Kültür Eserleri > THKK 5 - Halk Eczacılık ve Sağaltma Teknikleri > Ram

Ram

Bu rahipler arasında Ram adında, çiçeği burnunda, kendini dahi din adamlığına yöneltmiş, ama murakabeye dalmış ruhu ve derin düşüncesiyle, işbu kanlı külte isyan eden bir delikanlı bulunuyordu.

Tarihin bir döneminde Keltler bütün Avrupa’ya hâkim olmuşlar, Afrika’ya kadar sürmüşler, temeli Herodotus’a göre M.Ö. XII. binde atılmış Mısır’ı titretmişler. İşte o zaman Ram, beklenmedik bir olay nedeniyle, sahneye giriyor. Afrika’dan dönmüş birkaç Kelt, bilinmeyen bir hastalığın tohumlarını Avrupa’ya getiriyor. Kısa sürede bu acımasız hastalık Kuzey’den Güney’e, Batı’dan Doğu’ya yayılarak korkunç tahribat yapıyor. Rahibeler boş yere günah ödeyici insan kurbanlarını emrediyorlar. Binlerle kurban edilen insan zebihalar, afeti önleyemiyorlar. Ulus ölüyordu.

Ram bunda, Keltleri insan kurbanından cezalandırmak için tanrı tarafından gönderilmiş bir felâket görüyordu. Bahis konusu hastalık, insanı kanından bozan “bir tür veba” idi. Günümüzde elephantiasis tesmiye edilen bu hastalığa tutulmuş kişinin derisi, filinki gibi pürüzleniyor, bedeni siyah lekeler kaplıyor, nefes çok fena kokar hale geliyor, ülserin kemirdiği kol ve bacaklar, yüz göz şişiyor.

Öbür yandan “bilgin ve erdemli” Ram, İskitler ülkesine ve siyahların (Hintlilerin) mülkü Güney ülkelerine seyahat ediyor; bu sonuncu yerde bazı rahipler, seyyaha mahrem bilgiler aktarmış olmalıdırlar.

Şu da var ki, bitkilerin, gök cisimlerinin bilgisine ve bunların etkilerine aşina olan Ram, bunlardan başka “bilici” olarak ünlenecek kadar da kâhindi. Prensibini keşfetmiş olmasına rağmen hastalığa boş yere ilâç aradı. Ama bir gece, altında murakabeye dalma itiyadında olduğu bir meşenin dibinde uyumuşken bir düş görüyor. Uzun boylu, Kelt rahiplerinin beyaz elbisesini giymiş bir adam görüyor ve onu çağırıyor. Elinde, üzerine bir yılanın sarılmış olduğu bir değnek taşıyordu. Adam Ram’ın elini tutup meşenin üstündeki bir ökse otu dalını gösteriyor ve “Ya Ram, aradığın ilâç işte orada” diyor. Sonra koynundan çıkardığı küçük bir altın budama bıçağını çıkararak dalı kesiyor ve ona veriyor. İlâcı hazırlama şekline dair birkaç kelime ekleyip kayboluyor.

Ram, bunu bir peygamberce düş olduğundan şüphe etmiyor. Bizzat altında uyumuş olduğu meşeden kestiği ökse otuyla ilâcı hazırlıyor. Yeterince hazırlanmış ökse otunu, tahammür etmiş bir sıvı içinde, ümitsiz bir hastaya veriyor. Hasta iyi oluyor. Ram’ın yaptığı bütün denemeler başarıyla sonuçlanıyor. Ve işbu mucizevî tedavinin haberi uzaklara kadar yayılıyor. Ram, yapmış olduğu keşfi Kelt rahiplerin (Drüid’lerin) en yüce başına açıklıyor, ona bunun kökenini söylüyor ve böylece kutsal ve gökten inmiş niteliğini muhafaza edecek olan ilâcın sırrının halka açıklanmaması gereğini ima ediyor. Böylece de tanrının gösterdiği bitki bir büyük hayranlık duyulan meta haline geliyor. “Kelt ulusu”, bunda özgül faziletlerini ve imal sıvılarını sadece Drüidlerin, âlimlerin bildikleri Meşe Ökse Otu’nun bahis konusu olduğunu öğreniyor. Böylece de, bilgiyi ve tanrıların sırrını elinde tutan bir ruhban sınıfının üstünlüğüne dayanan ilk theokrasi yerleşmiş oluyor.

“Drüid” Ram’a görünmüş esrarengiz varlığa gelince bu, Asklepios (AESK – HAYL – HOPA), yani “halâs ümidi halktadır” adıyla bilinip “Tıbbın Tanrısı” olarak telâkki edilmiş varlıktır. Yine müelliflere göre “Asklepios”, aynı zamanda “kurtuluş ümidi ağaçtadır” manasını da iltizam edebilir, şöyle ki “AESK” sözcüğü aynı zamanda hem bir Ulus’u, hem de bir “Orman”ı ifade ediyor.

“Hayl”, kurtuluş, selâmet, “sağlık”, “kurtarma” (salvare) kavramlarını iyice ifade ediyor. Burada s/h değişmeleri kaydedilecek; Latin “salvus”, sağlıklı, kurtulmuş; Alman “heil-en”, iyileşme, kurtarma ve yine Fransızca selâmlamak “saluer” / “heler” ve İngiliz “to hail”; keza İngiliz “hello” ile Alman “heil” var. Her iki komşu selâmlama ve kurtarma anlamları, fonetik ve semantik olarak iyice kesişiyorlar.

Aynı zamanda da “kutsal” ve “ermiş – veli –aziz” anlamları da var ki (veliler daima sağaltıcıdır), bunu İngiliz “holy”, Alman “heilig” … de buluyoruz. Yine s/h anlaşması Yunanca ile Latincede de görülüyor: Latin “sol” (güneş), Grek “hêlios”a tekabül ediyor.

Aşağıda görüleceği gibi meşenin yadsınamaz sağaltıcı erdemleri varsa ermiş – veli, söylediğimiz gibi, sağaltıcıdır ve güneş, ışık fikri, sıhhatinkine bağlıdır. “Sıhhatten dolup taşılır” ve “hale”, ruhî olduğu kadar fiziksel haleti de açığa vurur. Velilere gelince, çok iyi bilindiği gibi, daima bir hale ile temsil edilirler. Resim 1’de bu keyfiyet, konumuzla ilgili ve ilerde kendisinden uzunca söz edeceğimiz Müslüman Birûnî’nin eserinin bir yazmasında açıkça temsil edilmiş.

AESK – HAYL – HOPA’nın sonuncu unsuruna gelince bu, İngiliz “hope” (ümit) ile Alman “hoffen / Hoffnung” (ümit etmek/ümit)i hatırlatıyor.

İşbu “halâs” ümidini, ökse otu ile sağaltılmayı anmak için “drüid” Ram, “New – heyl”, yani “yeni halâs, büyük yenilenme” bayramını ihdas etmiş. Buna “yeni şemsî çevrim” eklenebilir. “New – heyl” de, İngiliz “new” (yeni)’yi yansıtıyor. Buna Alman “new”, Latin “novus”, Grek “newos”, İtalyan “nuovo” … yakınlaştırılacaktır. “Heyl/hayl”a gelince, bu da “AESK – HAYL – HOPA”nınki oluyor[1]. Hristiyanların Noel’inin kış gündönümü gecesine rastlaması tesadüf olmuyor. Belki de Keltlerden bile daha eski olan bu kavramı, Hristiyanlık reddedecek kadar tedbirsiz olamazdı…

Hristiyanlığın hazırlayıcısı, istemeyerek banisi olan Constantin, aslında putperest ve Güneş’e tapan (Şemsî) idi. Ama Hristiyanlara hoşgörü ile bakacaktı. Bu dini “Devlet dini” yapması tamamen politik nedenlere dayanıyordu; O, Hristiyanlığı “kurtarmış”tı…

Bir “din değiştirme” olmuşsa bu, putperest bir değiştirme idi. Görünürde bir “keşif”, rüya veya her ikisi de birden, bir Golua Apollon tapınağının yakınlarında vaki olmuştu. Keza, rakibi Maxence’i tasfiye ettiği Milvius köprüsü muharebesinden hemen önce de bir deney yaşamış olabilirdi. Constantin ordusuna refakat eden bir tanığa göre “keşif”i Güneş tanrısını temsil ediyordu ki bu tanrı, bazı kültler tarafından “Sol invictus” (nâ mağlûp veya mağlûp edilemez Güneş) olarak taziz ediliyordu. Constantin’i de çağdaşları “Güneş’in imparatoru” olarak selâmlıyorlardı. “Sol invictus” her yerde, imparatorluk sancakları ve paralarının üzerleri dâhil, temsil edilmişti. Constantin de, ancak ölüm döşeğinde vaftiz edilecekti.

Her halükarda, kaderi yeni bir kült ihdas edip insan kurbanını ilga etmekle sınırlı kalmayacak olan Ram, doğan güneşe, Doğu’ya doğru yönelecekti. Dişi Drüid “Volva”, erkinin elinden kaçtığını hissediyordu. Bu itibarla Ram, rahatsız edici kişi, hattâ tehlikeli bir “ihtilâlci” olarak telâkki edilecekti. Yerleşik erk, bir karşı-erkin yaratılmasını veya basitçe bir evrimin başlamasını daima kuşku ile mülâhaza eder. Erk ile muhafazakârlık az çok eşanlamlıdır[2].

Onu korkak bir rahip olarak takdim eden “Volva” (kadın Drüidler topluluğu) tarafından iftiraya uğrayan Ram, “hicret etmek” zorunda görmüş kendini. Ram adı koç manasında olup (bkz. İngilizce “nam”), gülünç hale getirilip “lam”a, yumuşaklık, saflık sembolü kuzuya (bkz. İngilizce “lamb”) çevrilmiş.

Ama yola çıkmadan önce Ram, “Ulus”u içinde bir ikiliğin sebebi olmuş. Adı üzerindeki kelime oyununu istismar ederek, simge olarak koçu almış ve yandaşları tarafından, bunların ona kuvvet veya yumuşaklık açısından baktıklarına göre Ram veya Lam diye çağrılmasını istemiş.

Eski doktrinin salikleri ise koça, ataları Thor’un anısına boğayı (Latince “taurus”, Yunanca “tauros”) karşı koymuşlar[3].

Efsaneye göre Ram’a “ulusun en sağlıklı bölümü” refakat etmiş. Ram ve dostları önce Karadeniz’e, sonra Küçük Asya’ya ve Kuzey Asya’ya doğru yol almışlar. Sonra güzergâhta değişiklik yaparak Don nehri boyunca gitmişler, Volga’yı geçip Aral Denizi’ne varmışlar. İşte orada Ram, “Kuzeyli” kökenli halklara rastlıyor. Bunların arasında Uygurlar da var. Bunlar beyaz ırka mensup olup Türkçe gibi Hint – Avrupalı olmayan bir dil konuşuyorlar ve ülkelerini Turan tesmiye ediyorlardı. Ve başlarda barışsever olan Ram, İran’ın fethine tevessül ediyor. Turan içinde, sakinlerine Kuzeyli kökenlerini öğretmeye çalışıyor, onlara büyük atalarının, “Kuzey Irkı”nın Baba’sı Oghas olduğunu ima ediyor. Buradan da, ilk peygamberleri Oghas veya Oğuz’u taziz eden Uygurların adı çıkıyor.

Ram, İranlıların ataları tarafından Cemşid yani “Dünyanın İlk Hükümdarı” ya da “Siyah ulusun ilk hâkimi” tesmiye edilmiş. Zerdüşt, onu Ormuzd’un esininde tuttuğu ilk insan olarak göstererek ona saygılı olmuş. O, bilimlerin ilki olarak telâkki ettiği tarımı, insanlara asma yetiştirmeyi ve şarap içme âdetini öğretmiş olmalıydı.

Hindular Ram’ı, kendi kahramanları Rama yapmışlar. Onu büyük bir ilâhiyatçı, ilkel topluluklara tarımı öğreten bir hoca, daha önceden gelişmiş halklara yeni yasalar veren, bayağılaşmış kralları yere vuran ve her yere mutluluk yayan bir veli olarak temsil etmişler.

Kimi de Ram’ı Dionysos’a, yani tanrısal İdrak’le bir tutup Dionysos’a, Ram’la aynı uygarlaştırıcı işi atfediyor.

Ram ve onunla ittifak etmiş halkların çeşitli fetihleri anlatılıyor. Turan ve İran dışında, seferlerin hareket noktası olarak Küçük Asya’yı işgal ediyor. Ram ordusunun bir bölümü de Hindistan’a dalıyor. Ganj nehri üzerindeki kesin savaş yedi yıl dövüşten sonra kazanılıyor. Bu dönemi çeşitli mucizeler damgalıyor: Yerden pınarlar fışkırtıyor… sesiyle açlıkları yok edecek bir mana (kudret helvası) buluyor, bir bitki keşfedip “melek”inin iş’arı üzerine bundan, bir salgını boğan bir usare istihraç ediyor. “Hom” tesmiye edilen işbu kokulu ot, Dioscorides ve Plinius’la Virgilius’da geçiyor. Onu bilmiş olan Mısırlılar, herhalde kökeni dolayısıyla onu “Persea” tesmiye etmişler. Bitki, kutsal olarak kalıyor ve unutulup giden meşe ökseotunun yerini alıyor. Bunda muhtemelen Hinduların kutsal içkisi “sôma” görülebiliyor (mezkûr h/s değişimi)[4].


[1] ibd., s.5-9.

[2] ibd., s.11-12.

[3] Bizim Toros, nam-ı diğer Boğa Dağları hakkında bkz. Burhan Oğuz . –Türkiye halkının kültür kökenleri, C.II/1- İnançlar, s.302-303.

[4] Jacques Rollet. – op. cit.  , s.12 – 17. Ayrıca bkz, Burhan Oğuz, C.II/1, s.525 ve dev.