Kültür Eserleri > THKK 2/B - Tarım, Hayvancılık, Meteoroloji > Sasanî İran

Sasanî İran

Bu devasa hareketin sonucu, İslâm ülkelerinin ekonomik ve sosyal yapısında belli bir değişme şeklinde tecelli edecekti. İlk başların kentsel ve göçebe İslâm’ı yerini her gün daha çok bir köylü İslâm’a terk edecekti. Ama büyük Türk-Moğol istilâlarından önce Sasanî İran ile Küçük Asya nasıl bir görünüm arz ediyorlardı?

Daha Antikçağlardan itibaren Küçük Asya ve İran arasında çoban yaşamının dağılış ve tabiatlarında müşahede edilen uygunsuzluklar, tarımın örgütlenmesinde de aynen görülür. Tüm Küçük Asya tarımsal geleneği esas itibariyle yağmur sulaması ve ağaç yetiştirme (meyvecilik) ekonomisine dayanır. Yapay sulama ile tarımın (sulu tarımın) payı hayli sınırlı kalmıştır.

İran tarım geleneği ise bundan çok farklıdır. Genelinde çok daha kuru olan bu ülkede, toprağın işgali, doğruca vahalar dışında, vadilerin teras halinde şekillendirilmiş ve geniş ölçüde sulanmış diplerinde vaki olmuştu. Yağmura dayalı tarım, her zaman için tali derecede kalmış ve yaşamda baş yeri işgal etmemişti.

Arap fetih veya istilâları bu duruma fazla bir şey eklemeyeceklerdi.

İran’ın fethini ve İslâmlaşmasını büyük ölçüde Arap göçebe girişi izlemişti: İran yaylası, heçin devesi için kış aylarında fazla soğuktu. Arap kabilelerinin yayılması Acem Körfezi kıyılarına inhisar edecekti.

Bunların Küçük Asya’ya da yayılamamaları aynı nedenlere dayanır ve belki de bu nedenler, Bizans mukavemetine güç katmış olmalıdırlar. Hareket, yaz talanlarıyla sınırlı kalmıştır.

İslâm fütuhatına takaddüm eden günlerde Bizans ve Sasanî tarımsal sistemleri üç ana nitelik arz ederlerdi: ilki, özellikle Mısır’da, küçük köylü toprak mülkiyetiyle kiracı-rençperler aleyhine gelişmiş büyük toprak mülkiyeti. İkincisi, örf ve yasa tarafından ebediyen toprağa bağlı ve yaşamak için toprak kiralamaya muhtaç olup aynî ve nakdî icar bedeli ödeyen geniş bir kiracı, serf, ortakçı kitlesinin varlığı. Köylünün bu topraklara tâbiiyeti ayrıca, otokratik rejimler tarafından, daha büyük gelir sağlamak amacıyla yaptırılıp desteklenen yapay sulama tesisleriyle de perçinleniyordu. Üçüncüsü, toprak tasarruflarının, toprak ağasıyla kiracı arasında serbest sözleşmeye değil, esas itibariyle serflik, örf ve irsî statüye dayanması keyfiyeti. Hal böyle olunca da halkın, demokratik karakterini o zamanlar korumakta olan İslâm’a hiçbir “millî” mukavemet göstermeyip aksine ona kucak açmış olması, kolaylıkla izahını bulur.

İslâm Devleti, Büyük Fetihler’den sonra Bizans ve Sasanî ekonomik rejimlerini benimseyecekti. Ömer I zamanında bu topraklar ele geçirildiğinde, genellikle üzerindeki serf-mutasarrıflarla birlikte bağlanmış; gördüğümüz gibi bölünmeyip adamlarıyla beraber vakıf, ya da tüm Müslümanların müşterek malı haline getirilmişti. Aslında Bizans ve Sasanî yasa ve uygulamalarının benimsenmesi iki amelî sebebe dayanıyordu. Önce, Emevî’ler döneminde İslâm Devleti bu imparatorluklardan çok daha gelişmiş tarımsal kurumlar elde edince, toprağın tasarrufu alanında içtimaî ve iktisadî münasebetlerin artan çapraşıklığı artık Hicaz’ın mutat toprak yasalarına başvurularak çözümlenemeyecek sorunlar yaratacaktı. Saniyen, politik açıdan, Emevî’ler ve onlardan sonra da Abbasî’ler, merkezî ve otokratik devlet yoluyla siyasî güçlerini artırmak için çırpınacaklardı. Bunlar Bizans ve Sasanîlerin Devlet’in kişiler ve sınıflar üzerindeki metbuluk kanununu kabullendiler. Devletin tüm toprakların nihaî sahibi olması kavramı, sürekli olarak ağırlığını koyacaktı.

Buradan hareketle Müslüman hukukçular işbu uygulama ve baskı yasalarının Şeriat’ın temel ethos’una muhalif olduğunu fark ettiler ve bunların gerçek başarıları, bu tasarrufları bir sözleşme konusu haline getirmiş olmalarındaydı; bunların arasından, tabiatı itibariyle daha az tesadüflere bağlı ve daha az keyfi olanları ve örfen ve de angaryalarla mutasarrıfları bağlamayanları sistemli şekilde rasyonelleştireceklerdi.

Sasaniler (226-652), Arşakîlerin toprak rejimini tevarüs etmişlerdi. Bunların döneminde yedi imtiyazlı aile ve bunlardan biri olarak Sasaniler, tüm Acem mülkünün mutlak sahibi bulunuyordu. Bu vaspuhr’ların emlâki imparatorluğun çeşitli yerlerine dağılmıştı. Ama Christensen’in yüksek feodal asalet tesmiye ettiği zümreyi sadece bu yedi aile teşkil etmiyordu. Bu türden daha başkaları da vardı: İmparatorluk içinde, kraliyet ailesinin vassalları ellerinde geniş irsî mülkler tutuyorlardı. Bu büyük toprak ağalarının, eyalet valileri olan satrap’larla olan ilişkileri pek belirgin değildir. Bunlar, köylüden tahsil edilen vergilerin bazen üstüne oturmaya imkân verecek büyük imtiyazlara sahip bulunuyorlardı.

Temelde Devlet, tüm toprakların sahibiydi. Christensen, işbu yüksek soylular’ın elinde fief olarak bulunan arazinin, Devletin elinde bulunan ve satraplar (marzubân’lar) tarafından idare edilen topraklara göre cüzi kaldığını ifade ediyor.[1]

İran dinî müessesesi güçlü bir örgüt (âsravân) olup devlet içinde devlet oluyordu. Şahpur II’nin saltanatı sırasında Azerbaycan ili bu mümbit alanları müstakilen idare eden ruhban sınıfına (Môgh,[2] ateşperest Zerdüşt rahiplerine) aitti; bu yüksek ruhban sınıfı, feodal soylular ve dihkan’lardan sonra, şüphesiz geniş topraklara tesahup ediyorlardı. Bunlar merkezî devlete, ya da mahallî valiye veya her ikisine vergi ödeyip askerî hizmette bulunmakla yükümlüydüler.

Toprak ağalığı silsilesinde feodal yüksek soylulardan sonra dihkan’lar, yani köy ağa-reisleri gelirdi; bunlar yerel yönetimi ellerinde tutarlardı ve kendileri de ekip biçtikleri arazinin sahibiydiler. Hükümet adına köylüden vergi toplamakla görevliydiler.[3] Bu dihkan’lar, bir ast soylu sınıfı oluşturup güçlerini, yerel yönetimin irsî olarak inhisarlarında bulunmasından alıyorlardı ve idarî ve siyasî yapının sağlam temelini sağlamakla çok büyük önemi haiz oluyorlardı. Mahallî başkan ve arazi ve köy sahibi olarak büyük yerel etkiye sahiptiler; mamafih arazileri geniş olmayıp bucağın “en büyük köylüsü” durumundaydılar. Genel olarak köylüyle ilişkilerinde bunlar, yüksek asillerin aksine, sadece hükümetin vergi toplamakla görevli mümessillerinden başkası değildi. Müslüman fatihler başlarda, Sasanî krallarının bu dihkanlar eliyle topladıkları toprak vergisi kadar gelir elde edemiyorlardı.[4]

Sasanî İmp.nun her tarafında, Bizans İmp.nda olduğu gibi, köylüler toprağa bağlı olup vergi ve rüsuma ek olarak zorunlu angaryaya tabiydiler. Bunlar savaşta piyade olarak hizmet ederlerdi. Sözüm ona “halkın dostu” olarak bilinen IV. Hürmüz gibi bir kral bile, askerlerine köylerin sakin halkına baskı yapmamalarını tembih ederken köylüleri değil, sadece dihkanları kastediyordu. Köylü koşullarının kölelerinkinden pek farklı olmamış olması muhtemeldir.[5] Birkaç Arap taburuna İran’ın hiçbir ulusal direnç göstermemiş olması, izahını buluyor: İslâm belki bir halâs yoluydu…

Arazi vergisiyle cizye’yi (kelle vergisi-poll tax) Sasanîler başlıca köylüden tahsil ederlerdi; tüm mülkî ve askerî yapı, Bizans’ta olduğu gibi, halkın çoğunluğunu oluşturan mutasarrıf ve muzarilerin ödedikleri icara dayanıyordu. Kubad ve Anuşirvan’ın VI. yy.daki idarî ıslahatından önce arazi vergileri ve icar bedelleri, tarımsal ürünlerin yüzdesi olarak tahsil edilip bu oran, toprağın inbat kabiliyeti ve sulanmasına göre üçte birden altıda bire kadar değişirdi. Kubad, üründen pay yerine yüzölçümü birimine göre vergi yöntemini getiriyor ki Araplar bunu misâha tesmiye edip Savad’ın fethinden sonra bu, I. Ömer tarafından benimsenen bir sistem oluyor.[6]

Sasanî tarım sisteminde toprağın devletin mülkü olması prensibi esas olmakla arazi vergisinin bir nevi icar olarak telâkki edildiğini ve bu kuramın ilk İslâm döneminde geliştirildiğini Lokkegaard ifade ediyor: Bu gelişme, “toprağa tedricen temellük edilerek ve bunu hatta özel mülklere (alleu) teşmil ederek…, köylü haraç’ını bir gerçek icar’a dönüştürerek ve köylüyü de mutasarrıf yaparak” sağlanıyor.[7]

Bu “tedricî devlet temellükü”nün temeline kurt girecekti. Savafî arazi bir yana dursun, Emevî ve sonra da Abbasî idareci aileler, kendi özel kullanımları için geniş toprak alanlarını üstlerine geçireceklerdi. Bizanslıların patrocinium fundarum’una müşabih talci’a, toprağın yavaş yavaş geniş mülk haline dönüşmesinin önemli yöntemlerinden biri olacaktı. Ağır vergi ve vergi mültezimlerinin şedit baskısı, işbu talcia’nın gelişmesinin amilleri olacaklar, büyük idareci aileler, geniş toprağın üstüne oturacaklardı.

Bütün bunlar Osmanlı ülkesinde, merkezî devlet iyice zaafa uğradıktan sonra, Tanzimat’ı takip eden dönemde, ortaya çıkacaktır. Devam edelim.

İran’da da aynen cari olan patrocinium kurumu küçük mülk sahibini muzari haline sokmuş olup bu sonuncular vergi mültezimi ya da eşkıya elinde ölmektense büyük ağanın kapısında çalışmayı yeğliyorlardı. Tabiidir ki Devlet toprağı da bunların bir sığınağı olacaktı…

Şimdi de İran alanının büyük uzmanlarından Christensen’in konumuzla ilgili sair sözlerini özetleyelim.

İranlılar daha eski zamanlardan beri, toprak mülkiyet temelinin dört birimden ibaret olduğu bir babaerkil toplum teşkil etmişlerdir. Bu birimler sırasıyla şunlardı: hane (nmana), köy (vis), kabile (zantu) ve ülke (dahyu). Halk Arya tesmiye edilmekte olup Erân’ın, bugünün İran’ının ethnik ve coğrafî adı bu sözcükten türemişti.

Ahmenî İmp. Asur, Babilonya ve Elam imparatorluklarının devamı olmuştu. Ancak babaerkil örgütlenme hiç eksik olmamıştı: Nakş-ı Rüstem mezar yazıtında Dara, Vishtâspa’nın oğlu (aile), bir Ahmenî (klan), bir Pers (kabile), bir Aryen (ulus) olarak anılıyor.

Ahmenî İran’da, bildiğimiz gibi, imtiyazlı yedi klan vardı. Doğuş itibariyle bu “büyük”lerin dışında bir de vassallar takımı bulunuyordu. Örneğin Küçük Asya’da, eski prens aileleri büyük kralın metbuiyeti altında hüküm sürmüş olmakla birlikte, satrapların etkin gözetimi bunların üzerinden hiç eksik olmamıştır. Bu eski sülâlelerden başka büyük kral, kendi mülkünden bölümleri, beraberinde bazı imtiyazlarla, irsî mülkiyet halinde ferağ ederek vassallar ihdas etmişti. Büyük ailelerin gücü, içinden çıktıkları doğruca İran’ın küçük köyü’ne (vis) münhasıran bağlanmazdı; bunlar, imparatorluğun sair yerlerinde de mülklere tesahup ediyorlardı. Büyük ailelere mensup olmayan kişiler, Persler, Medler, hatta yabancılar, meselâ sürülmüş Grekler de aynı şekilde büyük kralın sahavetinden prenslikler elde edebilirlerdi. Bu senyörlerin satraplarla olan karşılıklı ilişkileri, yukarda söylediğimiz gibi pek vazıh olmamakla beraber bunların az çok geniş imtiyazlara, muafiyetlere sahip oldukları biliniyor, şu kadar ki tabilerinden topladıkları vergileri bazen ceplerine indirebiliyorlardı.

İran feodalizminin kökenleri bunlar olmuştu. Mamafih feodalism, Ahmenîler zamanında henüz gelişmemişti. İskender ve Selefkîler, Ahmenîlerin siyasî vârisleri olarak, büyük Dara’nın kurumlarının aslını yerli yerinde bırakmışlardı.

Arşakilerin kendileri de, sonradan Parth devletinin kaymak ve çekirdeğini oluşturacak olan ve bunlara başlardan beri bağlanmış olan adamlar da, vaktiyle Dara ve arkadaşlarının olduğu gibi, klan şefleriydiler. Klan şefleri ise işbu aristokrasinin üst sınıfı olup güçlerini irsî toprak mülkiyetinden alıyorlardı. Bu temel üzerinde, Parth imp. kurulur kurulmaz feodalizmin tohumları tam gelişme arz edeceklerdir.

Bu dönemde birinci sırayı işgal eden büyük sülâleler, muhtemelen Ahmenî geleneğinin etkisiyle, yedi adette olup bunlardan özellikle ikisi, kralî sülâleden başka, ciddî şekilde kudretliydi: Krala taç giydirme irsî görevi haiz Sûren ailesiyle Kârin’inki. Şefi ile birlikte klan (visbadh) Devlet’in ağırlık merkezini teşkil edip bunlar büyük vassallardı ve en yüksek hükümdar olan büyük kral hesabına ya da ona karşı tâbilerini savaşa sürerlerdi. Sûrên, Romalı General Crassus’a karşı, tümü kölesi olan 10.000 süvari sürmüştü; bu da, askerî hizmetle mükellef köylülerin, güçlü senyörlerin hükmü altında bir nevi köleliğe düşmüş olduklarını gösteriyor. Bununla birlikte büyük vassallarla köylüler arasında, ikinci derecede fief sahibi, küçük soylu şövalyeler ara sınıfı da vardır ki bunlar muhtemelen maubadh’lar sınıfını teşkil ediyorlardı. Parthlarda, Avrupa feodalizminde olduğu gibi, büyük vassallarla tâbileri arasındaki feodal bağ, birinci hükümdar olan kralla büyük vassallar arasındakinden çok daha sağlamdı. Kraliyetin kendisi hiçbir zaman tümden feodal olmamıştı; o, Arşakî ailesine bağlı olmakla birlikle mutlaka babadan oğla intikal etmezdi: Büyükler kimin kral olacağına karar verirler ve aralarında anlaşamayacak olurlarsa, her biri, önünde bir Arşakî sürerek, aralarında dövüşürlerdi.

Fieflerle kraliyet illerinin hükümetleri arasındaki ilişki meçhulümüz olmakla birlikte büyük vassalların aynı zamanda, başlıca fieflerin bulunduğu illerde çoğu kez valilik de ettikleri tahmin edilebilir. Her halükârda, hükümetler kraliyet ailesi prensleriyle öbür altı imtiyazlı sülâle mensuplarının elindeydi ve bunlar birer “kraliyet” olarak telâkki edilir ve kraliyet ailesi mensubu valiler de şah (kral) unvanını taşırlardı. Bu nedenle de İskender’le Sasanîlerin iktidara gelişleri arasındaki dönem, Arap müverrihlerce, “kabileler krallarının” (mülûkût-u tavaif) çağı olarak kaydedilmiştir.

Büyük vassalların siyasî yetkesi, kraliyet gücüne sınır çeken aristokratlar divanı’nda ifadesini bulurdu ki bu “senato”nun üyeleri arasında general ve valilerin yer alması, hükümetlerin irsî birer mansıp olmadığına delâlet eder. Senato azaları kendilerini büyük kralın akrabası olarak görürler ve bu divan, kraliyet ailesi prenslerle öbür altı imtiyazlı ailenin büyük senyörlerinden oluşmuş olmalıydı; zira Parth generalleri arasında Sûrên ve Kârin adlarına sık rastlanmaktadır. Ayrıca “akil ve rahipler”den mürekkep bir istişarî meclisin (“meclis-i meşveret”) varlığı da kaydediliyor.

Ağırlık merkezleri senato içinde olan bu az sayıdaki büyük senyörler bütün önemli mansıpları da işgal etme hakkını ellerinde tutuyorlardı; Böylece de feodal asalet aynı zamanda bir idareci asaleti olmuş oluyordu.[8]

Ahmenî İmp.nun sukutundan beş buçuk asır sonra Persler İran halklarına hâkimiyeti yeniden ele geçireceklerdi: Roma İmp. ile at başı gidecek bir yeni Doğu İmp. doğmuştu. Sasanî uygarlığı Arşakîlerininkinin devamı olmakla kalmamış, onun bir yenileme ve kemali olmuştu. Yeni sülâlenin kurucusu Ardaşîr zimam-ı hükümeti ele aldığında İran dünyası artık bir ulusal vahdet arz eder olmaya başlamıştı.

Avesta, Antik çağların başlarından beri İran’da cari olan içtimaî taksimatı veriyor: Rahipler, muharipler ve zürra. Bunun dışında tek bir yerde de bir dördüncü bölümden söz ediyor: Ehl-i hiref. Sasanîler döneminde yine dörtlü olmak üzere yeni bir taksimatla karşılaşılıyor. Bunda ketebe sınıfı üçüncü bölüme girmişken zürra ile ehl-i hiref dördüncüde görünüyorlar. Böylece siyasî duruma intibak etmiş sosyal bölünme, Sasanîlerde dört silk üzere beliriyor: Ruhban silki, muharipler silki, bürokrasi ve halk (köylüler, ehl-i hiref ya da “burjuva”lar, yani kentlerde oturanlar). Bu mesleklerin her biri de çeşitli sınıflara ayrılıyor, ruhban silki yargıçlar, rahipler, gözetimciler ve muallim-mürebbiler. Muharipler silki de, her bir sınıfın paye ve özgü işlevi olmak üzere süvari ve piyadelerden oluşuyordu. Ketebe silki muharrirler; muhasebeciler, yargı, şahadetname-berat, mukavele kâtipleri; teracim-i ahval yazarları (biyograflar); tabipler; şair ve müneccimleri içerirdi. Ve nihayet küçük halk tabakası tacirler, zürra, toptancı tüccar ve tüm sair sınaat erbabından teşekkül ediyordu.[9]

Sasanî çağının ilk dönemlerinde, bir Parth mirası olması melhuz bir başka sosyal bölünme de görüyoruz: Shahrdârân (imparatorluğun prensleri), vâspuhrân (büyük ailelerin reisleri veya genel olarak mensupları), vuzurgân (“büyük”ler) ve âzâdhân (“hür insanlar ya da “soylular). Bu sadece imtiyazlı sınıfları içeren taksimatla silkler halindeki bölünme arasında bulunan ilişki, karanlığını koruyor. Bu ilişki, üstelik hep aynı kalmamıştır.

“Ulusun sosyal ve politik bölünmesindeki bariz karışıklık ve çelişkiler, Sasanî İmp.nun Parthlardan tevarüs ettiği, feodalizmle bürokratik mutlakıyet arasındaki özel düalizm (seneviyye) ile doğruca ilişkilidirler. Bu iki unsurun mübayeneti, Ardaşir’den Keyhüsrev’ler dönemine kadar vaki olan sosyal ve politik evrimi niteler.”[10]

Shahrdârân. Sasanî Devleti’nde bu ilk sınıfın mensupları “kral” (şah) unvanını haizdiler ki bu keyfiyet İran Kralı’nın “Şahinşah” (krallar kralı) unvanını izah eder. Bu sınıf önce, imparatorluğun uçlarında hüküm süren vassal prensleri, kendilerini İran kralının himayesi altına sokmuş olan kralcıkları içerirdi. Büyük kral da buna karşılık onlara ve haleflerine “kralcıklık”ı teminat altına alırdı. Mukabilinde de bunlar, birliklerini büyük hükümdarlarının emrinde tutma ve belki de, belli bir vergi ödeme zorunluluğundaydılar.

Sasanîler, imparatorluğun eski, dört marzbânlığa bölünme şeklini muhafaza etmişlerdi. V. yy.ın başından itibaren bu dört büyük marzbân[11] yukarda mezkûr kraliyet aileleriyle aynı seviyede olup bunlar dahi şah unvanını haizdiler.

Bunlara, Sasanî sülâlesine mensup valiler de eklenirdi. Eski âdete göre, kralın oğulları valiliklere atanırlardı ve özellikle günün birinde büyük kralın tahtına oturma ümidinde olanlar, önemli bir ilin valiliğinde krallık mesleğini talim edeceklerdi[12], tıpkı ilk on Osmanlı padişahının, şehzadelikleri döneminde yaptıkları gibi…

  1. Şâhpur’un iki kardeşi, Ardeşir ile Perviz, sırasıyla Kirman ile Kûshân’da valilik etmişlerdi; bunlardan sonuncusu, “Kûshânların büyük şahı” unvanını taşıyordu. Sasanî kralları arasında I. Şâhpur, I. Hürmüz, I. ve II. Behram, tahta oturmadan önce Horasan valisi ve Kûshânların şahı olmuşlardı…

Vâspuhrân. Sasanîler, Arşakîlerin feodal sistemini tevarüs etmişlerdi. Böylece de Ardeşir’in kurduğu yeni imparatorlukta, rütbeler silsilesinde güçlü klan reisleri sınıfını ikinci sırada görüyoruz ki bunların başında daha önce sözünü etmiş olduğumuz yedi imtiyazlı aile bulunuyordu. Bunların arasında hiç değilse üç tanesi daha Parthlar zamanında mümtaz mevki ihraz etmişti: Kârin, Sûrên ve Aspâhbadh. Bunların hepsi Arşakî kanı ve “Pahlav”, yani “Parth” lakabını taşıyorlardı, işbu yedi ailenin ilki, hükümranlığı elinde tutan Sasanîlerininkiydi.

Vâspuhrların mülkleri, ülkenin değişik bölgelerine dağılmıştı. Böylece bölünmemiş vasi mülklerin teşekkülü mümkün olmamıştı. Büyük senyörlerin bu dönem içinde, her geçen gün daha çok bir idareci ve saray adamı asaletine bürünüp bir gerçek feodal asalet karakterinden kaybetmeleri, başlıca bu nedene bağlanabilir.

Yine gördüğümüz gibi yüksek feodal asalet sadece bu yedi büyük aileden ibaret olmayıp bazı generaller de bunların arasına karışmıştı. Ancak fief olarak işbu yüksek asalet sahibi kişilerin elindeki ülke bölümleri, doğruca Devlet’e bağlı ve kraliyet valileri tarafından idare edilen mülklerin yüzölçümlerine göre fazla bir yekûn tutmuyordu.

Kesin olarak bilinen bir husus da köylünün senyöre ya da Devlet’e veya her ikisine birden vergi vermek ve senyörün kumandası altında askerî hizmette bulunmak zorunluluğunda oluşuydu.[13] Arabî ahlu’l-buyûtâd (asiller), al- uzamâ (büyükler) ve al-aşraf (temayüz etmiş kişiler-eşraf) pehlevî vâspuhrân, vuzurgân ve âzadhân ifadelerinin harfi harfine tercümesi olmaktadır: Vuzurglar arasında nazırlar, idare âmirleri sayılırdı.[14]

Devam etmeden önce Selçuklu syneretism’ine bir örnek verelim. Konya Selçuklu sultanı “…I. İzzeddin Keykâvus ile Trabzon Komnenler imparatoru Alexis arasındaki muahedeyi saltanat divanı noterleri (nôtârân-i dîvân) kaleme almışlardı, ki bizzat bu Latince ıstılah Selçuk divanında bu dilleri bilenlerin istihdam edildiğini göster…”iyor. Bir “işrâf-ı memâlik menşûru”, “…bütün Selçuk ülkesi İşraf dîvânı (teftiş nezareti) için Türkçe Uluğ kutluğ bilge lakaplarını taşıyan Fahreddin… in tayinine dairdir. Fermân’da Fahreddin’in aslî defterlerin düzeltilmesi, memleketlerin yazılması, divan (hazine) mallarının meydana çıkarılması, beldelerin ahval ve muamelât ile hanedana ait binaları (buyûtât-i hass), gelir ve masrafların bilinmesi için kendi mutadı üzere gayret göstermesi, takrir ve berâtlar üzerine nişân koyması emredilmektedir.”[15] Hal böyle olunca yukarda mezkûr Sasanî mansıplarının bazılarına Selçuklu bürokrasisinde rastlamak şaşırtıcı olmaz. Devam edelim Christensen’i dinlemeye.

Âzâdhân. Bu “hür insanlar” tabirinin başlangıçta, boyunduruk altına alınmış yerlilere göre fatih Arîlerin kendilerine verdikleri bir ad olmuş olması muhtemeldir. Sasanî ordusunun kaymağı olan şövalyeler, her halde bu sınıfa ithal edilecekti. Barış dönemlerinde şövalyelerin toprakları üzerinde, tarlalarını ekip biçmek ve köylüleriyle meşgul olarak ömür sürdükleri tahmin edilir.

En eski çağlardan beri biniciliğin zevkine varmış bir ulus için şövalyeliğin, yüksek soyluluktan hemen sonra gelen bir nüfuz ve itibara sahip olması doğaldı.

Bunun dışında alt soyluluk sınıfları arasında dehkan-dihkan’lar (“köy reisleri”), Devlet’in elzem çarklarından olup idarenin sağlam temeli ve Devlet’in yapısı itibariyle paha biçilmez bir öneme sahip bulunuyorlardı. Müçmilu-t-tavarih’e göre dihkanlar “Reislerdir, toprak ve köy sahipleridirler”. Ama çoğu kez dihkan ailesine verasetle intikal etmiş kolonlu toprakların yüzölçümü, fazla vâsi olmuş olmamalıydı ve bazen dihkanın kendisi dahi, nahiyenin birinci köylüsünden başkası olmamış olmalıydı. Yani dihkan, yüksek soyluluğun toprak sahibi senyörü değildi: o, sadece, Devlet’in köylüleri nezdinde hükümetin bir temsilcisinden ibaretti. Bu bakımdan dehkanın başlıca görevi vergi tahsilâtı olup onun ülkeyi ve halkı iyi tanıması sayesinde, fazla verimli olmayan ülke, yük çok ağır gelmeden, saray lüksünün ve pahalı seferlerin masrafını karşılayabilmiştir. O kadar ki Arap müstevliler, bütün zorlamalara rağmen, Sasanî krallarının dihkanlara dayanarak elde ettikleri para miktarını İran’dan sökememişlerdi.[16]

Köylü tabakasının genellikle yaygın olmuş olmasına karşılık dihkanların her zaman için belli bir eğitimden geçmiş olmaları melhuzdur zira Sasanî devletinin yıkılışından yüzyıllar sonra bile bunlar millî efsane ve tarihin geleneklerini muhafaza edeceklerdi.[17]

Steingass dihkân, duhkân (Farisî dihkhân veya dihgân’dan) için, bildiğimiz işlevin dışında, “rençper, çiftçi; tarihçi; halk (saz) şairi; dihkân-ı pîr, eski şarap; tarihi iyi bilen; dihkân-i khuld, Cennet’in kapıcısı Rıdvan; Muhammed” karşılıklarını sıralamış.

Dihkân-navard, sicil, tarih. Dahkânî, dihkânî, ekip biçme, rençperlik; rençper. Dahkanat, dihkân’lık görevine atanma; bir köyün yargıçlığı; tarımcılık; kurnazlık.[18] Dahgânî, belli bir altın sikke. Ve daha başkaları…[19]

Bu kadar çok iştikak, sözcük kökeninin İranî olduğunda şüphe bırakmıyor. Nitekim Doerfer onu “Yeni Farçada Türkçe Unsurlar” arasında zikretmiyor.

Gençine-i Güftar ise sadece dehkânî’yi verip bunun için “evvelce geçen bir nevi altın oluyor” deyip ekliyor: “(D)’nin esresi ve (g) ile köylü”. Bürhan-ı Kaatı’da “dehkânî… selefte bir nevi rayicü’l tüvandır” diyor ki bundan biz “geçerli yetke” manasını çıkardık.

Bu arada sözcüğün bugün İran alanını aşıp Sovyet Özbekistan’ına vardığını ve burada dehkan’ın köylü anlamında kullanıldığını görüyoruz.[20] Daha önce Özbek syncretism’inden söz etmemiş miydik?…

Dönelim Sasanî İran alanına. Burada rahipler takımının etkisi sadece manevi yetke, kazaî yetke ve doğumları, evlilikleri vs…yi tasdik salâhiyeti üzerine müesses değildi. Elinde ciddî ölçüde toprak vardı ve dinî para cezaları, öşür ve bağışlardan önemli gelire sahipti. Alabildiğine bağımsızdı, devlet içinde devlet oluşturuyordu,[21] tıpkı II. Bayezit (Velî) zamanında Nakşibendî tarikatı gibi. Döneceğiz konuya.

Maliye, arazi vergisi üzerine oturuyordu. Bunun “müdir”inin taşıdığı vâstryônshânsâlâr adı, aynı zamanda, zürraın şefi manasını da tazammun ediyordu. Vergi, nahiyelerin inbat kabiliyeti ve iyi ya da kötü mahsul alınmasına göre ayarlanırdı. Bu itibarla mezkûr kişi, toprağın müsmir şekilde işlenmesi, sulama vs. işleri gözetmekle görevliydi. Belki de, kişi başına tahsil edilen verginin toplanması bunun görev alanına giriyordu.

Devletin başlıca gelirleri toprak vergisiyle kişisel vergiden ibaretti. Kişisel vergi bir defaya mahsus olmak üzere bir yıllık sabit miktar olarak tespit edilir, hükümet bunu yapabildiği kadar mükelleflere uygun şekilde tevzi ederdi. Toprak vergisinin halka dağılımı ise, ürün miktarı saptandıktan sonra her nahiyenin, toprağın verimine göre, bu ürünün altıda birinden üçte birine, ya da, Dinavarî’ye göre, bir kentin az veya çok uzaklığı hesaba katılarak ürünün onda birinden yarısına kadarını vermesi şeklindeydi. Bununla birlikte vergilerin dağıtım ve tahsili, memurlara birçok suiistimal fırsatını veriyor ve bu sisteme göre, tahsilât yıldan yıla çok değiştiğinden, peşin bir bütçe yapmak olanağı bulunmuyordu. Ayrıca işin denetimi de hayli zor oluyordu. Bunun sonucu olarak, savaş çıktığında, çoğu kez para sıkıntısı doğuyordu. O zaman fevkalâde vergilere başvurulurdu ve bu vergiler az çok münhasıran Batı’nın zengin illerinin, özellikle Babilonya’nın başına çöküyordu.

Şimdi bu noktada çok önemli gördüğümüz bir hususa değinelim: Toprak vergisini ifade eden pehlevî terim kharâgh olup Arapça kharac bundan müştaktır. Sözcük muhtemelen, daha Ahmenî döneminde Aramîceden istiare edilmişti.[22]

Muntazam vergilere örfî armağanlar (âyên) de ilâve olurdu ki bunlar arasında Nevruz ve Mihrgân münasebetiyle zorunlu alıntıları zikretmek gerekir. Hassa mülklerinin geliriyle savaş ganimetleri önemli yekûn tutuyordu. Bunların dışında gümrük rüsumunun varlığı, 561’de I. Keyhüsrev’le Justinian arasında akdedilen barışın şartlarından anlaşılıyor.

Yeni sınaat dalları yaratmak ve halî bölgeleri ekip biçmek için ülkenin çeşitli bölgelerine savaş esiri kolonilerini yerleştirme eski âdetine başvurulurdu. I. Şâhpur Gundeshahpûr’a Romalı esirleri yerleştirip bunların bayındırlık işlerindeki maharetlerinden faydalanarak ünlü “imparator seddesi”ni inşa ettirmişti.

Posta hizmetlerine gelince Sasanîler, Ahmenîlerin sistemini çok az değişiklikle uygulamışlar, Halife’ler de bunu aynen benimsemişlerdir.

Posta hizmeti kamunun değil, doğruca Devlet’in çıkarlarına hadimdi ve başlıca amacı merkezî hükümetle eyaletlerin idaresi arasında hızlı ve rahat bir münakale sağlamaktı. Ancak, Halife’ler çağında olduğu gibi, posta idaresi âmirlerinin aynı zamanda eyaletler idaresini gözleme göreviyle de yükümlü olup olmadıklarını pek saptayamıyorsak da buna benzer bir az çok gizli gözleme görevinin, nahiye yargıçlarına verilmiş olduğunu, İran’ın, çok eski zamanlardan beri çok iyi örgütlenmiş bir casusluk sistemine sahip olduğu biliniyor. “Casus” karşılığı olarak kullanılan “göz” tabiri daha Ahmenî döneminde geçiyordu.[23]

Sasanî İran’ında, mansıbının niteliği askerî olmayan bazı Devlet memurlarını bir ordunun başında görüyoruz, birçok Osmanlı Sadrazamının Padişah adına orduya kumanda etmesi gibi.

Muhafız kıtasının başı puştîgbânsâlâr tesmiye edilip piyade birlikleri (paighân), paighânsâlâr’ın kumandasında, kolluk kuvveti, cellâtlık ve sair hizmetleri görmek üzere eyalet memurlarının emrine verilirdi. Mümasil işlevleri yerine getirmek üzere, bir tîrbaz’ın emri altında okçu birlikleri de köylerde bulunurdu. Bu ayrıntıları vermekten amaç, bu terminolojinin Selçuklu ve ilk Osmanlı dönemlerinde kullanılmış olmasına işaret etmekti.

Münşilerin Devlet katındaki etkileri çok farikti. İranlılar her zaman için teşrifat ve tekellüfe çok önem veren kişiler olmuşlardır. Resmî belgeler de, özel mektuplar da, mukannen bir yapma şekilde telif edileceklerdir. Bir takım bilgiç nakiller, dinî ve ahlâkî kelâmlar, darbımesel kabilinden sözler, beyitler, ince muammalar vs. karıştırılmak suretiyle bir zarif bütün elde edilecektir; mektubun telif ve hitabın şekli, gönderenle alacak olan arasındaki ilişkilerin bütün inceliklerini özenli bir kesinlikle belirtmiş olacaktır.

İslâm Devletleri’nde tahrirat kitabeti, tıpkı vezirlik gibi, İran modelinin tıpatıp kopyası olmuştu.[24]

Kuramda olduğu gibi gerçekte de Sasanî İmp.nun anayasası, hal’ ve katil yoluyla bir ılımlı despotizm olmuştur. Burada, yazılı bir anayasanın maddelerine değil, kraliyetin dinî ve ahlâkî telakkisine dayanan bir sınırlama vardır. Kralın yeteneksizliği çeşitli şekillerde, bu arada da başrahibin öğüt ve talimatına riayet etmemesiyle belirirdi. Kralın azil ve tebdil edilebilmesi kuramı, ruhban sınıfının elinde güçlü bir silâh olarak bulunurdu,[25] Osmanlı Devleti’nde Şeyhülislâm’ın (kuramsal) yetkesi gibi.

İlk Sasanî kralları, yılda iki gün, Nevruz ve Mihrgân’da, küçük büyük herkesin serbestçe girebileceği bir divan kurardı. Derdi, şikâyeti olanlar burada doğruca krala müracaat edebilirlerdi.[26] Şu halde Nizamülmülk’ün yaptığı, işbu Sasanî geleneğini devam ettirmekten ibaret kalıyor:

“Padişahın haftada iki gün zulüm görmüş olanların şikâyetlerini dinlemesi ve zalimden hakkını ihkak-ı hak etmesi ve teb’anın sözünü bilâvasıta kendi kulağı ile istimâ etmesi elzemdir…”[27] Nizamülmülk, “demokratik” hızla, Sasanî’nin yılda iki kezini haftada iki keze çevirmiş!

İlerde üzerinde uzunca duracağımız Mazdak hareketine arka çıkmakla Kavad, kraliyet yetkesini aristokrasinin boyunduruğundan kurtarmıştı. Ama birçoklarına göre de bu halâs, ülkenin harabiyeti pahasına elde edilmişti. Her ne hal ise, Kavad’ın halefi I. Keyhüsrev yeniden, her türlü sulta’nın odağı olmuş, avam üzerine olduğu gibi soylular takımı ve de ruhban sınıfı üzerinde mutlak hükmünü kabul ettirmişti. Bundan böyle kral, tebaası ve ordusu arasında “kanun”, “doğru nizam”dır; bayram gününde en büyük ziynet, endişe gününde de hisar, sığınak, düşmana karşı da koruyucudur. Keyhüsrev kendi başına hükmedip büyük ricali işlere karıştırmamaya kararlıydı.

Yukarda görmüş olduğumuz, toprak vergisiyle kişisel vergi üzerinde odaklanan sistemin çok sayıda sakıncası nedeniyle Kavad, işbu sistemi tümden değiştirmeyi tasarlamış, reformu gerçekleştirmek ise Keyhüsrev’e nasip olmuştu. Mezru tüm arazi tam olarak ölçülüp vergilendirilmiş ve bu vergilendirme, toprak vergisinin yeni bir tarh ve tevzi şeklinin temelini teşkil etmiştir şöyle ki bu, kral tarafından bu amaçla seçilmiş “bazı makul ve iyi niyetli kişiler”in yaptıkları hesaplara dayandırılmıştır. Bu yolla tespit edilen matrahlar şunlar olmuş: Yılda buğday ve arpa caribi[28] başına bir drahmi,[29] bağ caribi başına 8 drahmi; yonca caribi başına 7 drahmi; pirinç caribi başına 5/6 drahmi; 4 İran ya da 6 Aramî hurma ağacı veya 6 zeytin ağacı başına bir drahmi. Sair bütün toprak ürünleri vergiden bağışık tutulmuş. Her şeye rağmen sistem, genellikle halk için bir hafiflemeyi ifade etmişken Hazine’nin de geliri hem çok artmış, hem de istikrar bulmuş. Bu nedenle de İslâm Halifeleri bunu vergi tarhiyatının esası olarak kabul etmişlerdir:

Kişisel vergi de Keyhüsrev’in eliyle, yine hesapçıların hazırladıkları projeye uygun olarak ıslah edilmiş. “Büyükler ve soylular, askerler, rahipler, ketebe sınıfıyla kralın hizmetinde olan sair kişiler”in dışında 20 ile 50 yaş arasında herkese bir vergi yüklenmiş. Mükellefler, servetlerine göre birkaç sınıfa ayrılmış: kişi başına kimi 12, kimi 8, kimi 6 drahmi’ye bağlanmış; halkın büyük çoğunluğu da 4 drahmi öder olmuş. Tahsilât üç ayda bir, taksitle yapılmış.

Keyhüsrev bu yeni oranların bir suretini Devlet Arşivi’ne koydurtmuş, başka suretler de tüm vergi memurlarına ve tahsilâtın adl üzerine yapılmasını gözlemekle yükümlü tüm nahiye yargıçlarına gönderilmiş. Bu sonunculara ayrıca, buğday ya da ağaçları, vergi miktarına tekabül edecek bir zarara uğramış olanları bu vergiden bağışık tutma talimatı verilmiş, yargıçlar, merkezî hükümete bu nedenle vaki bağışıklık miktarını bildirmekle görevlendirilmiş. Bu denetim yöntemiyle Keyhüsrev, şikâyet edilen suiistimalleri önlemeyi amaçlamış.[30]

İslâm öncesi İran’ın konumuzla ilgili tarihinde yaptığımız bu kısa gezintiden gerek Halife’lerin, gerekse Selçuklu ve sonra da Osmanlıların, Sasanî örgütlenmesinden kendilerine, teknik terminolojiyi benimsemeye kadar varan önemli paylar çıkarttıkları sonucuna varıyoruz. “Haraç” dahi İranî kökenliymiş!

İran toprağını terk etmeden önce buraya İslâm ordularının girmesiyle vaki olmuş kültürel alışverişe değinmek yararlı olacaktır.

Birçok dihkan ve İranlı önderin İslam’ı kabul ettiklerini Arap kaynakları kaydediyor. Ancak bu, fetihler sırasında hemen ihtida için acil zorunluluk bulunmadığından uzunca bir zaman içine yayılan bir olay oluyor. Araplar, kent ileri gelenleri ya da toprak ağaları tarafından idare edilen her kent ya da eyaletle ayrı ayrı barış anlaşması yaptıkları gibi haraç, daha önce vurguladığımız gibi, bunların hedef parolası olmuştu. İhtida onları fazla ilgilendirmiyordu. Bu arada Sasanîlerin devlet ve din kurumlarının üst kademelerinin ortadan kaybolması bir boşluk yaratmıştı ve Araplar buralarını ancak uzun bir süre içinde doldurabileceklerdi. Aslında İran idaresinden Arap idaresine geçiş ne ortalığı karıştırmış, ne de yeni bir şey getirmişti. Ctesiphon yerine önce Medine, sonra da Şam resmî başkent olmuş, ama İran, yine Sasanîler çağında olduğu gibi yerel yetkeler tarafından idare edilmeye devam etmişti.

Yerel vergi yapısı ve sosyal nizam eskisi gibi kalacak, sadece İran kentlerinde garnizon kurmuş yabancı muharip sınıfı bunun dışında tutulacaktı. Araplar, idarelerini bir emperyalist temele oturtana kadar İran’da durum değişmeyecekti. Kâtipler ve mahallî bürokrasi, Sasanîler döneminde olduğu gibi çalışacaklar, sadece toplanan parayı yeni efendilerin cebine akıtacaklardı.

696’da halife Abdülmalik, kayıtların Arapça yerine Yunanca veya Pehlevîce tutulmasına tahammülsüzlük göstererek Arapçanın devairin resmî dili olmasını emrediyor. Sadece Horasan bunun dışında kalıyor ve ancak 741’e doğru Arapça buraya da yerleşiyor. Kâtipler, genellikle bu değişiklikten fazlaca memnun olmamakla birlikte yeni duruma iyi intibak edip Yunanca, Süryanîce ve Pehlevîceden Arapçaya tercüme işini üstleneceklerdir.

Bu arada, Yunan dil ve yazınının Sasanî alanında kendini sürdürmesi keyfiyeti bu kitapta baştan beri ileri sürdüğümüz savların sıhhati açısından önemli olmaktadır.

Arap edebiyatında, özellikle philoloji ve gramer üzerinde İranlıların rolü, iyi bilinir, ilk Arap sarflarının yazarları, Sibavaih gibi Acemler (“yabancılar”) olmuştu. 741’de Horasan’da kayıtların Arapça tutulması emredilmekle kalmamış, bütün ketebenin Müslüman olması şartı da koşulmuştu ki bu önlem birçok ihtidaya yol açmıştı. Klasik Arapça hem lingua franca, hem de yeni dinin dili olmuş. Acemler buna, vaktiyle Aramî ve Yunancaya olduğu gibi, tepki göstermişlerdi; okuyup yazma öğrenenler Arapça öğreniyordu. Pehlevîce sadece Zerdüştî ruhban sınıfının dili olarak kalıyordu. Birçoğu muhakkak Arapça bildiği halde İranlılar Acemce konuşmaya devam edeceklerdi.[31] Son Sasanîler zamanında bir Orta Acemce, sadece bütün imparatorluğa yayılmakla kalmamış, bunun sınırlarının ötesine, Afganistan ve Orta Asya’ya kadar taşmıştı. Arap fatihler İran’da ve Orta Asya’da tâbileriyle bu dille birlikte Arapçayla anlaşabiliyorlardı, işbu dil, yeni Acemcenin babası olacaktı.

Nasirüddin Tûsi’nin Ahlâk-ı Nasırî’si gibi eserlerden, İran’da dört mertebeli sınıf yapısından başka kentlerin de, birbirinden ayrılmış Hristiyan, Yahudi ve sair cemaat mahalleleriyle, aynı kalmış oldukları anlaşılıyor. Sadece, vaktiyle idarecileri oluşturan Zerdüştîlerin yerini Müslümanlar almış, Zerdüştîler ghetto’ya çekilmişlerdi. Zerdüştî ruhban sınıfı tarafından Pehlevî kitaplarının istinsahının, İslâm’a tâbi kentler yerine köylerde vaki olmuş olması kayda değer. Bu keyfiyet, ilk İslâm döneminde adem-i merkeziyetin gelişmesiyle köylerin özerkliklerinin artışı vetiresine tekabül eder.

Sasanî İran vergi sisteminin baki kalmasının yanı sıra Arap valileri eski Sasanî sikkelerini, Arapça yazılar ateş mezbahının etrafını süsleyecek şekilde, yeniden basacaklardı. İslâmî para ve vergilendirme sistemi meydana çıktığında, bunlar yine de Sasanî örneklerinin bir devamı olacaklardır.[32]

Vezir ve divan sözcüklerinin kökenleri ne olursa olsun, bu mansıplar, hiç değilse Abbasîler döneminde, Sasanî ruhunu taşıyorlardı. Halifeler, saraylarının protokol ve teşrifatı için başka nereden örnek bulacaklardı? Bizans’la böyle iç içe olamamışlardı. Her şeye rağmen Araplar bu ülkenin sadece birkaç ilini fethetmişlerdi, buna karşılık Sasanî İmp.nun tümü, geleneklerinin tümü ile birlikte, ellerine geçmişti. İslâm’da zımnen mevcut devletle din izdivacı, örneğini Sasanî İmp.nda bulacaktı. İslâm kültür ve uygarlığının bütün aşamalarında Sasanî etkilerini saymak uzun ve burada yersiz olacaktır.

Abbasîler döneminde İslâm kültürünü, doğruca bir Arap iman ve yaşam tarzının ötesine götürecek değişmeler için koşullar olgunlaşmıştı. İslâm’ın bir “uluslararası” din ve kültür haline geldiği bir zamanda İranlılar kendi öz dil ve İslâmî geleneklerini geliştirip garip şekilde de hem Arap, hem de doğal olarak, İran Rönesans’ının beynelmilelleştirilmesinde önder rolü oynayacaklardır?

Gerçekten İslâm kültürünün bir bütün olarak kaderini çizecek olan bir mücadele bahis konusu olmuştu, İranlılaşmış, uluslararası bir İslâm ile dar Arap İslâm’ı arasında. Birinci hareketi yürütenler zamanın eğilimini görenlerdi; dar Arap çıkarları, İslâm’ın gerçek kaderi veya dehasına karşı bir anlamda mürteci tutum içindeyken bunlar geleceğin akımı olacaklardı.

[1] Arthur Christensen.- L’Iran sous les Sassanides, Osnabrück 1971, s. 106.

[2] Bu môgh-maguân magu’ların Osmanlı yazınına yansımış mugân şeklini daha önce görmüştük (C. II/l, s. 267-8). Yunanlı ve Latin yazarlar

bunlara μάγος, magus adını veriyorlar (Christensen s. 118).

[3] A. Christensen.- op. cit., s. 116 ve Ann K. S. Lambton.- Landlord and Peasant in Persia, London 1953, s. 14.

[4] Christensen.- op. cit., s. 112-3.

[5] ibd., s..321.

[6] Ziyaul Haque.- Landlord and peasant in Early Islam, Islamabad 1977, s. 169.

[7] Lokkegaard.- Islamic taxation in the classic period. Copenhagen 1950, s. 58. Zikreden 51 Haque.- op. cit., s. 170.

[8] A. Christensen.- op. cit., s. 17-20.

[9] ibd. s. 97-9.

[10] Tarafımızdan belirtildi, ibd., s. 100-1.

[11] Bkz. B. Oğuz, C. II/1, s. 425.

[12] A. Christensen.- op. cit., s. 102.

[13] ibd., s. 103-7.

[14] ibd., s. 111.

[15] Osman Turan.- Türkiye Selçukluları hakkında resmî vesikalar, Ank. 1958, s. 19-20.

[16] A. Christensen.- op. cit., s. 111-3.

[17] ibd., s. 416.

[18] Bu anlama da büründüğüne göre bu kişilerin halk beynindeki itibarı fazla yüksek olmamış olmalı.

[19] Steingass, s. 549.

[20] Coll.- V. O. K. S. Organe de la société pour relations culturelles entre l’U.R.S.S. et l’étranger I/3, janvier-février 1930, s. 18.

[21] A. Christensen.- op. cit., s. 117.

[22] ibd., s. 123-4.

[23] ibd., s. 126-30.

[24] ibd., s. 132-3.

[25] ibd., s. 262.

[26] ibd., s. 301.

[27] Siyasetname, 3. Fasıl, s. 25.

[28] I carib = 2400 m2, yaklaşık 50 adıma 50 adımlık alan.

[29] Ortalama 4 gram ağırlığında eski Yunan gümüş sikkesi. İskender-yadigârı paranın Sasanî döneminde kullanılmaya devam edildiği

anlaşılıyor.

[30] A. Christensen.- op. cit., s. 366-7.

[31] Millîyetçi “Şüubiyye” hareketi üzerinde daha önce bilgi vermiştik.

[32] R. N. Frye.- The heritage of Persia, London 1976, s. 276-7.