollarını uygularlar. Hastanelerde, tabibin gündüz, halk sağaltıcısının gece çalıştığı sık vaki olur.

Ortaçağdan itibaren Avrupa uygarlığında, tıp ile kültür arasında bir bağ saptanmış; böylece de iyice açık şekilde hasta adamın veya daha soyut olarak hastalığın nasıl telâkki edileceği belirmiş.

Eski Yunan kültürünün ürünü Hippokratik Corpus’tan daha doğru yansıma ne olabilir? Büyük Ortaçağ Rönesans’ının düşüncesi, keşif sahibesi, manastır baş rahibesi Aziz Hildegard’ın otlarla tedavi kitabında açıklanıyor. XV ve XVI. yy.ların mistik ve bâtınî havası, bir Paracelsus’un eserinde koklanıyor.

Tıpla kültürün nasıl birbirlerine eklemlendiklerini anlamak için “sistem” kavramına başvurmak gerekir. “Sistem”den, onu teşkil eden bütün unsurların bağımsız olmayıp birbirlerine bağlı bulunduğu bir bütün anlaşılır. Örneğin, insan organizması, sistem teşkil eder, şöyle ki belli bir yerde iyi ya da kötü bir durum, tümüne yansıyor. Bedenin kendisi dahi, birbirine bağlılık içinde belli bir bağımsızlığa sahip alt – sistemlerden oluşur: Solunum, deveran, hazım, hormonal, asabî, cinsî vs. alt – sistemler. Sırasıyla bunlar da, belli bir özerklik derecesine sahip ve kendileri de hücrelere ayrışan organlardan oluşuyor; aynı şey, hücreler için de söylenebilir ve bu iş, neredeyse sonsuza dek (ad infinitum) sürer. Organizmanın bu görünümü, toplumu düşünmede ilk sosyologlara yaramış olmalı.

Böylece de tıp, hiç şüphesiz, dünyayı ve bir toplumun taşıdığı insanı tasarlamış olduğu şekillerine bağlı oluyor; aynı şekilde inanç ve mitoslara da bağlıdır. Ekonomik, tüzel (hukukî) ve ahlâkî veçheler de büyük rol oynarlar; ağızdan verilen ilâçlar ve besin maddesinin kendisinin de deva olabilmesi, onu mutfakla da yakın tutuyor; sağlığın muhafazası için öğrenim ve pedagoji konusu oluyor; Asklepios tapınağının anılması gerçi dinle bağları kesmiyor. Bu itibarla tıp, bütün geri kalanlarla yakın ilişki içinde oluyor. Ama aynı zamanda, tıbbî bilgi ve uygulamalar, kendi öz mantık ve dinamiklerini takip ederler.

Başka deyişle, bizatihi tıp mevcut değildir. O, her zaman hem bir özel düşünce sistemine, hem de bir kurum olarak, bir sosyal sisteme bağlıdır. Bütün bu mülâhazalardan bir sonuç çıkıyor: Bir toplum tarafından üretilmiş tıp, bir başkası için doğruca uygun olmaz ve bir başka topluma otomatik olarak taşınamaz. Bu itibarla “tıp”tan değil, “tıplar”dan söz edilecektir.

İster halk tıbbı, isterse bilimsel tıp bahis konusu olsun, bunların hepsi aralarında mutlaka çekişmeyen muhakemelere göre işlerler, ama uygulamada çoğu kez birbirlerini dışlarlar.

Halk katındaki bu değişik “tıp”lara özetle örnekler verelim: Kimi ulusta hastalık, bir takım kötü ruhların hastaya müdahaleleri ve onu zapt etmeleri şeklinde izah ediliyor. Tedavi olarak, türlü uygulamalarla bu ruhları söküp atmaktan ibaret oluyor. Bazı uluslarda kötü niyetli kişilerin ilençlerle büyüler yapması keyfiyeti üzerinde duruluyor. Çok eskilere dayanan bir korku, “kötü gıda”, zehir korkusu, panzehir ve antidotların bilgisi üzerine yönlendirilmiş bir “tıp” yaratmış. Hastalıkların, bunlara duçar olmuş kişilerin ağır bir günah işlemiş olmasından ileri geldiği inancına sahip topluluklara da rastlanıyor. Bunlarda, günahtan arınma, kefaret ritusları yaygın oluyor. Ve nihayet hastalığın, vücuda dahil olan maddî patojen etkilerden ileri geldiği düşüncesinin var olması halinde de, tıbbî yollarla, ezcümle emme, soluma veya ayırma ve bittabi, bunlara karşı tedbir alımı vs.ye başvuruluyor.

Halk tıbbının kullandığı işbu yöntem ve teknikler arasından, her sefer bahis konusu toplulukların ahlâkî, dinî, hukukî ve mitolojik sistemlerinin ana ekseni açığa çıkmış oluyor. Bir felâket olduğunda, kimileri sebebini kendilerinde arama eğiliminde oluyorlar; başkaları, bunun aksine, hem görünür, hem de görünmez çevreye yansıtıyorlar…

Bizim için önemli olan, belli bir toplumda ve bittabi yurdumuzda hastalık tıp sisteminin nasıl işlediğinin görülmesi oluyor. Bunda her şeyin tutarlı, işlevsel, muntazam olduğunu düşünmek tamamen yanlış olur. Gerçek sistemler hiçbir zaman tek parça olmazlar: Bunlarda işlevsellik dışı, hattâ karşıtı unsurlar her zaman bulunur.

Bilimsel tıbbî muhakemelerin çeşitliliğine çok örnek verilebilir. Daha Hippokrates, görünürde mütezad (çelişkili) iki prensip ifade etmiş: “Karşıtlar, karşıtlarla sağaltılır”, ve “benzerler, benzerler tarafından sağaltılır”. Bunlardan biri, öbürüne göre imtiyazlı tutulduğunda, hareket noktalarında, prensiplerinin felsefesinde birbirlerinden ayrılan, çoğu zaman ahenklenemez, bazen de birbirine çatan, ama yine de bilimsel tıplara varılır: Allopathy ve homeopathy. Bunların ilki, bir Pasteur görüşü içinde, hastalığa karşı harekete geçme prensibine dayanıyor; mikroplar, basiller, virüsler, parazitler vs. ifna edileceklerdir. Öbürü, homeopathy, bir hastalığın bir manasının, bir işlevinin olduğunu, buna sistematik olarak karşı çıkılmamasının gerektiğini, yani bir nevi onunla aynı yönde hareket edilmesini derpiş ediyor; olanca küçük dozlarda, dolayısıyla zehirleyici olamayacak miktarlarda kullanıldıklarında, yan etki göstermezler; bundan, hastalığa karşı bir hareket değil, arızanın kendisine uygun organizmanın sağlıklı bir tepkisi anlaşılıyor.

Doğal yolla tedavi (naturopathie), değişik şekilleri altında, tamamen aynı kimyasal formülde bir sentez ürününün, hayatî prensipleri korunacak şekilde muamele edilmiş bir bitkisel ya da hayvanî kökenli ürünle aynı etkiye sahip olamayacağı fikrine dayanır. Biri ölü, öbürü yaşayan bir üründür. Örneğin, hassas kristallizasyon tekniği, her iki halde organizmanın absorbsiyon spectrumunun tamamen farklı olduğunu gösterir. Bu ölü ürün bedeni doldurup fazla yüklerken bir yaşayan ürün ona yeni bir hayatiyet getirebilir.

Kara Afrika ideolojilerinin dürtüsü altında, Dünya Sağlık Teşkilâtı (WHO) gibi tıbbî çevreler, geleneksel sağaltıcılar ve bunların tedavi yollarına büyük ilgi gösterir oldular. WHO’nun teklif ettiği yeni düşünce, bu sonuncuların bilgi ve becerilerini geniş ölçüde kullanmak, bunları bilimsel tıbbın icrasında olabildiğince ele almak, bunlara bir statü tanımak ve mümkünse bunları bir asgari eğitimden geçirmek merkezindeydi.

Bu noktada önemli bir gerçeğe parmak basacağız: İster WHO, ister çeşitli ülkelerin ethnolog, antropolog, sosyolog… Vs.leri, Okyanuslu, Avustralyalı, Kuzey ve Güney Amerika’nın ilkel kabileleriyle sürekli ilgileniyorlar ve bunlar üzerinde, şu anda konumuz olan “sağaltma teknikleri” babında çalışmalar yapıyorlar. Ancak bugüne kadar, bütün bu çalışmalar vüsatında bir ilgiyi koskoca Anadolu vakıasından esirgedikleri bir gerçek oluyor.

Bunda tarihî ve psikolojik etkenler mi arayacağız?

Devam edelim konumuza.

Bazı sağaltıcıların, hiçbir özel doğaüstü niteliği olmayan ve elbette bir gün normal olarak kabul edilebilecek olan güçleri harekete geçirdikleri muhakkak gibidir. İnsan vücudunda az çok bilinen bir dizi enerjetik, elektrik, magnetik olaylar mevcut olup deneyciler bunları harekete geçirip, çalıştırmayı ve kullanmayı biliyorlar.

Ve nihayet tıbbî deneyin gösterip biyokimyasal analizin doğruladığı bir olgu var: Geleneksel tedavilerin çoğu kez bir gerçek farmakolojik değer ya da tasdik edilmiş fizyolojik etkilere sahip olmalarıdır.

Hal böyle olunca, çok ilginç bir sorun çıkıyor ortaya: Bilgisel kültürden yoksun insanlar ne yapıp da bu gerçekten faydalı devaları bulabildiler? Mutat olarak deneysellikten, çağlar boyunca birikmiş bilgiden söz edilir. Bunda şüphe yok ama işe dahil olan mekanizmalar hakkında bize bir şey öğretmiyor. Otacılarımızı, sağaltıcılarımızı deneylere girişmiş olarak düşünebilir miyiz? Ellerinin altında bulunan farklı malzemeleri tek tek alıp bunların belli bir sayrıya uygulanıp uygulanamayacağını tahkik ettiklerini düşünelim ve ufak bir hesap yapalım: Belli bir çevrenin otacısı elli kadar rahatsızlık saptayıp uygulanabilmesi düşünülen bin kadar bitkisel, hayvanî, mineral maddenin sayımını yapmış olsun. Farklı arazı farklı muhtemel devalara bağlamak için, rastlantı ya da deneme azminin 50×1000, yani 50.000 deneye başvurduğunu tasavvur etmek gerekir! Ne eski, ne modern araştırma, böyle işe girişmedi.

Eski Avrupa’da insan, evrenin sadık bir yansısı (akisi), makro kozmosu bir minyatür olarak temsil eden bir mikro kozmos olarak telâkki ediliyordu. İnsanın içinde her olup bitenin, dış dünyada bir mukabilinin bulunduğu farz olunuyordu. Bir birey, herhangi bir rahatsızlık arz ettiğinde, onu sağaltmak için onunla belli benzerlik ilişkisi olan bir unsur aranırdı. Sanıldığı gibi sarı çiçekler ve sarı usareli kırlangıçotu, safranın rengi dolayısıyla, safra ifrazı rahatsızlığına uygundurlar. Baş ağrılarında, beyin şekli arz etmesi dolayısıyla, ceviz kullanılır. Beyaz usareli bitkilerin süt gelmesi üzerinde etkili olmaları gerekir. Kara kurbağasından, dölyatağı büzülmelerini teşvik etmesi beklenir, şöyle ki rahim, sanıldığına göre, bir kara kurbağa şeklinde imiş ve bu sonuncusu da çok belirgin bir nefes alma arz ediyormuş…[2]

Ama bütün bunlar, otacılarla bunların bilgileri sorunlarını bitirmekten uzak oluyor. Bu çevre ile temasa gelmiş olanlar, hem keşif (yani teşhis), hem de fiiliyat (yani tedavi) babında istisnaî güce sahip kişilerin varlığını fark etmişlerdir.

Bunlardan bazıları, çoğu kez aileden tevarüs ettikleri bir bilgi, bir el yordamına sahiptiler. Her bölgede insanlar şu türlü bir sayrılık, şu tipten bir kırık ya da çıkık, şu yılanın sokması durumlarında hangi köye varıp, orada bir tedavi sırrının intikal ettiği hangi ailenin adamına başvurulacağını bilirler. Dıştakilerin, bunların reçetelerine erişmeleri mümkün olmaz. Bazen bu uzmanlık şekli genişler ve babadan oğla, ya da ustadan çırağa intikal eden gerçek otacılık veya kırık – çıkıkçılık meslekleri görülür[3].

Bu uzun sürmüş ve de bir otacının bilgisinin kökenini açıkta bırakmış “Giriş”ten sonra şimdi de geliyoruz ana konumuza: Türk adamı, tarih boyunca ve şimdi, nasıl sağaltılıyor ve bu sağaltma yöntemlerinin kökenleri ne olabilir?

Sağaltma “ilâç”larının başında “ot” geldiğine göre, başta “ot-otacılık”ı yerli yerine oturmadan sonra geliyoruz, tarihin derinliklerinden itibaren bu işin, tahmin edilen “hoca”larının öyküsüne.


[1] Mircea Eliade. – Traité d’histoire des religions, Paris 1978, s.218.

[2]  Kırmızı şeyler, ciğer, dalak, nar, kırmızı şarap, pekmez… kan yapar…

[3] Pierre Erny. – Aspects culturels de la maladie et de la médicine, in Cahiers de Sociologie Economique et Culturel 3, Juin 1985, Le Havre.