Kültür Eserleri > THKK 2/B - Tarım, Hayvancılık, Meteoroloji > Selçuklu İktâı

Selçuklu İktâı

“Becker…, XI. asırdan başlayarak İslâm dünyasında göze çarpan askerî feodalizm sisteminin nasıl teşekkül ettiğini, ondan evvelki devirlerin -bilhassa Abbasî’ler zamanının- içtimaî, iktisadî ve siyasî şartlarıyla izaha çalışmıştır; o… büyük Selçuklu İmp.nun kuruluşunu müteakip bunun ne suretle Eyyubîlerde ve Memlûk’lerde bir askerî feodalite’ye inkılâp ettiğini anlatmış ve mamafih bunun garp feodalitesi’yle hiç münasebeti olmadığını da sarahatle söylemiştir… Gaudefroy Demombynes de, Memlûk feodalizmi ile garp feodalizmi arasındaki ayrılıkların ‘benzeyişlerden çok daha fazla’ olduğunu ehemmiyetle tespit ederek Memlûkler’de ‘fief’ ile ‘tâbilik rabıtası’ (‘lien de vassalité’)nin bulunmadığını göstermiş ve Memlûkler’deki iktâ’ın asla garptaki fief’e benzemeyen bir ‘dotation foncière’, olduğunu söylemiştir.”

“… M. N. Poliak’a göre, Müslüman memleketlerinde (bilhassa Arap ve Garbi Türk) muhtelif zamanlarda muhtelif feodal sistemler mevcut olmuştur. Ona göre, askerî karakterleri müstesna olmak üzere Eyyubî feodalitesi ile Memlûk feodalitesi arasında bile o kadar çok müşterek hatlar yoktur… müellif, İslâm âleminin muhtelif feodal sistemlerini mukayese ederek, aralarındaki başlıca müşterek ve mütezat hatları tebarüz ettirmeye çalışıyor. Ona göre bu müşterek hatlar şunlardır:”

“(a) Yabancı menşe’den olan feodallerin şehirlerde temerküzü. Bunu… ifrata vardırmaya lüzum yoktur; çünkü gerek Memlûkler’de, gerekse Osmanlılar’da kendi toprakları üzerinde yaşayan feodaller, az olmakla beraber mevcuttur.”

“(b) Feodal ile hükümdar arasındaki münasebetler meselesi: Müellife göre Abbasî’ler devrindeki iktâ (la ferme), Roma İmparatorluğundaki location emphythéotique’in bir devamından ibaret olduğu halde, askerî fief’ierin vücuda gelmesinde en ziyade Türk-Moğol nüfuzunu aramak lâzımdı; ona nazaran bu askerî fief’ler iptida Mahmud Gaznevî tarafından tesis olunmuş ve sonra Selçukîler tarafından kabul ve tamir edilmiştir; mamafih muahhar fief’lerin ilk örneğini Selçukîler’de aramak, ona doğru gibi gözüküyor; çünkü Memlûkler’deki fief sistemi, Moğolların incu dedikleri Moğol fief sistemine bağlıdır. Bunlar Atabeyler’de olduğu gibi irsî yahut Memlûklerdeki gibi muvakkat olabilir. Bu İslâm feodalitesinde yalnız toprak değil, herhangi bir varidat membaı da, bir hizmet mukabili yahut bir mükâfat olarak iktâ olunabilir: nitekim toprak iktâı da, sadece, bir varidat membaı olduğundan dolayıdır;”

“(e) İslâm feodal cemiyetinde bir himaye prensibi vardır ki, bir ferdi veya bir cemiyeti bazı şartlarla, kuvvetli bir ferdin veya cemiyetin himayesi altına almaktan ibarettir. Bunun neticesi olarak İslâm âleminde, bir feodal hiyerarşi vücuda gelmiştir. Mamafih garp feodalizmindeki içtimaî hiyerarşi ile bunun arasında büyük bir fark vardır:[1] Şarktaki fief sahibi bunu şahsî senyöründen değil, doğrudan doğruya merkezî idareden alıyordu…”

“(d) Köylülerin vaziyeti. Müellife göre, İslâm feodalizminde köylü ile feodalin münasebetlerini tanzim eden umumî bir kaide yoktur.[2] Muhtelif zaman ve mekânlara göre, hatta ayrı ayrı devletin muhtelif memleketlerinde bu münasebetlerin mahiyetleri daima birbirinden farklıdır. A. Gurlaud, Avrupa’daki servage’a mukabil, köylünün şahsî hürriyetine sahip olmasını İslâm feodalizminin bir ayırıcı vasfı olarak gösteriyor; hâlbuki İslâm feodalizminde meselâ Memlûklar devrinde Mısır’da servage mevcuttur. Müellife göre bunun da Moğol İmparatorluğundan alınmış olması melhuzdur. Yalnız, feodaller topraklarını kendileri işletmeyip sadece vergi almakla iktifa ettikleri için, angarya usulü nadirdi. Selçuklu devleti zamanında, Osmanlı İmparatorluğu zamanında da olduğu gibi, timar sahipleri yalnız muayyen bir vergi almaktan fazla bir şey yapmaya salâhiyetli olmadıkları için, köylü serbestti…”

“…Bütün bu sıraladığımız tetkikleri… gözden geçirecek olursak, pek az istisna ile, başlıca şu hususiyetler gözümüze çarpar:”

“I. Türk-İslâm feodalizmine dair yapılan tetkikler, hemen hemen toprak mülkiyeti meselesine aittir…”

“II. Bu meselelerin XI. asırdan, yani Büyük Selçuk imparatorluğunun kuruluşuyla başlayan Türk hegemonyası devrindeki inkişaf tarzı hakkındaki tetkikler, Suriye ve Mısır sahaları müstesna olmak üzere, yok denecek kadar az ve parça parça mahiyettedir…”

“III. Bu hususta yapılan tetkiklerin mühim bir kısmı da sadece Osmanlı İmparatorluğu sahasına ve imparatorluğun feodal mahiyette addedilen müesseselerine münhasır kalmıştır.”

“…Toprak mülkiyeti şekilleri ve onun doğurduğu hukukî ve iktisadî münasebetler meselesi, içtimai bünyenin öğrenilmesi için birinci derecede mühim olmakla beraber eğer bu dahi caizse – İslâm feodalizminin mahiyetini ve tarihî inkişafını yalnız onunla anlamaya imkân yoktur… Tâhirîler, Sâffarîler, Sâmâniler, Gazneviler, Karahanlılar, hattâ Büyük Selçuk imparatorluğu ve şarktaki halefleri, Hârizmşahlar imparatorluğu gibi en mühim siyasî teşekküller zamanında şarkî İslâm âlemindeki siyasî ve içtimaî münasebetler, nedense, tamamıyla ihmal olunmuştur. Hâlbuki feodal müesseselerin tetkiki bakımından bu sahalar, Mısır ve Suriye’den çok daha mühimdir…”

“…Bütün bunlara ilâve olarak, her ikisi de Türk devleti olmakla beraber Gaznevî devletiyle Selçukî devleti arasında içtimaî ve siyasî bünye ve ethnik teşekkül farkları da asla unutulmamak icap eden Gaznevîler, İran’ın cenup şarkîsinde ve bugünkü Afganistan’da daha eskiden beri yerleşmiş birtakım Türk kabilelerine istinat etmekle beraber, bilhassa Türk kölelerinden mürekkep askeri kıtalara istinat eden ve Sasanî-İslâm ananelerine göre kurulmuş bir devlettir. İlerde göreceğimiz gibi Osmanlılarda da, eser miktarda da olsa vardır, hâlbuki Selçuk imparatorluğu, kesif Türk kabilelerinin muhacereti neticesinde teessüs etmiş ve kabile ananelerini -hiç olmazsa ilk devirlerde- muhafaza etmiş bir devlettir; göçebe Türk kabilelerini iskân zarureti, Selçuk hükümdarları için daima birinci planda ehemmiyetini muhafaza eden bir mesele olmuştur. Gaznevî devleti için ise böyle bir mesele mevcut değildir. Bu devletlerin takip ettikleri toprak siyaseti’nin mahiyetini kavrayabilmek için, bütün bunları araştırmak mecburiyeti vardır”[3]

Akıl birdir. Rahmetli Köprülü’nün burada vurgulamak istediği husus, sanıyoruz, işin hukukî yanının, içtimaî ve iktisadi açı olmadan hiçbir surette görülemeyeceğidir. Böyle olunca, sorunu yine biraz geriden ele alıp mantık sürecimizi yürütelim.

“Fethin meselâ Batı İran’da, fıkıh kitaplarında yazıldığı gibi anvatan değil, daha ziyade sulhan yapıldığını tarihî tetkikler ortaya çıkarmaktadır. Hafif vergiler yerine haraç koymak icap edince, bu anvatan mefhumu genişletilmektedir. Meselâ bir yerin sulhan alındıktan sonra kargaşalık çıkması dolayısıyla anvatan fetih haline geldiği iddia edilmektedir…”[4] İnalcık burada Arap maliyesinin tarihi yazılış şekline doğruca müdahale etmiş olduğunu söylemek istiyor…

Gerçekten 633’ten 656’ya kadar süren, Suriye, Babilonya (Irak), İran ve Mısır’ın ele geçirilmesiyle sonuçlanan seferler aslında çok cüzi kuvvetlerle, icra edilmiştir. Irak’ı kesin Kadiriyye Muharebesi’nde (637) zapt eden kıtanın mevcudu 6-7000 olarak tahmin ediliyor. Filistin ve Suriye’nin fethi ise, bir yıl önce, 25000 askeri geçmeyen bir kuvvetle gerçekleştirilmişti. Bütün İran 35-40000 kişiye bastırılmıştı. Peki, kalabalık olduğunu bildiğimiz karşı tarafın “eli armut mu devşiriyordu”?…

Malazgirt’te biri 40.000, biri de 173.000 kişilik iki ordu, açık ovada, birbirini görerek (baskın bahis konusu olmadan), aynı silah teknolojisiyle, karşı karşıya kalmıştı ve ilki, ötekini “doğramıştı”. Bunda strateji, taktik, her askerin bire bir üstünlük hesapları da sonuç vermez. O halde, bambaşka bir etkenin aranması gerekir ki bunu da ancak sosya-ekonomik alan’da bulabiliriz: hiç kimse yaşam tarzını, sadece canı sıkıldığı için değiştirmez. Onu, bu tarzın artık kendini yitirmiş, yeni bir şey getiremez hale gelmiş olduğu için silkip atar ve yenisini arar. Evet, bu yenisi’ni sırasıyla Arap ve Selçuklu getirecekti, karşı taraf da bunu sulhan kabullenecekti… İddia, Osmanlı’nın Avrupa fütuhatı için de aynen cari olacaktır. Müstevliye karşı koymak, “angarya” idi.

Yani fatihler, adı benzer veya aynı kökten de olmuş olsa, yeni bir şey, daha iyi bir şey getirmiş olacaklardı. Bu dahi, o iktâ ile bu iktâın, tımarın aynı şeyler olmadığını kanıtlamaya yeter. Devam edelim.

Sözü yine F. Köprülü’ye bırakacağız. “İslâm feodalizmiyle uğraşanlar… sadece toprak meselesi ile ve tahsisen askerî timarlar’a meşgul oldular. Hâlbuki garp feodalizminde bile, fief, bütün bu siyasî ve içtimaî sistemin mümeyyiz alâmeti olacak hâkim bir karaktere malik değildir. Şimdiye kadar Selçuk tarihinden pek çok bahsedilmiştir; hattâ ‘Selçukîlerle İslâm feodalitesinde yeni bir devrin başladığı’ iddia olunmuştur. Hâlbuki o devrin içtimaî ve iktisadî tarihinden başka, Selçuk devletinin amme müesseseleri ve Selçuk devletinde hâkimiyet telakkisi gibi en esaslı hukukî meseleler hallolunmadan, Selçuk feodalizminden bahse imkân var mıdır? Eski kaynaklar, bu gibi yeni görüş zaviyelerinden dikkatle ve sabırla tetkik olununca, Selçukîlerde iptida kabile ananelerinin çok kuvvetli olduğu görünür. Devlet, saltanat ailesinin müşterek malıdır; devletin başında büyük Sultan bulunmakla beraber, memleket ailenin bütün efradı arasında taksim olunmuştur; henüz küçük yaştaki prensler bile, kendilerine ait vilayetlerde, kendi saraylarında yaşarlar; eski ve nüfuzlu emirlerden biri atabey, yani vasi, mürebbi sıfatıyla prensin namına hükümeti idare eder; bu prensler dâhilî idarelerinde tamamıyla serbesttirler; asıl büyük Sultanın hepsi üzerinde suzeraineté’si bulunmakla beraber, diğer prensler gibi, doğrudan doğruya kendi idaresine tâbi eyaletleri de vardır; ayrıca, imparatorluğun hâkimiyetini tanımış birtakım büyük tâbi devletler, küçük mahalli beylikler de vardır. Alp Arslan ve bilhassa Melikşah devrinde, vezir Nizâm-ül-Mülk, yani onun en mükemmel şekilde temsil ettiği İslâm bürokrasisi, Sasanî-Müslüman hükümet ananelerinin tesiri altında Selçukî İmparatorluğu’nu mütemadi surette merkezîleştirmeye çalışmakla beraber, bu tribal mahiyetteki hâkimiyet telakkisini büsbütün yıkmaya muktedir olamamıştır. XIV. asır Anadolu beyliklerine kadar birçok Türk devletlerinde devam eden bu telakkinin bütün teferruatını ve siyasî ve içtimaî hayattaki tecellilerini… bilmeden Selçuk imparatorluğunun feodal mahiyetini anlamak kabil olmayacağı pek sarihtir.”

“Bu hususta çok ehemmiyetli olan diğer bir mesele de, imparatorluk dâhilinde, coğrafî ve demografik müsait şartlara malik sahalarda yaşayan göçebe Oğuz kabilelerinin hukukî ve içtimaî vaziyetleridir. Selçukî hükümdarları, irsî reislerinin emir ve iradesi altında yaşayan ve devletin kuruluşunda birinci derecede rol oynayan bu kabileleri, küçük parçalara ayırarak ayrı ayrı sahalarda iskân etmeye, hudutlara sevk ederek yeni fütuhat için kullanmaya çalışmışlardır. Fakat buna rağmen kendilerine tahsis edilen geniş sahalarda kesif kütleler halinde yaşayan Oğuz kabileleri vardı ki, hukuken az çok imtiyazlı bir mevkie maliktiler. Bunların başında nüfuzlu reislerin, Selçuk hükümetini ve onun memurlarını tanımayarak doğrudan doğruya hükümdarın şahsına bağlı olduklarını gösteren deliller vardır. Esasen, Selçukluların büyük askerî kumandanları -ki Atabey mevkiine yükselenler de bunlardır, iptidalarda eski kabile reislerinin yani Selçuk hanedanının eski silâh arkadaşlarının çocuklarından mürekkepti. Ve İslâmiyet’ten evvelki bütün Türk devletleri gibi, Selçuk devleti de başlangıçta tamamıyla askerî asalete istinat eden aristokratik bir teşekküldür. Muahharen, Selçuk merkezî idaresi bu hali bozmaya çok çalışmışsa da, meselâ Fars’taki Salgurlar devleti gibi bazı Türk devletlerinin kabile reisleri tarafından kurulması, bu kabile asabiyyeti[5]nin kuvvetini büsbütün kaybetmediğine bir delil olabilir. XIV.-XV. asırlarca Karakoyunlu ve Akkoyunlu devletleri de aynı suretle teşekkül etmişlerdir. Selçuk imparatorluğunun… bu ikinci hususiyeti de, onun feodal mahiyetini anlamak hususunda oldukça yeni görüşlere meydan açabilir… çünkü hiç olmazsa ilk zamanlarda, fatih kütlenin nasıl bir içtimaî hiyerarşiye tâbi bulunduğunu ve muhtelif sınıflar arasındaki rabıtaların bir amme hukuku münasebeti mahiyetinde olmaktan ziyade hususî karakterde şahsî bir münasebet olduğunu anlatmaktadır.”[6]

Köprülü hocanın bu sözleri akla hemen, çok önemli gibi görünen bir soruyu getiriyor: “feodalite”, toprağı tümden yerleşik halde bulunan toplumlara özgü bir ekonomik ve sosyal sistem olduğuna göre, bu aynı kavramın, sonuna kadar hiç değilse kısmen göçebe kalmakta direnmiş bir toplumun organizasyon şekline nasıl uygulanabilir?… Nitekim O. Turan da “Selçuklu imparatorluğunun… ilk istilâ ve kuruluş devresinde, yani henüz Türk unsurlarının İslâmî müesseselerle kaynaşmadığı zamanlarda, bir taraftan ordu göçebe askerî ananelerine dayandığı, diğer taraftan da hüküm sürülen memleketlerde eski idarî ve malî esaslara dokunulmadığı için, Selçuklu askerî ikıâı denilen sistem henüz bahis mevzuu değildi. Eski devirden kalan ve Selçuklular devrinde de mevcut olan gayri askerî iktâların, mahiyet itibariyle bir değişikliğe uğramadan Selçuklular devrine intikal ettiği, bu kuruluş safhasında devletin askerî kuvvetinin esasını doğrudan doğruya sultanın emrinde veya feodal göçebe ananelerine göre bir rabıta ile ona bağlı bulunan hanedan mensupları ve boy beylerinin maiyetindeki Türkmen aşiretleri teşkil ediyordu. Bizzat devletin istiklâl ilânı ve hâkimiyet telakkisi de eski Türk devlet anlayışı ve ananelerine dayanıyordu… Selçuklu hanedanı efradı arasında, iktâ ıstılahı altında, şüphesiz mahiyet itibariyle, göçebe ananelerine göre, ilk arazi tevzii 458/1066’da Alp Arslan’ın Melikşah’ı veliaht tayin ettiği zaman vuku bulmuştu. Eski taksimlerin iktâ adını almasından ibaret olan bu hadise henüz Selçuklu devrine has askerî iktâ müessesesinin kuruluşu ile alâkalı değildir. Tuğrul Bey gibi, diğer Türkmen beyleri de, bu ilk kuruluş safhasında, askerî göçebe devrin usullerine göre, idarelerindeki memleketlerden iltizam veya başka suretle temin ettikleri gelirlerle besliyorlardı.” Yani askere nakit maaş ödeniyordu.

İran ve Rûm Selçuklu Devletleri’nin kuruluş şekillerini daha önce irdelemiş olduğumuzdan[7] bu öyküyü tekrarlamayıp O. Turan’ı dinlemeyi sürdürelim: “İşte Selçuklu devrinde toprağa bağlı bir ordunun meydana çıkması, yani göçebelere arazi tevzi etmek suretiyle askerî iktâların kuruluşu hadisesi bu ihtiyaç ve zaruretlerin[8] askerî hedeflerle telif, asker ve idareci unsurlarla reâyâ arasındaki münasebet ve menfaatlerin ahenkleştirilmesi faaliyetlerinin bir neticesidir… Kaynaklara göre, eskiden mal toplayıp askere sarf etmek âdet idi. Kimsenin iktâı yoktu…”[9]

Selçuklu iktâından söz edip de bunun kurucusu olduğu iddia edilen Nizamülmülk’ü bizzat devreye sokmamak olmaz. Vazetmiş olduğu sistemin aslını kendi kaleminden okuyalım: “Askerin ulûfesi daima elde bulunmalı; mukataat erbabı bu ulufeyi mutlak ve mukarrer surette ahz eylemelidir. Mukataası olmayan gulâmların ulûfesi her zaman hazır olmalıdır… Ulûfeyi padişahın yed beyed asakire tevzi etmesi daha evlâdır. Bu suretle onların kalplerine padişaha muhabbet ve merbutiyet hissi düşer ve asker hengâmı hizmet ve harpte daha ziyade çalışır ve sebat gösterir. Kadim mülûkün tertibi şöyle idi: anlar mukataa vermezler ve herkese haline göre senede dört defa hazineden ulûfe ita ederlerdi. Kezalik mühimmat ve erzak ve muayyenat dahi verilirdi. Memur ve valiler emvali cem ile hazineye irsal edip bu suretle her üç ayda bir kere askerin ulûfesini verirler ve buna ‘Pişegânî’ derlerdi. Bu resm ve tertip Mahmud’un[10] hanedanında el’ân bakidir…”[11]

Şimdi de “Siyasetname”nin bizi ilgilendirecek olan fasıllarından bazı kısımları aktaralım.

“Baritealû-Şanühu hazretlerinin rızasını hıfzeylemek padişahlara lâzımdır. Cenabı Hak azze ismuhunun rızası padişahın halka eylediği ihsandır. Bunun için de onların arasında neşreylediği adalet kâfidir. Halkın hayır duası ittisal üzere devam ederse, o memleket payidar olur ve her gün kudret ve kuvveti artar. O mülk, devletten ve zamandan temettü bulur…” (II. fasıl)

“Padişahın haftada iki gün zulüm görmüş olanların şikâyetlerini dinlemesi ve zalimden hakkını alıp ihkakı hak etmesi ve teb’anın sözünü bilâvasıta kendi kulağı ile istimâ etmesi elzemdir. Pek mühim, olan varaka ve istidanameler kendisine arzedilmeli ve her biri hakkında emir vermelidir…” (III. Fasıl).

“Uhdesine memuriyet tevdi kılınan memurine, Hüdayı azze ve celle hazretlerinin mahlûkuna iyi muamele etmesi ve onlardan nâhak yere bir şey almaması ve anı da hüsnü muamele ve reayat ile talep etmesi için vasayada bulunmalıdır. Halkın itasına mecbur olduğu tekâlif tayin edilen zamanda istifâ olunmalıdır. Bu mevsimin hululünden mukaddem cibayete kıyam edildiği takdirde, halk mahsulünü zaruret saikasıyla yarı bahasına satar ve o yüzden harap ve perişan olur. Reayadan biri aciz kalıp öküz ve tohuma muhtaç bulunursa, ana karzen verilmelidir. Bu suretle yükü tahfif kılınmış olur. Yerinde kalır ve hanesinden gurbete düşmez”(IV. fasıl).

“Mukataat erbabı yalnız reayaya âdilâne surette tarh ve tevzi olunan fekâlifi hüsnü suret ve rıfk ve mülâyemet ile istifaya mecbur olduğunu bilmelidir. Bu tekâlifi tahsil ettikten sonra, mükelleflerin şahsî malı ve evlât ve iyali me’mun ve menkul ve gayrimenkul emvali taarruzdan masum olmalıdır. Mukataat erbabı artık onlara hiç bir veçhile el uzatamamalıdır. Eğer reaya padişah sarayına gelmek ve halini arzeylemek ister ise, kimse onu … edememelidir. Bunun hilâfına hareket eden mukataa sahibinin eli kısaltılmalı ve mukataası uhdesinden alınmalı ve kendisi muatebe edilmelidir. Tâ ki diğerleri ahzı ibret eylesin. Mukataat erbabı bilmelidir ki, mülk ve raiyet sultanındır. Mukataat erbabı ile valiler reayayı himaye ve vikayeye memurdur. Padişah dahi reayaya hüsnü muamele ile hoşnut eylemelidir. Tâ ki ukubet ve azabi ahıretten emin olsun” (V. fasıl).

Özellikle bu fasıl bizi Batı feodalizminden hayli uzağa götürüyor. Devam edelim.

“Her ne kadar Türkmanlardan melâl hâsıl olmuş ve adetleri ziyade bulunmuş ise de, iptida-i zuhur-i devlette büyük hizmetler ifa etmiş ve zahmet ve meşakkat çekmiş olmaları itibariyle, bu devlette hakları sabittir ve karabet rabıtaları ile hanedana merbuttur. Binaenaleyh bunlardan bin kişinin namı divan defterine kaydolunmak ve onlara saray gulâmları gibi muamele edilmek lâzımdır. Daima hizmetle meşgul olarak istimal-i silâh ve hizmet âdâbını öğrenirler; âdem arasında bulunup rabtı kalb ederler ve gulâmlar gibi hizmet eylerler. Tabiatlarında hâsıl olan nefret zail olur. Ne zaman ihtiyaç görünür ise, namzed-i hizmet olan beş bin, on bin kişi gulâmların tertibi veçhile ve levazım ve teçhizati ile süvar olurlar. O suretle onlar bu devletten bînasib kalmazlar. Padişah mahmedet bulur ve anlar hoşnud olur” (XXVI. fasıl).[12]

“Eğer bir nahiyede harab ve perişanî eseri görüldüğü haber verilir ve muhbirlerin erbab-ı egraz olduğunda şüphe edilir ise, ne iş için gönderildiğine dair hiç kimseye serrişte verilmeksizin, havastan biri tayin ve bir bahane ile oraya izam olunmalıdır. Bu âdem bir ay o nahiyede dolaşmalı; şehrin ve köylülerin halini ve mamuriyet ve viranîyi görmeli; mukataat ashabı ile memurîn hakkında herkesin ne söylediğini dinlemeli ve hakikat-i hâli öğrenmelidir…”(XXXVII. fasıl).

“Daima mutazallimlerden birçok âdem divan-ı padişahîye hazır olur. Arz-ı haline cevap alamaz ise oradan gitmez… Kendilerine derhal tahriren cevap verilmeli…”(XLIX. fasıl).

Hanefî Selçuklu sultanına hizmet eden Şafiî Nizamülmülk’ün fukahânın perde perde içtihatlarına olduğu kadar İran ve Türk dünyalarına da vukufu tamdı. Bu itibarla tarih içinde işbu Selçuklu sentezini gerçekleştirmeye en uygun kişi olarak belirmektedir. Bir yandan Roma-Bizans misillû bir yerleşik merkezî devletin temellerini atmaya uğraşırken bir yandan da gerçekleri, Türkmen’in kabile geleneklerinin inatla sebatını gözden kaçırmıyor, gerekli uzlaşmaları Sultana öğütlüyordu.[13] Dolayısıyla eski Türk müesseseleri hakkında tam bilgi sahibi olan bu dürbin vezirin askerî iktâları kurarken de eski Türk gelenekleri gözden uzak tutmuş olması düşünülemez. “Nitekim göçebelerin İslâmiyet’ten önceki hayat ve idarelerine dair elimizde bulunan bir takım kayıtlar ve Karahanlı ve Selçuklular devrinde Türkmen boylarına tahsis edilen ve eski devrin hayat ve ananelerinin devamından başka bir şey olmayan iktâlar Selçuklu iktâı ile mukayese edilirse, mahiyet itibariyle, aradaki farkın göçebe ve yerleşik hayat tarzlarına taallûk edenlerden ve yeni bir iktâ ıstılahının zuhurundan ibaret olduğu göze çarpar.”[14]

Askerlerin toprağa bağlanmaları suretiyle köle ve ücretlilerden oluşan merkez birliklerinin dışında ordunun büyük kısmı artık hazine ile bağlarını koparacak, kendi maişetleri, gerekli silâh, teçhizat, at, çadır ve sair levazımatı bizzat iktâlarından temin eder olacaktı. Hükümdardan sefer emri geldiğinde kumandanlarının maiyetinde icabet eden askerler barış zamanında iktâların idare, bunların verim ve mamuriyetine nezaret ve itina, mahallî inzibat hizmetleri ve askerî talimle meşgul olurlardı. Savaşta yararlık gösterenlere iktâlar verilir ve mevcudu artırılırdı.

İktâ sahipleriyle reaya arasında ahengin sağlanması ve idamesi, idarenin başta gelen kaygısı oluyordu. Birincilerin, tarımın gelişmesine çaba harcamaları için mülkiyeti kendisinde olmayan, eğreti verilmiş toprağın elinde kalacağının ve hatta evlâtlarına intikal edeceğinin teminatı elzemdi. Bu sorun da, toprağın sürekli ve verimli şekilde işlenmesi, askerlik ve sair mükellefiyetlerin eksiksiz yerine getirilmesi kaydıyla örfî olarak iktâın irsiyetle intikali prensibi yerleşecekti. Yani “mülk (ve raiyet) sultanın” elinde kalacaktı. Hemen eklememiz gereken husus da verasetin sadece küçük iktâlarda geçerli olduğudur. Büyüklerde, sahibinin de “büyük” olması itibariyle, başka politik etkiler devreye girerdi ve Sultan ile o kişi arasındaki ilişkilerin havasına göre ya iktâına yenileri eklenir, ya da tümü geri alınırdı. Bunlarda ömür boyu sürene nadir rastlanırdı. Devlet, feodal güçlerin gelişmesini önleme çabasından hiç vazgeçmeyecekti. Zira o, Romanos’un Malazgirt meydan savaşına nasıl bir büyük içtimaî yara ile çıkmış olduğunu ve kendi zaferinde bunun payını hakkıyla müdrikti; aynı hataya düşmek istemiyordu.

Kısaca iktâ sahibi, kendisine tahsis edilmiş sınırlar içindeki arazinin öşrünü kendi hesabına toplar, bu parayla hem kendi geçinir, hem de arazisinin vüsatına göre sefere beraberinde getirmekle yükümlü bulunduğu sayıdaki askeri teçhiz ve talim ettirip her an savaşa hazır halde tutardı.

Şimdi de yine konumuzla sıkıca ilgili bir soruna değinelim. Büyük iktâlarda kazâ hakkı, hiçbir surette muktaa verilmemişti, Batı feodalizmindekinin aksine olarak. Bu işler, merkeze bağlı ve baş-kadının (kadı-yül-kuzat) emrinde ve merkezde bulunan divân-i mezâlin (dâr ül-adl) tarafından rüyet edilecekti. Bu divânın iktâlara uzanan kolları Hwarizmşah’larda yôlak, Moğollar’da yârgû olup ilk kez XII. yy.da Karahanlılarda görülen ve Osmanlılara kadar Ortaçağ Türk devletlerinde var olan ordu kadılığı kazaî yetkeyi üstlenecekti. “Feodal”a hiç meydan bırakılmıyordu!…

Cl. Cahen’e göre, her ne kadar Selçuklular, ülkelerinde, kendilerinden öncesine nazaran iktâı çok daha yaygın olarak uygulamışlar ve hatta bunu neredeyse hiç bilmeyen, özellikle Doğu İran gibi eyaletlere ithal etmişlerse de bu iktâ müessesesi, fikir olarak, Buveyhîlerinkinin bir devamı olarak kalmıştı. Bunlarda kısa bir süre için tahsis edilmiş bir ücret bahis konusuydu. Selçukluların bir yeni buluşu olarak görülmüş olan bu kurum aslında, Buveyhîlerin inhitatının daha sonraki bir sonucu olacaktı. Sülâlenin son yıllarını damgalayan iç çekişmeler, tahsis edilmiş iktâlar devamlı vüsat ve sayı olarak artmış, tasarruf süresi, irsiyede intikale varan uzunluklar iktisap etmişti. İş o denli çığırından çıkmış ki eyalet valileri, kendilerini geri alınabilir bir yetke temsilciliği durumundan çıkararak irsî prenslikler haline getiriyorlardı. Benzerlik o kadar büyüktü ki “iktâ” tabiri her ikisini de ifade eder olmuştu. Kötü örneğin çabuk yayılması gibi mukta’lar da, iktâlarını geliştirmekle ilgilenmişler, özellikle Zengîler, kesin olarak, Haçlılara karşı mücadelelerinde birliklerinin sadakatini teminat altına almak üzere, iktâa tevarüs hakkını ilân edeceklerdi. Bu gelişme Batı’nın irsi fief fikrine benzer bir şeyin ithal edildiği Latin Doğu’nun etkisine bağlanabiliyor. Ve yine, iktâın daimîliği ve muktaın da nispi gücü bu sonuncusuna “himaye”nin yardımıyla, az çok zorlayarak mübayaalar veya doğruca gasp yoluyla kendisine tahsis edilmiş arazi üzerinde veya civarında gerçek mülk edinme, bu kişinin ayrıca bu iktâ ve mülk’lerin bulunduğu ilin valisi olması halinde de ona tüm özel ve kamu yetkelerini aynı zamanda kullanma olanağını sağlıyordu. Bu koşullar altında iktâın çeşitli kavram ve uygulama kargaşası içinde bir “lordluk-metbuluk”unkine yaklaşan bir statüye doğru geliştiği görülebilir. Sekene, gerçekten, vergiler ödenmediği sürece toprağı terk edemeyecekleri ve vergiyi gününde ve bir defada ödeme mecburiyeti gibi muktaın çıkarıp keyfî olarak artırabileceği zorluklar hasebiyle serflik durumuna getiriliyordu. Bunun yanı sıra, Türkmenlerin müdahalesi, tedricen iktâlarla karıştırılan mukataa tipinde toprakların çoğalmasını görünürde intaç ediyordu.[15]

Halifeler rejimi uçurumun kenarına vardığında, ordu kumandanını tam yetkili sivil vali olarak da atama, yani uhdesine hem askerî, hem de sivil yetkeleri vererek durumu kurtarma yoluna gidilecekti. Ama her acı ilâcın bir yan etkisi vardı; şu kadar ki İran’a “Emîrü’l ümera” tayin edilmiş başıbozuk sergerde (condottieri) Hazer kıyısında Deylem’den isyan bayrağını kaldırıp 946’da Bağdad’ı işgal edecekti. Halifenin merkez illeri üzerinde işbu yeni Buveyhîler sülâlesi 110 yıl süreyle hüküm sürecek ve sultası Irak, Med ülkesi, Kuzistan, Fars, Kirman ve Oman’a uzanacaktı. Büveyhîler Şiî idiler ve Peygamber’in Sünnet’ine bağlı halife namına imparatorluğun idaresini üstlenmişlerdi.

Bunların iktidarı ordunun faikıyeti ve burjuvazinin inhitatı demek olacaktı. Zira bu sonuncusunun nesiller boyunca hiç müdahale görmeden icra ettiği faaliyete düpedüz tecavüz edecekler, ticaret ve sanata el atacaklardı. Tacirler valilerin ve ordu kademelerinin gasplarından mustariptiler. Yeni vergiler ve keyfî talepler kârlarını azaltıyordu; sülâleden birine ikrazda bulunmayı reddeden banker (sarraf) ya da zengin tacirin başına gelmeyecek kalmazdı. İşin beter tarafı, askerin kendisinin ticarî faaliyete girişmiş olması, bazı nahiyelere bir gerçek yük olan maaşlarını buna yatırmış ve yollar boyunca mallarını vergisiz olarak taşımak imtiyazına sahip bulunmasıydı.

Her çıkışın bir inişi olduğu gibi Irak’ta Buveyhî gücü zamanla azalacak ve sülâlenin hâkimiyet alanı daralacaktı. İdareci aile mensupları arasındaki kavgalar da buna yardımcı olmaktan hali kalmayacaktı. Ordunun itaatsizliği, açgözlülüğü ve ayaklanma eğilimi, kısaca ilerde kısmen Selçuklunun, büyük ölçüde de Osmanlının ders alacağı durumlar, idareyi her gün daha büyük muhataralarla karşı karşıya bırakacaktı.

Daha ilk Büveyhîler, eski yöntemleri kullanarak bu sorunların üstesinden gelmeyi becerememiş olduklarından yeni bir politikanın yolunu tutma zorunluluğunda kalmışlardı: Yeni bir sosyal nizam çıkacaktı ortaya.

Birliklerin taleplerini karşılamaktan aciz kalan Buveyhîler, bunlara nakit ödeme yerine arazi tahsis etmeye başladılar. Halifeler, her yıl ödenecek ve hasadın miktarı ya da arazinin yüzölçümüne bakılmadan tespit edilmiş sabit bir meblâğ karşılığında öşrî arazi tahsisi yapar olmuşlardı. Buveyhîler, mülkleri sadece belli bir süre için, askere ücretini kaynağından toplamak imkânını bırakmak suretiyle geçimini sağlamak üzere, devrediyorlardı. Her ne kadar bunlar öşrî toprak değillerse de, tıpkı ebediyen terk edilmiş öşrî arazi tahsisi gibi “iktâ” tesmiye edilmişlerdi. Fukahâ da eski “iktâ”larla yenileri arasındaki farkı kâğıda döke dursun… Gerçekte tahsis edilen, mülkiyet hakkı değil, haraca tâbi topraklar üzerinde devletin vergi haklarıydı. Muktâın devlete hiçbir malî mükellefiyeti bulunmuyor, hükümetin de bunun hiçbir yerinde denetim hakkı bahis konusu olmuyordu. Ama her şeye rağmen de muktâ ile iktâı, yani toprağı arasında “tehlikeli ilişkiler”in gelişmesini önlemek hususu ciddî şekilde düşünülmüş, bu nedenle de sık sık tahsis edilen arazi değiştirilmiş. Anlaşıldığı kadarıyla bu işte ordunun hâkim Türk unsurunun payı büyük olmuştu şöyle ki buna kendi ülkesinde “paralı asker” kavramı, her bakımdan ters düşen bir şekildi. Bundan ötürü olacak ki Masudî’nin ifadesine göre tüm Doğu sülâleleri arasında sadece Hazarlarda muntazam maaş alan ordu vardı.

İktâ edilmiş arazinin değiştirilmesinin Batı anlamında bir feodalitenin önlenmesinde etkin olmuş olmasıyla birlikle bunun tarımın gelişmesine hiç de yardımcı olmayacağı doğaldı. Kimsenin verimin artırılmasında, sulama kanallarının, eğer varsa, bakım ve tamirinde çıkarı yoktu…

“Fief’lerin sık değiştirilmesi, Doğu feodalizmini Batı’nınkinden ayıran en karakteristik veçhelerden biridir. İkinci derecede önemli taabbüd (hommage), bunun ikincisiydi.[16] Gerçi bu iki sistemin kökeni tamamen farklıydı ve bu temel fark bunların sonraki gelişmesi üzerinde kesin etkiye sahip bulunuyordu. Avrupa feodalizminin kişisel bağımlılık ve tâbiiyet üzerine takılmasına karşılık Doğu feodalizm şekli, askerin muntazaman ücretini sağlama yoluydu; Yakın-Doğu’da ise bu, aslî bir vakıa idi. Bu itibarla Doğulu silâhşor doğruca Sultan’a biat eder…”

“Yakın-Doğu tarihinde feodal rejimin rolü başka açılardan da Batı feodalizminkinden çok farklıdır. Batı Avrupa’daki feodal rejim, ilkel, kendine yeter ekonomik birimlerin en düşük düzeyine batmış, daralmış bir ekonominin tetimmesi olurken Yakın-Doğu’da feodal rejim, inhitata yüz tutmuş olmakla birlikte, eksiksiz iş bölümüyle nitelenmiş yüksek ölçüde gelişmiş bir kapitalizm öncesi dönemde teessüs etmişti…”[17]

Evet, her şey değişik ama Ashtor’un da, daha birçokları gibi “vird-i zebanında” hep feodalizm…

* *

Selçuklular, anlaşıldığına göre, işi böyle bir karışık noktadan itibaren ele almışlardı ve Nizamülmülk’ün marifeti de bunu, günün ihtiyacına uygun, berrak bir hale getirmiş olmak olmalıydı.

Bu çok önemli konuyu bir kez daha gerilerden almakta fayda mülâhaza ederiz. Kaf, tı, ayn sülâlîsinden müştak iktâ, kesilmiş (kat’, tayy edilmiş) bölüm, parsel, toprak, otlak ya da ev parçasını ifade ediyordu. Katı’a (çoğ. katâ’î), özel mülk olarak verilmiş bir toprak parçası olmaktaydı. İlk dönemlerde iki iktâ tipi arasında bir ayırım yapılmış: az çok özel olan emlâk katâ’i, imtiyaz tahsisi, vergi iltizamı ya da locatis, iktâat tesmiye ediliyordu.

Özel mülk ya da beneficium tahsisi genel anlamında iktâ, gerçekten, ilk İslâm’ın ekonomik tarihinin bir önemli sorununu teşkil eder. Özel mülkiyetin doğuş kuramları ve beraberindeki bireycilik tutumlarının gelişmesi, müşterek fey, haracî toprak, ihya ül-mawat vs. kavramlarıyla yakından ilişkili oluyordu. Yukardan beri ana hatlarını belirtmeye çalıştığımız toplam ekonomik şema içinde iktâ sisteminin yeri ne oluyordu? Ortaya çıkmış Ümmet’i niteleyen ve az sürmüş bir kolektivizmden sonra ferdiyetçiliğin ortaya çıkışını mı yansıtıyordu? Gelişmiş ve iyice “bulaşmış” haliyle bir Emevî ve Abbasî yaratığı mı oluyordu yoksa işin başını Peygamber ve ilk halifeler devrinde mi arayacaktık? Bu tahsisler I. Ömer’in tevkif ettiği müşterek fey topraklarından yapılabilir miydi yoksa bunlar sadece mawat’tan mı tefrik edilebilirdi?

Başlangıçta, Peygamber döneminde, bunlar az sayıda ve sınırlı gibi görünmekteler; bunların tahsisindeki başlıca düşünce, Ümmet’in artan ihtiyacını karşılamak üzere “ölü” toprakları “yaşama kazandırmaktı. “(Hz) Ali, bu toprakları sürecek olanların bunların sahibi olacağını irade etti” diyor Buharî. Ama ayrıca şart da koşuluyordu: tahsis, Müslümanların çıkarlarını çiğnemeyecek, bunlara herhangi bir zarar vermeyecek. Tahsisin, fey kategorisindeki mezra araziden yapılmamış olduğu muhtemeldir. Büyük Fetihler’den sonra da bu usule riayat edilmiş ve münferit Müslümanlara toprak, Sawad ve sair bölgelerin hali arazisinden verilmiş.

Emevî’lerle, yeni bir çağa giriliyor, ilk olarak geniş ölçüde iktâda bulunuluyor. Ama bu kez sadece mawat araziden değil, işlemiş âmir topraklar da özel mülke dönüştürülüyor. Bu keyfiyet haracî fey, sulh olduğu kadar anwar toprakların da alınıp satılmasıyla mütesadif oluyor. Böylece özel mülkiyetin manası bütün bu fikirlerin depreşmesiyle suyun yüzüne çıkıyor.

Özel himâ’ın da iktâın gelişmesinde rolü olduğu malûmdur. Ama daha başka etkiler olduğu da bir gerçektir. Toprağın asıl sahibi olarak Devleti gören Sasanî anlayışı, ortakçılık, locatio (vergi iltizamı) gibi Merkezî Bizans ve Sasanî devletlerinin müesseseleri ve Emevî aristokrasisi, iktâ sistemine doğru İslâmî tutum ve kavramları etkilemeye başlayan önemli nâzım prensiplerden bazıları oluyorlardı. Salt özel mülk anlamı içinde iktâın menşei, Emevî’ler zamanında yerini alacaktır.[18]

İslâm’ın başlarındaki iktâ sorununun yönünde C. H. Becker (biraz önce Köprülü’nün sözünü ettiği bilgin)in yardımı (Islamstudien von Werden und Wesen, 2 cilt, Leipzig 1924-32) da kayda değer. Onun savı ilk İslâm’ın katâi’i, Bizans agri deserti, yani terk edilmiş Devlet toprakları olayından ortaya çıkmıştır. Ona göre terk edilmiş İran Devlet (hanedan) toprakları’nın (Domaniangüter) çoğu Devlet toprağı olmayıp çoğunlukla ekilebilir topraktı (Kulturland). Gerisi ise hali ve bataklık arazi olup mavat’tan addedilerek katâi olarak dağıtılmış. Tıpkı Domaniangüter gibi, agri deserti de Hazine için bir değer taşımış ve ele alınmış olmalıdırlar. Böylece de katâi bir güçlü ağ olarak gelişecekti.

Buradan da toprağa kişisel olarak tesahup ve özel müzâraa kavramlarının birbirleriyle ilişkili ve aynı derecede genişlemiş olduğunu düşünmek yerinde olur, içinde çok mavat toprak bulunan Kufa ve Basra Savad’larında çok çapraşık olduğu muhakkak olan halin durulup tebellür etmesi için zamanın geçmesi gerekecektir. Bu durum kuvvetli bireycilik ve özel mülkiyetin yükselme eğilimlerine büyük hız katmış olmalıdır.[19]

Her şey bizi Bizans alanına sürüklüyor.

Buraya geçmeden önce Türkiye Selçuklularında mirî topraklarla özel mülkiyet şekillerine bir göz atalım.

“Askerî iktâlar, mahiyeti icabı hukukî durumu öşrî ve harâcî olarak tespit edilmiş olan… veya mülkiyeti doğrudan doğruya devlete ait olan topraklar üzerinde kurulabileceğinden, Büyük Selçuklu imparatorluğu hüküm sürdüğü eski İslâm ülkelerinde, şeriatın kuvvetle müdafaa ettiği hususî toprak mülkiyetine dokunmadı ve yeni fethedilen Anadolu topraklarında olduğu gibi, buralarda da toprakları devletleştirme imkânını bulamayarak veya buna lüzum da görmeyerek sadece yeni bir idari sistem, askerî iktâlar kurmakla iktifa etti. Bundan dolayı… toprakların Selçuklular tarafından devlet mülkü (mîrî) haline getirildiğine dair bir kayda rastlanamaz. Bu münasebetle Nizamülmülk’ün ‘Bütün mülk ve reaya sultanındır’ ifadesi ancak yüksek murakabe sultana yani devlete ait olduğu tarzında anlaşılmak icap eder…”

“İslâm ülkelerinde askerî iktâlar hususi toprak mülkiyet hakkını muhafaza ederek kurulurken Bizanslılardan yeni fethedilen ve binaenaleyh İslâm hukukuna göre hukukî vaziyetleri daha evvel taayyün etmemiş bulunan Türkiye’de topraklar devlet mülkü (mîrî) haline getirildikten sonra iktâlar bu topraklar üzerine kurulmuş ve hususî toprak mülkiyetinin tanınmaması fiilî bir güçlüğe maruz bulunmadan tatbik edilmiştir. Eski İslâm ülkelerinde türlü menşelerden gelen ve mülkiyeti devlete ait (mîrî) bulunan bir takım topraklar mevcut olmuş ise de bunlar devletin hususi toprak mülkiyetine müdahale eden bir siyasetinin neticesi olarak teşekkül etmemiş ve bu gibi toprakların… hiçbir zaman, Türkiye’de olduğu kadar, memlekete şamil bir nispeti bulunmamıştır.”

“Osmanlı imparatorluğunda, Anadolu ve Rumeli topraklarında hususî mülkiyet ahkâmının cari olmayıp bütün memleket topraklarının devlet mülkü (mirî) esasında bir hukukî duruma tâbi olduğu, nazarî İslâm hukukuna (fıkıh’a) karşı örfi hukuk sahasındaki teşriî faaliyetlerin XV. ve XVI. asırdan itibaren tedvin edildiği malûmdur. Osmanlı padişahları namına tedvin edilen Osmanlı kanunnameleri ile zamanın şeyhülislâmlarının, hususiyle bunların başında Ebussuûd Efendi’nin fetva’ları mîrî toprak rejiminin mahiyet ve esaslarını, nazarî İslâm hukukuyla bu örfi hukukun telifi gayretlerini meydana koyan başlıca vesikaları teşkil eder.”[20]

O.Turan’ın sözünü ettiği “örfi hukuk”, olsa olsa Selçuklu sentezinde özümlenmiş hukuk olabilir. Devam edelim.

İlerde ayrıntılarıyla göreceğimiz gibi Osmanlılar, kendilerinden önce az çok bir İslâm ülkeleri haline gelmiş Anadolu’da buldukları sosyal ve hukukî nizamı genel hatlarıyla korumayı kendilerine şiar edinmişler, sadece bu topraklarda buldukları timar idarelerini değil, çoğu kez halkın ülfet etmiş olduğu timar sahiplerini bile yerinde bırakmışlardı. Şu halde “…tımar sistemine Osmanlılardan başka diğer Anadolu Beyliklerinde de umumiyetle tesadüf edilmesi, bu sistemin Selçukiler devrinden kaldığına mühim bir delildir… meselâ Aşık Paşa Zade’nin verdiği malûmata göre I. Murat, Hamid-Oğlu’ndan satın aldığı şehirler civarındaki tımarları eski sahiplerine bırakmış, fakat ellerine yeni berat vermişti; kezalik II. Beyazıt Aydın ilini zapt ettiği zaman, eski tımar sahiplerini yerlerinde bırakmış, yalnız… vaktiyle Aydın Oğlu namına verilmiş eski beratları değiştirerek, kendi tuğrasıyla yeni nişanlar vermişti… Yeni bir hâkimiyetin kolaylıkla ve içtimaî hiçbir sarsıntıya meydan bırakmadan teessüsü için çok faydalı olan bu mahirane usulün, Osmanlı devleti tarafından icat edilmediğini ve diğer İslâm-Türk devletlerinde ve hatta Moğollarda dahi tatbik edilmiş olduğunu ilâve edelim.”[21]

Demek oluyor ki Osmanlı sultası, mîrî toprak rejimine tâbi topraklar üzerinde kurulmuştu, yani Selçuklunun kendisine Anadolu’da miras bıraktığı sistem üzerinde. Sonradan bunu o, Rumeli’ye taşıyacaktı.

“Filhakika Selçuk vakfiyelerinde sultana mahsus arazi (arz es-sultanî), iktâ arazisi (arâzi’al iktâriyye), büyük divân arazisi (arâzi divân el-kebir) ve Aksarayî’nin gösterdiği üzere Moğol devrinde dalay arazisi adıyla zikredilen topraklar, mülkiyeti devlete ait bu mîrî topraklardır. Kronik ve vakfiyelerde sultana ait haslar (arz al-hassa as-sultanî) adıyla gösterilen yerler de bu mîrî topraklardan saltanat ailesine tahsis edilen yerlerdir. Gerçekten vakfiyelerde şehir ve kasabalar civarında yapılan vakıfların hudutları tespit edilirken hususî mülk olan topraklar mülk sahiplerinin adlarıyla zikredildiği halde şehir ve kasabaların uzaklarında yapılan vakıf arazi hudutlarının sultan arazisi, iktâ arazisi ve büyük divan arazisi adıyla gösterilmesi dikkati çekicidir ve bu toprakların hususî şahıslara değil devlet mülkiyetine (mîrî’ye,) ait olduğunu ifade eder…”

“Türkiye’de mîrî topraklar üzerinde kurulan iktâ sistemi Moğol istilâsıyla önce sarsıldı ve 1276 tarihinden sonra da Selçuk ordusunun ortadan kalkması bu ordunun esasını teşkil eden iktâların yıkılmasını intaç etti… Filhakika İbn Bîbî, Selçuk ordusunun henüz mevcut olduğu, binaenaleyh iktâ sisteminin kısmen de bu mevcut ordu mensuplarının elinde bulunduğu IV. Kılıç Arslan (öl. 1264) zamanında, birçok Anadolu topraklarının hususî mülk haline konulduğunu, sultanın bunlara bu hususta menşur ve misaller verdiğini söylemektedir. Bu ifade Türkiye’de toprak mülkiyetinin şahıslara değil devlete ait olduğunu ve iktâ idaresinin bozulması dolayısıyla hususî mülkiyetin mîrî topraklar aleyhine geliştiğini göstermek bakımından dikkate şayandır.”[22]

Ama bu alana dalmadan önce “iptida-i zuhur-ı devlette büyük hizmetler ifa etmiş ve zahmet ve meşakkat çekmiş… devlette hakları sabit ve karabet rabıtaları ile hanedana merbut…” Türkman’ın, yani yerleşik Selçuklu Devleti’nin başlıca kurucu unsuru olan göçebe Guz’un, işbu devlet yapısı içindeki geleneksel taşlarından hangisi olduğu, onun da çöl bedevisi gibi, hangi aşamadan itibaren kentsel Öğenin yetkesine boyun eğdiğini araştıracağız. Bu husus, bazı istidlaller için önemli olacaktır.

Göçerlerin genel olarak tarımsal faaliyetlere sırt çevirdikleri bir vakıadır. Bu yüzden de Asya’dan kopup gelenlerin beraberlerinde bir tarımsal toprak hukuku getirmiş olmaları düşünülemez. Ama hayvancılığa dayalı ekonomi, meraların kullanılma kurallarının inceden inceye saptanmış olmasını zorunlu kılıyordu. Bu kurallar, yerleşik nizama geçildikten sonra genel toprak rejimini hangi yönlerden etkileyecekti? Çeşitli sosyal sınıfların tarımsal faaliyetlerdeki rolleri ne olacaktı?

Her ne kadar Moğollar, Asya’nın sair göçebe Türk boylarına göre uygarlıktan yana geri kalmışlarsa da, bunların hepsinin, bozkır üretim tarzı itibariyle bir müşterek düşünce dizgesine sahip bulundukları söylenebilir. Üstelik Ortaçağ Asyalı boylardan bir “yasa”ya sahip federasyon olarak ortaya çıkıyor, Moğollar ki bu yasanın tetkiki, bozkır adamının toprak mülkiyeti konusundaki tutumu hakkında bizi aydınlatabilir. Başkaca da bir alternatif bulunmuyor elimizde, Türkmen’in oralardaki düzenini araştırmak için.

Ama bu arada, Türk-Moğol göçebe akvamının şu ya da bu türlü sürekli temasta bulunduğu bir de koca Çin vardı. Hiç mi bir şey vermemişti bu Asya ucunun bin yıllık uygarlığı bu insanlara? Çin’le Bizans’ın yüzyıllar boyunca sürmüş ticareti, hiç mi bazı etkileri beraberinde taşımamıştı?…

[1] Tarafımızdan belirtildi.

[2] Tarafımızdan belirtildi.

[3] M. Fuat Köprülü.- Ortazaman Türk-İslâm feodalizmi, in Belleten 19, Tem. 1941, s. 319-34.

[4] H. İnalcık.- op. cit., s. 8.

[5] Akrabalık, yakınlık.

[6] M. Fuat Köprülü.- op cit., s. 331-3.

[7] Bkz. C. I, s. 148 ve dev.

[8] Daha önce anlatılmış olan.

[9] O. Turan.- İkta. II. Selçuklular devri, in İA.

[10] Gazneli Mahmud.

[11] Nizamülmülk.- Siyasetname, müterc. M. Şerif Çavdaroğlu, İst. Ün. Hukuk Fak. İdare Hukuku Enst. Yay. I., Fasıl XXIII.

[12] Bu konunun yorumu için bkz. C. I, s. 286-91.

[13] Bu konular da C. I., s. 142. irdelenmiştir.

[14] O. Turan.- op. cit.

[15] Cl. Cahen.- Ikta, in EI.

[16] Tarafımızdan belirtildi.

[17] E. Ashtor.- op. cit., s. 177-81.

[18] Ziaul Haque.- op. cit. s. 256.

[19] ibd., s. 266-7.

[20] O. Turan.- Türkiye Selçuklularında toprak hukuku. Mîrî topraklar ve hususî mülkiyet şekilleri in Belleten 47, Temmuz 1948, s. 550-51.

[21] Köprülüzade M. Fuat.- Bizans müesseselerinin Osmanlı müesseselerine tesiri hakkında bazı mülâhazalar, in Türk Hukuk ve İktisat Tarihi

Mecmuası I, İst. 1931, s. 230-1.

[22] O. Turan.- op. cit., s. 554-5.