Kültür Eserleri > THKK 2/C - Tarım Teknikleri > Saban Tarımı

Saban Tarımı

Beşerin buluşlar tarihinde, çapadan hemen sonra saban ve tekerlek gelir. Saban ilk kez nerede ortaya çıkmıştı? Bunu bilene henüz rastlanmadı. Ama çeşitli varsayımlar ileri sürenler görüldü.

 Bunlardan birine göre saban, çapadan sonra ortaya çıkmış ve aşağıda göreceğimiz gibi, ondan doğmuş bir alet olabilir. Gerçek böyle ise saban tarımının değişik yerlerde doğmuş olduğu kabul edilebilir.

 Bir başkası da, saban tarımının doğuşunu, ilk arpa ve buğday tarımına bağlıyor, bunu tarla tarımına bağlı ve bunun bir zorunlu sonucu olarak görüyor. Bu kez sabanın, birçok yerde değil, tek bir yerde gün görüp bu odaktan yayılmış olması gerekir. Bu yer, doğal olarak, arpa, buğday ve sığırın bir arada bulunduğu bir yer olacaktır. Neresi olabilirdi burası?

Mesopotamya mı?

Bu ikinci kuramın sahibi Ed. Hahn’a göre Mezopotamya’da rahipler iğdiş edilirdi ve bunların arabaları, yine iğdiş edilmiş boğalar tarafından çekilmeliydi. Böylece boğanın, tanrılaştırılan o korkunç güç ve haşinliği ortadan kalkmış ve bu güç tarım işlerinde kullanılmaya elverişli hale gelmişti. Böylece de tarım artık kadının işi olmaktan çıkıp erkeğe mal olmuştu, Mezopotamya’da[1].

 Eski dünyanın bütün ilk iskân odaklarında buğdayla arpanın değişmez şekilde birlikte bulunmuş olması hayli şaşırtıcıdır, bunlardan sadece birinin bulunduğu hiçbir neolithik kültüre rastlanmamıştır. Bununla birlikte bu çağda buğday, arpaya nazaran daha önemli gibi görünmektedir…

 İstisnasız bütün eski yerleşim merkezlerinde emmer buğdayı (Triticum dicoccum) hepsinde daha bol miktarda bulunmakta olup neolithik çağlardan Roma egemenliğine kadar Mısır’da muhafaza edilmiş büyük buğday ambarları bu türe aittir. Emmer, Suriye ve Filistin’den Irak ve İran’a kadar yabani halde yetişen atası Triticum dicoccoïde’e şayan-ı dikkat şekilde benzemektedir.

 Jarmo’da (Irak’ın Kuzey-Doğu’sunda, Kerkük’e 48 km. mesafede arkeolojik sit) bulunmuş olup M.Ö. yaklaşık 5000’lere ait buğday, çok intizamsız bir tiptedir: bazı başaklar ilkel ve istikrarsız, bazıları gür ve ekilen emmer şekillerine çok yakındır. Fot. 2’de o çağlara ait bir tarım kült sahnesi görülür. Bir adam, törenle bir buğday başağı taşımaktadır.

 Yabani buğdaygiller nispeten yüksek topraklarda iyi çoğaldıklarından, bunların tarlalara ekilmek üzere daha alçak yükseltilere getirilmeleri muhtemelen hızlı bir mutasyonu teşvike yardımcı olmuştur. Güney-Batı Asya beşiğinden hareketle bu buğday, Akdeniz’in Doğu ucunda birbirinden uzaklaşan iki güzergâhı takip etmiş olmalıdır. Biri Güney’e, Mısır’a doğru, öbürü de Avrupa’ya[2].

 Sümer’de her tapınağın bir “kitaplığı” olup burada kutsal yerin idarî listeleri ve genel olarak işlerin belgeleri muhafaza edilirdi. Birçok hüyükte bu metinler inanılmayacak kadar çok sayıda bulunmuştur. Nippur’da bulunmuş bu tür tabletlerden 200 kadarlık bir grubun içeriğinde bizi ilgilendiren konuda kabaca şunlar bulunuyor: Değirmenin işçilerinin sayısı 1; tarlaların kiralanması ve buna bağlı tahsilât 6; tarlaların mesahası 10; tarla işlerine tahsis edilmiş boğalar 2; danalar 1; öküzler 2; boğalar 4; koyun ve keçiler (çobanlara emanet edilmiş vs.) 13; tahıllar 4; susam 12; ekmek 1; tarla işçilerinin iaşesi 1; tarım 1[3].

 

Öbür yandan bir tapınağın” muhasebe defterinde” de şunları okuyoruz[4].

Mutfak için aylık tedarikât:

 

1/2 gur gu unu için arpa, bakiye: 1/4 gur;

21/2 gur uzun dayanıklı 2 ekmek için arpa,

78 sila kırılmış arpa;

121/2 gur ekmekler için buğday, bakiye: 2 gur, 12 sila

 

Bira için aylık tedarikât:

9 gur, 24 sila buğday[5] bakiye: 11/2 gur

5 gur bira ekmekleri için arpa, bakiye: 1 gur, 96 sila[6];

7 1/2 gur malt

 

Al-Ubaid’de yerleşen Fırat vadisinin ilk sakinleri bize çok sayıda çakmak taşından çapayı miras bırakmışlar. Bu taşın Anadolu’dan ithal edilme zorunluluğu ve bu teknik, ağır işlemekle, ancak sınırlı alanın ekilebildiği göz önüne alındığında, tarımın maliyetinin yüksek olduğu anlaşılır.

 Sabanın devreye girmesiyle işler değişecek, küçük parsel ekimi tarla sürülmesine dönüşecekti. Bunun hangi tarihlerde vaki olduğu saptanamamaktadır, şöyle ki bu aletlerden hiçbiri günümüze çıkmamış olup sanat çalışmalarında bunlara dair ilk temsiller en iyi koşulla sadece bir terminus ante quem vermektedir.

 Ama Mezopotamya ve Mısır’da öküzle çekilen sabanın M.Ö. 3000’lerde (belki de bundan çok daha önce) kullanıldığını biliyoruz (Şek.3 ve 4).

Şek.3.- Nippur’da bulunmuş bir damganın izinden Mezopotamya sabanı ve ekici (History of Mankind’dan).

Şek.4. – Mısır (Eski Krallık) Tarımı: Sürme, kesek kırma ve elle tohum atma (History of Mankind’dan).

 Hindistan’da da, Harappa kültürünün gelişmesi sırasında saban tarımı az çok bu kadar eskidir. Hangi ülkenin bu keşfin sahibi olduğunu iddia etmenin bir anlamı yoktur. Şöyle ki, eski dünyada münakale, tahmin edilenden çok daha hızlı olup saban derecesinde önemli bir pratik bilginin, yerel koşulların onun kullanılmasına uygun olması koşuluyla, ülkeden ülkeye, çok çabuk intikal edeceği doğaldır.

 Gerek şekil 4, gerekse fot. 3’den, boyunduruğun henüz bilinmediği, öküzlerin sabanın okuna, boynuzlarının alın dibinden geçen bir çubukla bağlı bulunduğu açıkça görülmektedir.

Tarımın terakkilerini en iyi yansıtan belge, M.Ö. 1700’ler civarının “Tarımcının almanakı” oluyor; yazıldığı dönemde bunun tarzı Ninurta’nın baştan vermiş olduğu talimatı tecessüm ettiren bir “klasik kitap” olduğu farz edilmiş: “Eski zamanlarda bir çiftçi oğluna öğütler veriyordu: Tarlanı işleyeceğin zaman, sulama düzenini açık tutmaya dikkat et şöyle ki su, tarlada fazla yükselmesin. Onu sudan boşalttığında, gözün tarlanın ıslak zemini üzerinde olsun. O, düzgün kalsın; başıboş öküzlerin tarlayı çiğnemesine izin verme… Tarlayı on dar balta ile temizle (bunlar, beheri 2/3 libre’den daha ağır olmasın). Anızlar elle kıvrılmış olup demet halinde bağlanmış olsun…” Yazın, güneşten pişmiş tarlalarda yapacak iş yokken çiftçi ev işlerini tanzim edip yardımcı kiralayacak, önceden bütün gerekli araç, gereç, sepet ve kapları hazırlayacaktır: “boyunduruk çubuğu pekiştirilecek, yeni kamçın mıhlarla bağlanacak, eski kamçının bağlı bulunduğu sap, işçi çocukları tarafından tamir edilecektir”. Sürmek için fazladan bir öküze sahip olmaya dikkat edilecektir. Sürmeye başlamadan önce zemin iki kez yassı kazma, bir kez de çapa ile kırılmış olacak; gerektiğinde topakları parçalamak için çekiç kullanılacaktır.

 “Toprağı sürme ve tohum atma işlemleri hemzaman olarak bir tohum atma aleti marifetiyle yapılırdı. Bu sonuncusu, saban izine tohumu taşıyan bir dar huniyle sabana bağlı kaptan tohumu sevk eden bir tertipten ibaretti.” (şek. 5)

 “Rençper, yaklaşık 20 ayak genişliğinde her şeride sekiz iz açmak talimatını almıştı; o, tohumun hep bir derinlikte gömülmüş olmasına özen gösterecektir. ‘Arpa tohumunu eken adamın bunu muntazam olarak ikişer parmak ara ile atmasını denetle; tohum toprağa uygun şekilde nüfuz etmeyecek olursa saban (madeni) ucunu -yani sabanın dilini- değiştirmelidir.’ Sürme işlemi hep aynı yönde olmamalıdır. ‘Düz izler açtığınızda, çapraz (diyagonal) izler açınız; çapraz izler açtığınızda, düz izler açınız.’ Tohum atma işinden sonra, izler kesekten temizlenecektir. Şöyle ki arpanın filizlenmesi engellenmemiş olsun. Filizin toprak arasından ilk göründüğü gün rençper tarla faresi ve haşereler Tanrıçası Ninkilim’e bir dua edecektir, aksi halde bunlar büyüyen taneye zarar verecektir; ayrıca kuşları da kovalayacaktır. Arpa, saban izinin dar dibini dolduracak kadar büyüdüğünde, onu sulayacaktır ve tarlayı ‘bir kayığın ortasındaki hasır’ gibi kaplayacak kadar yoğunlaştığında onu bir kez daha sulayacaktır. Bir üçüncü kez de ‘sahane’ taneyi sulayacaktır.”

 “Bundan sonra ıslak tanenin kızardığını görecek olursa bu, ekini tehlikeye sokan samana hastalığıdır. Ekin iyileşme arz ettiğinde onu bir dördüncü kez sulayıp %10 kadar bir fazla ürün alacaktır.”

 “Biçmek zamanı geldiğinde çiftçi arpanın kendi ağırlığı altında eğilmesini beklemeyecek, onu kuvvetli gününde kesecektir, Üç işçi, biçilmemiş ekin üzerinde ekip halinde çalışır, bir biçici, bir bağlayıcı ve görevi belli olmayan bir üçüncüsü.”

 “Hasattan hemen sonra harman dövme işi, beş gün süre ile yığılmış ekin sapları üzerinde ileri geri çekilen bir kızakla yapılır. Arpa daha sonra öküzlerle çekilen bir ‘açıcı’ ile ‘açılır’. Bu arada tane, toprakla temasta kirlenmiştir; bu itibarla uygun bir duadan sonra o, uzun saplı bir savurma küreği ile savrulur ve böylece kir ve tozdan ve de saman kırıntısından arındırılır.”

 “Bu dikkatle hazırlanmış ‘talimat’tan Orta Doğu’da uygulanmakta olan pratik tarım tekniğinin Mezopotamya’da yaklaşık M.Ö. 3000’in sonunda mükemmelleştirilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Eldeki delillerden Mısır’da da değişik koşullarıyla, gelişmenin az çok, tamamen değilse bile, bu kadar erken olduğu görülmektedir.”[7]

 Devam etmeden önce, münakale teknikleri konusunu da yakından ilgilendiren çok önemli bir hususa dikkati çekmek isteriz. Fot. 3-5’in yakından tetkikinden “boyunduruk”un henüz bilinmediği açıkça belli oluyor: Öküzlerin kafalarının üzerinden bir ahşap çubuk, boynuzlara sıkıca zapt edilmiş, saban oku bu çubuğa bağlanmıştır.

 Fot.3’de bu bağlantı uzunca bir ip aracılığıyla yapılmışken Fot. 4 ve 5’de ok doğruca çubuğun üstüne binmiş olarak ona bağlanmıştır. Fot 6’daki modelde okun ucu bu bağlantıyı kolaylaştıran bir şişkinliği haizdir.

 Fot. 7’de ise bir Bizans freski görülür. Bunda çiftçi, “bizmile”siyle, “boyunduruk”a vurulmuş öküzleri dürtmektedir. Ancak ressam “boyunduruk”un boyunda olmayıp omuz kemiklerine oturduğunun farkında değilmiş!… Döneceğiz bu konuya.

 Fot. 8’de de saban uçunun ok’a iple bağlı olduğu bir kısa saban tipini (M.Ö. yakl. 1300) görüyoruz ki bunun, öküzlerin boynuzlarına bağlı çubuğa, şişkin ucundan yine bir ip aracılığıyla raptedilmiş olması gerekir.

 Filistin ahalisi, göçebe istilâsı fırtınasından sonra M.Ö. 2000’lerden itibaren yeniden kentsel yaşama dönmüş ve M.Ö. 1200’lere kadar süren bir uygarlık tesis etmişlerdi ki bu dönemin en erken bölümü, Ahd-i Atik’te anlatılan “Pederler” zamanına rastlamış olmalıdır.

 Yahudi döneminin (M.Ö. yakl. 1200-597) köylüsü, kendisinden öncekilere göre çok daha ileri aletlerle mücehhez bulunuyordu. Yakub’un çocuklarının kullandıkları ağzına çakmak taşı geçirilmiş tahta oraklar yerine ellerinde keskin demir oraklar vardı ve bunlar en az iki kat fazla ekin biçiyorlardı. (bkz. Fot. 8. üstte) Gerçi bu oraklar kısaydılar ve biçici bir elle başakları kavramak, öbür eliyle de biçmek zorundaydı; Uzun saplı uzun orak henüz çok uzak bir gelecekteydi[8].

 

“Tarih Sümer’le başlar” dendiğine göre, tarım da, bunun gerekleri olan aletler, sulama tesisleri, arazi kadastrosu… da Sümer’de başlamış olmalı. 

Ur-III dönemi mahallî takvimine göre hasat beş “ay” sürüp aşağıdaki işlerden ibaret oluyor:

şe – gur – ra, “ekin biçme”, şe – gur – ku ay adıyla karşılaştırılıyor.

şe – il – la, “ tahıl harman yerine taşınacak”.

ki – su – (ra) gub – ba, “ harman dövme, harman yerinde çalışma”.

şe – bal – a gur – a im – ür – ra, “tahıl ambarına nakil”.

zar -tab -ba su – ür – ra, (ambarda) “depolama”.

Biçmeden itibaren sevke, yani satışa hazır (şe- kar – ra – gal – la) hale gelene kadar esas olarak iki ay geçiyor. Piyasaya hazırlık, nakil olanaklarına (su yoluyla nakil durumu, kanalda suyun durumu vs.) bağlı oluyor.

 Sargon öncesi Lagaş’ta tarım yılı, “tarıma açılmış tarlalarda”, bir “ürüne şükran” töreni ile son buluyor. Köyüler, bütün bu tarım faaliyetleri arasında en az üç kez tanrılara dua ediyorlar: “Bu tarla için”, “araziyi tarıma açmak için”, hasattan hemen önce ya da ekinler biçilirken…

 Gerisini vermediğimiz bu ayrıntılar bize Sümer’den itibaren insanoğlunun, başlıca yaşam vasıtası olan tarıma ne denli önem verip bunu nasıl büyük “ciddiyet” içinde ele aldığını gösterir. Mezopotamya’nın özellikle gereksinmesini duyduğu suyun, ne gibi yollarla tarlalara (ve içmek için kişilere ve de, kumaş boyama, dericilik vs. gibi çok su gerektiren “endüstri”lerin icaplarını yerine getirileceği yerlere) ulaştırıldığı konusunu aşağıda irdeleyeceğiz.

 Biz şimdilik iki tane Sümer saban tipini vermekle yetinelim (şek. 5 ve 6). Bunlar, sırasıyla eski Elam’da Susa yakınında Dizful’un günümüz sabanından Axel Steensberg tarafından yapılmış kroki ile Danimarka Doğa Bilimleri Müzesi’ndeki yine Dizful’dan bir numuneden çizilmiş resimlerdir[9].

Şek. 5.- Günümüz Dizful sabanından Axel Steenberg tarafından uyarlanmış Sümer sabanı. APIN (B. Hruşka’dan)

Şek. 6.- Dizful’dan bir saban. Danimarka Doğa Bilimleri Müze’sinden alınmış bir fotoğrafa göre.

(B. Hruşka’ dan)

 Sargon öncesi zamanda kalmaya devam edelim.

 Erken sülâle dönemi (M.Ö. 2400) sonunda Lagaş devletinde takvime bağlı dönemsel tarımsal faaliyetlerin ve mütenavip yıl nadası hususundaki çalışmalar, bazı verileri ortaya koymuş, ezcümle:

 Bağdat’ın Güney-Batı’sındaki en önemli sitelerden Sippar (Abû Habbah) ile Sippar-amnârum (Tell ed- Dér)’un bu adları bizi çok önemli bir bağlantıya götürüyor: Sippar adı, Fırat’ınkiyle aynı küneiform işaretle yazılıyordu. Bununla birlikte bu ideogramlar Akkadçada farklı şekilde okunuyorduysa da yazı ayniyeti, kentle nehir arasındaki sıkı bağlantıyı çok iyi gösteriyor. Bu itibarla, mahallin tarihinin başlangıcının, kalıntılarının üzerinde bulunduğu su yolu ile ilişkili olmuş olması çok muhtemeldir. İstidlalen, su yolunun bu mahallin civarından en az bu sonuncusuna “Sippar” adının verildiği çağdan beri aktığı kabul edilecektir; ancak bu akışın başlangıcı M.Ö. 4000’e kadar geri götürülebilir. Bu ikinci varsayım daha varit görülmektedir şöyle ki Sümer Kraliyet Cetveli’ne göre Sippar, Tufan öncesi beş kentten biridir [10].

 Aynı şekilde Mari kentinin doğuşu ve kesin konumu da “Fırat+Habur” iştirakine bağlanıyor. Gerçekten son araştırmalar Mari’nin, doğuşundan itibaren bir büyük projeyi tasarlayıp uygulama kabiliyetinde olan bir siyasi düşüncenin sonucu yeni bir kent olup sanıldığı gibi bir köy aşamasından itibaren tedrici bir gelişme göstermiş bir kent olmadığını göstermiştir[11].

 Bu arada bütün su işlerinin tarım amaçlı olmadığını, örneğin, siteyi Fırat’a bağlayan “Mari kanalı”nın kente tatlı su isalesi ile gemilerin kentin limanına kadar gelmelerini kolaylaştırmak üzere nehirle bir sürekli ilişkiye olanak sağlamak üzere açılmış bulunduğunu ifade edelim. Bir başka örnek de Nahr (Nehir) Dawrin adıyla bilinen, 110/120 km uzunluğunda Habur – Fırat kanalıdır. Bu kanal, Habur üzerinde es-Cezr’deki başlangıç noktasından Fırat’a varmasına kadar 9 ila 11 m.lik bir sabit genişlik arz ediyor ve büyük ihtimalle kıvrımlar üzerinde daha uzun ve tehlikeli bir güzergahtan kaçınarak Habur’la Fırat arasında gemi nakliyatını sağlıyordu[12]. Bu tür kanallar şimdilik konumuz dışında kalıyor. Biz dönelim sulama işlerine.

 Mari havzasıyla uzayan Habur’la Fırat’ın birleşme bölgesinin tarihi, üç büyük an’a uymaktadır:

– Bronz çağı ve özellikle Eski Bronz ve Orta Bronz çağları,

– M.Ö. IV. yy.ın sonundan Milâdî III. yy.a uzanan ve bölgenin tümüne bir mümtaz mevki sağlayan Doura – Europos sitesiyle klasik çağ,

– Hiç değilse birleşme bölgesinde bir yeniden canlanma ile damgalanan Eyyübî çağı.[13]

 Lagaş’ın Kraliyet arşivlerinin çok sayıda belgesinde doğruca sulama teknolojisine dair fazla bilgi bulunmuyor. Ancak bugün emin olarak ifade edebileceğimiz keyfiyet, su akışının sağlanmış olduğu, yani birçok bağlantı çukuruyla dendritik tesmiye edilen sistemde büyük ve küçük kanalların varlığıdır. Her tarla ve arazi tamamen ya da kısmen bir kentle çevriliydi.

 Gölleme suyunun tutulması için en eski tesis Güney Mezopotamya’da M.Ö. V. yy.a çıkıyor. Arazilere, tarlalara, “soğan tarlaları ( ki – sum -ma )”na ve bahçe (kiri)’lere yapay su sevki büyük bir ürün artışı sağlıyordu. Su sevkiyatının tanzimi için kanallar sair tesislerin büyük ölçüde inşası teşrik-i mesai (kooperasyon) olmadan mümkün olamaz ve düşünülemezdi. Yarı çorak topraklarda yapay sulama gereksinmesi, M.Ö. IV. yy.da ilk site devlet’in tessüsünü kesin olarak hızlandırdı. Bundan sonar site merkezine bağlı çok değişik manzara arz eden ve uzun süte ekilip biçilmesinin zorunlu olduğu sulanmış iller ortaya çıkacaktı, Lugalbanda Destanı’nda Uruk’un Tasviri şöyle;

 

‘“Evet, Urukta bataklık vardı, su idare altına alındı,

(orada) kuru toprak vardı, (orada) kavaklar yetişirdi,

kamış kümeleri, ölü kamışlar ve yeşil kamışlar vardı.

Eridu’nun efendisi Enki

beni ölü kamışları sökmeye, suyu orada durdurmaya bıraktı.

Elli yıl ben orada inşa ettim, söylüyorum – elli yıl!”

 

Sulama tesislerinin inşa ve bakımı, daha M.Ö. XXVII. yy.dan itibaren ilk devletlerin ekonomik işlevlerinin bir önemli bölümünü teşkil etmiştir; Kiş Kralı Mesalim, Lagaş ile Umma arasındaki sulama nahiyesinin sınırını mesaha edip saptamıştı. En eski somut kanal inşasına ait bilgi, gerçekten Lagaş hükümdarı Umanşe’nin yazıtında bulunuyor. ( M.Ö. yakl. 2500)

Bu kanallardan birinin adı, Pirig- eden – na, “Bozkırın arslanı” idi…

Bunların dışında Uru’inimginas reform metni tarlaların doğruca kuyulardan sulandığını zikrediyor. Bu sulama, igi – nu – du işçisinin sabit denetimi altında vaki oluyor. Bu işçi ne özel eğitilmiş köylü (engar) ne de yetki sahibi bir kişiydi. O, sadece müşahit olarak duracaktı[14].

Şek. 8.-

a- İsale ana yolu

b- Tevzi yolları

 

(Krokiler Grossen Brockhaus -Wiesbaden 1953 – Bd. 2’dan)

 

Büyük alanların su yollarıyla sulanmasında kullanılan sistem, yine Grossen Brockhaus’a göre, şek. 9’ da gösterilmiştir.

Şek.9.-

 

a- En büyük kanal, nehir     b- İsale su yolu        c- Baraj

d- Boğaz eklüsü (belgelenmemiş)     e- Giriş eklüsü (belgelenmemiş)

 

a- muş – du da ”yılankavi” su kanalı oluyor (şek. 10).

Şekil 10. – (L. J. Booher, Surface Irrigation – FAO Agricultural Development Paper. Nr. 95. Rome 1974)

 

 

Sümer kanal terminolojisi esas itibariyle aşağıdaki üç sözcükle sınırlıdır;

eg, pa ve id. Bilginlerce “bent”, “imlâ” ve hattâ “kanal” olarak değişik şekillerde yorumlanmış eg, tepesinde küçük bir kanalı taşıyan geniş bir toprak duvarı ifade ediyor. Bu itibarla eg, bir yükseltilmiş su yolu ile ayrılmış iki paralel dolgunun başından başlamaktadır. Nitekim eg’in arkaik piktografı  böyle iki seddenin kesitini temsil eder gibidir. Burada kaydedilecek husus, eg’in münhasıran toprak yapıyı ifade ettiği, hiçbir zaman buna bağlı su yolunu göstermediğidir. Gerçekten, “küçük kanal” pa ve “büyük kanal” id’in aksine eg’ler “kazarak” (ba – al) değil “imlâ ederek – doldurarak, yükselterek” (dü), “yaparak” (ak), veya “yığarak”(si-g) meydana getirilmektedir. Bunun dışında pa ve id “derinlik” (bür, pü)’i haizken eg’ler değişmez şekilde “yükseklik” şeklinde tarif edilirler.

 Her ne kadar bazı önemli hususlarda farklar arz ediyorsa da Akkad kanal terminolojisi Sümer’inki ile yakından bağlantılıdır.

 Kanallar için kullanılan sözcüklere ek olarak III. bin kaynakları, çeşitli sulama tertiplerini ifade eden birçok terimi de kullanmaktadır. Bunların arasında en belirgini kun – zi – da, bir tür bendi ifade ediyor. İlk kez Sargon öncesi Lagaş kaynaklarında görülen nag- kud ise bent kapağı (giyotin kapak) oluyor. Kun – zi – da’dan sonra nag – kud’un en sık zikredilen sulama tertibi olması, bu sonuncusunun Ur III sulama sistemindeki önemini belirtir. Bunun fiziksel karakteristiklerine gelince, nag – kud yükseltilmiş bir dikdörtgen havuz oluyor. Bu, yığılmış topraktan (sahar) yapılmış olup saz, çayır otu ve hatta odun kütükleriyle takviye edilmiştir. Bu itibarla, yapısal olarak nag – kud, eg, “bent”in bir türünden başka bir şey olmuyor. Kaynakların mahsusî olarak belirttikleri nag – kud’un tek parçası a e – a, “bent (giyotin) kapağı, savak, akıtma kapısı”dır. Nag – kud’un boyutları üzerinde durmuyoruz.

 Kanal sistemi içinde bunun işlev ve yeri hâlâ tartışmalı durumdadır. Bu konuda en yaygın görüş nag – kud’un “nehir yatağının dışında bir su haznesi” olduğu merkezindedir. Kimine göre de bu “sulanacak araziye kanalların biriktirilmiş suyunu götüren bir uzunlamasına hazne olup burada toprak, … açıldığı zaman, bundan ‘içmekte’dir”. Başkaları ise bunda, su biriktirme değil, “mil çökertme havuzu”nu görmektedir…[15]

 Her ne kadar su terfii aletleri Mezopotamya’da çoktan beri biliniyor idiyseler de bunlardan Mari metinlerinde hiç söz edilmiyor. Burada sadece, yukarılardaki bir alma yerinden itibaren nehirden türetilen ve yerçekimiyle iş gören kanallara başvurulmuş. Sadece iki kez kuyudan su çıkarma işleminden bahis var. Bir yazıtta Yahdun – Lim kanal açarak ülkesinden kuyu kovasını yok etmekle övünüyor. Bununla birlikte yöntem tümden kalkmamış şöyle ki saray kâhyası Bahdi – Lim, bir mektubunda, taşmış olan bir geçici derenin da – lu – wa- tim’leri, yani mutat olarak kuyudan çekerek sulanan toprakları su altında bıraktığını yazıyor[16].

 Eski Babilonya (yakl. 2000-1600) matematik metinlerinde tarım ve su işlerine ait (az da olsa) malzeme bulunması ilginç oluyor. Bunlardaki ayrıntılar, ezcümle bir hazne ya da sarnıç kullanılarak sulama, bunların boyutları; sulama kanal ve hendeklerinin boyutları; buralarda suyun derinliği vs. üzerinde yayılmayacağız. Sadece bir büyük kanal ya da bir nehir kolunun tıkanmasına değin bazı sorunlar ilginç olabilir. Bu sorunlar bir bent gibi yapının boyutları, kil[17] ya da tuğla işi, “toprak” işi ve işçilik maliyetleri gibi veçheleri irdelemektedir.

 Bent bir dikdörtgen prizma olarak tasavvur edilir ki bunun yüksekliği 9 m (= 18 cubist = 1 1/2 nindan), uzunluğu 120 m (20 nindan) ve genişliği de 30 m ( 5 nindan ) oluyor ki yükseklik / kalınlık / uzunluk oranları 1/ 3.333 / 13.333’dır. Kalınlık / uzunluk oranı ise 1/4’dür. Bu oranlarla kil / tuğla işleri/ “toprak” işleri için 2/1 oranı, bent inşası için standart parmak hesabı olmaktaydı.

 “Bu bendin, hazne gibi… o şekilde inşa edilmiştir ki bunun matematik “ispat”ı hadsî olarak açıktır. Sorun, standart matematik süreçlerle çözülmüştür ama 2/3 kil / tuğla ve 1/3 “toprak” işi olduğuna göre 1 nindan yüksekliğin, kil / tuğla oranı olan 2/3’ü olduğu aşikârdır, o ise ki 1/2 nindan, “toprak” olan 1/3’ü temsil ediyor…”

 Bent’in kendisi kâsirum tesmiye edilmekte olup iki farklı inşa yöntemini gerektiren iki farklı malzeme kategorisinden yapılmıştır. Metinler işbu inşa tiplerini sadece sahar (toprak) ve kin (iş) tabirleriyle zikrediyor ve hattâ bunların bendin içinde nerede dahi kullanıldıklarından bahsetmiyor.

 Bildiğimiz kadarıyla bentin üçte biri “toprak”tan inşa ediliyor. İşbu “toprak” tabiri muhtemelen “toprak işi” için bir neve ait tabir oluyor.

 Bendin öbür üçte ikisi, onun su altında kalan kısmı olmalı. Burası muhtemelen bir kil ya da bitum harç içine gömülü tuğladan olmalı.

 Bendin bu bölümünün işçiliği, 3.45 “katsayı”sı kullanılarak 5.200.0 (19.200) adam – gün olarak hesaplanmıştır. Bu, bir adamın bir günde tamamlamasının beklendiği 3,45 gin (1,125 m3) hacme tekabül etmektedir. Bu katsayı mutat olarak Sümerce im dü – a (harfiyet belki “yığılmış kil”) tesmiye edilmiş bir iş tipini çağrıştırıyor:

 Bir de bir appum, “burun”a değgin bir sorun var ortada: “bir appum: 2 1/2 nindan uzunluğudur; 2 nindan arka kısmında genişliktir. 3 cubits[18] suyun yüzünden (yani su seviyesinin üstünde) derinliktir; 6 (cubits) derinliktir (su seviyesinin altında). Toprak (= toprak işi hacmi) ne kadardır?

 3 cubits derinlik ve 6 ekliyorsunuz; 9 buluyorsunuz. 9’u ortadan kırın; 4,30 görüyorsunuz. Genişlik 2’yi yarıya bölün; 1 buluyorsunuz. 4,30’u 1 ile çarpın; 4,30 buluyorsunuz. 4,30’u 2,30 (uzunluk) ile çarpın; 11,15 buluyorsunuz. 11,15’in 2/3’ünü atın; 3,45 görüyorsunuz. Toprak budur. Geri kalan 7,30 “kamış destesi işi”dir. Bunun yapılışı böyledir.

 Bu appum, yukarıdaki bent gibi, 2:1 oranında iki ayrı kısımdan inşa edilmiştir. Bunun üçte ikisi gi – sa – kin, “kamış destesi işi” tesmiye edilmiş olup, her ne kadar hiçbir yerde beyan edilmemişse de, muhtemelen alt kısmını temsil ediyor. Geri kalan 1/3 “toprak işi” (sahar hi – a)dır. Uzunluğu” 15 m.dir. “Arka kısmında” genişliği 12 m.dir. “Suyun yüzeyinden derinliği 1,5 m.dir. Derinliği (yüzeyin altında) 3 m.dir. Şekli ne ola?

Şekil. 11

Metin tashihi gerektirdiğinden bu husustaki tahminler değişik olmuştur. Gerçeğe en yakın olanı, şek. 11’de görüleni olmalıdır[19].

 Mühendislik tarihi bakımından hayli ilginç olan bu ayrıntılardan sonra geçelim yine bu işlerin “idari” yanına. Toprak ne gibi iş ilişkileri içinde işleniyordu…?

 Sippar ve Uruk’taki yayınlanmış malzemeler arasında önemli farklar bulunuyor. Uruk’ta belgelerin büyük bölümü, mabedin merkezî idaresinin işleyişine, ezcümle en fazla kira çiftliği, merkezî muhasebe ve idari ihtilâflara değgin oluyor. Yayınlanmış olduğu kadarıyla Sippar malzemesi de muhasebe ile ilgili olmakla birlikte bu, çok daha “küçük ölçek”te. Örneğin kira çiftliğine dair sadece tek bir önemli belge bulunuyor. Mülk hüccetleri önemli yer tutuyor. Kiracılık mukaveleleri, kırsal bölgenin geliştirilmesinde, özellikle tarıma elverişli toprağın gerçekten bütün bilinen kanallar boyunca hurmalığa tahvilinde özel işadamının rolünü belirtmektedir.

 Birçok eksikliğe rağmen bütün bu arşivlerin bir müşterek yanı vardır. Tarım bahis konusu olduğunda bunların hepsi münhasıran toprak sahibi ile kiracıların münasebetleri üzerinde duruyorlar. Belgelerin çoğu şu ya da bu türlü kiracı tarafından toprak sahibi ya da temsilcisine ödenen kiraya değgindir: Kira anlaşmaları, beklenen mahsulün takdiri, takdir edilmiş miktarları teslim vaatleri ve teslim makbuzları.

 Ölçümde kullanılan çeşitli sistem ve birimler üzerinde durmayıp Yeni Babilonya’nın tarım uygulamasının sorunlarına değinelim. Bunları şöylece sıralamak mümkün:

  1. Sulama nasıl uygulanıyordu, ama tarlaların konumu, tarla sistemleri hakkında ne biliyoruz? Suya varmaya dair bir şeyler bulabiliyor muyuz? Bu bize belki su haklarının zikredildiği birkaç bölümden daha fazlasını söyleyecektir.
  2. Mülklerin (hisselerin) boyutu, kiracılığın istikrarı hakkında bir şey istidlâl edebilir miyiz? Bu tür beyyine, çok az metnin bizi üzerinde aydınlattığı nadas sorununun önemini vurgulayabilir.
  3. Belgeler, toprak sahibi ile kiracı arasındaki ilişkiye değgin oluyor. Ürün sorununa ancak toprak sahibinin aldığı kira – pay ile yaklaşılabilir. Toprak sahibinin aldığı pay oranı saptansa bile bütün sorunlar çözülmüş olmuyor: eşru ya da çeşitli vergi ve resimleri her tür idarî makamlara kim öderdi?
  4. Ürün, toprağın niteliğine bağlıdır: kiracılık mukaveleleri ve toprağın devrini kaydetmiş belgelerdeki ilgili tabirlerin anlamını saptayabilir miyiz?
  5. Ne tür ürün yetiştirilirdi? İlk bakışta yanıt basit gibi gözükebilir. Toprak sahiplerine ödenen kira-pay, yetiştirilmiş olandan ibarettir. Ama bu, muhtemelen doğru olmayabilir. Kira-paylar arpa, emmer (ilkel buğday) veya has buğday ve bir miktar susam, kasia ve tere ile birlikte hurmadan ibarettir. Ama Nur-Sin arşivleri soğan üzerinde yoğunlaşıyor. Bu arşiv sıhhatli bir ikaz oluyor: soğan muhtemelen mukaveleye göre yetiştiriliyordu. Nur-Sin ailesinin varlığı Şahrinni’yi bir soğan yetiştirmenin merkezine yerleştirmiş oluyor. Birçok metin keten bezinden söz ediyor. Bazı ürünlerin, tahıllar ve hurma dâhil, mukaveleye göre ekildikleri kesindir.
  6. Mevsime göre işçilik talepleri, kamu bayındırlık işleri dosyalarından çıkartılabilir şöyle ki bunlar başka iş için tarımsal işçilik gücünün elde edilebilirliği hakkında bize bilgi veriyor.

 Bütün bu sorunları burada tartışmak bizi esas konumuzun çok uzağına götürecektir.

 Güney Mezopotamya’nın bazı alanlarında su yolları sisteminin “komşu ekim alanlarını boyut ve şekil itibariyle yeknesak (tekdüze) poligonlar halinde bölen” bir nevi ızgara olarak tanımlamak, komşu ekim alanlarının var olacaklarına işaret oluyor. Bazı bilginler, haritada bulunan birçok paralel kanal (ve akarsu)yun bir nevi drenaj sistemi olarak izah edilebileceğini ileri sürüyorlar, şöyle ki bir kanal suyu getiriyor, öbürü, bu su kullanıldıktan sonra, onu alıp götürüyor.

 Nar-Sin’in Nippur sulamasının idari örgütlenmesinde başlıca rol oynadığı anlaşılıyor. Her ne kadar “Sin Kanalı’nın yargıçları” işlevsiz durumda görünüyorlarsa da, “Sin kanalının geliriyle görevli” kişinin, muhtemelen bir büyük müstelzimin, öbür kanallar üzerinde geniş yetkileri vardı.

 Bu arada Nippur alanının enikonu “feodalleşmiş” olduğunu biliyoruz.

 Uruk mektuplarından, kanallarda kazma ve temizleme işlemlerine tanrıça Eanna’nın dahli bulunduğuna dair birçok işaret bulunuyor. Kiralanmış çiftlik belgesinde “ana kanal üzerinde (tüm) kazma işini Eanne hazinesi hesabına yapacaklar” ibaresi, bu yükümlülüğü zımnen tanırken kiracıyı bu görevin dışında tutuyor.

 İş yapanlar sadece mabetler olmuyor. Büyük projelerin kraliyet idaresi tarafından örgütlendiğini de biliyoruz. Belgelerden biri bu idarenin üç büyük projeyi aynı anda ele almış olduğunu bildiriyor. Metin bittabi Şamaş[20] tapınağı tarafından yapılacak iş üzerinde yoğunlaşıyor ama başka kesimlerin başka tapınaklara ait topraklardan geçtiğini ve hayli dikkate değer şekilde işin LU – GAL – GIŞ – GIGIR – MEŞ, yani “arabaların reisleri” tarafından da yapıldığını ifade ediyor ki bu sonuncular hiç şüphesiz, kraliyet ordusuna bir araba sağlamakla mükellef toprak aristokrasisinin bir parçası oluyorlar[21].

 Sanki tımar sistemi. Devam edelim.

 Ana sulama sisteminin bakım ve tamiri, büyük kurumsal ve özel toprak sahiplerinin yükünü paylaşan kraliyet idaresi tarafından denetlenmekte olup işbu toprak sahipleri, kendi başlarına, malî, maddî ve insan kaynaklarını bunun emrinde bulunduracaklardı.

 Bu arada ilginç bir hususu da zikretmeden geçemeyeceğiz: belgelerde bir kanal ya da nehre cephesi olan dar uzun (50×2500 m.), birbirine komşu tarlalardan söz ediliyor[22]. İnsanın aklına İngiltere’de Ortaçağda, “enclosure” – ihata duvarı öncesi tarla sistemi geliyor. Devam edelim.

 Sippar, Uruk ve Babil’de toprağın bölünmesi tertibi hakkında bildiklerimiz, bundan faydalananların kendi kentleri yakınındaki çeşitli nahiyelerde toprak elde ettikleri merkezindedir. Mülklerin böylece dağılmış olması, toprak sahibinin bunları doğruca işlemesi, sosyal açıdan kabul edilebilir olmasına karşın bahis konusu olamaz. Toprağın fiilî işlenmesi, kiracıların elinde idi. Bunlar sahiplerinin toprağını işleyen hür kişiler olmasalar bile, kiracı olarak görüleceklerdir. Bu kiracılık müessesesi o denli yaygınlaşmıştır ki mülk sahibi-şagil arşivlerde bilinmeyen bir olgu oluyor. Şu kadar ki çok küçük olanların sahiplerinin bile kiracıları vardı… Çalışan insanların toprağa bağlı olduklarına dair kanıt bulunmuyor[23].

 Ur III Girsu’dan bir metin grubu, tarla sürmek, (toprakları kırmak ) için sürgü geçirmek ve fidan dikmekte kullanılan cer öküzleri sırasıyla, gu- (apin), gu – giş – ür ve gu-numun tesmiye ediyor. Ancak başka metinler gu – apin’in işbu üç tip cer öküzü için bir neve ait tabir olarak kullanabileceğini gösteriyor[24].

 Apin’in sabanı ifade ettiğini biliyoruz. Gu da doğruca “ öküz” olmalı.

 Ur III çağında tahıl tohumu saban izlerine mutat olarak bir tohumluk-saban ile mücehhez bir öküzler takımı (gu- numun/gu- apin) marifetiyle ekiliyordu. Her ne kadar Ur III metinlerinde gu- apin çoğu kez “bir tohumluklu sabanlı öküz(ler)”i ifade etmede kullanılıyor ve (görünürde Sümer apin’den istiare edilmiş) Akkad epinnu çoğunlukla “tohumluklu saban” karşılığı oluyorduysa da apin sözcüğü başlarda bir “tohumluklu saban” değil, bir “toprakaltı sabanı”nı ifade etmiş olmalı. Muhtemelen, ekim ayında işbu (toprakaltı) sabana geçici olarak bir tohum hunisi eklenmiş olmalıdır[25].

 Bu “toprakaltı sabanı” herhalde derin sürme – kirizma sabanı olmalı.

 Girsu metinleri grubu mülk arazide hem toprağı sürme, sürgü çekme ve ekmede kullanılan cer hayvanlarıyla çeşitli tarla işleri için harekete geçirilmiş çiftçilerin günlük küçük öyküsünü veriyor. Bundan aşağıdaki bilgileri alıyoruz:

  • Toprağı sürme, sürgü çekme veya ekme işlerinde kullanılan cer hayvanı sayısı.
  • Çeşitli çiftçi kategorileri kalabalığı. Metin bazen yaptıkları işin cinsini zikrediyor. Bunlar mutat olan cer hayvanı yardımı olmadan çalışıyor gibidirler.
  • Cer hayvanlarını idare eden “çiftçi”nin (engar) adı.
  • “Çiftçi” ve bunun astlarını idare eden “saban öküzleri amiri”nin adı.
  • Tarlanın adı.
  • Tarih (Gün ve Ay – Yıldan söz edilmiyor)[26].

 Yine başka belgeler, belli bir süre için bir memur (nu – bandá – gu )un emri altında çalışan “ çiftçiler ve bunların ‘oğulları’…” (engar dumu- ni ), ücretle tutulmuş çiftçiler, başka idarî bölümlerden geçici olarak alınmış olanları sayıyor.

 Umma’da karşımıza dört toprağı işleme şekli çıkıyor:

 

Tip 1- Toprak bir TÙG. ŞE.KIN sabanı ile sürülüyor, sonra da iki yada üç kez sürgü çekiliyordu.

Tip 2- Toprak bir TÙG. GUR ile sürülüyor ve sonra üzerinden üç kez sürgü çekiliyordu.

Tip 3- Toprak bir TÙG. ŞE.KIN ve bir TÙR.GUR ile sürülüyor ve birçok kez sürgü çekiliyordu.

Tip 4- Toprağı sürmeden bir (iki/ üç/ dört) kez sürgü çekiliyordu.

 

Ur III Umma’da bu 4. tip toprağı işleme tarzı üzerinde bilgiler bulunuyor.

 Bundan toprağın bir tarımsal devre içinde hiç sürülmediği anlamı çıkarılmamalı. Fidan dikimi sırasında mutat olarak bir tohumluklu sabanla mücehhez öküzlerin yardımıyla “sürerler”di ve tohum atarken de bir (toprakaltı) sabana (muhtemelen TÙG. KIN / TÙG. ŞE.KIN ) basitçe bir tohum ekme aracı bağlanırdı.

 Aslında tohum atmadan önce sürmeden sık sık sürgü çekilmesinin nedeni güçlükle saptanıyor. Bir izaha göre toprak başta yapılan gölleme ve el işçiliğinden o denli yumuşak ve düzgün olmuştur ki tohum atmadan önce bu toprağı sürmeye gerek kalmamıştır; ancak bir akla daha yakın izah şekli de toprağın, onda üreyen yaramaz ot ve kamışlardan dolayı (kirizma) sürülmesine müsait olmadığı merkezindedir.

 Metinler her hususta burada anlatılamayacak kadar ayrıntılı verileri içeriyor: Her türlü işte kaç tane hangi vasıfta işçi kullanıldığı, belli bir alanda, toprağına göre kaç sıra saban oluğu açıldığı… vs. bunlardan birkaçı oluyor.

 Bu arada a- şa ki A (bi) toprakta gu – suhüb öküzünün kullanıldığını okuyoruz ki satırın çevirileri şöyle:

“Nallanmış (yani tırnakları herhangi bir şekilde korunmuş) öküzleri sizin için çiğnemeye bırak.”

 Tırnakların (ve belki de bacakların) kaplanması hiç şüphesiz deri ile oluyordu ve gu-suhüb öküzleri tarlalara muhtemelen kesekleri kırıp toprak tabanını düzgünleştirmek için getiriliyorlardı. Bu aynı zamanda yabani ot ve bitkileri bastırmakta etkin bir yöntem oluyordu. Gerçekten öküzlerin tırnakları ve bacaklarını dikenli bitkiler ve önceden kesilmiş kamışların geri kalanlarından korumak için kaplanıyordu. Bu öküzlere çiğnetme yönteminin bir başka yararı da başka türlü toprak yüzeyinde kalacak olan tuzun toprağın içine iyice derinlemesine dağıtılmasıdır[27].

 Mezopotamya tarihinde “kadastro” mesahalarının büyük özenle yapıldığını vurgulayalım. İşin ayrıntısına girmeden, bir Ur III tabletinde Yeni-Sümer tarlalarının planını vermekle yetinelim[28].

 Sümerli tarlasına ne veriyordu, ne alıyordu? Metinlere göre Sümer tarımsal üretimi şaşırtıcı şekilde bir yüksek tohum / hasat oranını arz ediyor. Ur III çağında en yaygın tahıl olan arpa için 1/30 standart olmuştu. Hatta 1/76 gibi verimlerin de Sargon öncesi dönemde elde edildiği kaydediliyor. Bu gibi rakamlar ya Mezopotamya toprağının aslî bitekliği ve Sümer tarımının etkinliği ya da Sümer arşivlerinin müphemliğinin sonucu olarak ele alınacaklardır.

 Konuya son vermeden önce, Sümer’in tarımsal aletleri arasında başat önemde olan “tohum dökücü sabanı”nı zikretmemiz gerekir. Bunda tohum, hassas ve idareli olarak oluğa bırakılmaktadır.

 Her ne kadar bir tohum bırakıcı sabanın varlığı, işbu yüksek verimin mümkün olduğunu izaha yardımcı oluyorsa da bunun fiilen nasıl vaki olduğunu bize anlatmıyor[29].

 The shape of Neo-Sumerian fields (Mario Liverani)

 

Şek. 12.- Yeni – Sümer tarlalarının şekli (Ur III tabletleri) (Liverani’den)

 

Böylece de Sümer sulama sistemleri ve bunlara bağlı olarak tarımı konusunu bir kez daha özetle toparlamış olduk.

Strabo Cyzicus (Sızık-Kapudağı) adasını (o zamanlar ana karadan ayrı idi) bize anlatırken toprağının üstün bitekliğini, iki yüzden fazla gemi barınağına sahip kapanabilir iki limanını, tanrıların anası Dindymenê tapınağını sayıyor. “Bu kent” diyor Strabo, “büyüklük, güzellik ve barışta ve savaşta işlerin mükemmel idaresi bakımından (Küçük) Asya’nın önde gelen sitelerine rekabet eder… Burada kamu binaları ve savaş makinelerine bakan üç müdür vardır ve üç tane de hazinelerde görevli olup bu hazinelerden, biri silahları ve savaş makinelerini ve bir başkası da tahılı içermektedir. Tahılın bozulmasını, ona, Khalkis toprağı[30] karıştırarak önlemektedirler…”[31]

 Bu gibi işlerin baş hocası Mezopotamya ve en başta Sümer olduğuna göre, arşivlerde bu bapta araştırmanın da ilginç olacağını sanırız.

 Biraz aşağıda, Çin tarımını irdelediğimizde burada da, Sümer’dekilere benzer dar uzun tarla düzenleriyle karşılaşacağız[32].

 

Sabanın evresi

 

Sabanın tarihçesi, ancak yüksek uygarlıklara kadar geri götürülebilir. Bazı yazarlar, örneğin Leser, sabanı bel’den türetiyor. Hahn gibi başkaları da onun çapadan iştikak ettiğini ileri sürüyor. Gerçekten bel-saban tesmiye edeceğimiz bir saban, şekliyle çapa-saban olarak bileceğimiz bir başka şekli mevcuttur. Bunlardan ilki belden, diğeri, çapadan türemiş gibidir. Fiilen, sabanın başlıca üç öğesi, ezcümle, uç, ok ve tutak-eğek olup (şek. 13 A) bunlar günümüz sabanlarında olduğu gibi birbirlerinden ayrı değillerdir. Bu sonuncularda ise, öbürlerinin bunun üzerine perçinlenmiş bir merkezî parça mevcuttur.

Şek. 13. – Saban (Montandon’dan)

  1. Sabanın başlıca üç öğesi: Saban ucu (s), ok (a), tutak (m).
  2. Bel-sabanın prensibi: uç ve tutak, tek parça oluşturur.
  3. Çapa-sabanın prensibi: uç ile ok, tek parçadandır.
  4. İlk karma tip: okun kıvrımıyla bel – saban gibi duran çapa-saban.
  5. İkinci karma tip: bunda üç öğe ayrı olup bir düz okla bel-saban gibi durur.
  6. “Dört kenar”ı çok belirgin bel-saban.

İlkel sabanlarda ya tutak-eğek ile ok, (sonradan dirsek gibi bükülebilir) az çok düz tek bir parça oluşturur, bunu az çok dik açıyla ona tespit edilmiş bir ok çeker, (bu ok mevcut olmayabilir ve gerektiği zaman bir ip onun yerini tutabilir): Bu, bel-sabandır (şek. 13 B); veya ok ile uç tek parçadan olup doğal olarak bir kanca teşkil ederler ve ok-uç’un köşesine doğru bir sap (tutak-eğek) bağlanır (bu sap bulunmayabilir): Bu, çapa-sabandır (şek. 13 C ).

 İlk bakışta çapa-saban, okla ucun teşkil ettiği açının bir münhani (eğri) olmasıyla nitelenebilir gibi görünmektedir. O ise ki bu keyfiyet kısmen aldatıcı olabilir şöyle ki iki ana şekil arasında karma şekiller mevcuttur ve örneğin Leser gibi yazarlar, “krumel” (Almanca “krumm” = münhani) adı altında topladıkları arasına hem gerçek çapa-sabanları, hem de bu görünümün karma şekillerini kesin olarak ithal etmektedirler. Şu halde iki karma şekil şunlar olmaktadır: 

  1. Saban prensip itibariyle bel-sabandır, ancak oku, dirsekli bir şekil arz etmekle yanılgıya götürmektedir (şek. 13 D); bu ilk muhtelit sabana Arnavutluk’ta rastlanmaktadır.
  2. Tutak-eğek ve ok, uç-tabandan müstakil olarak buna birleşerek tespit olurlar ve tam düz olan ok, ilk bakışta bir bel-sabanın bahis konusu olduğu hissini yaratır, (şek. 13 E); Nopcsa bu ikinci karma şekli menşe memleketi olarak aşağı Mısır’a bağlayıp yayılmasını (Tunus, Güney İtalya, Güney Fransa) Arap genişlemesine atfediyor. 

Bu sonuncu uzmana göre çapa-saban, Mezopotamya kökenli olup buradan Arabistan, Suriye, Kafkasya, eski Helenistan’a yayılmış ve Küçük Asya’dan gelmiş olan Etrüsklerle İtalya’ya taşınmış olmalıdır. Buradan da bütün Roma İmparatorluğu’na yayılmıştır. Buna karşılık bel-çapanın iki menşe merkezi olmalıdır: İlki eski Mısır olup buradan Helenistan’a geçmiştir; diğeri Güney-Doğu Rusya’dır. İlkinden daha çok bel-saban bu ikinci merkezden büyük bir yayılma arz etmiştir: Rusya ve Lituania’dan İsveç’e kadar; öbür yandan, bandlı seramikin hamili Trakyalı halklar bunu Balkanlar’a ve Helenistan’a kadar götürmüş olmalıdırlar; buradan da Mısır ve İtalya’ya varmıştır. Özetle birçok ülkede aynı zamanda her iki saban tipi bulunabilir ama başta çapa-saban Mezopotamya’dan İtalya’ya kadar yayılan bir geniş bölgeyi işgal ediyordu ve bu bölgenin Kuzey ve Güney’inden bel-sabanı haiz iki bölge bulunuyordu.

Leser’e göre “dörtkenar”lı saban (bel-sabanda dört kenar, demirselik -saban demirinin takıldığı saban ucu- ve bunun ön nihayetine ok, tutak ve demirseliği tutaka birleştiren bir ön payanda ile tespit edilmiş saban ucundan oluşur – şek. 13 F ) ile “krumel”in dağılımı şöyledir: Dört kenar’ın alanı İngiltere, Kuzey Fransa, İtalya, Alp ülkeleri, Bohemya, Almanya, İskandinavya, Polonya, Güney Rusya, Kafkasya, Doğu Anadolu, Azerbaycan, İran ve sonra, “krumel” bölgesiyle ayrılmış aşağıdaki Uzak-Doğu alanı: Kıyı merkezî Çin, Kore, Japonya, Filipinler, Java. Dörtkenar’ın iki bölgesi Kuzey Asya’dan değil, Hindistan’ın Kuzey Batı’sı üzerinden bağlanmış olmalıdır.

Krumel alanı ise muhtemelen şuralardır: Eski Mezopotamya, Etrüskler, Grek-Roma egemenliğinde Akdeniz, bugünkü İtalya, Alpler’in Güney yamacı, Fransa’nın Güney ve merkezi, İspanya, Fas, Cezayir, Tunus, Mısır, Etiopya, bugünkü Mezopotamya, Türkistan, Hindistan, Güney Çin, Japonya.

Bu alet aracılığıyla zerriyyat (ekim işleri)in tek bir keşfi ile bu denli kesinlikle farklı iki saban tipinin varlığı telif edilebilir mi?

 Leser bunların her ikisinin tek bir çok ilkel tipten müştak olup bu sonuncusunun oksuz ya da çok kısa oklu bir nevi bel olabileceğini ileri sürüyor ki böyle bir alet eski Mısır, Kuzey-Batı Moğolistan, Kore, Fokien, Kuang-Tung’da müşahede edilmiş olmalıdır[33].

 Darwin, anthropomorphe’larla bizler arasında bir dizi mutavassıt zincir halkasının dünyaya gelmiş olmasının gerektiğini düşünüyordu. Ama kitabını neşrettiği 1871’de, insanın soyu hakkındaki fikirleri, varsayımdan ileri gitmiyordu. Yirmi yıl kadar daha yaşayabilseydi, Dr. Eugène Dubois’nın Java’da Pithecantropus erectus’un kalıntılarını topraktan çıkardığını görecekti. Daha sonra Avrupa “adamı” Homo Neanderthalensis arasında bir ara tip teşkil eden Çin yahut “Pekin adamı” (Sinanthropus ya da Homo erectus Pekinensis) ve bunun yanı başında ateş izleri ve taş aletlerinin bulunması[34], dikkatlerimizi, tarımın muhtemel başlıca kökenlerinden biri olarak, Asya’ya çevirtiyor.

 Sümercenin Fin-Ugruen ve Asya Türk dilleri gibi bitişken oluşu, mitorlarında bir geçmiş “Doğu” hayalinin yaşaması, birçok anthropolojik delil ve sair hususlar Sümerlilerin Asya’dan hicret etmiş olmaları ihtimaline kuvvet kazandırıyor[35]. Hal böyle olunca da Mezopotamya’da en eski uygarlık ocağını kuran, çivi yazısını icat eden ve M.Ö. 5000 yıl önce arpa ve buğday eken, buğdaydan ekmek ve arpadan bira yapmasını bilen Sümerliler, Orta Asya’da kültürün çok erken gelişip yüksek bir düzeye varmış olduğunun delili oluyorlar[36].

 “… Hun çağında Altay bölgesi ile Selenga bölgesinde bir ziraat kültürü vardı. Göktürk çağına ait kurganlarda da ziraat işlerinde kullanılan küreklere ve pulluklara rastlanması bu kültürün devam ettiğini bize gösteren deliller olabilir.”

 “… Öyle anlaşılıyor ki Göktürk devleti içinde yaşayan ziraatçılar da yavaş yavaş yerleşik hayattan göçebeliğe geçmişlerdir.”[37]

Bu sözler bizi, önemli bir hususta uyarıyor: Bugünkü Türkiye halkının kültürünü oluşturan Asyalı mürekkiplerin, göçebe olarak bilinmeleri itibariyle, bir tarım kültüründen tamamen yoksun oldukları hususundaki yanılgı. Nitekim “Doğu Türkistan’da tarihin daha ilk zamanlarında çiftçi bir halkın, Turanlıların yerleşmiş olduğunu görüyoruz. M.Ö. 139-125 yıllarında Vu-Ti adında bir Çin İmparatorunun temsilcisi Çan-Kien Doğu Türkistan’ı görmüş ve gördüklerine dair imparatora bir rapor vermiştir. Bu rapordan Doğu Türkistan’da o tarihte çok ileri bir ziraat medeniyetinin gelişmiş bulunduğunu öğreniyoruz. Turanlıların kurduğu ve geliştirdiği bu medeniyetin ne zaman doğduğunu bilmiyoruz. Fakat çok eski olduğundan hiç şüphemiz yoktur.”

 “Orta Asya’da doğan ilk sapan kültürü hakkında bir fikir edinmek için eski şartların pek az değişmiş olduğunu tahmin ettiğimiz Doğu Türkistan’ın bugünkü ziraat hayatına kısa bir göz atmak faydalı olur.”

 “Doğu Türkistan’da, daha yukarıda söylediğimiz gibi, bütün ziraat dağ eteklerinde, akarsu ağızlarında, bu suların meydana getirdiği birikinti yelpazeleri üzerinde toplanmış bulunmaktadır. Bu vahalar Doğu Türkistan’da ortada uzanan büyük çöl çevresinde tesbih taneleri gibi sıralanmıştır. Mısır ve Mezopotamya da birer büyük vahadır. Fakat Mısır ve Mezopotamya nehirler boyunca uzanmaktadır. Doğu Türkistan vahaları ise, her biri yüksek dağlardan inen akarsular ağızlarında yer almakta ve birbirlerinden geniş boş sahalarla ayrılmış bulunmaktadır. Bu vahaların sahaları dardır. Meselâ Kaşgar vahasının yüzölçümü 2.700 kmError! Not a valid link. kadardır; Yarkent vahasının 2.300, Hotan vahasının 1.600, Aksu vahasının ise 1.500 kmError! Not a valid link. kadardır. Doğu Türkistan’da yüzölçümleri 50 km2yi aşmayan ve her biri birer şehir yahut kasaba barındıran daha birçok vahalar vardır. Doğu Türkistan’ın bütün çiftçi nüfusu ve şehir halkı bu dar sahalarda toplanmış bulunmaktadır.”[38]

 Çin kültürü ile bunca iç içe olmuş Orta Asya Türklerinin tarım kültürünün tetkiki en başta bunların yerleşik duruma gelmelerinin tarihini tetkikle başlamalıdır. Türklerin yerleşik yaşama karşı tavırlarının her zaman çok olumlu olmadığını biliyoruz[39].

 O çağda bütün Türklerin veya bunların çoğunluğunun göçebe oldukları apaçık ortada olmakla birlikte bunlar Çin ve Batılı ulusların, özellikle Sogdluların yerleşik kültürünün etkisine maruz bulunuyorlardı. Sogd kökenli sözcükler arasında, çoktan beri Türk yazıtlarında rastlanan “hatun” sözcüğü, sonradan Türk ve Moğollarda çok rağbet görecekti. Sogdlular ve ülkeleri yazıtlarda Soghd ve Soghdak adı altında zikredilmekte olup bu sözcükler daha yakın tarihli İslâmî metinlerde görülüyor.

 Göçebe yaşamdan yerleşik (oturgan) yaşama geçiş her yerde ekonomik zorunlulukların baskısıyla vaki olur. Bu türden bir zorunluluk önce Doğu Türkistan’da kendini gösteriyor: burada sürüleri besleyecek otlak bulunmadığı gibi kanallarla sulanmayan ve de otlak olarak düzenlenmemiş toprak, hayvan yetiştirmeye olduğu kadar tarıma da elverişsiz bir kum çölü manzarasında idi. En son arkeolojik buluntulara göre Batı Türkistan başlarda, Doğu Türkistan’ın olduğu gibi, bir “Türk olmayan” ülke olup Türk etkisine tedricen uğramıştır… Yerli halkın “Türkleşmesi”, Türklerin yerleşik duruma geçmeleriyle birlikte ve bu her iki hareket, aynı yolu takiben, Doğu’dan Batı’ya doğru olmuş olmalıdır. Türk halkı, önce Dokuz Oğuz ve sonra da Moğolistan’da Uygur imparatorluklarının çöküşünden sonra çok kalabalık olarak Doğu Türkistan’a doğru akın etmiştir. Bununla birlikte daha eskiden beri yazıtlarda “kent” anlamına gelen balık sözcüğüne rastlanıyor ve Beşbalık adlandırması, günümüz Çin Türkistan’ının Doğu kısmında bulunan kalabalığı ifade ediyordu.

 Bu çağda Beşbalık’da yaşayan Türkler Basmil ulusu olup Çin tarihi bunlardan söz ediyor[40].

 “En açık ve doğru dil – ancak bir dil bilip – Farslarla karışmayan ve yabancı ülkelere gidip gelmeyen kimselerin dilidir. İki dil bilen şehirlilerle düşüp kalkan kimselerin dilleri bozuktur. İki dil bilenler ‘Soğdak’,’Kençek’,’Argu’ boylarıdır. Gezginci olarak yabancılarla konuşanlar ‘Khotan’ ve ‘Tübüt’ halkı ile ‘Tanğut’ların bir kısmıdır. Bunlar Türk eline sonradan gelmişlerdir… Çin ve Maçin halkının ayrıca dilleri vardır. Bununla beraber şehirliler Türkçeyi iyi bilirler. Mektuplarını, bize, Türk yazısı ile yazarlar[41]…”

 “Uygurların Öz Türkçe bir dilleri olduğu gibi, kendi aralarında konuştukları zaman ayrı bir ağız dahi kullanırlar… Bundan başka Uygurların ve Çinlilerin ayrı bir yazıları daha vardır. Defterlerini, senetlerini bununla yazarlar. Bu yazıyı Müslüman olmayan Uygurlarla, Çinlilerden başkası okuyamaz. Söylediklerim şehir halkıdır.”[42]

 Gerçekten “… Türk’ün göçebe ve bozkır hayatı, kültür gelişmelerini engellemekteydi. Bu sıralarda (Kaşgarlı’nın çağında) Ön Asya ve Orta Asya toplum hayatı, önemli bir gelişme ve devrimci bir içyapı değişikliği içinde bulunuyordu. Kent halkları türlü toplumsal kesimlere ayrılmak suretiyle, yeni yeni sınıfların oluşmasını sağlıyordu. Daha X. yy.larda İslâm dünyasında, eski şehir toplum hayatı (Şehristan)dan, ticaret ve sanat hayatı (Rabat)na geçiş, yeni kurulmuş olan İslâm – Türk devletlerinde belirli bir akım durumuna gelmişti. Bu yüzden, Kaşgarlı’nın yakından ilgilendiği Türk boyları, yaşayışlarında ve kültür hayatlarında oldukça önemli yenilikler yapmış bulunuyorlardı…”[43]

 Bütün bu ifadelerden Asya “Türk” boylarının derin bir kültürel çalkantı içinde bulundukları anlaşılıyor. Bu arada Çin ile kaçınılmaz bir kültürel alışverişin de ayan olduğunu görüyoruz: bunca temas, başka türlü sonuçlanamazdı.

 Nitekim Uygurlar, Oğuz Türkleri gibi, bazı tarihî yazıtlar bırakmışlardır; bununla birlikte en uzun ve en dikkate değer epigrafik metin Çin dilinde tertiplenmiş. Bu belgeler Çin kaynaklarının Uygurların Oğuz Türkleri gibi Şamanizm’e bağlı kalmadıkları ve Buddhist propagandasından etkilenmeyip Batı dinlerinden birini, Manihaizm’i, kabul ettikleri yolundaki tanıklıklarını teyit ediyor[44].

 Türklerin Orta Eurasia’nın kilit noktalarını ellerinde tuttukları seksen yıl, tarihin tahmin edilemeyecek kadar önemli bir olgusunu teşkil ediyor: çeşitli uygarlıklar arasında çok hareketli mübadele dönemine girilmişti. Türk İmparatorluğu dört uygarlık arasında sacayağı kurmuştu: Bizans, İran, Hint ve Çin. İstanbul’da birkaç yıl kalmış bir Türk elçisinin müteakip görev olarak Çin’e gönderilmiş olmasını, Hindistan ve Çin’den gelmiş Buddhist rahiplerinin Hıristiyan Grek ve Zerdüştî İranlılarla Türk hakanının sarayında din tartışmasına girmiş olduklarını düşünmek insanı gerçekten şaşırtıyo[45].

 “Ulatu: Kişinin burun temizlemek için koynunda taşıdığı ipek kumaş parçası” tanımlamasını yaparken Kâşgarlı, bize “mendil” i tanıtmış oluyor[46]. Antik ve Ortaçağlarda mendil kullanılmamış olması kayda değer. Batı Avrupa’da ancak XV. yy.da, Avrupalılar Uzak-Doğu kültürü ile temas haline geldikten sonra yaygın hale geliyor. Bu kültürde, örneğin Çin’de, en eski zamanlardan beri kullanılıyordu. Yine Çin’in etkisiyle mendil Moğolistan’a giriyor. Türklerde XI. yy.da mendilin varlığı, izleri sonradan silinecek olan Uzak-Doğu kültürünün etkisinin bu kalıntılarından biriyle izah edilebilir[47]. Barthold’un bu ifadelerine karşın Ana Britannica -AB-da şunları okuyoruz:

 “M.Ö. I. yy.da Yunanlıların yüz kurutmak için mandilion denen bez parçaları kullandıkları bilinir. Mendil burun ve ter silmek için X. yy.da kullanılmaya başladı… XIV. yy.da Anadolu, İran ve başka Doğu ülkelerinde yaygın hale gelen mendil, XV. yy.da İran, Moğol ve Osmanlı minyatürlerinde görülmeye başladı. XVI. yy.da Venedik yoluyla Osmanlıdan Batı’ya yeni işlevleriyle geçti…” Burun silmeye özgü “mendil” hususunda AB’nın verdiği bu bilgiler, Barthold’un ifadelerini, bazı küçük tarih farkları dışında, teyit edici mahiyettedir.

 Tarım, yerleşik düzendeki bir toplumun faaliyet konusu olduğuna göre bu teknik üzerinde Çin’in etkisini düşünmek, akla yakın gelir. Biz de bu mülâhazanın ışığında Çin tarımı üzerinde uzunca durduk.

 

* *

 Toplumların tarıma yönelmesi için gerekli önkoşullar hangileridir? Bunların doğru saptanması her zaman kolay olmuyor. Birçok sosyal anthropolojist, insanoğlu bir yerleşik yaşamı benimsemeden tarımın başlamayacağı görüşündedir.

 Üzerinde durulan bir başka nokta da ekip biçmenin saikinin açlık değil, fazlalık olduğudur. Terakki, bir kez başlayınca, pratik olarak kendiliğinden gitmektedir; buna başka saik gerekmez. Tanrıların vergisi olarak “iyi” bitkiler ortaya çıkmıştır, toplama görünür görünmez şekilde biçme ve bundan da ekmeye dönüşmüştür.

 Vavilov, insan eliyle ekilmiş bitkilerin Nil, Ganj, Fırat vs. gibi büyük nehir vadilerinde başladığı tezine karşılık kendisince etüt edilmiş olan ve bitkilerin bütün ırkî tenevvüünün dağlık nahiyelerde temerküz ettiğini ifade ediyor ve daha da ileri giderek dağların cins ve türlerin tenevvüü için optimal koşulları sağladığını ileri sürüyor. Dağlar mükemmel tecrit edicidirler. Vavilov, bu yolda ayrıca, Güney-Batı Asya, Kafkaslar ve Kuzey-Batı Hindistan sekenesinin değişik ethnik terkibinin önemini de vurguluyor. Bu düşüncede Helbaek de onun yanında yer alıyor[48].

 O zaman bütün tarımın dağlarda başladığı sonucu çıkıyor; bunlardan Anadolu’nun da dağlık olduğunu bellekte tutarak devam edelim…

 Ekolojik yaklaşım bir tarımın, içinde uygulandığı çevrenin ayrılmaz bir parçası olarak tasavvur etmeyi gerektirir. Bu keyfiyet aynı şekilde ekme ve biçme teknikleriyle ürünler ve hayvanlara da şamildir: Bunların hepsi belli ekosistemlerin (çevredizgelerin) mürekkipleri olarak görülebilirler. Bu itibarla tarımsal sistemler’i tefrik etme durumundayız: Bunlar ilkel palaeoteknik ekim ya da modern, neoteknik çiftçiliğin şekilleri olarak basitçe insan eliyle tadil edilmiş ekosistemlerin farklı tipleri olmaktadırlar.

 Bu yaklaşımın metodolojik değeri; bütün öbür sistemlerle, ezcümle bünye, işlev, denge ve değişme ile bölüştükleri nitelikler üzerinde dikkati odaklayarak tarımsal sistemlerin analizi için bir çerçeve sağlamasındadır. Böylece de her tarımsal sistem hakkında dört temel soru sormak durumunda oluyoruz: Nasıl örgütlenmiştir? Nasıl işlemektedir? Ne denli müstakardır? Zaman içinde nasıl gelişmiştir?[49] Bunların yanılgıya kapılmadan yanıtlanabilmeleri için bir şaşmaz kanunun her an göz önünde bulundurulması gerekir: Kültür – çevre – insan – ekonomi ilişkilerinin ayrışmazlığı kanunudur bu. Gerçekten bunların etkileşimi o denli güçlüdür ki, bunlardan herhangi biri, öbürleri beraberce ele alınmadan, irdelenemez. Matematiksel bir deyimle ortada dört bilinmezli bir denklem vardır. Bilinmezlerden üçü sabit tutulmadan dördüncüsü hakkında sağlam sonuca varılamaz.

 Ekolojinin başlıca prensiplerden biri, “kilit işlev” (key function)[50] prensibi olarak tanımlanabilir. Genel ekolojik kuram bağlamı içinde beşerî ekolojinin yönlenmesini daha bariz kılmak üzere bir ekosistem oluşturan dört ana değişken tarif edilmiştir: Nüfus, örgütlenme, çevre ve teknoloji. Başka deyimle bunlardan herhangi biri, bazı amaçlarla, bir bağımsız değişken olarak ele alınabilirse de bu, aynı zamanda öbür değişkenlerin her biriyle karşılıklı olarak bağlantılıdır.

 Her ne kadar her toplumun kültürü, içinde teknoloji, ekonomi, sosyal ve politik doku, din, dil, değerler ve sair veçhelerin yakından birbirleriyle ilişkili olduğu bir holistik[51] sistem teşkil ediyorsa da, bir kültürün çeşitli bileşkenleri, ekolojik intibaklar tarafından aynı şekilde etkilenmezler. İnsanoğlunun doğanın kontrolü hususundaki ilerlemelerini temsil eden teknoloji, bu yönde birikerek artma istidadında olup sosyal dokular çevresel taleplere en açık yanıtı verenlerdir[52].

 Ekosistemler (çevredizgeler), fiilî çevreleriyle birlikte ayrı bitki ve hayvan yaşamı toplulukları olarak tanımlandıklarında yoğun şekilde kullanılan ekosistemler, insanı başat hayvan, ekinlerini de başat flora olarak içerir[53].

 

* *

 

Eski Dünya’da tarımın tek bir müşterek bölgede, Anadolu, İran ve Suriye’den oluşan Çekirdek Mıntıka’da, M.Ö. 7000’den evvel zuhur ettiği kesin bir gerçek olarak belirmektedir. (Braidwood, Mellaart, Helbaek ve diğerleri). Aynı şekilde bunun, Eski Dünya’dan benzer herhangi bir yerleşik yaşam kalıntısının bulunmadığı bir zamanda vaki olduğu da kesindir. Nasıl oluyor da Hindistan, Etyopya’da ve Çin’de tarım, kısmen farklı ekinlerle, bundan 4000 yıl sonra ortaya çıkıyor? ( Çin’de başlarda tamamen farklı ekinler bahis konusu). Kökeni müstakil olabilir mi? Yoksa çiftçiler eski alandan yenisine hareketleri sırasında yeni ekinleri benimseyerek mi gittiler? Aslında sorun fazla güçlük yaratmıyor şöyle ki bulgular ikinci şıkka meylettiriyor: ekinler de insanlarla seyahat ediyor. Hexaploid buğday Hindistan’a M.Ö. III. binde, Çin’e de II. binde varmış olmalıdır[54].

[1] Ali Tanoğlu – op. cit., s. 30-3.

[2] Jacquetta Hawkes. Les ancêtres du blé et du maïs, in Le COURRİER (UNESCO), Mai 1967.

[3] Hartmut Schmökel-Sumer et la civilisation sumérienne, Paris 1964, s. 87-8.

[4] ibd., s.94.

[5] épautre (Spelt) = artık çok az yerde mevcut, küçük ve kahverengi, yapışkan taneli, çok eski bir tür buğday.

[6] “gur” ile “sila”, hacim ölçüleri. Bunların ayrıntıları “Ölçme teknikleri” cildimizde verilecektir.

[7] History of Mankind I. s. 517-9.

[8] William Foxwell Albright.- The archaeology of Palestine. Middlesex 1963. s. 210-1.

[9] Blahoslav Hruşka.-Das wirtschaftliche Jahr in alten Sumer: Versuch einer zeitlichen Rekonstruktion, in Irrigation and cultivation in Mesopotamya, Part II, s. 105 – 110.

[10] H. Gasche.- Le système paleo – fluviatile au sud – ouest de Baghdad, in ibd. I, s. 42.

[11] Jean – Cl. Margueron.-Espace agricole et aménagement régional à Mari au début du III e millénaire, in ibd., s.51-58.

[12] ibd. s. 52 -4.

[13] ibd. s. 58.

[14] Blahoslav Hruşka. – op. cit.

[15] P. Steinkeller.-Notes on the irrigation system in third millennium Southern Babylonia, in Irrigation and cultivation in Mesopotamia I, s. 73 – 5.

[16] J.-R. Kupper.-L’irrigation à Mari, in ibd., s. 93.

[17]  Kerpiç olmalı.

[18] Uzunluk ölçüsü, kol boyu (dirsekten orta parmağın ucuna kadar, 18 ilâ 22 inç).

[19] M. A. Powel.- Evidence for agriculture and water Works in Babilonian mathematical texts, in İrrigation and cultivation in Mesopotamia I, s. 161 – 8.

[20] Güneş tanrısı. Arapça – Osmanlıcada “şems”, “güneş”tir.

[21] G. van Driel – Neo – Babylonian agriculture, in İrrigation and cultivation in Mesopotamya I. s.121-9. 

[22] ibd. s.130.

[23] ibd. s.132.

[24] Kazuya Maekawa – Cultuvation methods in the Ur III period, in İrrigation and cultuvation in Mesopotamia II, s.115.

[25] ibd.

[26] İlerde kotan’ları irdelediğimizde bunları hatırlayacağız.

[27] Kazuya Maekawa. – op. cit., s. 116 – 135.

[28] Mario Liverani. – The shape of neo- Sumerian fields, in Irrigation and cultivation in Mesopotamia II, s. 147-159.

[29] Paul Halstead. – Quantifying Sumerian agriculture – Some seeds of doubt and hope, in ibd., s. 187-192.

[30] Kalsiyum karbonat içeren bir toprak olmalı.

[31] Stabo, 12. 8. 10 -11

[32] Bu konular için ayrıca bkz. Burhan Oğuz.- Türkiye halkının kültür kökenleri, II/2, s. 634-638.

[33] G. Montandon-L’ologénèse culturelle. Traité d’ethnologie cyclo-culturelle et d’ergologie systématique, Paris 1934, s. 257-9.

[34] Bkz. Elie Gagnetbin-Le transformisme et l’origine de l’homme, Lausanne 1947, s.117-127.

[35] Bkz. H. Schmökel. – op. cit. – s. 48-53.

[36] Ali Tanoğlu. – op. cit., s. 55.

[37] Bahaeddin  Öğel – İslamiyet’ten önce Türk kültür tarihi, Ank. 1962, s. 164-5.

[38] E. Grenard, Haute Asie. Géographie Universelle, cilt VIII, Paris, 1929, s.287- 334.

Zikreden Ali Tanoğlu .- op. cit, s. 57.

[39] Bkz. Burhan Oğuz.- Türkiye halkının kültür kökenleri I, s. 143 ve passim.

[40] W. Barthold.- Histoire des Turcs d’Asie Centrale, Paris 1945, s. 29-30.

[41] Tarafımızdan belirtildi.

[42]   DLT I, s. 29.

[43]  A.Caferoğlu. -Kâşgarlı Mahmut ve Divanü Lügati’t-Türk Dizini’nde önsöz yazısı, Ank. 1972, s. XII.

[44] W. Barthold.- op. cit., s. 38.

[45] Denis Sinor. – The historical role of the Turc Empire, in JWH I / 2, 1953.

[46] DLT I, 136.

 

[47]W. Barthold.- op. cit., S. 108.

[48] J. G. Hawkes. – The ecological background of plant domestication, in Coll. -The domestication and exploitation of plants and animals. Edited by Peter I. Ucko and G. W. Dimbleby. London 1969, s. 26-7.

[49] David R. Harris.- Agricultural systems, ekosiystems and the origins of agriculture, in ibd., s. 3.

[50] Bkz. B. Oğuz. – C I, s. 43-44.

[51] Holism : Evrenin temel prensibinin, bütünler, yani atom ve hücrelerden itibaren hayat ve aklın en muğlâk şekillerine evrimle varıldığı ve kendi kendini içeren sistemler yaratılması olduğu kuramı.

[52] Julian H. Steward : Cultural ecology, in IESS.

[53] Horold Brookfield. – On man and ecosystems, in , SSJ XXXIV / 3, 1982.

[54] C.D. Darlington.- The silent millennia in the origin of agriculture, in Coll.-The domestication and exploitation of plants and animals, s.68.