Buraya kadar Almanya’nın, ve özellikle Alman sol’unun, bir “tomografi”sini çıkarmaya çalıştık ve bu yolda daha da çalışacağız. Almanya’nın I. Dünya Harbi’nden öncesi siyasetinde önemli rol oynamış şansölye von Bülow (Resim 3) anıları (120)– , daha o zamanki Türk – Alman ilişkileri üzerinde değerli tamamlayıcı bilgiler veriyor, şöyle ki biz bu ilişkileri, bir ölçüde 1983’te yayımlanmış “Yüzyıllar boyunca Alman gerçeği ve Türkler” adlı çalışmamızda irdelemiştik. Bunda, von Bülow’un “nerede sınırsız umutlardan bahsedilirse burası Mezopotamya’dır” dediğini kaydetmiştik. Bu “Mezopotamya”, o günler için doğruca Osmanlı mülkünün önemli bir parçası idi ve Alman emperyalizmi buraya ciddî olarak göz dikmişti. Bu “umud”un bugün değişmiş olup olmadığını, hangi şekillere büründüğünü daha sonra göreceğiz.
Von Bülow’un anılarından konumuzla ilgili seçmelere geçmeden önce bu önemli şansölyenin bir tam biografisini vermeyi münasip bulduk.
Prens Bernhard von Bülow (1849 – 1929), Alman İmparaorluğu şansölyesi ve 1900 – 1909 arasında Prusya başbakanı olup I. Dünya Harbi öncesinde İmparator II. Wilhelm (Resim 18) ile birlikte Almanya’yı genişletme politikasını izlemişti.
Babası, Bismarck hükûmetinde dışişlerinden sorumlu devlet bakanıydı. Bernhard, İsviçre’nin Lozan kenti ile Berlin ve Leipzig’de hukuk öğrenimi gördü. 1874’te Dışişleri Bakanlığı’na girdi. Çeşitli diplomatik görevler aldı ve 1893’te Roma büyükelçisi oldu. Gerçek anlamda iktidara yükselişi, Haziran 1897’de, II. Wilhelm’in kendisini dışişlerinden sorumlu devlet bakanı atamasıyla gerçekleşti. Kısa sürede şansölye Hohenlohe – Schillingsfürst’ten daha etkili duruma geldi ve üç yıl sonra onun yerini aldı. Bülow’dan beklenen, hem imparatorun düşüncesiz davranışlarıyla küçük düşmesini önlemesi, hem de çoğunluğun istediği gibi saldırgan bir dış politika izlemesiydi.
Gerek bakan, gerekse şansölye olarak izlediği dış politikada II. Wilhelm’in Alman İmparatorluğu’na dünya güçleri arasında önemli bir yer kazandırma politikasını gerçekleştirmek için Bismarck’ın benimsediği, olgulara dayanan gerçekçi politikayı (Realpolitik) uyguladı. Bakanlık döneminde, Çin’deki Chiao-chou (Kiaochow) Körfezi’ni, Caroline Adaları’nı ve Samoa’yı (1897-1900) ele geçirerek, ülkesine Büyük Okyanus’ta toprak kazandırdı. Almanya’yı Ortadoğu’da önemli bir güç durumuna getirmek için Bağdat Demiryolu’nun yapımını etkin biçimde destekledi. 1908’de Avusturya-Macaristan’ın Bosna Hersek’i ilhakını Avrupa’ya kabul ettirmesiyse, imparatorluğun kuşatılmasından korkan Almanlarca olumlu karşılandı.
Bülow, Almanya’ya karşı bir İngiliz-Fransız-Rus birliğinin kurulmasını engellemekte aynı başarıyı gösteremedi. 1893 ve 1901’de Holstein’la birlikte Avusturya-Macaristan için İngiliz güvencesine dayanan bir ittifak kurmak amacıyla görüşmeler yapmaya çalıştı. Ama denizlerdeki üstünlüğünü Almanlara kaptırmaktan çekinen İngiltere buna yanaşmadı. 1905’te Rusya’yla Björkö Antlaşması’nı yapması, Rusya’nın 1907’deki İngiliz-Fransız Antlaşması’na (Antant) katılmasını engelleyemedi. Almanya’nın Fas’ta İngiltere ve Fransa ile karşı karşıya gelmesi de, uluslararası gerginliği artırdı.
Bülow, Prusya’nın ve imparatorluğun içişlerinde ise, Muhafazakârlardan, Merkezcilerden ve zaman zaman da Liberallerden destek alıyordu. Sosyal demokratlara baskı uygulamamasına, hattâ devlet bakanı Artur Posadowsky aracılığıyla bazı temkinli toplumsal önlemler almasına karşın, onların gerçek bi siyasî güç kazanmamalarına da dikkat etti. Prusya’daki üç sınıflı oy hakkı yasalarının kaldırılması, Prusya ile imparatorluk arasındaki ikiliğin giderilmesi, imparatorluk maliyesinin temelden düzeltilmesi ve dolaysız vergi konması gibi birçok ivedi sorunu çözmekten kaçındı. Parlamentoyla (Reichstag) işbirliği yapma gereğini kavrayarak 1905’ten sonra likral anayasa yanlılarına yöneldi.
Ölümünden sonra yayımlanan anıları Denkwürdigheiten (1930-1931; der. Franz von Stockhammern, 4 Cilt, Anılar), Bülow’un kendisini, harbin ve Almanya’nın çöküşünün sorumluluğundan kurtarma girişimi oluyor. Gerçekte bu anılar, onun bir devlet adamı olarak kendi sınırlarını göremediğini ortaya koyuyor (AB).
Prens von Bülow, unvanından da anlaşıldığına göre, Almanya’nın büyük bir soylu ailesinden geliyordu. Gerçekten, gerek Prens von Bismarck gibi kendisinden önce, gerekse ondan sonra gelenlerin hepsi, az çok aristokrasiye mensup kişilerdi. Hal böyle olunca da, o dönemlerde Almanya’nın idarecilerinin sol’a, hattâ liberallere, fazla sempati ile bakmamış olmaları doğaldı. Sol, mücadelesini, aşırı muhafazakâr bu sınıf idarecilerine karşı verecekti.
Şimdi, bu temel verinin ışığında geçiyoruz von Bülow’un bize anlattıklarına, Bunların içinden konumuzu ve özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nu ilgilendiren bölümleri seçmeye bilhassa özen gösterdik.
.
. .
Polonya üzerindeki tartışmalarda Bülow kendisini iki büyük Hıristiyan mezhebi arasındaki barışın muhafaza edilmesinin sağlanmasını iş edinmişti. O, XVI. yy’da Alman ulusunun topyekûn yeni doktrine dönüşmediğine esef edenlerin görüşlerine anlayış gösteriyor. I. Napolyon’un dediği gibi, V. Karl, Reform hareketinin başına geçmemekle tarihin en büyük hatasını etmişti. Keza Bülow, Almanya’nın İtalya, İspanya, Belçika ve hele Fransa gibi eski Kilise’nin sinesinde kalmamış olanların üzüntülerine de yer vermiyor. Ama politika, vakıalar üzerinde hesap tutmak zorundadır. Mezkûr dinî ayrılma, değiştirilemez bir gerçek olmuştu ve Almanya’ya geçmişte o denli kötülük etmişti ki bütün mezheplerin barışmalarına, bunların unitas in necessariis’ine çalışmamak cinayet olacaktı. Ama Almanın uzlaşmaz halk mizacı, bu görevin ifasını zorlaştırıyordu. I. Dünya Harbi sırasında, Paris’te Trocadéro’da büyük bir şölen tertip ediliyor. Paris başpiskoposu, Reform’dan geçmiş Kilise mensubu bir rahip, Lutherci bir diğeri, bir Haham ve bir İmam, söylevler veriyorlar. Bu yurtsever nutukları halk alkışlıyor; beşi bir arada trabzonun önüne sıralanıyorlar, başpiskopos (Arşövek) ortada, sağ eliyle Luthercininkini, sol eliyle de Calvinistinkini; bu sonuncusu Hahamın elini, Lutherci de Müslümanınkini tutuyor. Halk ayağa kalkıyor ve Devrim’in savaş marşı Marseillaise’i söylüyor. Almanya’da, geçmişte, inanç hususundaki görüş, çoğu kez ulusal ve vatanseverlik hislerine galip geliyor. Harbin kızgın bir zamanında, Bülow’un dostlarından Bavyera’lı rahip, cepheyi ziyareti sırasında, bir Bavyera’lı prens ondan, bir Protestan askerî papazı ile birlikte, bir konuşmasını istiyor; o ise bunu, öfke ile reddediyor: Bir Katolik din adamı bir Protestan papazı ile bir hizada olamazdı! Bu yürekli peder, bunu reddetmiş olmakla iftihar ediyordu. Ama buna rağmen, Bavyera halkının en az üçte biri Protestan mezhebinin sâliki idi (121)– .
Almanya’da 1903 seçimleri, sosyalist oyların büyük ölçüde arttırmıştı; II. Wilhelm, nutuk ve hareketleriyle işbu büyümeye haylice yardım etmiş olduğunu hissedecek kadar akıllıydı; kendi öz sorumluluğu üzerine gözlerine kapatarak Bülow’a kişiye özel ama açık bir telgraf gönderip Reichstag kafesinde kırmızı, siyah ya da sarı maymunların atlayıp zıplamalarının ona vız geldiğini ifade ediyordu. Bu kaba haylazlık kamudan saklanmış ; Bu keyfiyet, telgraf personalinin sadakat ve ağız sıklığının güzel bir örneği oluyor. Sosyalistlerin bu terakkilerini Bülow soğukkanlılıkla karşılamakla birlikte onu endişelendiren husus, Almanya’da gün geçtikçe sık rastlanan ve bazılarınca da neredeyse bir iman haline gelen, hiçbir surette bu dürtüye sed çekilemeyeceği, bunun, bir med veya çığ gibi doğanın bir olgusu fikri idi. Bu itibarla Bülow, sosyalist parti ile açıkça hesaplaşma fırsatını kollar oluyor.
Bir uygun zamanda, daha iyi bir tertip elde etmek üzere Reichstag’ın feshedilmesinin gerektiğine inanmıştı. Sarsılmaz iradesi, nizam ve yasallığı idame etmekten ibaretti. O, büyük sosyal hareket ve akımların ancak mantık ve akılla durdurulabileceğine, ama sırası geldiğinde sıkı bir yumruğun da gerekeceğine inanmıştı. Almanya’da sözün önemi çoğu kez ihmal ediliyordu. O ise ki Bülow, 1906’da sosyalistler üzerindeki parlak zaferini Reichstag’daki nutuklarına borçlu olmuştu. Bu nutuklar, binlerce nüsha olarak dağıtılmış ve zemini hazırlamışlardı. O, sosyal-demokrasi ile mücadele etmişse bunu ne dar görüşlü aristokrat kibirle, ne de herhangi bir bencil âmille yapmıştı; o, sosyalizmin egemenliğinin, Alman büyüklüğünün güç ve refahının sonu olacağı kesin kanaatındaydı. Ona göre Alman karakterinin sadece zaafları değil, olumlu nitelikleri de Almanya sosyal-demokrasisini özellikle tehlikeli kılıyordu; Almanlar, öbür uluslara göre, bildiklerine körü körüne bağlı bir ulustu. İngiliz, Fransız ve İtalyanlara nazaran pratik sorunlar üzerinde teorinin ağından kurtulmakta daha az becerikli idiler. Bu bağlılıkla ilk olarak kafayı duvara vuruyorlar. Bülow, henüz bakanken Bern’de, kadın ve çocukların çalışmalarını tanzim için aktedilen bir uluslararası kongrede Fransız delegesi, müstakbel cumhurbaşkanı, bu sıralarda Fransız sosyalistlerinin başı Mitterand, Almanya’nın Bern büyükelçisi, Bülow’un kardeşi Alfred’e “Berlin’den bu kongre için gönderilen delegeleri ılımlılaştırın. Bunlar, bizim en fanatik ve en deli sosyalistlerimizden daha doktrinerler. Ama ne olursa olsun, endüstrinin yürümesi gerekli” demiş. Mitterand, Briand, Albert Thomas, Lloyd George, Crispi, Fortistipi, yani yavaş yavaş mantıklı bir devlet adamına dönüşen demogog tipi her zaman ve kendi devletlerinin en büyük yararına durmadan yeniden ortaya çıkıyor. Almanya’da ise bu nadir. Almanya’da, bakan olarak grevciler üzerine ateş açtıran ve bu zulme, işçiler lehine eski nutukları hatırlatılarak karşı konulunca da, soğuk bir eda ile “şu anda barikadın öbür tarafındayız” diyen bir Clémenceau hiçbir zaman olmamış. Ama komşularımızda, bize göre millî his çok daha kuvvetlidir. Fransız sosyalisti, 1789 Fransa’sının anası olan sosyalist Fransa’nın, Avrupa’da hükümran olmasını istiyor. Fransız sosyalisti, aşağı tabakanın sislerinden kurtulmasını isterken, Alman, başkalarını aşağı tabakalara doğru sürüklemek arzusunda.
Bülow, 10, 14 ve 15 Aralık 1903’te Bebel’le yapmış olduğu söz düellosunda Alman sosyal-demokrasisinin program ve görüşlerini sorgulayıp bunları suçluyor. Başarısını belki de konuşmalarını bazı olgular dışında, hazırlıksız yapmasına borçluydu. Dresden sosyalist kongresinde Bebel’in toleranssızlığını kınadığında, solun en uçlarına kadar tasvip görmüş, revizyonist sosyalistler sükûnetle gülümsemişler (122)– .
Almanya’nın komşularıyla ticarî ilişkilerinin dikkatli bir tedkiki, Rusya ile anlaşmaya girmenin gereğini göstermişti; bu anlaşma sağlanınca Romanya, Avusturya-Macaristan, İsviçre ve sair ülkeler takibedeceklerdi.
Bülow, kolay anlaşabileceği eski Rus maliye bakanı, halen Meclis başkanı Witte’ye ulaşabilmek için bu sonuncusunun itimad ettiği Avrupa’nın iki büyük finansçısı, Paris’te Rothschild ile Berlin’de Mendelsohn vardı. Bülow, Mendelsohn ile ilişkiye giriyor. Bu sonuncusunun mahrem olarak temas etme olanağına sahip bir kişi olmasıyla Witte’den, doğruca kendisiyle yeni bir ticarî anlaşmayı tartışmaya hazır olup olmadığını ve kabul etme durumunda da, kendisini nasıl Berlin’e yollatabileceğin sormasını istiyor. Mendelsohn az sonra, Witte’nin doğruca Bülow müzakereyi kabul ettiğini ona bildiriyor. Ve Witte Haziran içinde Nordeney’e, bütün bir memur kurmay takımıyla geliyor. O da, vatanı ile Almanya arasında iyi ilişkiler yanlısıydı. Bu, Almanya’ya bir özel sempatisi olduğundan değildi; Paris’i Berlin’e, Fransızları da Almanlara tercih ediyordu; ama Rus sülâlesinin kaderinin Almanya ile barışın idamesine bağlı olduğuna kani idi. Daha 1904’ten itibaren, Rus monarşisinin sükûtunun anarşi, sefalet, yıkım ve bu devasâ imparatorluğun parçalanmasının işareti olacağına inanıyordu. Birçok Rus Devlet adamı gibi o da, Slav yanlılarının Balkan Devletleri için heyecanlarını tasvip etmiyordu; şöyle ki, bunların hepsi istisnasız, Sırplar, Bulgarlar, Yunanlı ve Rumenler, Rusya’nın insan ve paradan yana fedakârlığını, kadirbilmezlikle ödüyorlardı. Bu ülkenin genişlemeye ihtiyacı yoktu, o yeterince çok vâsi idi. Sibirya’da, Türkistan’da, Kafkasya ve hattâ Avrupa Rusya’sında, ekip biçilecek muazzam alanlar, topraktan çıkarılacak büyük hazineler vardı. Konstantinopolis’e sahiplik, Rusya için nispî bir mutluluk olacaktı. Aya Sofya’ya Orthodox haçının yeniden dikilmesinin gereğine dair bir rapora I. Nikola, eliyle “Bu, teoride iyi ve güzel; gerçekte, Konstantinopolis’in tarafımızdan işgali, bir mutluluk olmanın ötesinde, daha çok bir zaaf unsuru olacaktır. Üç başkent mi istiyoruz: Saint-Pétersbourg, muhafaza etmemizin gerektiği Rus çarlarının en büyük yaratığı; yine terk edemeyeceğimiz kutsal anamız Moskova ve nihayet Bizans mı?” diye derkenar düşmüş. Witte, Avrupa’da herhangi bir toprak genişlemesine kesinlikle karşıydı: Doğu Prusya’yı, Posnanya’yı veya Galiçya’yı ilhak etmek? Rusya’da yeterince Alman, Polonyalı ve Yahudi vardı. Almanya ile barış ve dostluk iradesinin başlıca nedeni, onun demir gibi inandığı şuydu: İki ülke arasında bir savaş belki de Hohenzollern’lerin sükûtunu, ama kesinlikle Romanov’larınınkini de sürükleyecek ve bundan sadece ihtilâl faydalanacaktır (123)– .
Hiçbir arzu II. Wilhelm’i Hohenzollern’lerle Romanov’ları, Cermen-Prusya ve Rus monarşileri arasında bir ittifaktan ziyade meşgul etmemişti. İtiraf etmese bile Bismarck’ın Rusya ile mütekabil teminat anlaşmasının bozulmasından, böylece de Fransız – Rus ittifakına sebebiyet vermiş olmaktan kendini mes’ul tutuyordu; artık Rus hükûmeti Almanlarla birleşmek üzere Fransız ittifakını bozmaya hiç de hazır değildi. Ancak akıllı ve sakin bir politika Rusya ile barışı ve hattâ onun sevgisini idame ettirebilir. Buna rağmen İmparator, çar üzerinde kişisel hareketiyle emeline nail olma düşüncesinden vazgeçmiyordu. Tabiatı, bir hükümdarın rolü hakkındaki yanlış tasavvuru, onu bizzat öbür hükümdarlara tesir ederek onlarla anlaşarak dış politika yapmaya sürüklüyordu. Böylece de, Bülow’un zorlukla dizginlemeye çalıştığı bir sabırsızlıkla Rus – Japon harbini bekliyordu; ümidi, bu felâketin II. Nikola’yı, Alman “meslekdaşı”nın destek ve özellikle tavsiyelerini istemeye mecbur etmesindeydi. Muhasematın başlamasından onbeş gün önce Çar ona bir telgraf göndererek barışın bozulmamasının ümidini ifade ediyordu. II. Wilhelm yıkılmıştı. Çar’ın her türlü harbe mani olacağından kaygılanıyordu ve bu keyfiyet, hesaplarına göre, bir Fransız – İngiliz arabuluculuğunu sürükleyecek ve böylece de Almanya’ya karşı bir Fransız – İngiliz – Rus koalisyonu doğmuş olacaktı (124)– .
Gün geçtikçe İmparator daha huzursuz ve daha kaygılı oluyordu. Silezya’da avlar sırasında Çar’a mektup üzerine mektup gönderip Bülow’un tavsiye ve tenbihlerinin hilâfına onu Fransa’dan koparmaya çalışıyordu. Sonuç, doğal olarak majestelerinin beklentilerinin tersi olacaktı. Şimdi artık Japonya’nın “gıdığını” okşamak ve müzakerelerini başarısızlığa uğratan “şeytanî şekilde mahir ve çok güçlü” Delcassé’ye (Resim 19) bir “tokat atmak” gerekiyordu… İmparator’un ümitleri kırılmıştı (125)– .
Bülow’un dikkatini gerektiren ilk sorun, madencilerin yaklaşmakta olan grevi olmuştu. Ruhr’da, Ocak 1905’in başından beri büyük bir çalkantı hüküm sürüyordu. İşçiler, son yıllarda ücretlerin azalmasından, toplam çalışma saatları içine iniş ve çıkış sürelerinin dahil edilmemesinden, kömür vagonlarının yüklenmesinin çok sert denetiminden, para cezalarının yüksekliğinden, üstlerin kötü muamelelerinden şikâyetçi idiler. Ocak 1905 içinde 270.000 işçiden 200.000’i greve gidiyor. Konu Reichstag’da tartışılıyor. Bülow kendi görüşünü açıkça ifade ediyor: Bu grev karşısında yetkililerin yerine getirilmesiyle yükümlü oldukları iki ödevleri vardır: Önce, kanunların hakkaniyetle uygulanmalarından sorumlu olarak nizam ve sükûneti idame ettirmek, işverenlerle işçiler arasında bir anlaşmaya varılması için çaba göstermek; sonra, sosyal barışın, endüstrinin refahının ve işçilerin korunmalarının yararına olarak kesinlikle kanun çerçevesi içinde kalıp her türlü aşırılıktan kaçınmak. Bu arada Bülow, bakanlar kurulundan maden yasasında işçiler lehine değişiklik içeren bir yasa tasarısını güçlükle geçiriyor. Bu tasarıya göre işçiler, maden sahiplerinin keyfî lokavtından korunuyor. 1905’te Bebel, grev ve durumdan, münhasıran kışkırtıcı olarak söz edip bütün şiddetini Bülow’a yöneltiyor; onu, işçilerin sefalet ve dileklerine karşı hissiz kalma ve işverenlere uysal davranmakla suçluyor. Bu sonuncular da (işverenler), kendi taraflarından, onlara düşmanca davranmak ve sosyal-demokrasiye kırıtmakla suçluyorlar.
Bu hengâmede von Bülow bir teselli buluyor. Fransız sefiri ona 200.000 işçinin birkaç hafta süren grevinde, herhangi bir kapışma, silâh kullanımının olmamasının Almanya’da hüküm süren nizam ve emniyetin ve hükûmetin dirayetinin bir göstergesi olduğunu söylüyor. Bülow’un maden kanunlarına yaptırdığı ekleme, hükûmete, aşırı çalışma saatlerini indirme, disiplin sistemini reforme etme, bir dizi hıfzıssıhha yönergesini ithal etme ve işçi kitlesinin işverenlere işçilerin dileklerini iletecek komitelerin kurulmasına müsaade yetkisini veriyordu. Bülow, Prusya Lantag (mahallî meclis)ında muhafazakârların ve daha çok liberal milliyetçilerin sağ kanadının mukavemetiyle karşılaşıyor. Ama merkez, müstakil muhafazakârlar ve liberal milliyetçilerinin bir bölümünden oluşmuş bir çoğunluk, metni kabul ediyor.
Almanya’nın Fas üzerindeki niyetleri ve bu bağlamda İngiltere ile anlaşma girişimleri başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Bülow’un ve Alman sefiri Hatzfeld’in çabaları, İngiltere’nin Berlin’deki sefiri Sir Lascalles’in iyi niyetine rağmen Lord Salisbury’nin İngiliz politikasını bağlamak korkusu ve belki de, II. Wilhelm’den derin nefreti, bunda âmil olmuşlardı. Bu zihniyete rağmen ve Rusya’ya karşı ihtiyatlı davranmak şartıyla, İngiltere ile barış, Bülow’a her zaman için mümkün görünmüş. Fas hususunda onunla II. Wilhelm arasında görüş ayrılıkları hep mevcut olmuş; ama Bülow, bu yolda İngiltere ile anlaşma imkânlarına inanmıyordu. Almanya’nın çıkarına olarak o, Fransa Fas’a yerleşmeliydi. Böylece Fransızların gözleri Vosges’lerden çevrilecekti. Bunlar yavaş yavaş Alsace-Lorraine’i unutacaklar ve onu bir matem haline getireceklerdi. Ama şaşırtıcı olarak askerler, İmparator’un fikrini takviye ediyorlardı. Büyük Moltke’mizin geleneğini takibeden mümtaz kişilerin bilgileri, faaliyetleri, dürüstlük ve vatanseverliklerine karşı hayranlığa rağmen Bülow, genelkurmayın yeni olayları çabuk kavrayıp onları doğru değerlendirmeyi bilmediklerini saklamıyor. Genelkurmayın adamları İngiliz ve Amerikalıların geçici tedbir alma kabiliyetlerini, bunların topçulukları ve tanklarını, modern savaşta teknik unsur ve makinaların önemini ve avukat Poincaré ile tabip Clémenceau’nun enerjik savaş güdümünü hep küçümsemişlerdi. Daha on yıl önce bile, Fransa’nın Kuzey Afrika’daki fetihlerinin askerî portesini kavrayamamışlardı (126)– .
Von Bülow, güzel bir 1905 güzü sabahında Berlin hippodromunda günlük at gezisini yaparken eski bir dostu, yaver general von Moltké’ye rastlıyor. Düşünceli bir hali varmış. Birlikte biraz at sürdükten sonra ona ciddî bir meseleden bahsetmek istediğini ve yaya gitmenin daha münasip olacağını söylüyor. Meğer İmparator, büyük genelkurmayın başkanını emekliye sevketmeye kararlıymış; her ne kadar Kont von Schlieffen’in (Resim 20) dehasını teslim ediyorsa da onu fazla yaşlı buluyormuş (Schlieffen yetmiş yaşında olup bu mevki büyük bir çalışma gücü ve bozulmaz bir bedenî mukavemeti gerektiriyordu). Zaten kontun kendisi gitmeyi istemişmiş. Ve Moltke ekliyor : “O ise ki İmparator mutlaka beni onun yerine tayin etmek istiyor ve herşey bende bu fikre karşı ayaklanıyor”. Bu derunî ses, ona genelkurmay başkanı olacak kişi olmadığını söylüyormuş. Mutad sadelik ve asil alçak gönüllülüğü ile devam etmiş : “Harp zamanında bir başkumandan için kanun çok ağır; fazla düşünerek hareket ederim, çok titiz , çok özenliyim; büyük kumandanlar, Napoleon, II. Frederick ve amcam (Büyük Moltke) gibi gereken herşeyi riske atacak yeteneğim yok. Askerî bilimin ustası Clausevitz, Napoleon için tutkun bir kumarbaz diyor. Keza, beni çok kez düşündürmüş olan sınırları da söylüyor: Savaş biraz talih oyunu tabiatını haiz olup dolayısıyla bu oyunu sevmeyen bir general, zaferlerin büyük kitabında kayıpta olur. Bende ne risk isteği, ne de herşeyi riske atacak mizaç var”. Ve yetersizliğinin bilincinde olarak orduya ve ülkeye zarar verme tehlikesini ve şanlı amcasının adını karartmayı düşündükçe şaşkına döndüğünü eklemiş ve Bülow’dan İmparator’u bu fikirden caydırmasını rica etmiş.
Aynı günün öğleden sonrasında Bülow, yine çok eski bir dostu olan, Wilhelmstrasse’nin (Dışişleri Bakanlığı) askerî kabinesinin başı Kont Hülsen’e rastlıyor ve ona Moltke ile vâki konuşmasını anlatıyor. O da “Moltke bakımından çok mantıklı. O, Königsplatz’ın (Genelkurmay) kırmızı kutusu için yaratılmamış. Majestelerinin bir gerçek sapkınlığı ise de onun kafasından bu düşünceyi söküp atmak çok zor olacak…” yanıtını veriyor.
Bülow Hulsen’e, bu iş için Moltke dışında ona kimin mümkün göründüğünü sormuş. O da, ilk olarak 3. Kolordu kumandanı, müstakbel Mareşal Karl Bülow’u zikretmiş ama hemen eklemiş : “İmparator onu istemeyecektir. Onu çok dikkafalı buluyor”. Daha sonra 9. Kolordu kumandanı Bock von Pollack ile 14..nınki Falkenhausen, sonra da Colmar von der Goltz (Resim 21) (müstakbel Goltz Paşa), general Hindenburg’u (Resim 5) saymış, ama İmparator’un herbirine bir bahane ileri sürerek, kimini oda stratejicisi, kimini fazla mantıkçı, üçüncüsünü de hayalperest bularak hiçbirinin kendisine uymayacağına dikkati çekmiş; o ise ki, Majesteleri Moltke ile herşeyin iyi gideceğine kânî imiş (127)– .
İmparator Bülow’a, aydınlatılmış Noel ağacının altında kafasında dünya durumunu geçirdiğini yazmış. Ne pahasına olursa olsun elde edilmesi gereken Türkiye ile bir ve de, “bütün Arap ve Magripli hükümdarlarla” ittifak aktedmeden önce harp istemiyordu. İşbu ittifak gerçekleşmeden önce kılıçlar kınından çekilemezdi. Tek başına, hiç değilse denizde, Fransa ve İngiltere ile harbetmek mümkün değildi. Öbür yandan 1906 yılı özellikle bir harbe uygun düşmüyordu, zira Almanya topçuluğu yenilemekle meşguldü; bu da, en az bir yılı gerektiriyordu; keza piyadenin donanımı da yenilenecekti. Metz’de de, henüz bitmemiş çok kale ve batarya vardı. Ama en büyük engel, sosyalistler ve yurttaşların yaşam ve mallarının düçar oldukları büyük tehlike yüzünden ülkeden bir adam çekmenin imkânsızlığı idi. “Önce sosyalistleri kurşuna dizip kellelerini uçurmak, onları güçsüzlüğe indirmek, gereğinde bunu bir kırımla yapmaktan sonra dış harp gelecektir!”.
Bu mektupta İmparator sonunda Bülow’dan “mümkün olduğu kadar herhangi bir silâhlı çatışmadan, bundan her şekilde kaçınacak gibi dış siyaseti idare etmesini istiyor. Bu mektubun her satırı, II. Wilhelm’in harp korkusunu yansıtıyor; sadece bu mektup, 1914’ten önce ve sonra, düşmanlar tarafından yaygınlaştırılmış, bu harbin kasten onun tarafından çıkarıldığı yalanını çürütüyor. 1 Ocak 1906 yeniyıl resepsiyonunda Bülow, endişeli görünen İmparator’a, 9 Mayıs’ta, Schiller’in ölümünün 100. Yıl kutlamasında bulunmamış olduğuna üzüldüğünü söylüyor. Bunda Wallenstein Kampı şövalyelerinin liedi söylenmiş:
“Hayatınızı ortaya koymazsanız
Hiçbir zaman hayatı kazanamazsınız”.
Schiller’in ruhunu, yani gerçek Alman, idealist ruhu benimsemiş olsaydık ve politikada gerçekler duygusu ile hasımlarımızın tuzaklarından kaçınsaydık, hiçbir ümitsizlik ve yılgınlık sebebi kalmamış olacaktı; gerçi, devekuşu gibi başı kuma gömmeye gerek yoktu, ama başı da eğmeyecektik ve daha da onu kaybetmeyecektik, diye yazıyordu Bülow (128)– .
Almanya’da, ulusal onur hissinin sürüp giden zaafı, bireysel vatanperverâne disiplin eksikliği ve çoğu kez de iptidaî incelik eksikliği, daha 1906’dan itibaren önünü gören vatanseveri endişelendiriyor idiyse, İmparator’un bir mantık ve haysiyet nümûnesi olması, hiç değilse, eleştiriye fırsat vermemesi daha çok arzu ediliyordu. Fransız gazeteci Henri de Noussanne, 1904’te II. Wilhelm üzerinde bir etüdünde “Almanya’ya suskun, sebatlı ve ölçülü bir şef gerekiyordu” diye yazıyordu, Alman sorunları ve kişileri etüdünde ihtisas sahibi çalışma arkadaşı ile birlikte. “Ama kader Almanlara söz ve hareketlerinin insanları idareye yettiğini hayal eder bir efendi vardı… Gerçekte, hiçbir taçlı Devlet Başkanı II. Wilhelm kadar monarşiye kötülük etmemiştir” (129)– . Majestelerinin değişken ve tuhaf mizacı, von Bülow’a iç politikadan çok, dışişlerinin idaresinde kaygı veriyor ve güçlükler çıkarıyordu. İmparator nezdinde Dışişleri’nin temsilcisi von Jenisch, Bülow’a şunları yazıyor : “Profesör Schiemann’la uzun bir görüşmeden sonra Majesteleri bana özetle şunları söyledi : “Eğer yakında Rusya’da herşey altüst olursa ve burada birkaç cumhuriyet federasyonu hazırlanırsa, ben hiç bir surette Baltık illerini terketmeyeceğim; onların imdadına koşacağım, onları İmparatorluk’a dahil etmek gerekecek. Rus hükûmeti bakî kaldıkça küçük parmağımı oynatmayacağım, ama Baltları felâketlerinde yalnız bırakmayacağım. Polonyalılar, doğal olarak sınırlarını denize katar itmeyi deneyeceklerdir; buna hiçbir zaman izin vermem; gitsinler, Doğu ve Güney-Doğu’ya, ekonomik çıkarları neredeyse. Bundan Bülow ve Bethmánn-Holweg’e bahsettim: Rusya’da bir felâket vâki olursa, Polonya programına (Polonya krallığının yeniden kurulmasına) engel çıkarmayacağım. Bu zaman, Polonyalı büyük toprak sahipleri bana bağlılık yemini etmelidirler. Bu yemini etmeyen, Prusya toprağını terkedecektir; bu da bizi rahatsız eden unsurlardan kurtulmanın en iyi çaresi olacak…”. Profesör Schiemann ise bütün olayları ve tüm dünyayı küçük vatanlarının dar çerçevesi içinde gören Baltıklılardandı.
Hintze Almanya’nın Saint-Petersbourg’taki mükemmel denizateşesi idi; orada önemli bir konum kazanmış ve faydalı ilişkiler bağlamıştı. Tirpitz, birinci sınıf adamlardan biri olmakla birlikte kendisiyle anlaşabilmesi güç bir tipti. İmparator Bülow’a nadiren Polonya sorunundan bahsetmiş; ama Bülow ondan, bir bağımsız Polonya’nın yeniden kurulmasının Prusya ve Alman politikasının yapabileceği en büyük hatâ olacağını hiçbir zaman saklamamış. Ona kaç kez, bir Polonya Devleti’nin, Batı’daki uzlaşılamaz düşmanlarımızın doğal müttefiki olacağını; Varşova’da bir Polonya ordusunun, Doğu sınırımızda Fransız birliklerine eşit olacağını tekrarlamış (130)– .
Londra’dan büyükelçi Metternich (Avusturya’nın tutucu başbakanı ile karıştırmayacak) Bülow’a, Rus meslekdaşı Kont Benckendorff’un Paris’te Rus dışişleri Bakanı Isvolski (Resim 23) ile buluştuğunu, bu sonuncusunun, ülkelerinin Uzak-Doğu bozgunundan sonra Asya sorunları konusunda İngiltere ile anlaşmanın sebeplerini açıkladığını yazıyor; ancak bu anlaşma Alman çıkarlarına yönelik olmayacaktı.
Rusya’da dâhilî duruma ait olarak Saint-Pétersbourg’ta her aklı başında kişinin Stolypine’in (131)– – cesur çabalarını tasvip ettiği öğreniliyor. Çar’ın vaadlerini tutmak gerekiyordu: Meşrûtiyet olmadan Rusya’yı kalıcı bir sükûnete getirmek mümkün değildi. Mutlakiyet ölümcül bir hatâ olurdu. İngiliz-Rus ilişkilerine gelince Benkendorff’a göre, dünyanın en büyük iyi niyetiyle Afganistan için bir anlaşma zor olacaktı. Bu ülke İngiltere ve Hindistan’ın protektorasi altındaydı ve Calcutta’dan para yardımı alıyordu, İngiltere güçlükle Rusya’nın buraya girmesini kabul edebilirdi. İran konusunda bir İngiliz – Rus kalıcı anlaşması mümkün idi; Afganistan için ise bu, güç ve geçici görünüyordu (132)– .
Bülow, Majesteleri’ne Alman ulusunun büyük çoğunluğunun monarşist olduğunu temin ediyor. Son sosyalist kongresinde sosyal-demokratların şeflerinden biri ona, 1903’te üç milyon sosyalist oy verenlerden en fazla 400.000’inin örgütlenmiş ve bilinçli olduğunu itiraf etmişmiş. Ve bazı uzman kişiler, bu sonuncular arasında antimonarşist olmayan çok kişinin bulunduğunu ifade etmişlermiş. Ama öbür yandan, ulus, mutlakîyete benzer herşeyden kaygılanıyormuş. Ancak Majesteleri’nin nice telgraf ve nutku, O’na karşı kullanılmışmış. Bütün parti ve nüfus içinde böylece yaratılmış kaygı ve şüpheler, von Bülov’un Tanrı’ya, Majesteleri’ne ve vatanın yıldızına itimadını sarsmıyor, ama ihtiyatlı bir taktiği icbar ediyormuş…
Bülow, Reichstag başkanı Kont Ballestrem’in bir mizahî sözünü hatırlıyor : “Protestan mezhepli bir bakan bizi hoşnud etmez; azınlık olarak bir Katolik’i istemeyiz, neden kendimize bir Yahudi’yi almayalım?”. Önce Rathenau’yı (Resim 12) düşünüyor; onu henüz tanımıyordu ama çok sayıda yeteneklerini duymuştu. Nihayet Darmstaetter Bank’ın müdürü Bernard Dernburg’a karar veriyor. İmparator tayini tasvip ediyor. Ona, Dernburg’un kendisine mükellef bir otomobille geldiğini anlattığında, memnun bir eda ile “Mükemmel, bütün bakanlarımın otomobil sahibi olmalarını diliyorum” demiş.
Dernburg, alkışlar arasında Reichstag’da şunları söylüyor : “Kolonilerde misyonu destekleyeceğiz, zira İmparatorluğumuz Hıristiyan imanı üzerine kurulmuştur ve bir Hıristiyan uygarlığında yaşıyoruz” (133)– . Bu Walter Rathenau, Alman siyasetinde önemli rol oynayacaktı (134)– .
Bülow’un Rusya Dışişleri Bakanı Isvolski ile Swinemünde’deki mülâkatı memnuniyet verici olmuştu. Rus bakan, tüm bastırma tedbirleri ve bunca reform ve tavize rağmen Rusya’da sürekli artan ihtilâlci çalkantılardan haylice müteessirdi. Anlaşıldığına göre bu durum, bu ülke ile her türlü ihtilaftan kaçınmak için bir yeni sebepti. Bismack “bekleme durumunda belki de Rusya’nın, bizimle harbetmeye girişmesinden önce inhitat ve çözülmeye gideceğini görebileceğiz” demişti. Bülow her zaman için bu aynı görüşte idi; bu, Mayıs 1914’te bir kez daha doğrulanıyor : Bülow, Roma’da iktidarı bırakmış olan Rus Meclis Başkanı Kokowsev’e, savaşa inanıp inanmadığını soruyor; o da “Savaşa mı! Hayır. Sizin tarafınızdan zorlanmadıkça sizinle savaşmayacağız. Ama Rusya’da bir ihtilâl imkânı ve maalesef, bunun kesin olduğuna inanıyorum” yanıtını veriyor. Uzak – Doğu’daki ağır bozgunundan sonra Rusya’nın İngiltere ile anlaşması gerekirdi; ama Almanya’ya karşı İngiltere’nin pionu rolünü oynamayacaktı. Isvolski Almanya ile Rusya arasında kötü münasebetlerin, ancak Rusya’yı Almanya’dan çok, her iki imparatorluğu tehdit eden ihtilâle yarayacağı inancındaydı. “Bazı Rus şovenlerin”, diyordu Iswolski, “bir dış harbin, iç ihtilâl tehlikesini saptıracağını hayal etmeleri, büyük bir hatâ olacaktır”. Bülow cevap veriyor: “İhtilâlden kaçınmak için kendini harbe atmak, (Fransız yazarı, XVI.yy) Rabelais’nin yağmurdan kaçmak için kendini suya atan, Guibollard örneğin, taklid etmektir”. Gülünüyor ve Isvolski ekliyor : “Eğer Saint-Petersbourg’ta soğukkanlılık muhafaza edilir, Berlin Rusya’ya ne Polonya işinde; ne de Balkanlar’da sert davranmazsa, hiçbirimiz suda boğulmayız” (135)– – .
Olayların sentezini yapmayı arayanlar için 1908’in başlıca olgusu, 8 ve 9 Temmuz’da, VII. Edward ile Rus imparator çiftinin Reval’daki mülâkatı olmuştu. Bülow, Alman politikasının ihtiyatsız ve beceriksiz olması halinde, bu mülâkatın portesi ve Almanya için çıkabilecek acıklı sonuçların bilincindeydi. Japonya’ya karşı harpte Rus ordu ve donanmasının uğradıkları ezici, Rus gururunu kırıcı bozgunlar, çarlar ülkesinin politikasını Uzak-Doğu’dan Yakın-Doğu’ya taşımıştı; hayal kırıklığı o denli kuvvetli olmuştu ki herhangi bir Rus hükûmetinin bir daha Uzak-Doğu’da parmaklarını yakmaya niyeti olamazdı; kaldı ki Rus halk ruhu, Vladivostok ve Kharbine için alevlenmemişti. Asırlardan beri, Rusların bütün gelenek ve özlemleri Tsarigrad (Konstantinopolis) ve Ayasofya’ya dönüktü. Buradan, Alman politikası maharetle idare edilmezse, Almanya ve Avusturya ile keskin bir mücadele çıkacaktı. Mamafih, felâketten sonra bile, Rusya hâlâ Pasifik Okyanusu’nda bir dizi istinad noktasına sahipti; Sibirya ve Orta Asya’da müthiş bir imparatorluğa sahipti ki onu Büyük Britanya’yı hesaba katmaya mecbur ediyordu. Bir yıl kadar önce, Ağustos 1907’de Rusya ile İngiltere arasında ayı ile balina avı konusunda Asya’da etki alanlarının sınırlarını belirleyen bir anlaşma aktedilmişti. İran’ın kuzeyi Ruslara, İran kıyısı İngilizlere bırakılıyordu. Aslında bu anlaşma İngilizlerden çok Rusların işine geliyordu. Bu anlaşma bir sonuca varmış olsa, Bülow’un İmparator’un dikkatine sunduğu gibi, Almanların, İngilizlerin kıskançlık ve kaygılarının başlıca konusu oldukları belli olacaktı. Ayrıca, Rusya’nın bütün liberal unsurları, Batılı güçlere dönük olup bunlarla iyi ilişkilerin, ülkelerinde liberal ve demokratik fikirlerin zaferini kolaylaştıracakları ümidini besliyorlardı.
Reval mülâkatı, vukuundan daha birkaç hafta öncesinde, gölgesini düşürmeye başlamıştı. Gazeteciler “sarılmıştık”tan söz ediyorlardı. 29 Mayıs 1908’de, II. Wilhelm, Doeberitz manevraları sırasında (Resim 24) bir demeç veriyor ve muharip ve tehditkâr bir eda ile bu sarılmışlığa işaret ediyordu.
Rus ve Japon askerî ateşeleri, sesinin ulaştığı yerde bulunuyorlardı ve hemen, bu ateşli söylevi yaymakta birbirleriyle yarışmışlardı. İmparator, bu sarılmışlığın bütün görünümlere göre devam edeceğini ve böylece yaratılan durumun çok ciddî olduğunu vurguluyordu; yine devamla her tarafı düşmanla sarılı olarak düşmanları teker teker mağlûb etmiş Büyük Frederik’in örneğinin Almanya’ya yol göstereceğini söylüyordu.
Türk devrimi, 1908 yazında Avrupa’da hüküm süren ağır havayı dağıtmıştı. Bu, kısmen Reval’da Rusya ile İngiltere tarafından ilân edilen Makedonya’da reform projeleri tarafından neden olmuştu; Türk vatanseverleri, daima entriga çeviren ve sürekli olarak hayatından endişeli Abdülhamid’in buna yeterince karşı çıkmayacağını düşünüyorlardı. Türk devrimi, reform projelerini durdurmuştu; şöyle ki, İngiliz Avam Kamarası’nda büyük çoğunluğa sahip liberaller, ne pahasına olursa olsun, Jön Türk’lere karşı şiddet kullanılmasına muhaliftiler. Bülow, gayriresmî basın aracılığı ile gönüllerinin Türk devriminin yanında olduğunu bildiriyordu. Alman sefiri Baron von Marschall, onbir yıldan beri büyük etki kazanmıştı ve Bülow onun, halen sürgüne gitmiş sultanla olmuş olduğu gibi Jöntürk’lerle de aynı şekilde anlaşacağından emindi. İstanbul’dan herhangi bir tekzipten korkmadan Avusturya gazetesine Almanya ile Türkiye arasındaki münasebetlerde hiçbir değişikliğin bahis konusu olmayacağını beyan ediyordu : Türk ulusu, Almanya’nın , onun nice kez öngörülmüş çöküşünü hesaplamamış, Osmanlı İmparatorluğu’nun politik ve ekonomik canlandırılmasına her zaman iştirak etmeye yönelmiş tek Devlet olduğunu farketmeye devam edecektir (136)– .
Bismarck, politikada presbit olmanın miyop olmaktan daha tehlikeli olduğunu söylemişmiş. Almanların politikada, güncel olay ve sorunları çok uzak sebeplere bağlama hatâsını sık yaptıkları bir gerçek. Bu eğilim Almanlara Büyük Harp’te de zarar vermiş. Bu çağda bir Fransız yazar, bu huyla şöyle alay etmiş : “Thiers(137)– – , Sedan’dan(138)– – sonra, çoktan beri ilişkide bulunduğu Ranke’ye III. Napoleon’un sukutundan sonra Almanların kiminle harbettiklerini soruyor; Alman tarihçi de, espri dolu bir yanıt veriyor: XIV. Louis ile gerçekten bu Güneş-Kral, İmparatorluk’un zaafından istifade ederek Alsace’ı Almanya’dan koparmıştı. Bu zaaf nereden geliyordu? Otuz yıl harbinden. Otuz yıl harbi nereden çıkmıştı? Reform’un sonucu idi. Neden Reform? O, Hıristiyanlık tarihinin bir safhası idi. Neden İsâ’nın gelmesi gerekmişti? İlk günah ile sukut etmiş insanlığın bağışlanması için. “Dolayısıyla böylece” diye bitiriyor yazar, “Alman bilimsel yöntemine göre harp, bizim zarif Havva’mızın elmayı ısırdığı için patlamıştı. Havva ve elma olmadan, ültimatum da, harp da olmazdı”…
Şimdilik, çok genel geçmişe değin teoriler manyasını eleştirmek üzere Bülow konuyu, uzun bir zincirin nihayeti olmuş olan olayların varlığını kabul ederek kapatıyor. Bu, Bosna sorunu oluyor. Sorun, 1908 güzünde Rusya ile Avusturya arasında ciddî bir gerginlik yaratıp Almanya’yı da, tehlikesiz sayılmayacak, ama her hal-ü kârda hassas bir durum karşısında bırakıyor. Bir Romanyalı diplomatın Bosna sorunu için Bülow’a dediği gibi “bu şaşkınlıklar, tehlikeler ve ciddî olanaklarla dolu Pandora kutusu”nun kökeni, 1877 Rus – Türk harbi idi. II. Alexandre, 1876’da, istemeye istemeye, Rusya’daki güçlü Slav yanlısı harekete boyun eğerek ve eski çarlık gelenekler ve eski hislerin etkisine maruz kalarak Balkan Savaşları için kılıç çekmeye karar veriyor. Bu Slavlar, Ruslara kan bağları ve müşterek imanla bağlı olup şansölyesi Gortschakoff, işin sonun da Rusyanın Kırım habrini kaybetmesi sebebinin Avusturya’nın hasmane tavrı yüzünden olduğunu hatırlıyor. Gerçekten İmparator I. Nicolay, Kırım harbinin başında, 1854’te Moldavya ve Valakya’nın işgalinden sonra birliklerini Bulgaristan’a soktuğunda, Avusturya Galiçya’ya bir ordu yerleştirince, bütün Balkanlar yarımadasını tahliye etmek zorunda kalmıştı. Rusya’yı, bir Avusturya ordusu tarafından arkadan vurulma tehlikesine maruz bırakmamak ve Rusların Türklere karşı hareketlerinde Avusturya’nın rızasını satınalmak için Gortschakoff 1876’da Bosna ve Hersek’i Habsburglara terketmeye karar veriyor.
Viyana’da genç bir sefaret kâtibi olarak Bülow, Budapeşte kraliyet şatosunda aktedilmiş anlaşmaya tanık oluyor; bununla Gortschakoff Viyana kabinesini Bosna ve Hersek’in askerî işgalinin zaman ve olanaklarını seçmekte serbest bırakıyor. Berlin Kongresi’nde de sekreter olarak Bülow, Budapeşte anlaşmasının, Berlin muahedesi tarafından, Rusya’nın neşeli rızasıyla, benimsenişinde de bulunuyor. (Berlin muahedesinin XXV. Maddesi) : Bosna ve Hersek vilâyetleri Avusturya – Macaristan tarafından işgal edilip idare edileceklerdir”. Berlin Kongresi’nden itibaren ve altı yıl sonra Skierniewice’de, sözlü olarak ve hatırlatma babında Avusturya – Macaristan ile Rusya arasında beyanlar teati edilmişti; bunlarda, Balkanlar’ın dinginliği ve Avrupa barışının sağlanması için Rusya’nın, Avusturya’nın işgali ilhaka dönüştürmesine itiraz etmeyeceği ifade ediliyordu. Bu itibarla, Isvolski’nin (Resim 23), Reval mülâkatından hemen sonra, Boğazlar’ın açılması üzerine pazarlıklara girişerek Avusturya – Macaristan dışişleri bakanı Aerenthal’a (Resim 25) yazılı olarak işgalin ilhaka dönüştürülmesini teklif etmiş olmasında şaşılacak bir şey bulunmuyor. Isvolski’nin, Viyana meslekdaşına bu teklifi, bu sonuncusunun onu Sancak demiryolunun, yani Bosna hattı ile Makedonya’nınkinin arasındaki kısmın inşasına mütedair Avusturya – Türk antlaşmasından az sonra yapmış olması tuhaftı; bu antlaşma, Rus kamuoyunda büyük heyecan yaratmış, Saint-Pétersbourg ve Viyana kabineleri arasında oldukça sert izahlara yol açmıştı(139)– .
.
. .
Genel siyasî durum hakkında 1913’te von Bülow şöyle yazıyordu; “1911’de Fas’ı Kongo bataklıkları için terketmeye bizi iten sebepler, teyid edilmedi; Fransa ile ilişkilerimizde ümid edilen iyileşme, vâki olmadı; her türlü taviz, avans ve gönül okşayıcılığından sonra, bu ülkenin kamuoyu 1871’den beri hiçbir zaman olmadığı kadar hasmane halde idi. Bu hınç, bugüne kadar imkânsız gibi görünen askerî çabalarda, Delcassé’nin (Resim 19) Saint-Pétersbourg’a gönderilmesinde tezahür ediyor; bu Fransız-Rus yakınlaşması yabancı ülkelerde önemli bir belirti olarak görülüyor, bizim gayriresmî basınımız zihinleri yatıştırmaya gayret ediyor. Bu son yıllarda, Fransızlar kendilerine bayağı itimad eder oldular ve bu, Alsace-Lorraine üzerine gölge düşürüyor”.
Daha da kaygı verici olanlar, son savaşçıların sonunda Balkan Yarımadasında vâki olan değişmelerdi ve bunlar, Alman politikasının ihtiyatsız davranması halinde tehlikeli sonuçlara götürebilirlerdi. Almanya’nın Fas’tan tamamen ve kesin olarak vazgeçtiği haberi Roma’ya ulaştığında İtalya dışişleri bakanı San Giuliano markisi (Resim 26) von Bülow’a anlattığı gibi, saatini çekmiş, gün ve saati kaydetmiş ve sekreterlerinin karşısında İtalya’nın artık Trablusgarb’a gitmesinin gerektiğini söylemiş, Roma’nın o zaman bu işe fazla istekli olmamasına rağmen. Trablus’ta İtalyan seferi Balkan Harplerini harekete geçirmişti; 28 Şubat 1913’te von Bülow, bunun kaynağı ve sonuçlarını Bassermann’a (140)– şöyle açıklıyor : “Agadir’den (141)– bizi Trablus üzerinden Balkan harplerine götüren yolda, birbirinin takibeden krizler iki yaz boyunca maddî kayıplara uğradık; genel durumumuz daha kararsız oldu ve itibarımız bundan zarar gördü. Hiç şüphesiz mümkün olmuş olmasına rağmen Viyana’nın Doğu harbine mani olmamış olması bedbahtlıktı, şöyle ki Balkan hükümdarlarının çoğu savaşçı karaktere sahipti; hiç değilse Avusturya, muhasematın başlamasından önce, Balkan uluslarıyla ilişkilerini açıkça tanzim etmeliydi”. Olayların almış oldukları acıklı seyir, Balkanlar’da karşı karşıya bulunan güçlerin yanlış değerlendirilmiş olmalarının bir sonucu olduğunu ekliyor.
“Keza, 1866’da III. Napoleon taktiğini Avusturyalıların Prusyalılarınkine tasavvur edilen üstünlüğü üzerine kurmuşken hayallerinden Sadowa tarafından uyandırılmıştı; aynı şekilde, Balkan Harbi’nden önce Avusturya, Türklerin kolay zaferi üzerinde yanlış faraziyesi üzerinde tutumunu dayandırıyordu. Berlin ve Viyana’da bu müşterek yanılgı, muhasematın başlamasından önce enerjik olarak müdahale etmeye mani olmuştu, Türkler de, hiç bir suretle statúquo’ya dokunulmayacağına inandırılmışlardı; hattâ onları dövüşmeye bile teşvik etmişlerdi, tâ ki bozgunları bu hesabın bütün yanlışlığını ispat edene kadar; yanlışlık bununla bitmemişti, maalesef Üçlü Autant politikasının merkezî güçlerinkinden, Balkan uluslarının silâhlarının Türk strateji ve örgütlenmesinden üstün olduğunda da devam etmişti”.
Bülow bu konularda şöyle diyor : “O zamanlardaki karanlık hislerimi bugün açıkça ifade ediyorum. Daha çok öngörü ve maharetle Balkan Harbi’ne manî olunabilirdi. Sofya’ya bir soğuk duş, az muharip ve çok ihtiyatlı kral Ferdinand’ı durdurdu; İstanbul’da kararlı bir dil, Türklerden gerekli olmuş tavizleri elde edebilirdi. Ama bunlardan hiçbiri, ne Belgrad’da, ne Atina’da, ne de özellikle Sofya’da yapılmadı ve daha çok Türklerin muharip mizaçları cesaretlendirildi”.
Kiderlen (142)– ile mareşal vonder Goltz (Resim 21), Osmanlıların askerî gücü hususunda aynı hatayı ediyorlardıki bu, bir ormanın, mükemmel uzmanların ağaçları görmelerini engelleyebileceğini gösteriyordu. Kiderlen, kendi ifadesine göre, kahraman Türkleri Aşağı Tuna’nın koyun hırsızlarının derisini iyice sepileyeceğini görmeye sabırsızlanıyordu. Kırk Kilise (Kırklareli)’de manevralardan sonra, Türk ordusunun Bulgarlar tarafından ezildiği yerde, mümtaz bir stratejici olan von der Goltz, bunun bir gerçek muharebe olmuş olması halinde, Osmanlıların tarihlerinin bir yeni zaferini kazanmış olacaklarını söyleyecekti (143)– .
1913’te Bulgarlar Edirne’yi zaptedip yirmidokuz paşayı esir alarak İstanbul’u tehdit ettiklerinde düş kırıklığı Viyana, Budapeşte ve Berlin’de daha da büyük olmuştu. Bu düş kırıklığı Viyana ve Budapeşte’de, birinci Balkan Harbi’nin galipleri ganimetin paylaşılması konusunda birbirlerine girdiklerinde ve Romenlerin yardımıyla Yunanlılar ve Sırplar Bulgarları mağlûb ettiklerinde asabiyet ve artan bir kaygıya dönüşmüştü(144)– .
1913 yılında von Bülow’u, iki eski Rus arkadaşı, sabık Konsey başkanı ve Maliye bakanı Kokovsov ile Tarım bakanı Krivoschein ziyaret ediyorlar. Girerken ilki, muzip bir tebessümle, Berlin politikasının bir suçsuz kurbanı olarak gelmiş olduğunu söylüyor. Uzun süre Paris’te, yeni bir istikraz elde etmek için çabaladıktan sonra Berlin’e, Rusya’nın Fransa’nın müttefiki olduğunu, bu sıfatla da ondan para aldığını ama hiçbir surette Almanya ile bozuşmayı düşünmediğini beyan etmek üzere geliyor. Berlin’de idareciler ona en dostane teminatları veriyorlar ve o da bunları hükümdarına bildiriyor. Saint-Pétersbourg’a döndüğünde Çar tarafından hiç de dostane olmayan bir şekilde karşılanıyor. Çar, ekşi ve hiddetli bir yüzle ona “seni Berlin’de oynattılar” diyor. Gerçekten Kokovsov Berlin’de tüm güzel dostluk gösterlerini toplarken Alman hükûmeti, İstanbul’a en iyi subaylardan birini, General Liman von Sanders’i (Resim 27), eğitici olarak değil, Boğazlar’da konumlanmış kolordunun kumandanı olarak gönderiyordu; bu, sanki bir dostun en hassas ayağının nasırına basmış gibi olmuştu. II. Nikolay, onu görevinden alıyor; bu gözden düşmede selefi ve sabık hamii, sonradan en azgın düşmanı olmuş olan Kont Witte’nin dolaplarının etkisi de olmuş. Kokovsov, Witte’den, Ruslara özgü ölçüsüz bir şekilde söz ediyordu : “Bir Alman posta assubayı ile bir Çerkez kadının piçi. Hem kaba, hem de sahte, ihtilâli, ona hâkim olma gücüne sahip olmadan hazırladı”. Kokovsov, Liman von Sanders olayının Almanların kalleşlik ya da kötü niyetinin sonucu olmadığına inanıyordu; ama kesin olarak Berlin’de, bir esef verici “şaşkınlık” hüküm sürüyordu. Berlin’de Rus sefiri Dışişlerine von Sanders’in gönderilmesinin, ilgili bakana önceden haber verilmeden, doğruca İmparator’un şahsî emri ile ve askerî kabine aracılığıyla vâki olduğunu bildiriyor. Saint-Pétersbourg’ta Alman sefareti bu tayinin Rusya’da yarattığı heyecanı anlattığında Bethmann-Holweg ve çalışma arkadaşları, hafifletici ayrıntılar ileri sürüyorlar; onların fikirleri sorulmamıştı; bu tür nahoş olayların tekrar edilmemesi için ellerinden geleni yapacaklar ve general Liman da, en büyük ihtiyata riayet edecekti. “Nihaî sonuç, birçok çanağın kırılmış olması, Saint-Pétersbourg’ta, Berlin idareci çevrelerinde büyük bir karışıklığın hüküm sürdüğü hissinin yaratılması olmuştu”. Çarlığın çökmesinden sonra Rus arşivleri açıldığında, bir Alman generaline Boğazlar’da aktif bir kumanda verilerek yapılan diplomatik hatanın delili ortaya çıkmıştı. Cumhurbaşkanı Poincaré, Liman von Sanders’in gönderilmesinin Rusya’da yaratmış olduğu heyecanı öğrenir öğrenmez, Rusya’nın Paris sefiri Isvolski’ye, bu işte Fransa’nın, müttefikinin yanında kalmaya kesin olarak kararlı olduğunu beyan ediyor. Olay kötüye gidecek olursa Fransa, ittifakın ona yüklediği zorunluluklardan kaçmayacaktır. Aynı anda Fransa’nın Saint-Pétersbourg sefiri Delcassé, Sazanov’a (145)– , Boğazlar meselesinde Rusya’nın Fransa’nın “sonuna kadar” desteğine güvenebileceğine, Fransız Cumhuriyeti’nin, Çar ve Rus hükûmetinin arzu ettikleri kadar uzağa gidebileceğine teminat veriyordu. Liman olayı iyi kötü sonuca bağlandıktan sonra Çar, Delcasse’ye, Rusya’nın hiç değilse güney’de bir serbest denize ihtiyacı olduğunu, Almanya’nın Türkiye’deki Rus etkisini tamamen yok etme ve ona Boğazlar’ı kapatma çabalarının Almanya ile Rusya’yı birbirlerine düşüreceğini söylüyor. Kendisi, Çar, barış istiyordu ama kendisine karşı sert davranılmasına izin veremezdi.
Uzun yıllar boyunca ve de mukabil-teminat antlaşması sırasında Boğazlar meselesi Bismarck’ın Rusya ile teması idame etmesinde yardım etmişti. Von Bülow, oniki yıl boyunca Rus ileri gelenlerine, bu arada Kont Witte’ye ve özellikle II. Nikolay’a, Bismarkçı geleneğe sadık kalacağını ve hiçbir zaman Boğazlar meselesinde Rusya’ya itiraz etmeyeceğini durmadan beyan etmiş. Bethmann’la, inhasından sonra vâki son görüşmelerinde, ona ısrarla Boğazlar sorununun bir “kırmızıya kızdırılmış demir” olduğunu söyleyip iktidarda olduğu sürece bundan çok sık ve bastırıcı ifadelerle II. Wilhelm’e bahsettiği hususuna dikkatini çekmiş.
Krivoschein ona Berlik ile Saint-Pétersbourg arasında her türlü his ve düşünce ayrılıklarının olmuş olduğunu da söylüyor. Ona, Bülow barışın tehdit altında olup olmadığını sorduğunda, şu cevabı veriyor : “Aman Allah göstermesin! Her yerde olduğu gibi bizde de kötü unsurlar var. Ama her hal-ü kârda ne Avusturya’ya, ne özellikle Almanya’ya taarruz etme deliliğini yapmayacağız. Üç imparatorluk arasında bir harp, kesinlikle inanıyorum, Üç büyük sülâlenin sonu olacaktır”. Bu ifadeyi Bülow, başka Rus ileri gelenlerine anlattığında hepsi, Rusya’da bir ihtilâlden korktuklarını ve II. Nikolay’ın bunca zayıf ve beceriksiz hükûmetiyle, ihtilâlin sonunda muzaffer olacağını söylemişler. Eğer, diyor, Bülow, böyle kısa görüşlü olduğu kadar beceriksiz politika Almanya’yı harbe yuvarlamasaydı, oldukça yakın bir zamanda Rusya’da III. Aleksandr’ın ölümünden beri olgunlaşmış olan ihtilâl patlayacaktı. Böylece de iki ülke arasında bir harp tehlikesi bertaraf edilmiş olacaktı! Rus ihtilâlcileri dış sıkıntı istemiyorlardı; onlar marksist ideallerini Rusya’da gerçekleştirmeyi ve iç düşmanlarını tasfiye ederken hiçbir şeyden rahatsız olmamayı istiyorlardı(146)– .
Haziran 1914 başında Bülow, Roma’dan Berlin’e geldiğinde, Dışişleri memurlarını ve bu idareye bağlı bütün personelin dünya durumun ona aşırı görünen bir iyimserlikle mütalâa ettiklerini hayretler içinde görüyor. Müteakip günlerde rastladığı kişilerin çoğu Sarajevo faciasını bir kurtulma olarak düşünüyorlarmış. Avusturya sefiri Kont Szoegyényi, Habsburg’ların sadık bir hizmetkârı, Altın Post’un bir şövalyesi’nin oğlu, kendisi dahi bir birliğin şövalyesi olarak, Bülow taziyetlerini beyan ettiğinde ona Hıristiyan ve Macar soylusu olarak arşidük ve soylu eşinin kaderine üzüldüğünü ama politika olarak tacın vârisinin ifnaının ona “Allah’ın bir lûtfu” gibi geldiğini söylemiş. Arşidük’ün hırslı tabiatı, Macarlara karşı kini, Çek ve Güney Slavları, körü körüne tercihi, kiliseye aşırı bağlılığı, ağır sarsıntılar ve belki de iç savaşı mucib olabilirdi. Dışta bağnazlığı, hiddeti ve dikkafalılığı onu rahatsız edici bir ortak yapardı. Requiescat in pace (huzur içinde yatsın) diye bitiriyor, dokunaklı bir sesle, imparatorluk ve kraliyet büyükelçisi.
Viyana’dan gelen bütün haberler, François-Joseph’in, yeğeni ve vârisine karşı öfkesinin adetâ zalim bir şekilde tezahur etmiş olduğunda müttefik olmuşlar.
Her ne kadar bu iğrenç cinayet bir büyük gizli Sırp derneğinin işi olmuşsa da, birçok ayrıntı bunu Sırp hükûmetinin arzu etmemiş olup kışkırtıcı olmamış olduğunu ispat ediyordu. İki harp Sırpları tüketmişti; hattâ aralarındaki en ateşlilere bile, kendilerinden çok daha kuvvetli Avusturya-Macaristan monarşisiyle bir mücadele hayli tehlikeli gibi görünüyordu; kaldı ki, sırtlarında hınç dolu Bulgarlarla, hiç emin olmayan Rumenler vardı. Nihayet François-Ferdinand’ın Macarlara karşı açıkça ifade edilmiş kini ona Güney Slavları’nın sevgisini kazandırmıştı (147)– .
Von Bülow Hamburg’a gittiğinde dostu Albert Ballin (Resim 11) ziyaretine geliyor. Savaş ve daha çok, almanya’yı onun içine atan “büyük beceriksizlik”ten allak bullak olmuş haldeymiş. Bu, demiş Ballin, sürücü Bethmann arabanın önünde oturmaya devam ettiği sürece, olayların geleceği için hiç de hayra alâmet olmaz. 3 Ağustos’ta Almanya Fransa’ya harp ilân ediyor. 4 Ağustos’ta Hamburger Korespondent’in başyazarı Eckardt telefon ederek Bülow’a İngiltere’nin Almanya’ya harp ilân ettiğini bildirmiş. Bülow, bu “Niebelungen’lerin felâketi olacak” diye yanıtlamış. Ertesi günü, Hamburg gazeteleri ona, 1 Ağustos’a kadar Dışişlerinin basın bürosu telefon ederek onlardan İngiltere ve Fransa’yı idare etmelerini, bu iki batılı gücün büyük ölçüde tarafsız kalma şansının bulunduğunu bildirmiş. 3 Ağustos’ta hâlâ, muhtemelen bir hayırhah tarafsızlık tutacak İngiltere aleyhine hiçbir şeyin yayınlanmaması istenmiş. Bülow, bu direktiflerin bilinçli bir yalan mı, yoksa durumdan tamamen habersiz olmanın bir ürünü mü olduklarını öğrenememiş (148)– . Bütün bu arada deniz manevraları yapılıyormuş (Resim 28). Yuları Viyana yöneticilerine kaptırmış. II. Wilhelm, şansölyesi ve Dışişleri’nde bakanınki ile birlikte Almanya’yı harbe itmiş umursamazları babında aynı koşutlukta bulunuyordu. Sırbistan’a karşı serüvenci projeleri için Avusturya imparatoruna tam yetki verdiği felâketli günün akşamı, Alman hükümdarı, Harp bakanı von Falkenhayn’ı Avusturya’nın teşebbüslerinden haberdar ediyor ve ona, ordunun her türlü ihtimale hazır olup olmadığını soruyor. Falkenlayn, topuk çakıp askerî selâm durumuna geçiyor ve “mükemmelen, Majeste” yanıtını veriyor. Bittabî hemen herhangi bir hazırlığa girişilmesinin gerekip gerekmediğini soruyor. İmparator buna mutlak itiraz ediyor ve bakanına iyi bir yaz tatili diliyor. Ertesi günü, Kiel’e ve Kuzey’de deniz gezisine çıkacağı sırada Genel Kurmay’ın kara ve deniz temsilcilerini kabul ediyor ve onlara Avusturya’nın Sarajevo cinayetinin hesabını soracağını haber veriyor; ama ortada ciddî bir ihtilâftan korkmaya sebep olmadığını, bu itibarla da kara ya da deniz askerî hazırlıklarına gerek olmadığını ekliyor. Bülow, II. Wilhelm, Bethmann ve Jagow’u (Resim 29), ormanlarda mantar arayan herşeyden habersiz çocuklara benzetiyor; daha tam olarak da onları, dolu olup olmadığını bilmedikleri, onunla olmadık şekilde oynanma halinde patlayabileceğinden habersiz veletlerle kıyas ediyor.
Bethmann’ın diplomasi ve dış politikadan anlamama mazereti varsa da, Jagow, bu hafifletici şartlardan yararlanamazdı, şöyle ki yirmi yıldan beri diplomatik serviste çalışıyordu; şansölyeyi müthiş hatâ etmelerden önlemek yerine, “Aristokratik” Avusturya için kör sempatisi içinde onun bütün budalalıklarını teşvik ediyordu. Ultimatomun verilişinden beş gün önce, 18 Temmuz 1914’te, Almanya’nın Londra sefirini Sırbistan’a karşı tasarlanmış projelerde haberdar ediyordu. Ve diyordu, Avusturya küçük komşusuyla bir nihaî hesaplaşmaya kararlıdır; biz bunu istemiyor ama onu tutamıyoruz. Avusturya ne kadar kararlı ve bizim enerjik desteğimize güvenirse, Rusya da o kadar sakin kalacaktır. Saint-Pétersbourg’ta biraz gürültü patırdı olacaklarsa da sonunda, Rusya hazır değildi ve Fransa ile İngiltere bunu halen istemiyorlardı (149)– .
Bundan sonra Bülow, harpten kaçınmanın mümkün olmuş olduğunu anlatıyor. Bunun için Viyana’ya Avusturya – Macaristan ile Sırbistan arasında ilişkilerin kopmasına, Sırbistan’ın cevabını bizzat tedkik etmeden önce Almanya’nın hiçbir surette müsaade etmeyeceğini bildirmesi yetecekti; Avusturya, Almanya’nın izni olmadan Sırbistan’a karşı askerî hareketlere girişecek olursa bunu, her tehlikeyi göze alarak yapacak ve Almanya onun imdadına koşmayacak ve onu kaderine terk edecek. Sırp cevabının tedkikinden sonra da Almanya, büyük güçlerin makul tavsiyeleri sayesinde Sırp hükûmetinin Avusturya’nın az çok bütün tekliflerini karşılanmış olduğunu Almanya memnuniyetle gördüğünü bildirmesi gerekiyordu. Hattâ aynı zamanda ihtilâf sebebi kalmış hususları da La Haye hakemlik mahkemesine götürmesini de teklif edebilirdi. Böylece de dokuza bir harpten kaçmak şansı vardı ve o bedbaht II. Wilhelm bunu, Bethmann ve takımından daha iyi görmüştü.
Diplomatik şaheserini tüm rahatlıkla bitirebilmek üzere Bethmann, hükümdarına hiçbir surette Kuzey’deki mutad gezisinden vazgeçmemesini tavsiye etmişti. Kriz daha da keskinleşince Bethmann, İmparator’dan Norveç sularında bulunan donanmasını çağırmamasını ve kendisinin de Almanya’ya dönmemesini ısrarla rica ediyor. Uzak Kuzey’de, Utne fiord üzerinde Odde’de Wilhelm Sırp cevabına muttali olunca, derkenar olarak, Avusturya’nın güzel bir diplomatik başarı kazanmış olduğunu, daha ne istediğini anlayamadığını yazıyor. Aynı anda başyaver General von Plessen, İmparator’un emri üzerine Genelkurmay başkanı Moltke’ye, Avusturya ile Sırbistan arasında her türlü harp nedeninin ortadan kalkmış, Sırbistan’ın Avusturya’ya az çok bütün taleplerini kabul etmiş olduğunu telgrafla bildiriyor. Ama 1914 hükûmeti akıma kapılmış, müstakbel felâketten kaçmak için en küçük harekette bulunmamıştı. Alman İmparatorluğu’nun mağrur gemisi batacaktı!
27 Temmuz’da, İmparator nihayet Odde’den Berlin’e döndüğünde şansölyesi onu garda, çekingen ve yüzü solgun bir halde bekliyordu. İmparator ona, ters bir eda ile “bütün bunlar nasıl vaki oldu?” diye soruyor; İmparator’un kızgınlığı izah edilebilirdi, şöyle ki Bethmann sonuna kadar ona barışın tehdit altında olmadığını, İngiltere ile teması kesmemiş ve onunla anlaşmanın tam olduğunu kesin olarak söylemişti. İmparator’la şansölye arasındaki bu tartışmaya şahit olmuş olan Kont August Eulenburg, Bülow’a Bethmann’ın tamamen bitkin bir halde, II. Wilhelm’e tümden yanılmış olduğunu itiraf edip istifasını arzettiğini anlatmış. Majestenin yanıtı ise şöyle olmuş : “Bana bu tabağı hazırladınız, onu yiyeceksiniz!”.
Yine, stratejik idarede de, diplomatik hareketinde olduğu gibi, zayıftı. Bethmann gibi Moltke de, görevinin aşağısındaydı. Ve İmparator’un kendisi de, en önemli mevkilere gerekli adamları koymasını bilmemişti: İkibin yıldan fazla bir zaman önce bir Grek feylosofu, bir arslanın kumanda ettiği bir geyik ordusunun, bir geyiğin kumanda ettiği bir arslan ordusundan üstün olduğunu öğretiyordu…
1870 ve hattâ 1866’da Prens von Bismarck, harp ilânının sorumluluğuna hasmına yıkmanın yolunu bulmuştu. O ise, görünüşler dünyayı idare ettiğine göre, ve Greklerin bundan önce söylemiş oldukları gibi, görünüş gerçeğin kendisinden daha önemli oluyor ve Bismarck böylece bilinmezleri oyununa katıyordu. Bethmann-Holweg, saldırının bütün iğrençliğini Almanya’ya bırakacak kadar beceriksiz olmuştu. Bir ölçüde Rusya ile harp halinde Almanya’nın bir an önce Fransa’ya saldırması kabul edilebilir, ama Rusya’ya harp ilânı insiyatifini Almanya’nın almış olması düşünülemezdi. Bu harp ilânı yüzünden bütün dünya, onun yangını ateşlemiş olmaktan suçlu olduğunu söyleyebildi; o ise bu takdir haksız ama güçlükle tekzip edilebilir haldeydi: Çok kez Moltke Bülow’a Rusya’ya harp ilânının erken olmuş olduğunu, bunu istememiş olduğunu, ve bunun mümkün olduğu kadar geciktirilmesini tercih edeceğini itiraf etmiş. Aynı şekilde Tirpitz’de, “boğaz boğaza” gelmeden yana değildi; zaten Temmuz’un ikinci yarısında Tarasp’ta bulunuyordu. Prusyalı İçişleri bakanı von Loebell dahi aynı anda bir kur yapıyordu ve Bülow’a, Tirpitz’in Kursaal’da asılı telefonları gördüğünde İmparator ve Dışişleri tarafından zararsız sayılan Avusturya ültimatumunun onda yarattığı ürküntüyü nakletmiş. Tirpitz ve Loebell derhal Berlin’e, dönmelerinin gerekip gerekmediğini sormuşlar. Bethmann onlardan ısrarla, dönüşlerinin “heyecan yaratmasının” mümkün olacağından yerlerinde kalmalarını rica etmiş. Bununla birlikte bunlar, Bethmann’a rağmen, dönmüşler; durum bu denli tehdit edici bir halde iken vazifeleri onlara yabanda kalmaya müsaade etmiyordu.
Niçin Almanya, bu denli acele ile daha 1 Ağustos’ta Rusya’ya harp ilân etmişti? Bu diplomatik hatânın sebebi, daha birçokları gibi, iç durumda ve daha iyi bir deyimle, bunun şansölyede yarattığı kaygı idi. Ballin, şansölyelik sarayında o günü geçen sahneyi Bülow’a anlatıyor. Bu müthiş kararların alındığı zemin katı salonuna girdiğinde Şansölyeyi, onun o zaman tesmiye edilmeye başlandığı gibi, harp şansölyesini, salonu büyük adımlarla arşınlar bulmuş. Önünde, iki yapraklı varaklarla kaplı bir masada danışman Kriege oturuyordu; bu, çalışkan ve özenli, yetkin bir hukukçu ama politik zekâsı, hukuk bilimi düzeyinde olmayan bir memurdu. Arada bir Bethmann, çok sinirli olarak ona soruyordu : “Rusya’ya harp ilânı hazır değil mi? İlân derhal elimde olmalı”. Yüzü iyice bozuk Kriege, en iyi siyasî bilim kitaplarında, Grotius’un De Jure belli ac pacis’inden bir model arıyordu. Ballin sormuş : “Niçin, ekselans, Rusya’ya harp ilânında acele ediliyor?” Bethmann yanıtlıyor : “Bunsuz sosyalistler bana evet demeyeceklerdir”. Ballin ve Bülow bu cevabını psikolojik izahında birleşmişler. Şansölye, kendisini ve İmparatorluğu ne denli korkunç bir duruma soktuğunu anlamıştı. Sorumluluklardan korkuyordu. İç dürtüyle herşeyden önce, en çok korktuğu aşırı sol unsurların silâhlarını ellerinden almayı istiyordu. Mani olamamış olduğu bu harbe bir Çar aleyhtarlığı veçhesi vermekle buna varacağını düşünüyordu ve, sukutuna kadar bu taktikte ısrar etmişti(150)– .
Almanya’nın, bir ölüm kalım mücadelesine girişmiş vatandaşlarına arkadan saldıracak adamların bulunduğu tek ülke olduğunun görülmesi gerçekten üzüntü verici oluyor. Bu sefillerin ilki, “İtham ediyorum” adlı yerginin yazarı Grelling olmuştu. Bu yergiyi, Antant devletleri yüzbinlerce çoğaltıp düşmanlarımız ve tarafsızlar arasında, ve imkân dahilinde Almanya’ya kadar dağıtmışlardı. Keza Prusya doğumlu, âlim olarak saygıdeğer, ama politikada çokça saf bir astronomun oğlu olan F.W. Foester vardı. İmparator Frederick’in vaftiz evlâdı, Münich’te profesördü; buradan meslekdaşları ve hiddetli dinleyicileri tarafından kovularak İsviçre’ye kaçmış, burada Almanya düşmanı Fransız gazeteleri muhabirlerine, uygarlığın çıkarına Fransızların zaferini temenni ettiğini beyan etmişti.
Almanlar herzaman vatanı herşeyin üstünde, grup çıkarını da genel çıkarın üstünde tutma eğiliminde olmuşlardı. Bu denli sert ve uzun bir harbin, partileri daha çetin hale getirdiğinin peşinen görülmesi gerekirdi; bu koşullarda yapılacak şey, Salus publica (kamu selâmeti) ile kabil-i telif bütün tavizlerin verilmesi, bütün parti mensuplarını, hattâ radikaller ve kilise adamlarını, hattâ sosyalistleri önemli mevkilere getirip sıkı bir elle idare etmek olacaktı. Ve Bülow ekliyor: 4 Ağustos 1914’te tüm istisna kanunlarının, Jesüitler üzerine kanunla istimlâk kanununun ilga edilmiş olması pekâlâ normal olurdu. Bu yolla Alman iç politikasına yeni bir yön verilmiş olurdu. Ama aynı zamanda da, Fransa ve İngiltere’de vâki olduğu gibi, ulusun muharip ruhunu zayıflatmaya, ya da iç ihtilâli hazırlamaya çalışan çabaları kollamak ve gerektiğinde de, bu çabaları dizginlenemez bir enerjiyle kırmak gerekirdi. Çok sayıda bulunan vatansever sosyalistlerle, tek arzuları partilerinin başarısı için savaştan faydalanmak olan sosyalistler arasına bir çizgi çekmek gerekir. Yiğit kişiler olan Wolfgang Heine, Südekun, David, Noske ve başka sosyalistler kendilerini tümden vatanın hizmetine adamışken, Alman işçilerinin büyük çoğunluğu bayrağı sadıkane takibederken bizim sosyalistlerin arasında ve sadece onların arasında vatan hainlerinin bulunduğu ortaya çıkmıştı; o ise ki bunlardan Fransız, İngiliz, İtalyan veya Belçikalı sosyalistler arasında bulunmuyordu.
2 Ağustos 1914’te Karl Liebknecht Reichstag’da tek başına harp kredilerine karşı oy kullanmıştı; bu, bir fanatikin bir münferit vakası idi; ama az sonra sosyalist partisi şefi milletvekili Haase, “Dünya devrimini harekete geçirmek için orduyu mayınlayacağız” beyanında bulunuyordu. Haase ve işbirlikçileri, maalesef bazı birlikler ve donanma mürettebatının bir bölümünde disiplini sarsmayı başardılar. Bu değersiz adamlar dünya devrimini ateşleme gücüne sahip olamadılarsa da kendi öz ülkelerini Fransız generalleri ve İngiliz amirallerinin ayaklarına attılar.
Şubat 1915’te, sosyalist milletvekili ve Vorwärts (İleri) yazarlarından Stroebel, Prusya Landtag’ında “Tam bir Alman zaferinin sosyalist çıkarına uygun düşmeyeceğini açık yürekli itiraf ediyorum” demişti. Bütün harp boyunca hiçbir Fransız, İtalyan ya da Belçikalı sosyalist, aşağılık olduğu kadar aptalca böyle bir inanç açıklamasını yapmadı. Haasse Stroebel böyle konuşurlarken, Fransız, Belçika, İtalyan ve İngiliz demokrasisi, aşırı sol kanat dahil, her türlü parti mülâhazasını susturmuş ve tek bir hedefe yönelmişti: Antant’ın tam zaferi.
Daha 20 Mart 1915’te, iki milletvekili, Liebknecht ve Saksonyalı Ottó Rúhle, ancak otuz yaşlarında ve teorileri komünizme çok yakın olan bu “kalem adamları” Reichstag’ta ikinci dilim harp kredisi aleyhine oy vermişlerdi. Ocak 1916’da, o zaman henüz iyi düşünen sosyalist parti çoğunluğu, milletvekili Liebknecht’i partiden atmayı kararlaştırıyor. O da Spartacus mektupları’nın gizli yayımlanmasıyla intikam alıyor. Bununla, Rus nihilisti Rosa Luxemburg’la (Resim 14) birlikte, komünist propagandası yapmıştı. İlkbaharda Berlin’de Potsdam meydanında, “Kahrolsun harp! Kahrolsun hükûmet!” parolasıyla bir ihtilâlci tezahürat düzenliyor ve ikibuçuk yıl hapse mahkûm ediliyor. Ama yandaşları Berlin’de ve daha başka kentlerde “açlık ve harbe karşı gösteriler” tertiplemeyi sürdürüyorlar ve askerî durum bozulur bozulmaz ihtilâlin patlak vereceğini açıkça beyan ediyorlar; bunu yapmak için de depolarda, askerî hastahanelerde, sokakta ve kendi günlük gazetelerinde karışıklıklar çıkarıyorlardı. Bütün bunlara hükûmet tepki göstermiyor, Bethmann-Holweg, Kapp ve daha başka başka önemsiz pangermanistler tarafından kendisine karşı yazılmış broşürlere karşı kendini savunmakla yetiniyordu.
Harp ilânından hemen sonra verilmesi gereken ödünler arasında, herşeyden önce Prusya seçim sisteminin reformu zikredilmeli; çoktanberi gerekli olan bu reform, daima Bülow’un halefi tarafından geri bırakılmıştı. Harbin başında bütün yurttaşlara tanınan oy hakkı ve gizli oylamanın verilmesi gerekiyordu. Harbin ilk üç senesi boyunca Bethmann oy sistemini değiştirmek için küçük parmağını oynatmıyor. Nihayet 1917 ilkbaharında suyun boğazına kadar çıktığını hissediyor; o zaman Prusya başbakanı rolüne başlamış olan “Prusya’yı parlamenterlik cephesine sürüklemek” isteyenlere karşı çok sert söylev vermiş olarak bu aynı Devlet adamı, oy verme hakkının hafif genişletilmesine karşı çıkmış bu aynı adam, ağzı açık kalan, ülkeye bir “kraliyet Paskalya mesajıyla” birdenbire Prusya milletvekillerinin seçimi için gizli oya müsaade edildiği haberini veriyordu. Bu karar, Bethmann’ın aldığı, birçokları gibi, korku tarafından ilham edilmişti. O ise ki korku, politikada, en kötü öğüt vericidir. Bethmann, birdenbire boyun eğmenin daha bir müddet sosyalistleri dizginde tutmanın tek yolu olduğunu sanmıştı. Bu taktiğin tek sonucu, müstakil sosyalistlerin fazla ünlü U.S.P.D. (Unabhängige Sozialdemokratische Partei Deutschlands) partilerinin kuruluşunu görmek oldu; bu parti de, derhal muhasematın kesilmesi ve devrim için mücadeleye girişip eski ve güçlü Almanya’yı yere batırmak için herşeyi yapmıştı.
Aceleye getirilmiş bu tavizler Almanya’da güçlü bir etki yapamazdı, şöyle ki Bethmann’ın bunlara kararının kendini daha bir süre görevde tutmak için alındığını herkes biliyordu. Hasımlarımızda ise aksine ve özellikle Fransa’da, Devlet adamları hergün daha çok kaba kuvvete dayanmışlardı. Mayıs 1917’de, askerlerinin “kan içici” dedikleri general Nivelle’in saldırısının başarısızlığından sonra, Fransız ordusunda ciddî başkaldırılar patlamıştı. Adamlar, itaat etmeyi reddetmişler, Rus modeli üzerine asker konseyleri oluşturmuşlar ve siperlerindeki yerlerine yerleşip “kahrolsun harp!” diye bağırarak kırmızı bayraklar açmışlar. Fransız hükûmeti çok büyük enerji ile hareket edip kitlesel idamlara tevessül ederek hareketi bertaraf etmişti(151)– .
Von Bethmann, sola hergün daha çok taviz vererek tutunmayı ümid ediyordu. Kabine’nin müsteşarı yakın dostu Valentini aracılığı ile İmparator’u, sadece onun, Bethmann’ın ihtilâlci dalgayı tutabilecek en iyi adam olduğuna ikna etmişti. Gerçekten tereddütleri sınırsızdı. Bunlar özellikle denizaltı harbi sorununda öldürücü olmuşlardı.
Denizaltı savaşını salık vermemenin ciddî sebepleri açıktı. Buna rağmen eğer karar verilecekse bu işi, deniz işleri konusunda Almanya’nın ilk otoritesi olan büyük amiral Tirpitz’e havale etmek gerekiyordu. Ama aksine Bethmann, Amiral Müller ve Holtzendorff’un yardımıyla Tirpitz’e karşı, harbin tam ortasında, donanmanın yaratıcısı Tirpitz’e karşı bir sinsi mücadeleye girişiyor ve bunun sonucunda da, İmparator’un bir anî telgrafıyla amirala işten el çektiriliyor. Denizaltı savaşları için elverişli zaman geçirilmişti; sonra da bu savaşa, ama çok geç ve çok beceriksizce karar verilmişti.
Von Bülow, denizaltı savaşının pamuk ipliğine bağlı olduğu anda, Hotel Continental’da Ballin ile öğle yemeği yiyordu. Ballin çağrılıyor ve bir çeyrek sonra, endişeli bür yüzle dönüyor. “Herşeye rağmen yoğun denizaltı savaşına karar verildi. Ama çok geç. Üstelik de Tirpitz’i muhafaza etmek gerekirdi. Şimdi İngiltere bütün buharlı gemilerini silâhlandırmak, denizaltı avcıları, denizaltılara karşı ağlar, denizaltı bombaları ve mayınlar ve saire ile savunmasını örgütlemek için iki sene kazandı”. Bülow Ballin’e, bu koşullarda, denizaltı harbine itiraz etmekten geri durmamış Bethmann’ın yerinde kalıp kalamayacağını soruyor. “Duruyor bu felâket adam. Bana, vatanın çıkarına kalmak zorunda olduğunu söyledi”. Aslında, Bülow’a göre, İmparator’un Bethmann’dan ayrılması zordu, şöyle ki o, İmparator’u sadece kendisinin onu ihtilâl ve tahttan feragâttan kurtaracak tek adam olduğuna inandırmış olmasının ötesinde İmparator, bunca boyun eğmiş bir şansölye bulamayacağı düşüncesine saplanmıştı.
Bethmann’ın kenara çekilmesi için kim nihayet önayak olmuştu? Kronprintz (Veliahd), Bethmann’la ne harbin kazanılabileceğine, ne de barış yapılabileceğine inanmıştı. Hindenburg ile Ludendorff da aynı düşüncede idiler. Aslında çeşitli partilerin de, Kronprintz’in Temmuz başında önde gelen parlamenterlerle yaptığı görüşmelerden, başka türlü düşünmedikleri ortaya çıkmıştı. Bu görüşmeler sırasında Erzberger, fikrini çok olumlu şekilde ifade etmişti: “Bethmann, leke dolu yeleği ile barış konferansı masasına oturamaz”. Şansölye Bethmann’a son darbe Erzberg’den gelmişti. Bethmann, İmparator’un onu düşüreceğini öğrendiğinde, Bismarck’ın “Kral beni tekrar görecek!” diye haykırdığı gibi yapmayıp “Şimdi ihtilâl kaçınılmaz oldu” diye içini çekmiş.
Bu arada, Bülow’un yeniden şansölyeliğe çağırılması bahis konusu oluyor. Bu babda, ünlü Prens düşüncelerini şöyle sıralıyor : “Bittabî, yeniden şansölye olduğunda, görevinin kabul edilebilir bir barış elde etmekten ibaret olduğunu takdir ederdim. Polonya’nın saçma yeniden kurulmasından önce, Rusya ile bir ayrı barış mümkündü ve buradan da ya olumlu koşullar altında Batılı güçlerle harbe devam etmek, ya da daha iyisi, bir genel barış elde etmek olanağı vardı. Polonya budalalığından önce, hiç tereddüt etmeden, Çarlar İmparatorluk’una bu harpte Polonya’daki bütün fetihlerimizin iadesi esasında Rusya ile müzakere ederdim. Eğer Viyana hükûmeti zorluk çıkaracak olursa, Ruslara fazladan Galiçya’yı sahip olma ümidini verir, sonra beklerdim. Arkamıza memnun Rusya’yı alarak Romen ve İtalyanlardan emin olurduk. 1917’de, genel durum çok daha güçleşmiş halde ise de ümitsiz değildi. Fırsatları sayıp dökmeye boğulmadan şunu söyleyecektim: Hasımlarımıza hiçbir zaaf eseri göstermez ve hattâ bir meydan okuma havası göstermeliydik. Ama aynı zamanda da, bir münasip arabulucu vasıtasıyla Antant’a bir denge ve uyuşma barışına hazır olduğumuzu bildirmeliydik”.
“Arabulucular arasında Hollanda kraliçesi, İsviçre Konfederasyonu başkanı, İspanya, İsveç ve Danimarka kralları sayılabilirdi. Her halikârda, muntazam diplomatik yolla ciddî barış müracaatında bulunmak gerekirdi; yoksa Bethmann’ın yaptığı gibi hiçbir diplomatik deneyimi olmayan kişilere zemin yoklama görevi verip herşeyi aptallıklarıyla daha işin başında berbat ettirmezdim”.
Aşağı yukarı tekliflerim şunlar olurdu: Belçika bağımsızlığının yeniden kurulması, Belçika’nın bütünlüğü, ciddî şekilde tekrarlanak, tarafsızlığının teyidi, Belçika’ya bir cömert tazminatın verilmesi, Trentin’in İtalya’ya terki ve Trieste’nin özerkliği, Luxemburg büyük dükalığının bağımsızlık ve tarafsızlığının yeniden tesisi ve tanınması. Gerektiğinde Metz tahkimatının dağıtılmasından sonra Fransız Lorraine’inin terki. Fevkalâde gereklilik halinde de Alsace-Lorraine’in bağımsız, askerlikten arınmış ve uluslararası anlaşmalarla tanınış bir tampon-devlet haline getirilmesi. Tarafsızlar ve hattâ harp halinde bulunduğumuz ülkelerin politikacılarıyla vâki birçok görüşmesinden edindiğim intibalarla, bu koşullarda barışın mümkün olduğuna inanıyorum”.
“Doğrusu, böyle bir barışı elde etmiş olsaydım, Almanya’da bana çürük elmalar atılırdı. Yüzlerce basın makalesinde, sert kılıçla şan ve şerefle fethedilmiş olanlar tehlikeye düşürdüğüm ispat edilmiş olacaktı. Ama eğer vatan bir tam ve kesin bozgundan, çöküntü ve ihtilâlden koruyabilmiş olsaydım, bu makaleleri ve üçrük elmaları sineye pekâlâ çekerdim” (152)– .
Hertling’in şansölyeliği sırasında, bu kişi birçok belirgin beceriksizlik sergilemiş. Brest-Litovsk barışı büyük bir hatâ olmuş. Bolşeviklerin çok aşırı barış koşullarını kabullenmeleri için hiç bir kahramanlığa gerek yoktu; onlar, iç hasımlarının kökünün kazınmasına kendilerini tamamen verebilmek için ne pahasına olursa olsun barışı istiyorlardı; öbür yandan da Trotsky ve hempaları kendilerini dünya ihtilâlinin arefesinde sanıyor ve dolayısıyla her türlü barış antlaşmasını geçici olarak görüyorlardı. Ama Brest-Litovsk barışı Almanya’ya iki yönde zararlı olmuştu. Önce bütün dünyada Almanya’nın hoyrat ve doymaz olduğu hissi yaratılmış ve Fransız ve İngiliz propagandasının eline Alman dünya hâkimiyeti plânları masalını doğrulama için belge vermişti. İkinci olarak, bu çerçevesi gayrimuayyen barış antlaşması, ilerisi için sınırsız olanaklar açıp çok fazla toprak genişleme ümitlerini uyandırmıştı. Urach dükü, Würtemberg’te, dostu Erzberger’in yardımıyla, Lithuyanya kralı olmayı istemiş, İmparator’un kayınbiraderi Prens Frederic-Charles von Hesse, Finlandiya tacına adaylığını koymuştu. İmparator da kendisine bahsedilmiş olan Courlande ormanlarının muhteşem yaban öküzlerine imrenerek bu ülkeyi zatî mülk ve av mahalli olarak istiyordu; ve kalemi de oldukça güzel kullandığından, Courland dükü olarak taşımayı istediği armaları kâğıt üstüne çizmişti bile. Bavyera kralı Alsace-Lorraine’in, Lorraine Prusya’ya, Alsace Bavyera’ya verilmek üzere taksimini arzu etmişti. Ve daha nice istekler yer alıyordu…(153)– .
Politika ufku gittikçe daha çok kara bulutlara bürünüyordu. Avusturya’dan ve bu ülkeye dair haberler iyi değildi. Sadece Almanya’nın yeni Viyana sefiri, Wedel kontu, herşeyi güllük göstermeye devam ediyordu. Raporlar, hiçbir şeyden haberi olmayan önceki şansölye Michaelis ile yaşından önce çökmüş Hertling’e, bunların Viyana sarayını ziyaretleri sırasında, vermiş olduğu iyimser haberlerin sürekli devamı oluyordu. Almanya’nın felâketi olarak, Avusturya’nın ittifakımıza sadakatına hiçbir şüphe ifade etmeyen bu raporlar, politikamızdan sorumlu kişilere bir aldatıcı emniyet veriyordu. Wedel’in kendisi de tamamen uyumuştu, şöyle ki, kaynanası Kontes Louise Groben, güzel mavi Tuna kıyısında çocuklarını ziyareti sırasında Avusturya imparatoriçesi Zita’nın elinden saray olarak nadir verilen pırlantalı Elisabeth nişanını alıyordu.
Ama aynı anda da İmparator Karl, Fransız cumhurbaşkanı Poincare’ye, kayınbiraderi prens Sixte von Parme vasıtasıyla, bütün olanaklarıyla ve tüm etkisini kullanarak Fransa’nın Alsace-Lorraine’e dair tüm “haklı” taleplerini destekleyeceği vaadini ileterek Almanya’ya ihanet ediyordu. Yine aynı anda İmparator Karl, ayrı bir barış talebediyordu. O, bu mektup ve ihaneti inkâr etmeye yeltenmişti ama mektubun faksimile’lerini yayınlatan Clémenceau tarafından bu küstahça yalan ortaya çıkartılmıştı. İşte Bethmann ve Jagow’un (Resim 29) Avusturya’ya kör sadakatları, II. Wilhelm’in ihtiyar imparator Franz-Joseph’e gösterdiği iyi anlaşılmamış şövalyece saygı, bunlara müncer olmuştu.
Eğer 1917’den itibaren Habsbourg’ların kopması vâki olmadıysa bu, sadece İtalyanların Trentin ve Trieste üzerindeki inatçı hak iddiaları yüzündendi. İmparator Karl, Almanya’nın Alsace-Lorraine’ı bırakmasını pekâlâ istiyordu ama kendisi “dinsiz” İtalyanların Avusturya topraklarını almalarına müsaade etmeye hazır değildi.
Romanya’nın harbe girmesi de Almanya’nın durumunu daha da ağırlaştırmıştı. Macar hükûmeti, hattâ 1914’ten sonra, kendi topraklarında bulunan üç milyon kadar Romanyalıya daha iyi muamele edip onlara nüfusları oranında Macar Parlamentosu’nda sandalye tahsisine bir türlü karar verememişti. Alman hükûmetine gelince, 1915 başında Viyana’yı İtalyanlara elzem olan tavizlerin verilmesine ikna edemediği gibi, bir yıl sonra da Macaristan’ın Romanya’ya karşı daha uzlaşıcı bir tutuma girmesini sağlayamamıştı. Ve sonunda Antant, Romanya’ya bütün Transilvanya’yı Bukovina ve Banat’ı vaadediyordu. Böylece de Romanya İtalya’nın izinde gitti. Kral Ferdinand 27 Ağustos 1916’da, Avusturya-Macaristan’a harp ilân etti. Mezkûr kral bir Hohenzollern’di ve muhafız kıtasının birinci piyade alayında hizmet etmişti ama Prusya’ya, orduya, vatanına ihanet ediyordu. Bu harp ilânından kırksekiz saat sonra II. Wilhelm, nihayet, Hindenburg’la Ludendorfu ordunun başkumandanlığına tayin etti.
Alman devlet adamlarının farkına varmadıkları ihanet kanseri gelişiyordu; Almanya’da gizli, ama azgın bir propaganda ulusun çarklarını aşındırırken ordular, Hindenburg’un emrinde, bütün harekât sahnelerinde başarılar sağlıyordu. 1918’de acı bir tezatla karşılaşılıyor: Cephede bu büyük askerî başarıların yanısıra ülkede bezginliğin uğursuz gelişmeleri ve kuvvetlerin ağır tükenmesi.
Hindenburg – Ludendorff çifti saldırı üzerine başarılı saldırılar düzenliyorlardı. Bunların dördüncüsünün hedefi Reims’ti. Ama Alman plânları ihanete uğramıştı. İşte o günlerde orduda moral bozukluğu işaretleri görülür oluyor. Birçok birlik bölümü itaat etmeyi reddediyor. Kahramanca ilerleyen alaylara, sosyalizme bulaşmış başka birimler hakaret yağdırıyorlar : “Grev kırıcıları!”. Alman ordusunu düşman bozmamış, o “arkadan hançerlenmişti”. Alman sosyalistleri bu muhakemeye şiddetli itiraz etmişler. Tüm tarafsızlıkla şunun söylenmesi gerekiyor : Sosyalist düşüncelere bulaşmış askerlerin birçoğu, sosyalist olmayanlar kadar yiğitçe dövüşmüşlerse de, hiç değilse ocaklarının başını terketmemiş sosyalist sol kanadın şeflerinin, cephede bulunan siyasî din kardeşlerinden çok farklı şekilde hareket edip çok başka türlü davranmış oldukları inkâr götürmüyor; bu harbin sonu yaklaştıkça gözü dönmüşler felâketi getirmek için körü körüne çalışmışlardır; zayıf şansölyeler dizginleri yerde sürünmeye bıraktıkça, ihtilâlciler cesaret kazanıyorlardı.
Ballin, özellikle 1918’de, Bülow’un ziyaretine geliyor. Ağustos sonunda, yüksek kumandanın isteği üzerine genel karargâha girmiş; oraya ciddî durumun bütün açıklığı ile Majesteleri’ne açıklanmasını sağlamak için davet edilmiş; o ise ki Hindenburg ile Ludendorff bunu henüz yapamamışlardı. Ancak İmparator’u tanıksız görmek mümkün olmuyordu, şöyle ki İmparatoriçe ile kabine müsteşarı von Berg buna herzaman engel olmuşlardı. Von Berg, sivil kabinenin şefi olarak, şansölye Bethmann’ın gidişinden az sonra, von Valentini’yi istihlâf etmişti. Valentini, akılsızlığı ve daha fazla olarak karaktersizliği ile İmparator ve ülkeye çok kötülükler etmişti. Buna rağmen II. Wilhelm ondan üzülerek ayrılmıştı, zira mütevazi ve çekingen bir uşaktı, ona hiçbir zaman, prensip olarak, karşı durmazdı. Bethmann da, çocukluk arkadaşı ve ruh beraberliği olduğu Valentini’yi muhafaza etmek için bütün imkânlarını kullanmıştı. Bethmann’ın gidişinden sonra Kronprinz Valentini’nin nihayet bavulunu yapmasını sağlamıştı. Halefi von Berg, İmparator’la aynı yaşta idi, aynı öğrenci grubunda bulunmuştu ve Doğu Prusya’nın küçük bir soylusu olarak mükemmel tavırlı, başını yüksek tutan, İmparator’a bile açık sözlü, iyi bir memur ve sıkı bir vatanseverdi. Hindenburg ve Ludendoff’un itimadına sahipti. Ancak, Ağustos 1918’deki gibi oldukça güç bir durumun adamı değildi. Ballin, başkaları için herzaman bağışlayıcı, onların zihniyetlerini anlayan kişi olarak II. Wilhelm nezdinde başarısızlığını Bülow’a hikâye etmiş : “Ne İmparatoriçe’ye, ne de Berg’e sitem etmek istemiyorum. İmparatoriçe kadınların en iyisi, iyi bir Alman kadını ideali. Berg, çok centilmen ve çok vatansever. Ama her ikisi de, İmparator’un, durumu olduğu gibi görmesi halinde tamamen çökeceğine kani idiler ve kendilerine soruyorlardı, O zaman biz ne olacağız? Bunun sonucu İmparator’un ve onunla birlikte ulusun büyük bir bölümü herzamandan daha çok bir deliler cenneti’nde yaşamaya devam edecekti”.
Ballin, ihtilâlin patlak verdiği sırada, aniden ölmüştü. Asırlardan beri Elbe üzerine yerleşmiş bir Yahudi ailesinden geliyordu ve babalarının dinine herzaman sadık kalmıştı(154)– .
Yine 1918’deyiz. Von Bülow bir akşam Unter der Linden’de gezintiye çıktığında Rusya sefaretinin birinci katında parlak bir ışık görünce şaşırıyor. Bir gazete satıcısına, burada neler olduğunu soruyor. Kadın, “Ruslar arasında U.S.P.’nin kardeşleri için büyük hareket var” yanıtını veriyor. Gerçekten Rus ve Alman komünistleri kardeşleşmekle meşguldürler. Çarlar zamanında nice gazete redaksiyon bürolarında dolaşıp nice etkin politikacıların yelek cebine kaymış, Balkanlar, Galiçya ve Bohemya’da nice insanı satın almış. Rus rublesi, şimdi Sovyetler yıldızının işareti altında caniyane dolapları aylardan beri Ruslar tarafından desteklenmiş Alman ihtilâlcilerinin cebine geçiyordu.
Bu ziyafeti veren sefir Joffe, bir yıl sonra Reichstag’a milletvekili Oscar Conh’a, biraz sert şekilde bir açık mektupta, bolşeviklerin para yardımı olmadan bu aynı Cohn’a Kiel bahriyelilerinin ayaklanmalarını ve Münich ve Berlin’de ihtilâli yapamamış olacağını hatırlatmıştı.
Bundan sonra Bülow, İmparatorluğun son günlerine dair ilginç ayrıntılar veriyor. İspanya sefaretinin bir mensubu ona garip bir sırrı açıklıyor. İmparator’un gönderdiği bir kişi İspanya sefaretine, Majesteleri, Almanya’yı terketmek zorunda olduunda, İspanya’nın onu iyi karşılayacağına güvenip güvenemeyeceğini soruyor. Sefaret de, savaş sırasında Almanya’ya sempatilerini saklamamış olan İspanya kralı ve ulusunun şövalyelik ruhuna uygun konukseverliği göstereceği yanıtını veriyor. Ama II. Wilhelm, Berlin’den İspanya’ya hangi yolla gitmeyi düşünüyordu? Ne mutad Paris – Hendaye – Irun güzergâhını takibedebilir, ne İtalya’ya geçip oradan deniz yoluyla Barselona’ya varabilirdi. Cevap, İmparator’un denizaltı ile Saint – Sébastien’e gitmeyi düşündüğü şeklinde olmuştu. Ama plân, Majesteleri tarafından tasarlandığı kadar çabuk terkedilmişti; ama kesin olan husus, Berlin kaldırımının tabanlarını yaktığı idi.
Aslında İmparator âcil bir tehlike karşısında cesaretini kaybetmezdi. O, at üstünde bile gözüpek davranırdı. O ise ki, onun için tehlikeliydi, şöyle ki sol kolunu kullanamazdı. Böyle bir ruha sahip II Wilhelm’in sakin ve aklı başında danışmanlara ihtiyacı vardı. Zihninde ona ya aşırı ümitler, ya da yine aşırı korkular veren görünümler doğuruyordu. Bedbaht II. Nikolay’ın acıklı sonu aklından çıkmıyordu. Çar’ın bu korkunç âkibete düçar olmasını, başkentinden genel karargâha gitmekte gecikmiş olmasına atfediyordu, şöyle ki bu gecikme, isyancılara onu yolda yakalamak, tahttan feragâta zorlamak ve sonra da onu öldürme olanağını vermişti. II. Wilhelm, Alman zihniyeti ile Rus ve başka uluslarınki arasında ne kadar fark bulunduğunu görmüyordu. Zira hiçbir Alman hükümdarı, I. Charles ya da XVI. Louis gibi, idam sehpasına çıkmamış, ne de İtalya, İsveç ve birkaç kez Rusya’da görülmüş olduğu gibi, katledilmişti.
Her hal-ü kârda İmparator’un 1918 Ağustos’unda başkentini terketmiş olması büyük bir hatâ idi. Orada kalacaktı, bakanlarıyla temas halinde olup ciddî kişileri kabul edecekti, iktidarı muhafaza edip Berlin’in askerî emniyetine dikkat edecekti, zira ihtilâl hiçbir surette kaçınılmaz değildi. En kötü olasılıkta, Prens von Bismarck’ın öğütünü takibederek, tacın merdivenleri üzerinde elinde kılıç ölmeliydi (155)– .
Şansölyelikte Kont Hertling’i istihlâf etmiş olan Prens von Bade, ne tayini sırasında yağdırılan övgülere, ne de çekilmesinden sonraki bolca sövgülere lâyıktı. Onda, mükemmel bir davranış kibarlığı olup İngilizce ve Fransızcaya iyice vâkıftı. Eski Zahringen soyunun torunu olup, daha da eski Welfes’ler soyunun bir torunu ile evlenmişti ve İngiltere, Rusya ve Danimarka hükümdarlarının yakın akrabasıydı. Bir Leuchtenberg – Romanowski olan anası tarafından da, I. Nikolay’ın torunu oluyordu. Ve daha nice mümesil bağlantıları vardı.
Von Bade, işbu akrabalık bağları, sosyete ile ilişkileri ve kişisel nitelikleri ile hattâ büyük boyutlu işlerde de bir diplomat ya da görüşmeciliğin tam adamıydı. Ama özellikle bu denli ağır bir durumda şansölyelikten beklenenlerden yoksundu. Wilson’un karşısında hiç başarılı olamayıp öğütleriyle ona yardım eden demokratlarla birlikte Washington’un bütün sözlerini yuttu. Kendisi tarafından seçilip atanmış şansölyesine II. Wilhelm, birkaç hafta sonra ona, hiddetlendiği zamanlarda sıraladığı iltifatkâr zoolojik tâbirlerle demediğini bırakmıyordu.
Bülow, gerek kendisi, gerekse her yiğit Prusyalı ve aydın Alman için Ekim 1918’de sadece tek bir çıkış yolu vardı: Savaşmak, savaşmaya devam etmek. İçerde disiplini güçlendirmek, menziller bölgesinde nizamı iade etmek, Batı cephesine elde bulunabilen bir adamı göndermek. Akıllı askerler Bülow’a birçok mevkide, her hal-ü kârda Ren üzerinde tutunmanın mümkün olduğunu temin ediyorlarmış. Tümen ve kolordu kumandanlarının aksine, alay ve tugay kumandanları, mücadelenin devamından yana beyanlarda bulunup birliklerinin bozulmamış mücadele zihniyetinin garantisini vermişler. Hükûmetimiz teslim olduğu sırada Almanya pekâlâ mücadeleye devam edebilecek haldeydi ve askerî koşullar da fazla elverişsiz değildi. Bunu, hasımların en değerlisi olan Mareşal Foch da birkaç kez teslim etmişti. Temmuz 1928’de Wiener Neue Frei Presse’in bir yazarına verdiği mülâkatta, Almanya’nın Ren’in arkasında tutunabileceğini ifade etmişti. “Alman ulusunun bir Gambetta’sı olsaydı, savaş devam etmiş olurdu ve ötesini kim bilir?”. Muhatabı ona Gambetta örneğinin askerî olarak mağlûb bir ulusun hattâ kahramanca mukavemetinin sadece harbi boş yere uzatmaya yarayacağını ileri sürmesi üzerine Foch’un cevabı şöyle olmuş: “Bununla birlikte mağlûb olmak istemeyen bir ulusun kaçınılmaz bir bozguna mahkûm olmadığına inanıyorum. Kasım 1918’de Almanya’nın, muhakkak hiçbir zafer şansı kalmamıştı. Ama orduları Ren üzerinde mukavemet etmiş olsalardı, birçok şey başka bir şekil alırdı”.
Prens Max, II. Wilhelm ve iyi düşünen birçok kişinin ona vurmuş oldukları ihanet damgasını elbette hakketmemişti. Ama tıpkı Bethmann gibi, o da, dik olabilmek için fazla zayıftı. İşlerin idaresini, Prusya sülâlesinin ve bununla da öbür Alman sülâlelerini kurtarmak üzere kabul etmişti. Daha şansölye olmadan birkaç ay önce, sürekli muhabere halinde bulunduğu Bavyera veliahdı Prens Ruprecht’e, İmparator’un tahttan feragatının kaçınılmaz olduğunu yazmıştı. İmparator gittiğinde sıranın kendisine de geleceğini düşünen Bavyera kralı Louis, böyle bir olasılığı tartışmış olmasından dolayı oğlunu sert şekilde azarlamıştı. Wilson’un imâları daha da açık hale geldiğinde, şansölye olmuş Prens Max, Bavyera başbakanı von Dandl’a açıkça, görevinin en âcil kısmının İmparator’u tahttan feragata ikna etmek olduğunu söylemiş. Von Dandl buna kızıp keyfiyeti hükümdara bildiriyor. Daha sonra Prens Max, büyük – dük Ernest von Hesse’yi İmparatorun çekilmesi için iknaa çalışıyor. Büyük – dük, II. Wilhelm’in kuzeni olduğundan, reddediyor.
Nihayet Prens, İçişleri bakanı Drews’u, İmparator’a daha uzun süre kalamayacağını anlatmaya sevkediyor. Drews, söyleyeceklerini itina ile hazırlıyor ve henüz konuşmaya başlayınca İmparator, bu ast bürokratın karşısında, prenslik gururuyla isyan ediyor ve ona kapıyı gösteriyor. Bununla birlikte II. Wilhelm, Parlamento’da ve hattâ kendi öz hükûmeti içinde, onu tahttan feragatına çalışıldığını öğrenmek için bakanın bu açıklamasına ihtiyacı yoktu. Spa’daki genel karargâhına varmak üzere Berlin’i terkettiğinde, kendi şahsî kaderinin belirsiz ve sülâlesinin tehlikede olduğunu biliyordu. Ama dışarıya karşı kendini sanki tahtta kalmaya kararlı gibi gösteriyordu. Hattâ 6 ya da 7 Kasım’da, yaveri General Löwenfeld, Bülow’a, İmparator’un ona Spa’dan telgraf çekerek “ülkenin bütün sadık insanlarına” Prusya kralı ve Almanya’nın imparatorunun “kanının son damlasına kadar” ayakta kalacağını söylemeye davet ettiğini anlatmış. Kiel ihtilâlinin, Münich ve Berlin’deki ihtilâlin haberi gelip aynı zamanda Batı’da ordunun itaati reddettiği rivayeti yayıldığında, Kont Eulenburg gelip Bülow’a “şimdi, hükümdarımızın kendini düşmana öldürtme cesaretini bulması için Allah’a dua edelim” demiş. Gerçekten bu, sülâlenin kaderini değiştirmenin son çaresi olacaktı.
Ancak ilâçlarla ayakta durabilen Prens Max, sinirlerini yitirmiş olarak iyice şaşkın haldeydi. Berlin’de kanlı çarpışmaların olasılığına işaret ederek Spa’ya telgraf ve nihayet telefonla İmparator’un mümkün olduğu kadar çabuk tahttan çekilmesinin gereğini bildiriyor. İmparator ise bu haberlerin doğruluğunu kontrol edemeyecek durumda değildi. Prens Max, Berlin’e İmparator’un tahttan birden çekildiği haberini bildirmekte acele ediyor. Muhariplerin maneviyatı üzerine “ordunun en üst şefi”nin bu feragatı, felâketli bir etki yapıyor.
Kısa süre sonra, kaçmış olan II. Wilhelm’in Hollanda sınırını aştığını ve Amerongen şatosunda kont Bentinek tarafından karşılandığını Berlin öğreniyor.
İmparator, Bismarck’a yol verdiği günden beri çok kez kasıntılı tavırlar takınmış (hayatın tadını çıkarmaktan da geri kalmamış – B.O.) ama güç anlar geldiğinde kendini maalesef küçük göstermişti: Barış zamanında, çok sık olarak, “harp yüksek komutanı” olmak istediğini söylemiş, ama harp geldiğinde, seyretmekle yetinmiş, nadiren cepheye gitmiş, başkentte daha da nadiren bulunmuş, vaktini muhteşem şatolarda, Pless, Homburg ve Coblence’de geçirmişti. Barış zamanında birinci rolü oynamak isteyen o, harp sırasında kararlardan kaçmıştı. Hattâ yüksek kumanda ile siyasî idare arasında iyi anlaşmayı idame etmeye bile muktedir olmamıştı. İlk müşavirlerini kendisi, sadece kişisel zevklerine göre seçmek istemiş, ama Moltke, Bethmann, Michaelis, Hertling, Prens Max’ın seçiminde isabetli olmamıştı; bunlar çeşitli yollarda, 1918 felâketini hazırlamışlardı. II. Wilhelm, tanrısal iradelerin âleti olduğunu, Almanya’yı muhteşem bir geleceğe yürüteceğini beyan etmişti ama işi, yabana kaçmakla bitirmişti.
Kaçışı sırasında veliahda şu mektubu bırakmıştı : “Sevgili oğlum! Feld – mareşal artık burada emniyetimi, ne de birliklerin sadâkatını teminat altına alabiliyor; bu itibarla, bir sert iç muhasebe ile, sukut eden orduyu terketmeyi kararlaştırdım. Berlin, sosyalistlerin elinde tamamen kayboldu; daha şimdiden biri, şansölye tayin edilmiş Ebert, öbürü bağımsız sosyalistler tarafından iki hükûmet kuruldu. Orduların Almanya’ya dönüşüne kadar vazifenin başında kalmanı ve birliklerin dağılmalarını önlemeni tavsiye ediyorum. Tanrı isterse yeniden görüşmek isterse General von Marschall sana daha fazlasını söyleyecek. Acılı baban Wilhelm”.
Mareşal Kont Waldersee bir gün Bülow’a “İmparator başkalarına çok, ama daha çok kendine yalan söylüyor” demiş. Waldersee, Tirpitz ve daha niceleri İmparator’a yavaş yavaş kızan ve sonunda ondan nefret etmiş olanlardandılar.
Ve Bülow devam ediyor anılarına.
Bu arada, hapisten çıkmış Liebknecht, Rosa Luxemburg (Resim 14) ve Paul Levi tarafından idare edilip Sovyetlerin sefiri Joffe tarafından finanse edilen Spartacus grubu, karışıklığı daha da utanmazca körüklüyordu. Çoğunlukçu sosyalistlerin sesi Vorwärts de, sütunlarının başına “Bizim kesin istediğimiz, Almanya’nın son mücadelede muzafferane şekilde açamadığı harp sancağını ebediyen getirmesidir” sözlerini basmak küstahlığını göstermişti. Hiçbir ulusta bir büyük partinin bu denli aşağı düşmemiş olduğunu söylüyor, Prens von Bülow. Birçok Alman sosyalistinin ve bir miktar da merkezden adamın ve demokratın, düşmanlarımızı bu alçaklık ve kalleşlik karışımı ile yatıştırmayı, onları kazanmayı ve böylece de ülkeyi daha beter bir âkibetten korumayı ve bütün ulusların bir kardeşleşmelerini hazırlamış olmayı düşünmelerini imkânsız görmüyor Prens, ve o zamanlar idare başında bu üç partinin, bunların şeflerinin ve ulusun çok önemli bir bölümünün, düşmanlarımızın zihniyetini ve bunların Devlet adamlarının niyetlerinden habersiz olmuş olmalarından hayıflanıyor.
Hükûmetin zaafı doğal olarak Spartakistlerin küstahlıklarını artırmıştı. Ekimin son günlerinde Kiel’de donanmanın ayaklanması, sosyalist sol kanadın teşviki ve Rus parasının yardımıyla başlamıştı. 4 Kasım’da ihtilâl Kiel’de muzaffer oluyordu. Bütün gemilere kızıl bayrak çekilmişti. Garnizon, âsiler tarafına geçiyor. Prens Henri ile Prens Adalbert, Kiel’i terkediyorlar. 5 Kasım’da Sovyetlerin sefiri Joffe, ihtilâlci propagandası sebebiyle, nihayet Berlin’den kovuluyor; bozulmuş ve açılmış olduklarından sefarete gönderilmiş çuvallardan Almanca yazılı ihtilâlci el ilânları çıkmış ve böylece de Joffe’nin özellikle Almanya’da ihtilâli kışkırtmaya memur edilmiş olduğunun yadsınamaz delili ele geçmiş oluyordu; şimdi kuyular kapatılıyordu, ama çocuk içine düştükten sonra, ihtilâl patlak verdikten sonra.
Yangın Kiel’den Hamburg, Bremen ve Lübeck’e, tüm kıyıya, sonra Kuzey , Güney ve Merkezî Almanya’ya yayılmıştı. Münich’te başbakan Dandl, ne yapacağını şaşırıyor; sosyalist Auer tarafından, solcu kişilerce 8 Kasım’da hazırlanmış büyük bir gösteri tertipleneceğine ve bunun olaysız geçeceğine inandırılıyor, ama Auer’in artık hareketin başında olmadığının farkına varmıyor. Keza, Nuremberg’e sonra da Münich’e düşmüş bir Galiçyalı serüvenci, ülke ile herhangi bir bağlantısı olmayan, Berlin’de Vorwärts’in eski yazarı Eisner eylemcileri Münich’te, Bavyera cumhuriyeti’ni ilân edip bin yıldan fazla bir sürede Bavyera’da hüküm sürmüş ve Bavyera halkının çoğnnluğunun sadakat ve minnetle bağlı olduğu Wittelsbach sülâlesini düşmüş diye beyan ediyordu. Gerçekten kaba bir saflıkla Münich’in siyasî idarecileri, Dandl ve Brettreich, birkaç gün önce, yüksek ihanet suçlamasıyla Münich’te tutuklu bulunan Eisner’in serbest bırakılmasını Yüksek Mahkeme’den sağlamak üzere herşeyi yapmışlardı. Leipzig savcısı karşı görüşte olmuş, von Brettreich, Dandl’la birlikte, Eisner’in serbest bırakılmasının Münich halkını “sakinleştireceği” inancında olduklarına dair telefon etmiş(156)– .
Prens von Bülow, bütün bu ihtilâl olayları hakkındaki hissiyatını şöyle kâğıda dökmüş(157)– : “1 Kasım’da ihtilâle şahit oldum. Maalesef bu bana, Ferdinand Lassalle’in (Resim 15) iddialı düşlerinde tahayyül etmiş olduğu gibi görünmedi… Alman ihtilâli düpedüz burjuva ve bayağı, ateşsiz ve coşkusuz idi. Danton gibi bir adam yaratmadı… Sonuna kadar harp’i ilân edip mukavemeti beş ay uzatmış bir Gambetta, hattâ barikatta vurulmuş bir Delecluze bile yaratmadı. Hayatımda bu sarhoş denizciler ve taburlardan kaçmış askerlerin, 9 Kasım’da korkuluklu araba ve tanklar üzerinde Berlin sokaklarında geçişleri kadar kaba ve aşağılık bir şey görmedim. Adlon otelinde, köşedeki pencereden bu öğleden sonra, Parizer Platz ve Tilleuls’ler görünüyordu. Küçük genç adamlar, sosyalizmin kırmızı kolluklarını göstere göstere, birkaçı bir arada, demir salip ve Harp Liyâkat Madalyası’nı haiz subaylara arkadan yaklaşıp, kendisini savunmaya meydan vermeyecek şekilde kollarından tutarak apoletlerini kapıyorlardı; budan daha iğrenç ve daha alçakça bir şey hiç gözüme çarpmamıştı…”
“Hiç şüphesiz 9 Kasım 1918’de birkaç taburla ortalık temizlenebilirdi. Bu taburlar Berlin’de bulunup böyle bir emri sabırsızlıkla bekleyen subay ve assubaylarla kolayca kurulabilirdi. Brandenburg kapısında, Château’nun bulunduğu yerde ve Alexanderplatz’da, aynı anda konuşlandırılacak birkaç mitralyoz ve kentte dolaşan birkaç tank, Berlik ayaktakımını çabucak dağıtırdı. Ancak, ateş etme müsaadesinin değil, kesin emrinin verilmesi gerekiyordu ki bu cesaret Prens Max’da yoktu, özellikle büyük – dükalığın tacına erişmenin mümkün olamaycağından endişe ediyordu”.
Prens Max, Berlin’de ilân sütunları ve sokak köşelerine İmparator ve Kral’ın feragatını haber veren plakalar çaktırıyor; o ise ki sonradan saptandığına göre Wilhelm, sadece İmparatorluk orunundan feragat etmiş, Prusya krallığı tacından vazgeçmemişti. İmparator tarafından tayin edilmiş şansölyelerin bu sonuncusu, içler acısı şaşkınlığı içinde, görevdeşlerine , ne de yirmi dört saatten beri müdahale emrini bekleyen askerî şeflere danışmadan Reichstag’ın sosyalist bölümünün başkanı Fritz Ebert’e, İmparatorluğun işlerini tevdi ettiğini bildirip sosyalist partiye hükûmeti baştan örgütlemesi için mektup yazmıştı.
Ebert, halk komiseri ünvanını almış, bu ünvan Berlin’in öbür ihtilâlci şeflerine de verilmiş olup idareyi üstlenmişti. Ebert ve özellikle Noske, bu günlerde, fazla küstahlaşmış olan spartakistlerin dolaplarını bastırmayı bilmişlerdi ki bu, Prens Max (Maximilian)’a örnek olabilirdi. Ama Berlin’de olanları umursamadan Prens, Bade ülkesine gidiyor; sülâle çıkarları ona İmparatorluğun kaderinden daha önemli geliyordu.
Öbür yandan yeni efendiler daha az hatâ etmiyorlardı. Düşük hükûmetin Devlet Bakanı Scheidemann, 9 Kasım’da Reichstag’ın merdivenlerinde ayakta Cumhuriyet’i ilân ederken, beyanına bu aptal ve gayrisahih cümle ile başlıyordu : “Alman ulusu her tarafta galip geldi”. İnsanın kendisi tarafından zalimane şekilde aldatılması!.. Hayır, maalesef Alman halkı yenmemişti; yenilmişti, üstüne çok sayıda düşman çullanmıştı, politik olarak fena idare edilmiş, açlıktan ve sırtından hançerlenerek yenilmişti.
Olaylara önyargısız ve sadece vatanın telef olmaması arzusu ile bakan herkes için, Alman Cumhuriyeti’nin ilk günleri, tam bir karışıklık manzarası arzediyordu. Yeni hükûmet, halk komiserleri konseyinde (Rat der Volksbeauftragten) eşit sayıda çoğunluktaki sosyalistler (S.P.D.) ile bağımsız sosyalistlerin (U.S.P.D.), ikişer ikişer yanyana, yani tek bir tane yerine iki bakanından oluşuyordu. Halk komiserlerinin üstünde, işçi ve asker konseylerinin icra komitesi bulunuyordu; bu, doğruca iktidarı elinde tutuyordu. Sosyalistlerin sol kanadı Reichstag’ı ortadan kaldırıp onun yerine işçi ve asker konseylerini ikame etmek istiyordu ki bu, bir orijinal fikir olmayıp, ne denli sefil olursa olsun, bolşevik sisteminin bir aşağılık kopyası oluyordu.
Karı koca Bülow’ların ikâmet ettikleri Adlon otelinin sahibi gelip onlardan odayı boşaltmalarını istemiş; Parizer Platz’da çatışmaların olması muhtemel olup değerli camlar için korkuyor ve pencereleri mecburen kapalı tutacakmış. Onlar da, Tiergarten’e yakın otel Eden’e taşınmışlar.
Ebert ve Bauer’in cumhuriyetçi rejimi altında komünistler sıkı takibata uğramışlar.
Bülow, Eden oteline taşındıktan birkaç gün sonra, koridorda üniformalı adamlar görüyor. Meğer muhafız kıtasının süvari alayının kurmay heyeti Eden oteline intikal etmişmiş. Ertesi sabah Bülow bunlardan Liebknecht ve Rosa Luxemburg’un bu alayın harp divanına çıkarılmış olduklarını öğreniyor; nakledilirken Liebknecht, Tiergarten’e kaçmaya teşebbüs ediyor ve vurularak öldürülüyor; Rosa Luxemburg, kafa tutarak bağırmaya başlamış ve askerin biri bir dipçik darbesiyle kafatasını dağıtmış. Bütün bunlardan Bülow’lar hiçbir şey farketmemişler.
Ve Prens anlatmaya devam ediyor : “Eden otelinde olduğumuz sırada, hayatımın en üzüntülü, en acı verici manzaralarından birini gördüm: Kaybedilmiş savaştan, Prusya monarşisinin çöküşünü takiben birliklerimizin geri dönüşü. Hiçbir zaman, yiğit askerleriyle birlikte geçen subayların halini unutmayacağım. Çekilmiş olan anlatılmaz yorgunluklar, mahrumiyet ve ıstıraplar yüzlerinden akıyordu. Dört yıl süre ile bunca düşmana mukavemet etmiş olmanın, ama kahramanlıklarına karşı nihaî zaferin bunlara reddedilmiş olmasının acısı ve hiddeti bakışlarından okunuyordu.(158)– .
Alman Cumhuriyeti, Almanya’ya ilk zincirleri vurmuş ve utandırıcı Versailles barışının yollarını hazırlamış olan Compiègne mütarekesiyle aynı zamanda, 11 Kasım 1918’de doğmuştu. Compiègne’e Erzberger gönderiliyor. Bu kişi, günün yeni efendilerinin gözünde, dış politika konusunda tecrübe sahibi idi, şöyle ki harp zamanında Almanya dışında, resmî görev ve bizzat kendi insiyatifiyle birçok seyahat yapmıştı. Compiègne’e, askerî yönden uzlaşmaya barış hazırlıkları babında müzakereleri de ekleyebileceği yanlış düşüncesi ile varmıştı. Söz ve yazı ile bir hazırlık niteliğinde bir barış ve Cemiyet-i Akvam (Milletler Cemiyeti) fikrini yaymıştı. Dışarda hiç derecesinde bilinmeyen broşürleriyle hasımlara çıkarlarının nerede olduğunu anlatacağına kanî idi. Kendisine göre, meslekdaş ve dostlarının gözünde Cumhuriyetçi, demokratik ve askerlikten arınmış bir Almanya, Milletler Cemiyeti’nde hüsn-ü kabul görecek ve ekonomik yeniden yapılanma görevinde hepsinin sempati ve yardımını hesaba katabilecekti.
Safça iyimserliği, yabancı ve düşmanların zihniyeti hakkında tüm bilgisizliği ona acı düş kırıklıklarına mal olmuştu. Mareşal Foch, görüşmeleri açmış ve bir kurmay subay eliyle Alman murahhasına, iki nusha halinde, cevabı akşamdan önce, altı saat içinde verilecek büyük bir belge verdirmiş. Bu mühlet, hattâ Fransızcaya mükemmelen vâkıf, dolayısıyla orijinal metni okuyup personeli ile tartışabilecek bir görüşmeci için bile çok kısa idi. O ise ki, maalesef zavallı Ersberger Fransızcadan tek kelime anlamıyordu ve Temps’in kısa bir fıkrasını okumaya muktedir değildi. İşbu çapraşık metinlerin karşısında tamamen şaşkına dönmüştü. Bu felâketli günlerde Entente (Antant)’ın tekliflerine cevap vermek durumundaki adamın, karşı tarafın ne istediği hakkında bir fikir edinebilmesi için zahmetli tercüme işinin bitmesini beklemesini düşünmek korkunçtu. Değerli saatler böylece kaybedilmişti.
Mareşal Foch’un Compiègne’de başlatmış olduğu yöntem, daha sonra sistematik olarak Trèves, Mayence ve Spa’da uygulanmıştı: Hasma kısa müddetler verip bunların bitiminde acımasızca davranmak. Erzberger’in bu tür müzakereler için tüm yeteneksizliğinden gelen zararlar ne hesabedilebilecek, ne de telâfi edilebilecetir. O, sivil olarak, “halk adamı” olarak Mareşal Foch’a emniyet ve itimad telkin edebileceğini sanmış, ama ondan mağrur ve kırıcı şekilde muamele görmüştü. Onu bu denli metanetini yitirmiş ve iktidarsız görmekten adetâ sadik bir zevk alan Foch tarafından sıkıştırıldıkça teslimiyet üzerine teslimiyet göstermiş. Ama dışarda, onu Mareşal Foch’un yanına sık sık getiren salon – vagondan uzak, onun yetersizliğinin farkına varılması için uzun zaman gerekmişti. İlk gerekçeli ve haklı şikâyetler, Erzberger’in, çıkarlarını çok kötü savunduğu armatörlerden gelmişti. Mareşal Foch, Erzberger’i üç gün sürecek olan bir konferans için Tréves’de bulunmaya davet etmişti. Mütareke komisyonu Tréves’e vardığında, Foch’un üç günlük konferans istemesinde haklı olmuş olduğu meydana çıkmıştı; o, Alman ticaret filosunun teslîminin koşulları üzerinde görüşmek istiyordu ve bunun için ticaret bahriyesi konusunda uzmanların getirilmeleri gerekiyordu. Mareşal, konferansların konusunu önceden belirtmek ihtiyadında olmadığından bu, tam bir şaşkınlık yaratmıştı. Alelacele telgrafla çağırılmış uzmanlar ancak müddetin sona ermesinden az önce varabilmişlerdi ve mareşal bu hususta acımasız davranıyordu.
Bu koşullar altında Erzberger, kendisine yapmış olduğu reklama rağmen sonunda Ebert ve Scheidemann’ın hoşnutsuzluğunu celbedebildi. Bu sonuncular, onun bir İsviçre seyahatından faydalanarak, görüşmelere kont Brockdorff – Rantzau’yı memur ediyorlar. Bu, işgüzar ve kendini beğenmiş Erzberger’e sert bir darbe olmuştu. O, ancak ulusun birliğini kurtarabilmek için o anda hiçbir fedakârlığın fazla olmayacağı tezini cesaret ve enerjiyle savunmuştu.
Versailles barışı Almanya’dan yetmişbin kilometre kareden daha fazla toprak ve yedi milyondan fazla nüfus koparmıştı. Almanya sadece “Reichsland”, Strasbourg, “wunderschöne Stadt” (harika kent); ve önünde nice değerli Alman kanının akmış olduğu Metz kalesini değil, Almanya’nın tahıl ambarı Posnania’yı kaybetmişti. Keza, Batı Prusya’nın bir bölümü, Doğu Prusya’nın ve hattâ Pomeranya’nın ve Almanya’nın büyük sanayi merkezlerinden biri olan Yukarı Silezya’nın bir büyük kısmı gitmişti. Hattâ, her zaman için Alman olmuş, Schopenhauer’in, Fahrenheit’in, dâhi ressam Chodoviecki’nin vatanı Almanya’nın en güzel ve saygıdeğer kentlerinden biri olan Dantzig de gitmişti. Yine Kuzey Schleswig’in bir bölümü, küçük Huldschin ülkesi… de gitmişti. Devi zincirli halde tutmak üzere iki yanına “polis” olarak, galipler olduğu gibi, askerî güçlerini artırma hakkının verildiği Polonya ile Çekoslovakya yetiştirilmişti. Alman ordusu, ancak iç güvenliği sağlayabilecek bir kolluk kuvvetine indirgenmiş, donanma, az sayıda saff-ı harp gemisi ve kruvazöre münhasır bırakılmış, denizaltıya sahip olma hakkı elinden alınmıştı. Kıyı tahkimatı dağıtılacak, Kiel açık liman olacak, Heligoland yıkılacaktı. Zırhlıların, mürettebatı tarafından Scapa-flow da batırılması, karanlık bulutları delen bir güneş ışını olmuştu(159)– .
Prens von Bismarck’ı başından savar savmaz II. Wilhelm’in kendisine bir çekidüzen vermemiş olması ve aynı zamanda da siyasî yapımızı liberal ve parlamenter yönde geliştirmemiş olması bir talihsizlikti. Aksine genç imparator kendisinin kendine şansölye olmaya muktedir olduğu ve Bismarck’ın yirmisekiz yıl boyunca bir gerçek deha ile yürüttüğü rolü kendisinin oynayabileceği hayaliyle kendini avutmuştu. Bülow, bu düşüncesini şöyle sürdürüyor : “Keza II. Wilhelm’in, Reichstag’taki 1907 muzaffer seçimlerinden sonra, tedricen ihtiyatlı, ama duraksamasız, bir Prusya seçim sisteminde reform, bakan ve Devlet müsteşarlarının parlamenterlerden tayinini gerçekleştirme niyetini de anlamamış olması yine bir felâketti. Germanya anamızın alnına biraz daha fazla demokratik yağ sürülmesinin gerektiğini anlamamıştı ve onu ve ülkeyi nereye götürmek istediğini görebildiğinde bana karşı dönmüş ve beni göndermişti; böylece de tahayyül ettiğim metodik evrime mani olmuştu. Bir evrim yerine, bir evrim-i ihtilâlimiz oldu…”(160)– .
.
. .
6 Mayıs 1876’da, bağnazlaştırılmış Türk halkı Selânik’te Almanya konsolosu ile Fransız konsolosunu katlediyor. Bir Almanla bir Fransızın aynı anda katli, güçlerin anlaşmalarına yardımcı oluyor. 11 ilâ 13 Mayıs’ta, İmparator II. Alexandre ve Gortschakov Berlin’de kalıyorlar; bunlara Avusturya – Macaristan dışişleri bakanı kont Andrassy iltihak ediyor. Dönüşlerinin arifesinde, durmadan Türkiye’den gelen “kaygı verici” haberler üzerine uzun bir memorandum yayınlıyor. Bunda, Bosna ve Hersek’in yeniden barışa kavuşturulmasıyla bütün bu anarşinin odağının söndürülememesi halinde Balkanlar’da nizamın tamamen teessüs edemeyeceği açıkça ifade ediliyordu. Aynı gün, Prens von Bismarck’ın evinde, Prens Gortschakov ve Kont Andrassy’den başka, Prens von Bülow’un babası ile ihtiyar Gortschakov’un sağ kolu Baron Jomini’nin iştirak ettikleri bir konferans vâki oluyor; Fransa, İngiltere ve İtalya sefirleri de buna davet edilmişlerdi. Jomini, üzerinde üç imparatorunun anlaşmış oldukları memorandumu okuyor. Gortschakov, öbür üç gücün de bir an önce bunu kabul edeceklerini bildirecekleri ümidini ifade edip bu üç imparatorun politikalarının amacının “statu quo’nun ıslâhı” olduğunu beyan ediyor. Bismarck, üstüne bastırarak Fransa, İngiltere ve İtalya’nın rızalarının ve işbirliklerinin büyük bir önem taşıdığını beyan ediyor ve ertesi günü mezkûr üç güç, memorandumla mutabakatlarını bildiriyorlar.
8 Temmuz 1876’da Reichstadt’a, Gortschakov’u da beraberinde getiren Çar Alexandre ile Andrassy’nin refakatında gelen Franz-Joseph arasında bir görüşme vâki oluyor. Bu görüşme sonucunun dünyanın kaderi için çok önemli yankıları olacaktı. Bu konferans hakkında gayriresmî olarak sadece Rusya ve Avusturya’nın Türkiye’deki karışıklıklara müdahale etmeme prensipi üzerinde anlaştıkları, ama bir askerî kararın araya girmesi halinde, bütün Hıristiyan güçlerini bir mahrem anlaşmaya getirme işini ellerinde tuttukları bildiriliyordu. Viyana’da Reichstadt görüşmesinin, savaşın Avrupa’nn gerisine yayılmasının “her türlü tehlikesini” bertaraf ettiği ilân ediliyordu. Görüşmenin akşamında Andrassy, Avusturya’nın Londra elçisi Beust’a “Reichstadt görüşmelerinin sonucu olarak, bütün son teklifleri kenara bırakıp, mevcut durum karşısında, müdahale etmeme hususunda anlaştığımızı; ancak koşulların icbar etmesi halinde bütün Hıristiyan güçler arasında bir gizli anlaşma aktini arayacağımızı bildir” mealinde bir telgraf çekiyor. Beust, ertesi gün, Lord Derby’nin bu bildiriyi memnuniyetle karşıladığı cevabını veriyor. Reichstadt dönüşünün ertesi gününde Andrassy, Alman sefirinin yanına varıp ona mahrem olarak, bir Rus – Türk harbi durumunda Avusturya’nın Rusya’ya hayırhah bir tarafsızlık izleyeceğimi vaadettiğini ve karşılığında da Rusya’nın bir Doğu’da harp vukuunda, Bosna ve Hersek vilâyetlerinin Avusturya – Macaristan tarafından işgal ve idare edilmesi hususunda mutabık olduğunu söylüyor(161)– .
Evet, Osmanlı’nın sırtından neler dönmüş olduğunu bir ehliyetli ağızdan görmüş oluyoruz. Devam edelim, Bülow’u okumaya.
1876 yazından beri Balkanlar yarımadasında durum haylice ağırlaşmıştı. Endişe, Bütün Avrupa’da artıyordu. 6 Ekim’de Bismarck’ın müsteşarı olan von Bülow’un babası, bütün öbür Alman hük^ümetleri nezdindeki Prusya temsilcilerine uzun bir sirküler göndermiş. Baba Bülow bu sirkülerde Alman politikasının ana hatlarının ne olmasının gerektiğini kesinlikle açıklıyor. Sırbistan ve Karadağ Bâbiâli ile açık muhasemat halinde bulunduklarından beri, bütün güçler aralarında anlaşmışlar ve “şimdilik” olayların üstüne gitmeden, müdahale etmeme prensipinde karar kılmışlar; Almanya, Doğu meselesindeki daha önceki tavrı dolayısıyla bu anlaşmaya iltihak etmek durumunda olmuştu; ama bu harp Avrupa’nın rahatını kaçırabilirdi ve birkaç güç, artık buna bir son verme zamanının geldiğini takdir etmişti, şöyle ki Türkler, Balkanlar’ın Hıristiyan halkına karşı “emsalsiz canavarlıklar” icra ediyorlardı; aslında, Türklerin daha belirgin başarılarına rağmen, hasımların hiçbirinde tam bir zafer elde etme gücünün bulunmadığı daha da ayan oluyordu. Avrupa kamuoyunun istediği gibi kan dökülmesinin durdurulması gerekiyordu; Sırbistan ve Karadağ’ın isteklerine uyarak bütün kabineler arabuluculuğu kabul etmiş ve muhasematın durdurulması için İstanbul’a baskı yapmışlardı.
Baba Bülow’un sirküleri şöyle bitiyordu : “Balkanlar’daki hal-i hazır durum hassastır; bununla birlikte biz, ilgili güçlerin buna çözüm için aralarındaki iyi anlaşmanın devam edeceğini; coğrafî durumları, gelenekleri ve bu imparatorluğun bazı halklarıyla ethnik bağları itibariyle Osmanlı İmparatorluğu’nun kaderiyle özellikle meşgul olmuş Rusya ve Avusturya’nın, bazı ayrılıklara rağmen bu krizden çıkabileceklerini ve birbirlerinin siyasî ve maddî çıkarlarını tatmin edeceklerini ümid ediyoruz”. 31 Ekim’de Rusya’nın İstanbul’daki sefiri general Ignatieff, Bâbiâli’ye bir ultimatum vererek kırksekiz saat içinde, altı hafta veya iki ay sürecek bir genel, etkin ve kesin mütareke talebediyor; aksi halde sefir ve sefarethanenin bütün personeli İstanbul’u terkedecektir. Korkuya kapılan Bâbiâli, iki aylık bir ateşkesi kabul ediyor. Rusya’nın İstanbul’daki bu enerjik tutumu, Çar’ın kişisel hislerine uyuyordu.
2 Eylül 1876’da Çar Alexandre, İngiliz büyük elçisi Lord Loftus’u, Livadia’daki güzel şatosunda kabul ediyor. Çar, büyükelçiye, Rusya’nın şerefinin, saygınlık ve çıkarlarının bundan böyle Bâbiâli’nin kötü niyetine, savsaklama ve reddetmelerine daha fazla müsaade vermesini men ettiğini, Avrupa güçleriyle mutabakat halinde kalmayı şiddetle arzu ettiğini, ama hal-i hazır durumun tahammül edilemez olduğunu, ve eğer Avrupa müdahaleye hazır değilse, bunu tek başına yapacağını, İngiltere’nin Rus politikasına dair “fikirler yoğurduğu”nu ve Rus fütuhatından korktuğunu görmekten üzüldüğünü, aksine, büyük bir ciddilikle teminat vermiş olduğu gibi, toprak genişlemesini dilemediğini ve İstanbul’a sahip olma hakkında en ufak bir arzusunun bulunmadığını, Büyük Petro’nun ve II. Catherina’nın özlemleri hakkında anlatılanlarla yazıların saf fantezi olduğunu, İstanbul’un fethinin Rusya için bir felâket olacağını, ve ne onun, ne de babasının bu fethi düşünmediğini ve Çar Nikola’nın 1828’de, muzaffer ordusunu Türk başkentine dört günlük yol kala durdurarak niyetlerini belirtmiş olduğunu ve kendisinin, II. Alexandre’ın, Lord Loftus’a “İstanbul’u ilhak etme niyetinde olmadığını, ve gereklerin onu Türkiye’nin bir kısmını işgali mecbur etmesi halinde de bunun geçici olacağını” söylüyor.
Çoğu tez tekrarlanan, İstanbul’a sahip olmaya ne arzusunun, ne de niyetinin olmadığı beyanı, Bülow’a göre, kuşkusuz toz bulutu olarak anlaşılacaktı…
Alman Reichstag’ı da işbu Doğu krizi ile meşgul olmuştu. Baba Bülow, 8 Kasım’da, bu konuda Almanya’nın takındığı tavır hakkında bir beyanda bulunmaya mecbur olmuş. Prens von Bismarck da, kürsüden değil, kendi evinde Reichstag bürosu üyelerine verdiği bir yemekte beyanda bulunmuş. Bunda, barışın idame edileceğinden ümitsiz olmadığını, Rusya ile Türkiye arasında bir harbin patlak vermesi halinde, bu iki gücün mücadeleden çabuk yorulacağı ve Almanya’nın kısa sürede, başarı şansıyla arabuluculuğunu teklif edebileceğini, Avusturya’nın harbe sürüklenip kötü duruma düşmesi halinde Almanya’nın ona toprak bütünlüğünü garanti etmek ve genel olarak Avrupa haritasını olduğu gibi tutmak için müdahale edebileceğini söylemiş. Kısaca Almanya’nın, oyuncak hacıyatmazların hep ayağa dikilmelerini sağlamak için diplerine yerleştirilen kurşun gibi olması gerekecektir.
Atina’ya tayininden ve bu kente varmasından birkaç gün sonra Bülow, Kral Georges (Yorgo) tarafından özel olarak davet ediliyor. Kral, babası Danimarka’nın VII. Christian’ından hiç bozulmamış bir sükûnete, anası Louise von Hesse’den de, zekâ inceliğine sahipti. Babası gibi mükemmel bir centilmen olup bu bakımdan bu niteliği hiç haiz olmayan Yunanlılara kendini kabul ettiriyordu. Karısı, kraliçe Olga, Rusya grand-dükü Constantin’in kızı idi. Kral Georges’la kraliçe Olga birlikte mutlu bir hayat sürüyorlardı ama kralın, kayınbiraderi VII. Edouard gibi, ufak tefek kaçamakları oluyordu. Kral Georges’in oğlu, Prusya prensesi ve İmparator Frederic’in üçüncü kızı Sophie ile evli olmakla birlikte o da bazen, babası gibi, erdem yolundan sapıyordu. Genç prenses Sophie bir gün kayınbabasına gidip böyle bir durumda ne yapmasının gerektiğini soruyor. Kral da büyük bir ciddiyetle “bunu kaynanana sorman gerekir; o sana en iyi öğütleri verebilir” cevabını veriyor.
Bülow, Atina’da Osmanlı elçisi Photiadis ile ilginç mükâlemelerde bulunuyor. Bâbiâli’nin birçok memuru gibi, o da Rumdu; inanç ve incelikle, Rum unsurlarının Türklerin egemenliği altında mümkün olduğu kadar mutlu olduklarını, bu durumda, kültür üstünlükleri sayesinde Balkanlar’da Bulgarları, Sırpları ve Romenleri kendi içlerinde eritebileceklerini ve Küçük Asya’da toprak kazanabileceklerini iddia ediyordu. Türkiye parçalandığında, diyordu, Helenler Slav ve Romenlerin kurbanı olurlar.
Bülow Atina’ya vardığında, hükûmet ve ulus, bir kesin sorunu yanıtlama durumundaydılar: Yunanlılar, Romanyalılar gibi Ruslarla birlikte Türkiye’ye karşı mı yürüyecekler, ya da tarafsız mı kalacaklar? Ama hükûmet ve bütün Yunanlıların arzusu, mümkün olan bütün kârları toplamak ve bunu yaparken de asgarî riske girmekti. Bir Yunanlı politikacı bir gün Fransız sefiri Tissot’nun önünde, Demosthènes’in torunlarının konuşkanlık ve dokunaklarıyla Greklerin çok yakında sınıra uçacaklarını söylüyordu. Nükteci Tissot da, çaktırmadan gülen haliyle “istedikleri yere ve yapabildiklerinde uçacaklar, ama herhalde sınıra uçmayacaklar” demiş.
Nisan 1877’de Ruslar Romanya’ya giriyorlar. Mayıs’ta Tuna prenslikleri Bâbiâli’ye harp ilân ediyorlar. Çar II. Alexandre genel karargâhını, Romen kenti Plojesti’de Prahova’da kuruyor ve Rus ordusunun büyük kısmı Tuna’yı aşıyor. Temmuz ortasında, Gourko’nun kumandasında Ruslar Şipka geçidini geçip Rus genel karargâhı, ortaçağ’da Bulgarların başkenti olmuş olan Tırnova’ya taşınıyor. Buna karşılık Türkler, Rusların sağ yanlarında Plevne’yi işgal ediyorlar. Burada yiğit Osman Paşa’nın kumandasında mevzîleniyorlar; Osman Paşa, Hilâl’in askerî şanına eski ihtişamını bir süre için iade edecekti. Eylül’de Rumen ve Rusların Romanya prensi Çarol’un kumandasında yaptıkları pahalı saldırılar başarısızlığa uğruyor. Ruslar tersliklerle karşılaştıklarında Yunanlılar, Türk barbarlığının tehdit ettiği Helenizm lehine, tarafsız güçlerin temsilcilerinden korunmayı taleb ediyorlar, ama aslında Rus bozgunlarından pek hoşnud oluyorlar ve açıkça Türkiye’nin varlığının ve statü quo’nun devamını rusların Doğu’da baskınlığına yeğliyorlardı(162)– .
Ocak 1878 sonunda Ruslarla Türkler Edirne ateşkesini, iki ay sonra da Ayastefanos barışını aktediyorlar. Barış müzakereleri haberi Yunanlılarda bir gerçek çalkantı yaratmış. Koalisyon kabinesi çekilmek zorunda kalmış. Kommunduros hellenizmin, baskı altında ve zulüm gören kardeşlerin fiilî savunmasını öngören bir savaşçı programla yeni bir kabine kurmuş. Bakanlar savaşçı nutuklar çekiyorlar, milletvekilleri bakanlardan daha da ileri gidiyorlar. Kral bundan geri kalamazdı ve “harp” sözcüğü sarayın, köylü kulübelerine kadar varan parolası olmuş. Meclis, on milyon drahmilik yeni bir kredi kabul etmiş. Hükûmet Thessalya’ya onbin hoplit sürmeye karar veriyor. Ama Yunanlıların bu heyecanı, hiç de Marathon Plate’deki atalarınınkine benzemiyordu. Bütün bunlar bir saman ateşi olmuştu. Yunan birlikleri Tessalya’da ancak önemsiz başarılar elde etmiş ve oradaki ırkdaşlarından sadece çekingen bir yardım görmüşlerdi. Yunan hükûmeti, Atina’da büyük güçlerin temsilcilerine ve bu arada von Bülow’a, harp istemediklerini, Thessalya’ya birlik göndermelerinin sebebinin, Bâbıâli’nin maalesef önlemeye muktedir olmadığı karışıklıklara mani olmak olduğunu temin ediyor. Yunanlılar, kendisini pencereden atmaya mani olmak için dostlarına eteklerinden tutmaları için, aslında kendini boşluğa salmaya hiç niyeti yokken yalvaran komedi oyuncularına benziyordu. Bütün temsilciler Yunan hükûmetine büyük güçlerin, işbu istekleri hayırhah bir niyetle dikkate alacakları teminatını veriyorlar. Kommunduros, Şubat 1878’de birliklerini Thessalya’dan çekme kararı alıyor. Yunan Meclisi de bu fazla şanslı olmayan ricatı büyük çoğunlukla tasvib ediyor.
Böyle anlatıyor von Bülow, o keskin müşahedesi ve hissiyatı ile olayları. Onu dinlemeye devam edelim.
Yunanistan’da bu olup bitenlerden daha önemli olarak 1878 ilkbaharında Londra’da İngiltere ile Rusya arasında diplomatik görüşmeler vâki oluyor, İngiltere’yi lord Salisbury, öbürünü Londra’daki sefiri konk Piyer Schouvalov temsil ediyor. Mayıs 1878 başında Bülow, babasından onun Atina’daki işlevinden çekildiğini ve Temmuz ortasında Berlin’de toplanacak olan kongrenin sekreterliğine tayin edildiğine dair bir telgraf alıyor. Bülow, bu yeni atanmaya sevinmekle birlikte, Atina’dan üzüntü ile ayrılacağını söylüyor, zira hiç de kolay olmayan koşullar içinde bu denli önemli bir görevin başında olması ona mesleğin, teorik çalışmalarla vâkıf olamayacağı pratik yanlarını öğrenme olanağını veriyordu; ilk kez Bülow, Bismarck (Resim 30) diplomasisinin insan eti üzerinde bir çalışma, yani psikoloji, incelik, önsezi, insanları kullanma sanatını gerektiren bu meslek olduğu hakkındaki sözlerini anlamıştı.
Haziran 1878’de Bülow, Berlin’e varıyor ve babasını, herkes gibi muhterem İmparator’a karşı vâki iki suikastın etkisi altında buluyor. 11 Mayıs 1878’de, I. Wilhelm (Resim 13) ve tek kızı, büyük düşes Louise von Bade ile açık arabada Tilleuls’lar ve Tiergarten’de mutad gezisini yaparken bir sefil, Leipzigli tenekeci Hödel, imparatora bir el tabanca atıyor, bereket versin vuramıyor. Üç hafta sonra yeni bir suikast vâki oluyor. 2 Haziran, bir pazar sabahı, yüce ihtiyar yine Tiergarten’de açık arabada mutad günlük gezisini yapıyor. Herkesi sevecenlikle selâmlıyor ve onun tarafından yaratılmış ordunun üç kez muzafferane girdiği Brandenbourg kapısına doğru gidiyor. Birden, kanlar içinde yığılıyor. Evlerin birinin penceresinden, onu başından, omuzlarından, her iki kolundan ve sağ elinden yaralayan iki silâh patlıyor. İmparator tavrını bozmuyor ve onurlu bir dinginlikle kendini saraya getirtiyor. Alelacele tabipler çağrılıyor; büyük cerrah Barnard von Langenbeck terlikleri ayağında olarak koşuyor; seksenbeş yaşındaki bu ihtiyardan otuz tane saçmanın çıkarılması gerekiyordu.
Hödel, bir sapık halk adamı idi; bu kez kâtil, Karl Nobiling, sosyalizme saplanmış bir entelektüeldi; o, Fransız İhtilâli arasında yaşamış olsaydı herbertistlerle birlik olurdu, Paris Komününü yaşamış olsaydı Raoul Rigault ile Théophile Ferre’nin arasında yer alırdı, Kasım 1918 Alman ihtilâlini görmüş olsaydı kendinde Karl Liebknecht ve Rosa Luxembourg ile yakınlık hissederdi.
Bittabî Bismarck, bütün Almanya’da bu iki suikasttan hasıl olan kızgınlığı kullanıp Reichstag’ı feshedecek ve yeni seçimleri emredecekti. Bu seçimlerde, birçok bölgede muhafazakâr ve hür muhafazakârlar, liberaller ve ulusal liberallerin sol kanadı üzerinde kazançlar sağlamışlardı. Bismarck’ın dahî görüşü bu çağda marksist doktrinin boşluğunu ve özellikle, bunun Almanya için ne kadar tehlikeli olabileceğini farketmişti. Ama yeni Reichstag’a güz 1878’de sunulan ve onun tarafından büyük bir çoğunlukla kabul edilen sosyalistlere karşı yasa, Alman ulusunu sosyalizmin ağır tehlikelerinden korumanın iyi bir aracı mı olmuştu? Başka bir büyük adam, Napoleon gibi Bismarck da, kuvvete fazla inanıyordu. Bir entelektüel hareketin karşısında zecrî tedbirlerin etkisiz kalacağını görmek istemiyordu. O ise ki, her ne kadar doktrin bilimsel olarak çok tartışılabilir olsa da, açık mübalâğalara itilmiş olsa ve Alman ulusu içinde çok tehlikeli olsa da, sosyalizm, işçi sınıfının doğal ve hattâ yasal eğilimlerini ifade ediyordu. Öbür yandan, sosyalistlere karşı yasa, bir beceriksiz bürokrasinin damgasını çok taşıyordu; kışkırtıcı sosyalistleri bertaraf etmek isterken bunlar birer kahraman yapılmışlar, boğulması istenen hareket güçlendirilmiş ve herzaman açık bir hareketlilikten çok daha tehlikeli bir gizli hareketlilik yaratılmıştı.
– (120) Dört cilt olan anıların Fransızca çevirilerinin sadece üç cildini ele geçirdik, maalesef 1. Cildini bulamadık.
– (121) Mémoires du Chancelier Prince de Bülow. Tome deuxième 1902-1909, trad. Henri Bloch, Paris 1930, S. 1-2.
– (122) ibd., S. 49 – 51.
– (123) ibd. , S. 81 – 86.
– (124) ibd., S. 96 – 97.
– (125) ibd., S. 103 .
– (126) ibd . , S. 123 – 128.
– (127) ibd. , S. 199 – 202.
– (128) ibd . , S. 210 – 212.
– (129) ibd . , S. 229.
– (130) ibd. , S. 247 – 249.
– (131) Stolypine (1862 – 1911) tutucu Rus devlet adamı olup 1905 Devrimi’nden sonra köylülerin toplumsal ve ekonomik durumunu güçlendirerek otokrasi’nin temellerini sağlamlaştırmak amacıyla gerçekleştirdiği kapsamlı tarım reformlarıyla tanınıyor. Grodno (1902) ve Saratov (1903) valilikleri sırasında köylülerin sorunlarına yakın ilgi göstermekle birlikte köylü ayaklanmalarını sert biçimde bastırıyor. Çar II. Nikolay’ın gözüne girerek Mayıs 1906’da içişleri bakanlığına, iki ay sonra da başbakanlığa atanıyor. Tarım reformu programının hazırlanmasında söz sahibi olmak isteyen Birinci Duma’nın (Millet Meclisi) dağıtılmasını sağlıyor. Ardından, kendi reformlarını yürürlüğe koyuyor. Köylülere zemstvo’lara (yerel meclis) gönderecekleri temsilcileri seçme konusunda daha geniş özgürlük tanıyan ve köylüler üzerindeki adlî kısıtlamaları kaldıran reformların asıl önemli hedefi, köy komün sisteminin yerine özel mülkiyeti geçirmek oluyordu. Bu amaçla köylülere, tasarruf için kendilerine ayrılan arazileri özel mülkiyet altına alma ve komünlerden çıkma olanağı tanınıyor. Ayrıca birbirinden kopuk arazi parçaları eken ailelerin bu parçalara denk düşecek toplu bir arazi edinmesini sağlayacak bir düzenleme getiriliyor ve mülkiyetin sadece aile reisinin eline geçmesi öngörülüyor. Kararname çerçevesinde varlıklı ve tutucu bir çiftçi sınıfı yaratmak üzere bir dizi önlem daha alınıyor. Stolypine, reform programını uygularken, bir yandan da âsileri ve teröristleri yargılamakla yetkili özel mahkemelerden oluşan yaygın bir ağ kuruyor. Bu mahkemeler birkaç ay içinde binlerce sanığı “Stolypine kravatı” olarak adlandırılan darağaçlarına gönderiyor. Sol çevrelerin ve merkezcilerin büyük bölümünün tepkisini çeken Stolypine, tarım reformu tasarısını kabul etmeyen İkinci Duma’yı (1907) dağıttıktan sonra ılımlı kesimlerin de muhalefetiyle karşılaşıyor. Muhalefeti etkisiz kılmak amacıyla köylü ve işçilerin yanısıra ulusal azınlıkların oy verme hakkını kısıtlıyan yeni bir seçim yasası çıkarıyor. Böylece 1907’de toplanan Üçüncü Duma’da çoğunluğu ele geçiren ılımlı sağı temsil eden Oktobrislerle işbirliği yaparak 1906’daki tarım reformlarını pekiştiren tasarıların yasalaşmasını sağlıyor (1910-1911). Ayrıca, Finlandiya’ya katı bir Ruslaştırma politikasını dayatma yoluna gidiyor ve zemstvo sistemini Polonya’da da uygulamaya çalışıyor. Ama başvurduğu yöntemlerle ılımlı sağı da karşısına alıyor. Nikolay’ın kendisini görevden almaya hazırlandığı bir sırada, tiyatroda bir devrimci tarafından vurularak öldürülüyor. Stolypine’in tarım reformları ancak sınırlı bir başarı sağlamıştı. 1916’ya gelindiğinde köylülerin sadece yüzde yirmisi toprak sahibi olmuştu. Birleştirilmiş tek bir araziye kavuşanların oranı ise yaklaşık yüzde ondu. Reformlar köylüleri, Stolypine’in istediği gibi otokrasiyi destekleyen bir sınıfa dönüştürmedi. Toprakta köylüler, Sovyet Devrimi sırasında, reformla dağıtılmış olan topraklara el koymuştu (AB).
– (132) Bulow, op. cit., S. 260.
– (133) ibd . , S. 266 –268 .
– (134) Walther Rathenau (1867 – 1922), ünlü Algemeine-Elektrici-täts-Gesellshaft (AEG) kurucusu Emil Rathenau’nun oğlu olup Alman devlet adamı ve sanayici olarak I. Dünya Harbi yıllarında Alman ekonomisinin savaş koşullarına uyum sağlamasında önemli rol oynamış, harpten sonra getirildiği imar ve dışişleri bakanlıkları sırasında Almanya’nın savaş tazminatı ödemelerine başlamasında ve Almanya’ya yönelik diplomatik tecrid politikasının kırılmasında etkin olmuştu. I. Dünya Harbi başladığında AEG’nin başındaydı. Savaşı kazanabilmek için ulusal kaynakların devlet eliyle yönlendirilmesi gerektiğini savunan Rathenau, hükûmeti Savaş Bakanlığı’na bağlı Savaş Hammadde Dairesi’nin kurulmasına ikna etmişti. Savaştan sonra orta sınıfları temsil eden Alman Demokrat Partisi’nin (DDP) kuruluşunda görev almış ve Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) ile işbirliğini desteklemiş. 1918’de, Die Neue Wirtschaf (Yeni Ekonomi) adlı kitabında sanayide devlet denetimine ve işçilerin yönetime katılmasına dayanan bir özyönetime geçilmesini savunmuş. Mayıs 1921’de, Karl Joseph Wirth hükûmetinde imar bakanı olan Rathenau, Almanya’nın Versailles Antlaşmasından doğan yükümlülüklerinin Avrupa’nın imarına yönelik bir çerçeve içinde ele alınması gerektiği görüşündeydi. Rathenau, Ocak 1922’de Dışişleri bakanı olduktan sonra SSCB’yle Almanya arasında yeniden diplomatik ilişki kurulmasını sağlayan ve ekonomik ilişkileri güçlendiren Rapollo Antlaşması’nı (1922) imzalamıştı. Çok yönlü sonuçları olan bu antlaşma Batılı Müttefiklerin tepkisine yol açmıştı. Yahudiliği ve SSCB ile kurduğu dostça ilişkiler yüzünden aşırı sağcıların hedefi durumuna gelen Rathenau, işe giderken milliyetçi fanatikler tarafından öldürülüyor. Olayın kamuoyunda büyük çalkantı yaratması üzerine Cumhuriyeti Koruma Yasası (1922) yürürlüğe konuyor. Hükûmete aşırı uçların etkinliklerine karşı mücadele etmek için geniş yetkiler veren bu yasanın genellikle solun sindirilmesi için kullanılması, Almanya’da Nazizmin yükselişini kolaylaştırmıştı (AB) .
– (135) Von Bülow. – Op. cit., S. 290 – 291.
– (136) ibd. , S. 313 – 314 ve 329 – 330.
– (137) Fransız devlet adamı, gazeteci ve tarihçi. Fransa’da, Üçüncü Cumhuriyet’in kurucularından bri ve ilk Cumhurbaşkanı (1871 – 1873).
– (138) 1870 harbinde III. Napoleon’un esir düştüğü Fransız kenti ve burada vâki muharebe.
– (139) Bülow. – Op. cit., S. 331 – 334.
– (140) Ernst Bassermann (1854 – 1917), Alman siyaset adamı olarak, İmparatorluk Almanya’sının son yıllarında Ulusal Liberal Parti’nin önderliğini yürütmüş. Hukuk danışmanlığı ve başka bazı işlerden sağladığı gelirlerle malî güç kazanan Bassermann, Alman Ulusal Liberal Parti’ye katılıyor ve 1893’te Reichstag’a seçiliyor. 1903’teki kısa süreli ayrılığı dışında yaşamının sonuna kadar Reichstag’ta kalıyor. 1906’dan 1909’a değin Başbakan von Bülow’un parlamenter koalisyonunda uçlardaki hiziplerinin arasında arabuluculuk yapıyor, ama sosyalist önder August Bebel ve Sosyal Demokratlarla bir siyasî cephe kurma yolundaki önerileri reddediyor. Sağ ve sol mücadelelerle yıpranan ve giderek üye sayısı azalan Ulusal Liberal Parti’de zaman zaman Bassermann’ın önderliğine meydan okuyanlar çıktıysa da, başarılı olamamışlardı; Basserman ölümüne değin partiyi denetimi altında tutmuştu (AB).
– (141) Agadir, Atlas okyanusu kıyısında liman kenti ve Fas’ın Sud yönetimi bölgesinde aynı adı taşıyan ilin merkezi olup, burası Almanya ile Fransa arasında büyük gerginliklere sebep olmuştu. Fransızların Fas üzerindeki haklarına meydan okumak için Almanya’nın Temmuz 1111’de Agadir’e “Panther” gambotunu göndermesiyle bir olay başlamıştı. Bu eylem, ayrıntılarına girmediğimiz II. Fas Bunalımı’nın başlamasına neden olmuştu.
– (142) Kiderlen – Waechter, Meşrutiyet’in ilânından iki hafta önce, 10 Temmuz 1908’de İstanbul’da büyükelçi vekili sıfatıyla bulunan ve sonradan dışişleri bakanı olan Alman siyaset adamı.
– (143) Mustafa Kemal, Balkan Harbi’nin gerçek ordu ile değil, sadece öncü kuvvetlerle yapıldığını söylemişti.
– (144) Von Bülow. – Mémoires, T. 3, 1909 – 1919, trad. Henri Bloch et Paul Roques, 1931, S. 90 – 91.
– (145) Sazanov (1860 – 1927), I. Dünya Harbi’nin hemen öncesinde ve savaş sırasında dışişleri bakanı olarak görev yapan (1910-1916) Rus devlet adamı. 1906 – 1911 arasında Rus Başbakanı Stolipine’in kayınbiraderiydi. 1883’te Dışişleri Bakanlığı’nda çalışmaya başladı. Londra, Washington D.C. ve Vatikan’daki Rus elçiliklerinde görev aldıktan sonra Mayıs 1909’da dışişleri bakan yardımcısı oldu. 11 Ekim 1910’da da dışişleri bakanlığına getirildi. Bu görevi sırasında Fransa ve İngiltere ile kurulmuş olan yakın ilişkileri korudu ve ülkesinin Almanya ile olan ilişkilerini güçlendirmek için çaba gösterdi. Başlangıçta Balkanlar’daki statükoyu korumaya çalıştıysa da, Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ ve Yunanistan’ın Osmanlılara karşı Balkan İttifakı’nı (1912-1913) oluşturmalarından sonra İttifak’ı destekledi. Avusturya arşidükü Franz Ferdinand’ın öldürülmesi (28 Haziran 1914) ve Avusturya’nın Sırbistan’a bir ültimatum vermesi (23 Temmuz) üzerine ülkesinin Avusturya’nın Sırbistan’ı ilhakına izin vermeyeceğini açıkladı. Fransa’nın Rusya’ya yardımının kesinlik kazanmasından sonra Çar II. Nikolay’ı seferberlik ilân etmeye (30 Temmuz) ikna etti. I. Dünya Harbi sırasında Osmanlı Devleti’nin Rusya’ya karşı savaşa girmesinden (Kasım 1914) sonra, Rusya’nın İstanbul ve Boğazlar’ı ilhakı konusunda İngiltere ve Fransa’nın onayını aldı. II. Nikolay’dan Polonya’ya özerklik vaadetmesini isteyince 5 Ağustos 1916’da görevinden uzaklaştırıldı. Şubat Devrimi’nden (1917) kısa bir süre önce Londra elçiliğine atandı. Mayıs 1917’de geçici hükûmet tarafından görevden alınınca Paris’e gitti. Ekim Devrimi’nden sonra Amiral Aleksandr Kolçak’ın karşıdevrimci hükûmetinde dışişleri bakanı olarak yer aldı (AB) .
– (146) Bülow. – Op. cit., S. 109 – 113.
– (147) ibd. , S.117-119.
– (148) ibd. , S. 123.
– (149) ibd. , S. 138 – 139.
– (150) ibd. , S. 144 – 150.
– (151) ibd. , S. 247 – 251.
– (152) ibd., S. 255 – 259.
– (153) ibd., S.269-270. Görüldüğü gibi, milyonlarca gencin kanı pahasına elde edilmiş topraklar, birçok asilzade arasında taksim edilecekti…
– (154) ibd., S. 274 – 281.
– (155) ibd., S. 285 – 288.
– (156) ibd., S. 289 – 303.
– (157) ibd., S. 306 – 310.
– (158) ibd., S. 313 – 315.
– (159) ibd., S. 317 – 321.
– (160) ibd., S. 333 – 334.
– (161) von Bülow. – Mémoires, 1849-1896, T. Qutrième, trad. Henri Bloch et Paul Roques, Paris 1931, S. 265-268.
– (162) ibd. , S. 281 – 289.