Peygamber’den önce…

Şubat 11, 2017
Kültür Eserleri > Türk ve Yahudi Kültürlerine Bir Mukayeseli Bakış > Peygamber’den önce…

Peygamber’den önce…

XIV-XV. yy. bilginlerinden Mecdüddin Firuzâbadî’nin telif ettiği Arapça Kamus, Asım Efendi tarafından tercüme edilip Sultan II. Mahmud’a sunulmuş (XVIII-XIX. yy.) ve “Kamus Tercemesi” olarak ün yapmıştır. Esas yazarının adından kendisinin İran kökenli olduğu anlaşılıyor. Tercümede “İsrail” sözcüğünün çeşitli yazılış şekillerini verdikten sonra “… isimdir yani ism-i aceme[1]dir ki Yakub Aleyhisselâm’ın lâkabıdır alâ kul ismidir şarih der ki bu lâfz İbranîdir. Safvetullah yahud Abdullah demektir Hz. Yâkub’un ismi yahut lâkabıdır ve bunda İsral dahi lügattir Mikâl gibi…” deniyor.[2]

Muhammed’in Kur’an’ı insan yaşamına müteallik tüm bilginin kaynağı olarak mütalaa edip ona Kitâb diye işaret ettiğini görmüştük (Kur’an II/174). Aynı şekilde Kitâb-ı Mukaddes de kendi müminlerine “yürüdüğün zaman sana yol gösterecek; yattığın zaman üzerine bekçilik edecek ve uyandığın zaman seninle söyleşecek” vaadinde bulunuyor (Süleyman’ın Meselleri VI/22).

Kur’an’ın birçok müteradifi, ezcümle el-Fürkan (“iyi ile kötüyü ayıran” veya “Tanrısal yardım” – yevm-el-fürkan = Bedir savaşı); el-Tezkira (Hatırlatan); el-Tanzil (indirmek, vahiy); al-Hudâ (Delâlet, Rehberlik); al-Rahman (Rahmet); el-Khair, (iyilik); el-Rûh (Hayatın Ruhu); el-Beyân (İzahat); el-Nimet (Takdis, İnayet); el-Bürhan (Delil); el-Kayyim (Hami); el-Muhaimin (Muhafız); el-Nûr (Işık) ve el-Hakk (Gerçek). Müşabih doğrultuda Judaism Torah’tan “Hayat Ağacı”, “Hami”, “Rehber”, “Işık”, “ilim”, “Gerçek” vs. diye bahsediyor.[3]

Döneceğiz Fûrkan sözcüğüne.

Yahudilerde iman ikrarı Shema bir sabah bir akşam olmak üzere günde iki kez yapılır ve “Kelime-i Şahadet” “Lâ ilahe il-Allah” ile aynı fikirleri ifade eder: “Dinle, ey İsrail: Allahımız Rabb bir olan Rabbdır” (Tesniye VI/4); “Rabb, kendisi Allah’tır, ondan başkası yoktur bilesin diye sana bu gösterildi” (Tesniye IV/35).

“De ki: Allah’a dua edin… Namazında sesini pek yükseltme, pek de kısma! İkisi arasında bir yol bul” (Kur’an XVII/110). Bunun karşılığı: “Ve vaki oldu ki, kadın Rabb’in önünde duasını uzatırken Eli onun ağzına bakıyordu. Hanna ise içinden söylüyordu; ancak dudakları kımıldanıyor, fakat sesi işitilmiyordu. Ve Eli onu sarhoş sandı. Ve Eli ona dedi: Daha ne vakte kadar sarhoşluk edeceksin? Üzerinden şarabını at” (Birinci Samuel I/12-15). Talmud’un tefsirinde: “Hanna içinden söylüyordu: Bundan, dua edenin kalbini yöneltmesi; ancak dudakları kımıldanıyor: Bundan, dua edenin bunu vazıh olarak, dudaklarıyla yapması; fakat sesi işitilmiyordu: Bundan Thephilla’da[4] sesin yükseltilmesinin yasak olduğu anlaşılıyor” (Berakhoth 31a-b).

Devam edelim Talmud’u okumaya: “Ve Eli onu sarhoş sandı. Bundan sarhoş olanın Thephilla’yı söylemesinin yasak olduğu anlaşılıyor (ibd). Kur’an da (IV/42). “Ey iman edenler! Sarhoş iken, ne söylediğinizi (hakkiyle) bilmedikçe, namaza yaklaşmayın…” denmiyor mu?

Divertimento

Beynamaz Bektaşî’ye sormuşlar, neden kılmıyorsun diye. O da yanıtlamış: “Ayet-i Kerime var, namaza yaklaşmayın! diye”…

Devam edelim koşutlukları sergilemeye.[5]

“O Tanrı’nız ki yeryüzünü (sizin için) döşek yaptı, göğü bir bina kıldı. Semadan yağmur indirerek onunla (yetişen) tane ve meyvelerden size rızıklar meydana getirdi. Artık siz de bile bile, birtakım şeyleri Allah’a eş, ortak katmayın” (Kur’an II/22).

Hasenatın taltifi babında bir Tanrısal armağan olarak yağmur kavramı Hahamlık geleneğinde belirgin bir yer tutar şöyle ki “Senin memleketinin yağmurunu vaktinde vermek ve elinin her işini mübarek kılmak için Rabb gökleri, kendi iyi hazinesini sana açacak…” (Tesniye XXVIII/12). Ve de “Yerin uçlarından buğular yükselir; yağmur için şimşekler yapar; hazinelerinden yeli çıkarır” (Mezmurlar CXXXV/7).

Kur’an’da yukarıdaki “birtakım şeyleri Allah’a eş, ortak katmayın” sözü ile CI/51’deki “Allah ile beraber başka bir mabut (ilâh âhar) tanımayın…” ifadesi, Çıkış XX/3 ve Tesniye V/7deki “karşında başka ilâhların olmayacaktır” cümlelerinin mukabili olmaktadır. Mezkûr ilâh âhar’ın bu sonuncu cümlelerde İbranî karşılığı da Elohim aherim’dir ki benzerlik gerçekten çarpıcıdır.

Öbür yandan Allah’ın birliği İslâm’ın olduğu kadar Judaismin de temel akidesi olup İslâm’da Allah ahad şeklinde ifade edilir. Bu sonuncusu ise İbranî Shema’nın Adonai Ehad (Allah Birdir) cümlesinin aynı gibidir.

Allah’ın Bir’liği, tanrı taaddüdünü reddeder ve güneşe, aya, yıldızlara tapmayı takbih eder: “Gece, gündüz, güneş, ay (Allah’ın) ayetlerindendir. Güneşe secde etmeyin, kamere de!…” (XLI/37). Aynı ifadeyi Tesniye XVII/3,de buluyoruz: “Ve gidip başka ilâhlara, yahut güneşe, yahut aya, yahut bütün gökler ordusuna kulluk etmişse…”

Muhammed sık sık Allah’tan Rabb ya da Fatiha Suresi’nde olduğu gibi Rabb el-alemîn diye söz eder. Ayrıca yine Allah için Rahîm, Mâlik, (Melik ya da Kral) ve Rahman elfazını kullanır ki bundan Ahd-i Atik ve Talmud’daki tam mukabilleri ribbôn ha-Olâmîn, ha-Rahman, Melek‘tir. Keza Kur’an’da geçen sair adların İbranî muadilleri de meselâ Ahad, Kuddus, Bari (Halik), Salâm (Huzur, Sükûn, Selâmetin Bânii), Aliyy (Yükseğe Çıkarılmış). Kabîr (Kebir-Büyük), Hamîd (Hamd olunan), Hakîm ve Malik-al-mulk oluyor.[6]

Bu sonuncu lâfz, Osmanlı hat sanatının klasik temalarından (Ya Mâlik-i Mülk) olup “Ya Hafız” (Koruyucu) ile birlikte ahşap konakları yangından korumak üzere bunların ceplerinde yazılı bulunurdu.

“İman eden ve yararlı işler işleyenlere müjde et. Onlara, içinden ırmaklar akan bağlar vardır. Öyle bağlar ki meyvelerinden yedikçe “bu evvelce de yediğimiz şey” diyecekler. Meyveler birbirinin benzeri olacak, onların pâk (ve nezih) eşleri bulunacak ve orada daim kalacaklar” (II/25). Bu Âyet’te geçen ezvac-ı mutahhara (Tahir-temiz zevceler) tabiri, Muhammed’in tezevvüc ettiği kadınlara da alem olacaktır.

Ârâmî dilinde yazılmış ve Pentecost yortusunun ilk gününde Evamir-i Aşere’den önce okunan destanı Akdamut’ta şöyle deniyor: “Leviathan[7] ve dağın yabani öküzü döğüşte karşılaşacaklar… Deniz canavarı, güçlü (balık) kanatlarına ona vuracaktır. Halik bunun üzerine ona kudretli kılıcıyla yaklaşacak ve salihler için bir ziyafet hazırlayacaktır. Değerli taşlardan yapılmış masanın etrafına oturacaklar ve önlerinde belsem ırmakları akacak. Mükellef şekilde ağırlanacaklar ve dünyanın halk edilişinden beri onlar için saklanmış şaraptan bardak bardak içecekler” (Eskimiş şarabın değeri daha o zamanlarda da bilmiyormuş…)

Gördüğümüz gibi Peygamber ırmakların cins ve sayılarını bildirmiyor ama XLVII/15de bu boşluk dolduruluyor: “(Fenalıktan) sakınanlara vaadolunan cennetin misali şudur: Orada içimi bozulmayan su ırmakları, tadı değişmeyen süt ırmakları, içenlere zevk veren şarap ırmakları, süzülmüş bal ırmakları var. Orada onlar için her çeşit meyveler var, Tanrı’larından yarlığanma var…”

Bunun koşulunu Yalkut’ta buluyoruz; burada yine dört ırmağın aktığı yazılı; bunlar süt, bal, şarap ve yağ ırmakları.[8] Bunda sudan bahis olmamasına karşılık, mezkûr “yağ”ın susam yağı olduğunu tahmin ederiz” ki o dönemlerde Mezopotamya ve Arabistan yarımadasında başlıca yağ (ve dolayısıyla zenginlik) kaynağı susam oluyordu: “Açıl sesam (susam) açıl!”…

“Cennetten dört ırmak akar

Dördü de bir yerden çıkar

Değme sulara benzemez

Ne acayip akışı var”

dememiş miydi, Yunus?…

“Siz Allah’ı nasıl inkâr ediyorsunuz ki ölü idiniz. O sizi diriltti, sonra sizi ölüme o kavuşturacak, sonra sizi tekrar diriltecek, sonra O’na döneceksiniz” (II/26). Tanrı, “Güldüren de O’dur; ağlatan da O; öldüren de O’dur, yaşatan da O”. (LIII/42-45); “Bunları yapanın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi? (Elbette yeter)” (LXXV/40) diyecektir Allah, Resûl’ünün ağzından.

Mümasil düşünceler Talmud’da bulunduğu gibi Ahd-i Atik “Rabb öldürür ve diriltir; ölüler diyarına indirir ve çıkarır” (I Samuel II/6), “Şimdi görün ki Ben, ben O’yum. Ve nezdimde ilâh yoktur. Ben öldürürüm ve ben diriltirim; Ben yaralarım ve ben sağaltırım. Ve benim elimden kurtaran yoktur” (Tesniye XXXII/39) diyor.

***

“Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan, göklere doğrularak yedi kat göğü tastamam vücuda getiren O’dur. O her şeyi hakkiyle bilir” (II/27). Hilkate müteallik bu ayet “Biz gökleri, yeri ve arasındakini altı günde yarattık da Bize asla yorgunluk dokunmadı” (L/38) ayeti ile itmam olmaktadır. Bu sonuncusunda “gökler”, “yer yüzü”nden önce geliyor; o ise ki ilkinde sıra tersinedir. Talmud’da da aynen, gök ya da yeryüzünün ilk önce yaratıldığına dair tartışma vardır. Kimi Tekvin’de I/l’e dayanarak (Başlangıçta Allah gökleri ve yeri yarattı) önce göğün, kimi de II/4’e göre (Rabb Allah yeri ve gökleri yaptığı günde, yaratıldıkları zaman, göklerin ve yerin asılları bunlardır) yerin yaratıldığım ileri sürüyor.

Muhammed yedi göğü çok kez “sebi el-semavât” ya da “el-semavâtü-l el-sebî” diye anıyor ve XXIII/17’de de “Biz üstünüzde yedi yol (Sebi taraik) yarattık…” diyerek onu “yol” şeklinde ifade ediyor ki bu da Talmud’daki ifadeye tekabül ediyor.[9]

Lisan’i-Arab”a göre “yedi ve yetmiş ve yedi yüz, Kur’an’da ve Kutsal Peygamberin deyimlerinde çok sık geçmekte; Araplar bunları çok sayıda ve çokluk, kesreti ifade etmede kullanırlar”. Tekvin IV/15 ve 24’de de Kain (Kabil)i öldürenden yedi kez öç alınacağı yazılı.[10] Öbür yandan Kur’an’daki “Allah her şeyi bilir” tümcesi çok sık Yahudi yazınında zikredilmektedir.

“Hani Rabb’in meleklere demişti ki: Ben yeryüzünde hükümran olacak birini (halife) yerleştireceğim, onlar da ‘yeryüzüne fesat çıkaracak, kan dökecek bir kimse mi yerleştireceksin? Biz ise Sana hamd ederek, Seni takdis, Seni tenzih ediyoruz’ demişler. Hakk Teâlâ da ‘Ben sizin bilmediğinizi bilirim’ demişti (II/30).

Bu ayette geçen Arapça mal’ak sözcüğü, haberci manasında olan İbranî mal’ak‘a tekabül ediyor. Bu hususta D. B. Macdonald “Melâike-Malâika (melekler), Arapça’da eski bir Sâmî (Ken’anî) kelimenin “haberci” manasına gelen mal’ak‘ın mükesser (kırık) cemidir. Bu, İbranîceden Arapçaya geçmiş bir kelime gibi görünebilirse de, İbranîcede çok eski devir kitabelerinde böyle bir fiilin hiçbir izi yoktur…” diyor.[11] Aynı yazar bu kez El’de daha geniş bilgi verip Arapçada kelimenin yakın kaynağının Habeş mal’ak, çoğ. malâ’eket olduğunu ve bunun Yunan angelos “haberci melek”in mutat muadili olduğunu, sözcüğün muhtemelen Habeşçeye Ârâmîce ya da İbranîceden geçmiş olacağını ekliyor.[12]

Yukarıdaki ayette geçen “halife” tabiri, insanın, dünyevî hilkatin gerisini idare etme yeteneğiyle donatılmış olduğunu ifade ediyor. XLV/11-12’de “Allah (O Tanrı’dır ki) gemiler O’nun emriyle yürüsün, siz de O’nun lütuf ve inayetini dileyin. Ona şükredin diye, denizi size müsahhar kıldı (size münkat etti – size inkıyat ettirdi), göklerde yerde, bulunanların hepsini size teslim etti (size münkat etti). Muhakkak ki bunda düşünen insanlar için ayetler (ibretler) vardır” deniyor. Bu düşünce Tekvîn’deki “Ve Allah dedi ki: Suretimizde, benzeyişimize göre insan yapalım ve denizin balıklarına ve göklerin kuşlarına ve sığırlara ve bütün yeryüzüne ve yerde sürünen herşeye hâkim olsun. Ve Allah insanı kendi suretinde yarattı, onu Allah’ın suretinde yarattı; onları erkek ve dişi olarak yarattı” (I/26-27) düşüncesine aynen tekabül ediyor.

Midrash’da da Allah’ın insanın halk edilmesi hususunda meleklerle istişare ettiği anlatılıyor. Meleklerin hepsi aynı fikirde olmuyor. İnsan şefkatli olacağından, yaratılması sevgi meleklerince olumlu karşılanmış; ama hakikat meleği, insanın nadiren doğru sözlü olacağı varsayımına dayanarak, buna karşı çıkmış. Adalet meleği, buna rağmen, insanın adaleti uygulayacağını bildiğinden, yaratılmasından yana olmuş, barış meleği ise itiraz etmiş.

Müslüman müfessirler keza meleklerin insanın ne tabiatta olacağını nasıl peşinen bilebildikleri sorusunu ortaya atıyorlar. Tabarî ve Zamakhsharî’nin idareci meleklerin bizzat Allah tarafından haberdar edildikleri hususundaki beyanları, Aggadah kaynaklarında bulunuyor.[13] Bütün bunların ayrıntılarına girmiyoruz. Devam edelim.

“Allah, Âdeme bütün isimleri öğretti. Sonra onları[14] meleklere göstererek ‘davanızda gerçekseniz bunların adlarını Bana bildirin!’ dedi. Melekler Ulusun, yücesin, mukaddes ve münezzehsin! Senin öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Her şeyi hakkiyle bilen, her şeyi hikmetle yapan Sensin!’ dediler. Allah buyurdu: ‘Âdem! Onlara bunların isimlerini bildir’. Âdem de bildirdi. Allah buyurdu: ‘Ben size göklerde ve yerde görünmeyeni; sizin aşikâr kıldığınız ve gizli tuttuğunuz her şeyi bilirim demedim mi?’(II/31-34).

Yahudi geleneğine göre Âdem’in şayanı dikkat bilgisi, bütün hayvanlara ad bulmaktaki kabiliyetinde ayan olmuştu: “Ya Rabb, insan nedir ki, onu tanıyasın? İnsanoğlu nedir ki onu düşünesin? İnsan bir soluğa benzer; günleri, geçen gölge gibidir” (Mezmurlar CXLIV/3-4) diye sormuşlardı, idareci melekler. Tanrı da yanıtlamıştı: Sizin beni gökyüzünde övdüğünüz gibi o da yeryüzünde benim vahdaniyetimi temsil edecek, hayır, bunun dışında durup yarattıklarımın hepsinin adlarını söyleyebilir misiniz? Durdular ama adları söyleyemediler. Bunun üzerine Âdem durdu ve O’nun bütün mahlûkatının adlarını: “Ve adam bütün sığırlara, ve göklerin kuşlarına ve her kır hayvanına ad koydu;…” (Tekvin II/20) denildiği üzere saydı.[15]

***

“Hani biz demiştik ki: Ey Âdem! Eşinle birlikte cennette oturun, ondan istediğinizi bol bol yiyin. Ancak şu ağaca yaklaşıp zalimlerden olmayın. Bunun üzerine şeytan oradan onları kaydırarak içinde bulundukları yaşayıştan ikisini de cüda kıldı (ayrı düşürdü). Biz de haydi buradan inin, bir kısmınız diğer kısma düşman kesilecek ve bir zaman için arzda ikamet edin” (II/35-36).

Şimdi de Kitâb-ı Tekvin’e bakalım: “Ve Rabb Allah adama emredip dedi: Bahçenin her ağacından istediğin gibi ye; fakat iyilik ve kötülüğü bilme ağacından yemeyeceksin; çünkü ondan yediğin günde mutlaka ölürsün” (II/16-17). “Ve yılan kadına dedi ki: Katiyen ölmezsiniz… Ve Rabb Allah dedi: İşte, adam iyiyi ve kötüyü bilmekte bizden biri oldu ve şimdi elini uzatmasın ve hayat ağacından almasın ve yemesin ve ebediyen yaşamasın diye; böylece Rabb Allah onu Aden bahçesinden, kendisinin içinden alındığı toprağı işlemek için çıkardı. Ve adamı kovdu ve hayat ağacının yolunu korumak için, Aden bahçesinin şarkına Kerubileri, ve her tarafa dönen kılıcın alevini koydu” (III/4,13-24).

“Tanrısal bilgi ve ebedî ömrü sağlayan hayat ağacı” motifi üzerinde uzunca duracağız.

Öbür yandan Arabî “Şeytân” tabiri İbranî “Satan” ile aynı olup bu sonuncusu Batı dillerine böylece geçmiştir. Keza Arabî Cannâtun (cennet) hiç şüphesiz İbranî Gan ya da Gan’Eden’den müştaktır.

Grünebaum’a göre Şeytan’ın yılanla ayniyetine Yahudi edebiyatında rastlanmamakta olup bunun Hristiyan etkisine izafe edilmesi gerekir. Bununla birlikte Kur’an sonrası dönemi Yahudi folklorunda Şeytan, kesin olarak yılanla bir tutulmuştur. Zamakhsharî ve Baydavî’ye göre Şeytan, Cennet’e girebilmek için bir yılanın ağzına saklanmış. Tabarî de Şeytan’ın Cennet’e girmek için bir yılan gövdesine girdiğini, o zaman yılanın dört ayaklı bir hayvan olduğunu ve deveye benzediğini; Cennet’e varınca Şeytan’ın yılandan çıkıp meyveyi aldığını ve Havva’yı bunu yemeye ikna ettiğini… ve sonunda Âdem-Havvâ çiftinin Cennet’ten kovulmasıyla birlikte bu işe âlet olduğu için yılanın da bundan böyle karnı üstünde sürünmeye mahkûm olduğunu… anlatıyor ki bu nakil tamamen Yahudi kaynaklarından çıkarılmıştır. Yılanın deve gibi olması Midrash’ta anlatılır, sair ayrıntılarla birlikte.

Yeryüzü, Âdem, Havva ve yılanın lanetlemeleri hususundaki Tabarî’nin sözleri Tekvin III/14-19’daki öyküyü tekrarlar: “… Ve Rabb yılana dedi ki: Bunu yaptığın için, bütün sığırlardan ve bütün kır hayvanlarından daha lânetlisin, karnın üzerine yürüyeceksin… Ve seninle kadın arasına ve senin zürriyetinle kadının zürriyeti arasına düşmanlık koyacağım… Kadına dedi ki: Zahmetini ve gebeliğini ziyadesiyle çoğaltacağım; ağrı ile evlât doğuracaksın… Ve Âdem’e dedi ki: Karının sözünü dinlediğin… için toprak senin yüzünden lânetli oldu; ömrünün bütün günlerinde zahmetle ondan yiyeceksin…”.

Devam etmeden önce bir hususa dikkati çekelim. Buraya kadar, hayvanlar meyanında hep “sığırlar” ve “havada uçanlar” bahis konusu edildi ve herhangi bir insan eliyle meydana getirilmiş tarım ürününden söz edilmedi. Buradan, Tevrat’ın kaleme alındığı çağlarda Yahudi kitlesinin gezginci hayvancı ve avcı-toplayıcı olduğu istidlal edilebilir. Devam edelim.

Muhammed, yasaklanmış ağacın tabiatı hakkında sarahat getirmiyor. Zamakhsharî ile Baydavî, bununla birlikte ağacın “cinsi” sorununu ortaya koyup bu hususta Müslüman müfessirlerin kanaatlerinin tehalüf ettiğini ifade ediyorlar. Kimine göre bu bir “buğday (ağacı)”, kimine göre “asma (ağacı)”, kimine göre de “incir ağacı”dır. Mezkûr her üç kanaat de Talmud’da bulunuyor.[16]

***

“Biz Musa’ya kırk gecelik bir vade vermiştik. Musa’dan sonra siz buzağıyı (mabut) edinmiş ve öz canınıza zulmetmiştiniz. Bundan sonra biz sizi affettik ki şükredesiniz. Musa’ya Kitâb ve Fûrkan’ı vermiştik ki doğru yolda yürüyesiniz. Musa kavmine dedi ki: Ey kavmim! Siz o buzağıya tutulmakla nefsinize zulmettiniz. Yaratanımıza sığınarak nefislerinizi öldürünüz. Yaratanımız nezdinde sizin için en hayırlısı budur. Böylece Allah da onların tövbelerini kabul etti…” (II/51-54). Burada sözü geçen Kitap ve Fûrkan, Tesniye IV/44’deki “Ve İsrail oğullarının önüne Musa’nın koyduğu Şeriat budur” ayetine telmih olmalıdır.

Müfessirler Fûrkan tabirinin manası üzerinde hayli fikir yormuşlardır. Prof. Margoliouth’a göre “Yahudilerin Perâkîm tesmiye ettikleri Pederlerin Sözleri, Muhammed’in Fûrkan dediği kutsal kitabın adında saklı olması muhtemeldir” diyor. Baydavî bunun Mezmurlar’ı (Zebur) ifade ettiğini ileri sürüyor ve Fûrkan’ı fark, yani “ayırmak” fiilinden müştak olarak izah ediyor ki bu da Torah oluyor. Bu sonuncusu doğru ile yanlışı, tecviz edilen ve yasaklananı tefrik etmiyor mu?

Son çalışmalar Kur’an’da Pirke Aboth ve Mezmurlar’a çok sayıda atıf olduğunu gösteriyor ki bundan Muhammed’in Arabistan’da Yahudilerce tazim edilen bu kitaplara aşina olduğu anlaşılıyor. Bu kitaplar onlarca Sinagoglarda okunuyor, mekteplerinde tedris ediliyor ve ahlakî davranış için rehber olarak telâkki ediliyordu. Horovitz’e göre: “Muhammed’in ‘fûrkan’a çevirmiş olabileceği Arâmî ‘pirkin’ şekline dikkati çekmek yersiz olmaz. Ve ‘pirkan’ sözcüğü Kur’an’daki şekle daha da yakın olabilir, şöyle ki ‘pirkân’ şekli Baraita Erubin 54b’de mükerreren zikredilmiş olup burada Musa tarafından bireysel gruplara ve tüm ulusa birden aktarılan akidelere telmihen kullanılmıştır”.

Sure II ve III’deki birçok ifade ve düşünce, Mezmurlar CIV-CVII’in birer sureti gibi görünmektedir. Bir başka yerde Muhammed “Tevrat’tan sonra Zebur’da yazmıştık: Arza, salih kullarım vâris olurlar” (XXII/105) diyor. Bu sonuncu tümce Mezmurlar XXXVII/29’u tekrarlar: “Salihler yeri miras alır ve onda ebediyen otururlar”.[17]

***

“Hani sizler: “Ya Musa!” Allah’ı apaşikâr görmedikçe senin sözüne inanacak değiliz” demiştiniz de göz göre göre sizi yıldırım çarpmıştı” (II/55).

Bu kıssa Midrash’ta bulunuyor: “Ve Musa’ya dediler: Bizimle sen söyleş ve dinleyelim; fakat Allah bizimle söyleşmesin, ta ki ölmeyelim” (Çıkış XX/19). Yani Allah söyleşecek olursa yıldırımlar yağar…

Baydavî ve Zamakhsharî’ye göre yetmiş önder Musa’dan Allah’ı görmeyi dileyip aksi halde O’na inanmayacaklarını söylemişler. Bu, herhalde Çıkış XXIV/9-10’daki kıssaya dayanmaktadır “Ve Musa ile Harun, Nadab ve Abihu ve İsrail’in ihtiyarlarından yetmiş kişi çıktılar ve İsrail’in Allah’ını gördüler…”[18]

***

“Üzerinize bulutları gölge yaptık, kudret helvası ve bıldırcın gibi nimetleri size gönderdik. ‘Size verdiğimiz güzel şeylerden yiyin’ dedik. Onlar Bize bir zulümde bulunmadılar. Belki kendi nefislerine zulmedip duruyorlardı.” (II/57)

Bu Ayetle Kur’an, İsraillilerin çölde yaşamlarındaki büyük olayları zikrediyor: buluttan sütunlar, kudret helvası (göklerin ekmeği) ve bıldırcınlar. İlki korunmayı, kuşlar da beslenmeyi sağlıyordu. Bunu Mezmurlar CV/39-40 ile kıyaslayalım: “Örtü olarak bulutu ve geceleyin aydınlatmak için ateş yaydı. İstediler de bıldırcın getirdi ve onları göklerin ekmeğiyle doyurdu”.

Kur’an’da “kudret helvası-göğün ekmeği” ve “bıldırcın” için geçen Arapça sözcükler sırasıyla matın ve salvâ olup İbranî man ve selav ile aynıdır ve daima birlikte geçerler. İkincisinin Ârâmîcesi salve ya da salvaî’dir.

Çölde mucize hususundaki bu Kur’an Ayet’ini tetkik eden Müslüman müfessirler, Hahamlık folkloruyla yakından aşinalığı ortaya koyarlar.[19] Bunların ayrıntılarına girmeyeceğiz.

***

“Hani Musa kavmi için su aramıştı. Biz de ona, ‘âsânı taşa vur!’ demiştik de taştan on iki pınar kaynamış, herkes bunlardan kendi içmesine mahsus pınarı bilmişti. Allah’ın rızkından yiyiniz, içiniz, yalnız yeryüzünde fesat çıkararak asi olmayınız!” (II/60)

Bunun kaynağı olabilecek olan Çıkış XVII/3-7 ne diyor?: “Ve kavm orada susadı ve kavm Musa’ya karşı söylenip dedi: Bizi, oğullarımızı ve hayvanlarımızı susuzlukla öldürmek için, niye bizi Mısır’dan çıkardın? Ve Musa Rabb’e feryat edip dedi: Bu kavma ne yapayım?… Ve Rabb Musa’ya dedi: Kavmin önüne geç ve İsrail ihtiyarlarından birkaçını seninle beraber al; ırmağa vurduğun değneğini eline al ve yürü. İşte ben orada, Horeb’te, kaya üzerinde, senin önünde duracağım ve kayaya vuracaksın ve kavm içsin diye ondan sular çıkacak. Ve Musa İsrail ihtiyarlarının gözü önünde böyle yaptı”.

Ahd-ı Atik’in bir başka yerinde (Sayılar XX/7-9) Musa’ya şöyle emrediliyor: “Değneğini al ve sen ve kardeşin Harun cemaati toplayın ve onların gözü önünde kayaya, suyunu versin diye söyleyin ve kayadan onlara su çıkaracaksın, ve cemaate ve hayvanlarına içireceksin”.

Zemarkhsharî, Ahd-i-Atik’teki her iki ifade ve bunlara dair ezcümle önce Musa’nın kayaya vurup suyun çıkması ve sonra da İsraillilerin “değnek kaybolursa hepimiz de yok oluruz” demeleri üzerine Allah’ın Musa’ya “Kaya ile konuş ama bunda değneğini kullanma; belki bunlar uyanırlar” iş’arında bulunmasını biliyor gibidir.

***

“Hani sizlerden (Tevrat ile amel edeceğinize dair) ahd-ü misak almış, (sonra bunu, bu ahdi bozduğunuz için) Tûr’u üzerinize kaldırarak demiştik ki ‘Verdiğimiz Kitâb’ı kuvvetle tutun, içindekini daima hatırlayın ki korunanlardan olabilesiniz’.” (11/63).

Zamakhsharî’ye göre Musa tabletleri İsraillilere getirmiş ve bunlar içinde yazılı olan tekâlüf ve vergileri öğrenince bunu kabul etmeyi reddetmişler. Bunun üzerine Allah Cebrail’e dağı kökünden söküp başları üzerinde tutmayı emretmiş ve “Kabul edin (kaideleri) aksi halde onu (dağı) üzerinize düşüreceğim” demiş. Bu tefsirin karşılığı Talmud’da bulunuyor: “Rabbi Abdımi b. Hama b. Hasa dedi ki: Bu, Kutsal’ın (Mübarek olsun) dağı (ters çevrilmiş) miğfer gibi üzerlerine döndürmüş ve onlara ‘Torah’ı kabul ederseniz, iyi yapışın; aksi halde bu sizin mezarınız olacak’ dediğini öğretiyor”.

Tabarî, burada dağ karşılığı olarak kullanılmış Tûr sözcüğünün yabancı (Süryanî) kökenli oluşuna dikkati çekiyor. Bunun bazılarına göre Musa’nın sözünü ettiği dağ olduğunu beyan ediyor. O ise ki bu sadece Judaisim Kur’an üzerindeki linguistik etkisine misallerden biri oluyor. Geçekten Kur’an birçok Kitab-ı Mukaddes tabir ve adı kullanmıştır: Savm (Zom), sadaka (zedaka), Malak (mal’ak) Şeytan (Satan), Kitâb (Ketab), Tevrat (Tora), Hay (Hay-yaşam), Kayyum (Kayyam-kendiliğinden var olan), al-Vahid (Ehad), sebt (Shabbat), hatia (het-günah), Cahannam (gehinnom), dîn (din-kıyamet), canna-cennet (Gan ‘Eden)s ve peygamber adları…[20]

***

“Bundan sonra yüreklerimiz katılaşarak taş gibi, hattâ daha katı kesildi. Çünkü öyle taşlar vardır ki içinden nehirler fışkırır öyle taşlar vardır ki yarılıp sinesinden sular kaynar, öyle taşlar vardır ki Allah korkusundan düşüp yuvarlanır. Hakk Teâlâ, sizin yaptıklarınızdan hiçbir zaman gafil değil!” (II/74).

Şimdi bunu Çıkış XVII/6 ile kıyaslayalım: “işte, ben orada, Horeb’de, kaya üzerinde, senin önünde duracağım ve kayaya vuracaksın ve kavm içsin diye ondan sular çıkacak. Ve Musa İsrail ihtiyarlarının gözü önünde böyle yaptı”. Keza: “Ve Musa ile Harun cemaati kayanın önünde topladılar ve onlara dedi: Ey asiler, şimdi dinleyin; bu kayadan size su çıkaralım mı? (Sayılar XX/10).

Kur’an’daki “yürekleriniz katılaşarak” sözü “Bunun için yüreklerinizin gulfesini sünnet edin, artık sert enseli olmayın” (Tesniye X/l6) ayetini hatırlatıyor. Aynı şekilde yüreğin taş gibi sertleştiği düşüncesi Hezekiel XI/19’dakini akla getiriyor: “Ve onlara tek yürek vereceğim ve içlerinize yeni bir ruh koyacağım ve bedenlerinden taş yüreği çıkarıp onlara etten yürek vereyim de”. Bu peygamber biraz aşağıda mümasil şeyler söylüyor (XXXVI/26)[21]

Aşağıdaki ayet, bizim daha sonra irdeleyeceğimiz cinler vs. konularının gelişmesi bakımından önemli olmaktadır.

“Bunlar Süleyman’ın mülkü (nübüvveti)[22] aleyhinde şeytanların uydurdukları yalanlara uydular. Süleyman ise asla kâfir olmadı. Fakat şeytanlar kâfirdiler, herkese sihirbazlık öğretirlerdi: (Sihirbazlığı Babil’deki iki Melek’ten öğrendiklerini söylerlerdi) Halbuki Babiî’deki iki melek olan Harut ile Marut’a böyle bir şey gönderilmemişti. Onlar da kimseye böyle bir şey öğretmiyorlardı, onun için onlar derlerdi ki: Biz imtihana uğramış kimseleriz, sakın Allah yolundan şaşmayın, kâfirliğe sapmayın. Fakat onlar güya zevç ile zevce arasını bozan ve birbirinden ayıran şeyleri onlardan öğrenmişler. Onlar Allah’ın izni olmaksızın hiçbir kimseye zarar veremezler. Onlar kendilerine zarar getiren ve fayda vermeyen şeyleri öğreniyorlardı.[23] Onlar muhakkak biliyorlar ki böyle şeyleri satın alanlar ahrette nasipsiz kalacaklar, onlar kendilerini ne kötü, ne çirkin bir şey mukabilinde sattıklarını bir bilseler!” (II/102).

Karı ile koca arasında nifak sokma aracı olarak sihirbazlık öğreten Hârût ve Mârût meleklerinin öyküsü Geiger tarafından iki Shamhazai ve Azael melekleri hakkında Yahudi efsanesine isnat edilmiş olup bu melekler, Nuh zamanında güzellikleri ve zabt-ı rabta alamadıkları şehvetleriyle belirgin âdem kızlarıyla ahlâk dışı ilişkide bulunuyorlardı. Melek Shamhazai sonunda pişman olup kendini gökle yeryüzü arasında bir yere asmıştı.

Zamakhsharî ile Baydâvî bu öyküyü Süleyman mülkü alanına bağlıyorlar. Bu müfessirlere göre şeytanlar gizlice dinleyip bu abartmalı yalanlarını bunları halka okutulacak kitaplara yazan keşişlere söylüyorlardı. Yalanların şeytanlar ve keşişler tarafından iletişimi o denli yaygınlaşmıştı ki Süleyman’ın saltanatının sadece onun şeytanlarla teması ve onlara egemen oluşuyla mükemmel hale geldiği iddia edilmiştir.

Bizim için önemine binaen konu üzerinde biraz daha eğleneceğiz.

Arap geleneği de şunları anlatıyor: Şeytanlar, Allah’ın izniyle, Süleyman’ı baştan çıkarmaya uğraşmışlar bunda başarı sağlayamayınca onun karakterini bozmak için bir hileye başvuruyorlar. Sihir ve büyü üzerine birçok kitap yazıp bunları kralın tahtının altına saklıyorlar ve onun ölümünden sonra ileri gelen kişilere, Süleyman’ın hangi vasıtalarla insanlar, cinler ve rüzgârlar üzerine egemenlik kurduğunu bilmek istiyorsanız, tahtın altını kazın diyorlar; gerçekten, dinsiz batıl itikatları içeren mezkûr kitaplar meydana çıkıyor. İnsanların iyileri bunlarda açıklanan kötü sanattan öğrenmeyi reddediyorlar ama avam bunları benimsiyor; keşişler de, Muhammed’e göre Allah, Resûl’ünün ağzından Süleyman’ın müşrik olmadığını tasrih edene kadar, Yahudiler arasında kabul gören Süleyman’ın iftiralı öyküsünü yayımlıyorlar.

Bu kıssa Kral Süleyman hakkında bir Yahudi efsanesini hatırlatıyor; buna göre Süleyman’ın kibri, tahtta iken, serveti sebebiyle azmış ve Tanrı’nın “Ancak kendisi için atlar çoğaltmayacak… Ve yüreği sapmasın diye kendisi için kanlar çoğaltmayacak ve kendisi için fazla gümüş ve altın çoğaltmayacak” (Tesniye XVII/16-17) emrini çiğneyerek çok at ve süvari, gümüş ve altın toplamış ve yabancı uyruklu çok kan almıştır. Ama kısa sürede Tanrı’nın öfkesi kendini gösterecekti. Tanrı, kötü ruhların kralı Ashmedai’yi gönderecek o da onu tahtından kovacak, mühür yüzüğünü çalacak ve deliliğinin cezası olarak başıboş dolaşmaya terk edecektir. O da Juda ve Israel’de kentten kente gidip “Ben, Süleyman, Israel ve Kudüs’ün kralıydım” diye bağırıp duracaktır.

Buna benzer daha başka Yahudi efsanesi de vardır.

Süleyman’a atfedilen sihirli güç hakkında Kur’an’daki kavram, ilk Yahudi geleneklerinde değişik şekillerde bulunmaktadır. İlerde kendisinden uzunca söz edeceğimiz Josephus, Tanrı’nın Süleyman’ı, cinlerin kötü güçlerini insanların lehine çevirebilme kabiliyetiyle donattığı efsanesinde bunu kısaca zikretmektedir; keza Süleyman hastalıkları sağaltacak ve cinleri def edecek sihirli sözlere de aşina idi.[24]

***

“Bilmez misin ki göklerle yerin biricik sahibi Allah’tır ve sizin Allah’tan başka bir yârınız ve yardımcınız yoktur” (II/107).

Sadece kâinatın hükümdarı Allah’ın insana gerçek yardımda bulunabileceği ana fikrine Kitâb-ı Mukaddes ve Aggada’da çok sık rastlanır. Mezmur yazarı sesleniyor: “Gözlerimi dağlara kaldırıyorum, yardımı nereden gelecek? Yardımım gökleri ve yeri yaratan Rabb’dendir” (Mezmur 121/1-2, Hacc İlâhîsi). Bu ayeti tefsir eden Midrash, İsrail’in yardımın sadece Hâlik’ten geleceğini iyi bildiğini ifade ediyor. Allah’ı göklerin ve yerin hükümdarı olarak tasvir eden çok sayıda atıf, Kitâb-ı Mukaddes ve Midrash’ta bulunuyor. Ezcümle “İşte gökler ve göklerin gökleri, yer ve onda olan her şey Allah’ın olan Rabb’indir” (Tesniye X/14)…

***

“Yoksa siz evvelce Musa’dan sorulduğu gibi, Peygamberinizi sorguya mı çekmek istiyorsunuz? Kim ki imanı küfr ile değişirse yolun doğrusunu kaybetmiş olur” (II/108).

Kendisini Musa ile kıyaslayan Muhammed burada Musa’nın toprağın yuttuğu Koran ile kavgasını ima ediyor gibidir. Muhammed’e de muarızları meydan okumuşlardı.

Koran isyan havası içinde Musa’ya hitabeden tek kişi olmayıp bu yolda da birçokları vardı: “Ve onlar Firavun’un yanından çıktıkları zaman yolda durmakta olan Musa ile Harun’a rast geldiler ve onlara dediler: Rabb sizi görsün ve hükmetsin; çünkü bizi öldürmek üzere onların eline bir kılıç vermek için Firavun’un ve kullarının gözlerinde bizi mekruh ettiniz” (Çıkış V/20-21)…

***

 

“Maşrik de (doğu yeri de) Allah’ındır, mağrib de (batı yeri de); hangi tarafa dönerseniz Allah’a (itaa ve ibadet) ciheti orasıdır. Muhakkak ki Allah’ın (rahmeti) geniştir, ilmi her şeyi kavrayıcıdır” (II/116).

Mezmur yazarları da Allah’ın her yerde hazır oluşunu (mekândan münezzeh oluşunu) aynı kelimelerle ifade ediyorlar: “Senin Ruhundan nereye gideyim? Ve senin yüzünden nereye kaçayım? Eğer göklere çıksam sen oradasın. Ve ölüler diyarında yatağımı sersem, işte, oradasın. Seherin kanatlarını alsam, denizin sonlarına konsam; orada da senin elin bana yol gösterir ve sağ elin beni tutar” (Mezmur CXXXIX/7-10)…

***

“Ona Tanrı’sı: kendini (can ve yürekten Hakk’a) teslim et! demiş, o da: kendimi âlemlerin Rabb’ına teslim ettim! demişti” (II/131).

Yusuf Ali, İslâm’ı “inkıyad”ı ifade eden bir tabir olarak gösterir. Bazı hükemâ Muhammed’in bu kök-fiili kullanmasının “emniyet durumuna gelme” fikrine götürdüğünü, bundan da İslam’dan “selâmet” anlamı çıktığını ileri sürüyor. Daha başka tefsirlerin arasında Bravmann’ınki ilginç görünüyor: (Allah ve Resûl’ü uğruna] “kendini feda etmeye hazır olma”. Bu da mana itibariyle cihâd’a bağlanıyor. Bu sonuncu yorum en makulü gibi görünmekte olup Judaismdeki Kiddush ha-Shem kavramına, yani her İsraillinin en ulvî görevi, hayatıyla ve gerekiyorsa ölümüyle Rabb’in Adı’nı takdis etmesine müşabih oluyor.

“Allah’ın Rabb’in mezbahası yonulmamış taşlardan (Abanin Shelemot) yapacaksın…” (Tesniye XXVII/6) ibaresindeki “yonulmamış taş” tabiri “bütün ya da salim taşlar” manasında olup shelemot sıfatı “Shalom-şalom” (selâmet, necat) ya da aynı asıldan Arabî salâm-selâm (selâmet) ile aynı köktendir.

Ahd-i Atik’te İbrahim Yir’at Elohim (Tanrı korkusu) ifadesini kullanıyor ki bu “inkıyat” veya Tanrı’ya kayıtsız şartsız itaati ima ediyor. Yeni dinini tesis etmekte olan Muhammed’e bu kavram çok şey ifade etmiş olmalıdır. Gerçekten Kur’an Allah için “O, o Tanrı’dır ki… hükümran O’dur. Mukaddes O’dur. Sulh ve selâmeti yayan… O’dur” (LX/23) tarifini yapıyor ki bu Ahd-i Atik ve Talmud’daki “Rabb Shalomdur” kavramıyla özdeştir.[25]

***

“Allah yolunda öldürülen (kimseler) hakkında ‘ölüdürler’ demeyin. Hayır onlar diridirler de siz farkında olmazsınız” (II/154). Keza “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Onlar Tanrı’ları yanında, diridirler. Rızıklarına nail olmaktadırlar” (III/169).

Talmud da, Rabb’in adını yâd etme yolunda ölenlerin büyüklüğünü önemle belirtiyor: “Salihler, ölümlerinden sonra bile sağ tesmiye edilirler”;[26] “Rabb’in dirilteceği salihler toza dönüşmeyecekler… tıpkı Rabb’in ebediyen devam etmesi gibi, bunlar da ebediyen devam edeceklerdir”. Bu ifadelerin koşutunu Kur’an III/157-158’de buluyoruz: “Sizin Allah uğurunda öldürülmeniz, yahut ölmeniz, Allah tarafından kazanacağınız mağfiret ve rahmet onların (mal) toplamak için yaşamlarından çok hayırlıdır. Sizler ölseniz de, öldürülseniz de, hepiniz muhakkak ki Allah’ın huzurunda toplanacaksınız”…

***

“Onlar ki, herkese Kitâb’da açıklandıktan sonra indirdiğimiz sarih burhanları ve hidayeti belirten ayetleri gizlerler, Allah onlara lanet eder, lanet edebilecek olan herkes de lanet eder. Yalnız tevbe edip amellerini ıslah ve hakkı beyan edenlere gelince onların tevbelerini kabul ederim. Ben tevbeleri kabul edici ve günahları bağışlayıcıyım” (II/159-160).

Tanrı emirlerine itaat etmeyenlere karşı mümasil bir beyan Musa’nın ilk beş Kitâb’ının aşağıdaki bölümlerinde bulunur: “Fakat beni dinlemez ve bütün bu emirlerimi yapmazsanız ve eğer bütün emirlerimi yapmamak ve ahdimi bozmak için kanunlarımı reddederseniz, … ben de Yakub’la olan ahdimi hatırlayacağım; hem İshak’la olan ahdimi, hem de İbrahim’le olan ahdimi hatırlayacağım…” (Levililer XXVI/14-43). “Bir sanatkârın el işi, Rabb’e mekruh oyma yahut dökme put yapan… lânetli olsun. Ve bütün kavim cevap verip: Amin diyecekler… Bu şeriatın sözlerini yapmak için onları tasdik etmeyen lânetli olsun. Ve bütün kavim: Amin diyecek… (Tesniye XXVII/I5-26). “Lanet” ve “uymayanlar”ın uğrayacakları musibetler hususu yine Tesniye XXVIII/15-66’da sürüp gidiyor.

Yukarda mezkûr Kur’an ayetindeki “Ben tevbeleri kabul edici ve günahları bağışlayıcıyım” tümcesi Ahd-i Atik’teki “Niyaz ederim, Mısırdan buraya kadar bu kavmi nasıl bağışladınsa, bu kavmin fesadını merhametinin büyüklüğüne göre bağışla. Ve Rabb dedi ki, senin sözüne göre bağışladım! ” (Sayılar XIV/19-20) ifadesini hatırlatıyor.

“Amin” üzerinde de ilerde duracağız.

***

“Göklerin ve yerin yaradılışında, gece ile gündüzün ard arda gelişinde, insanlara yarar şeylerle gemilerin denizlerde süzülüşünde, Allah’ın bulutlardan yağdırarak ve kurumuş toprakları dirilterek üzerinde her çeşit hayvanı dolaştırışında, rüzgârları estirişinde, yerle gök arasında müsahhar bulutların duruşunda aklı tam bir kavm için âyetler (ibretler) vardır (II/164).

“Denizlerde gemilerin süzülüşü…” ifadesi, Süleyman’ın Meselleri’ndeki “Denizin ortasında geminin yolu…” tümcesini (XXX/19) hatırlatıyor. Aynı şekilde “Gemilerde denize inenler, büyük sularda iş görenler” (Mezmurlar CVII/23) ibaresi de kaydedilecektir.

Yağmur ve rüzgârın gerçek Tanrı gücünün bir tezahürü oluşu inancı, Yahudi geleneğinde mebzuldür. Peygamber Yeremya meydan okur: “Milletlerin putları arasında yağmur yağdırabilen var mı? Ve gökler yağmur verebilirler mi? Ya Rabb Allah’ımız, o sen değil misin? Ve biz seni bekleyeceğiz, çünkü bütün bu şeyleri sen yaptın (Yeremya XIV/22).

Evet, ilerde irdeleyeceğimiz “yağmur duası”, kime hitap ediyordu?…

***

“İnsanlar içinde öyleleri vardır ki Allah’ın gayrisini Allah’a emsal tanırlar, onları Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin ise, Allah’a karşı sevgileri her şeyden sağlam, her şeyden kuvvetlidir. O, Allah’a şerik koşarak kendilerine zulmedenler, azaba uğrayacakları zaman bütün kudret ve kuvvetin, münhasıran Allah’a ait ve Allah’ın azabı da şiddetli olduğunu görselerdi” (II/165).

İnsan’ın Allah sevgisi ifadesi çok sayıda Ahd-i Atik bölümünü hatırlatır. Tanrı’yı sevme kesin emri Judaismde en önemli esas olup Shema’da başlıca yeri tutar. Tesniye VI/5’in “ve Allah’ın Rabb’i bütün yüreğinde ve bütün canınla ve bütün kuvvetinle seveceksin”; XI/l’in de “Ve Allah’ın Rabb’i seveceksin ve bütün günler onun tembihini ve onun kanunlarını, hükümlerini ve emirlerini tutacaksın” emirleri Talmud’da ilk emir olarak telâkki edilir. Mezmur yazarları da bunu kendi üsluplarıyla dile getiriyorlar: “Geyik akarsuları özlediği gibi canım da seni öyle özler, ey Allah Canım Allah’a, hay Allah’a susamıştır…” (Mezmur XLII/l-2).

Başka tanrıların peşinde gidenlerin Allah tarafından şiddetle cezalandırılacakları düşüncesi Midrash’ta da ifadesini bulmuştur: “İsrail insanlarının Hâlik’lerinden uzaklaşıp ulusların heykellerinde güven arayanlar kötü, lânetli ve amansızdırlar ve bunlardan dünyaya hayır gelmez. Nehir sularının deniz sularının gıdası olduğu gibi, günahkârlar da Gehinnom (Cehennem)in yakıtı olmaları mukadderdir”.

Muhammed hiçbir zaman Kıyamet Günü’nün ne zaman geleceğini tasrih etmemiştir. Onun geleceğinden ve günahkârların cezalandırılacaklarından emindir. Aynı şekilde Mezmur yazarlarının Allah’la bir günü bin yıl anlamındadır: “Çünkü senin gözünde bin yıl, geçen dünkü gün ve bir gece nöbeti gibidir” (XC/4) ifadesine benzer şekilde Muhammed de “Onlar senden azabı çarçabuk getirmeni isterler. Hakk Teâlâ hiçbir surette vaadinden caymaz, Tanrı’nın nezdinde bir gün, sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir (XXII/47) diyor…[27]

***

“Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz ve helâlinden yiyiniz. Allah’a kulluk ediyorsanız Allah’a şükrediniz. Allah, hayvanlardan yalnız öleni, kanı, hınzır etini, Allah’ın namından başka bir nam ile kesileni haram kılmıştır…” (II/172-3). Yenmesi yasak olanlara Peygamber şunları da eklemiştir: “Kendiliğinden ölen (hayvan), kan, domuz eti, Allah’tan başkasının adı ile boğazlanan; boğularak, vurularak, yuvarlanarak veya sürülerek ölen, canavar tarafından parçalanan hayvan haram edilmiştir. Bunlardan (canları henüz çıkmadan yetişilip) boğazlayabildiğiniz müstesnadır. Dikili taşlar[28] üzerinde boğazlanan (hayvanların etini yemek), zarlarla kısmet paylaşmak haramdır…” (V/4).[29]

Bütün bu yasaklar Ahd-i Atik ve hahamlık yazınında bulunmaktadır: “Hiçbir leş yemeyeceksiniz; onu yesin diye şehirlerinde olan garibe verebilirsin yahut yabancıya satabilirsin; çünkü sen Allah’ın Rabb’a mukaddes bir kavmsın. Oğlağıanasının sütünde pişirmeyeceksin” (Tesniye XIV/21). Leş yeme yasağının nedeni de aynı ayette bulunuyor…

Talmud yasası da, Yahudi yasasına göre kesilmemiş hayvan etinin yenmesini men ediyor. Sifra’ya göre Musa hayvanı tutup İsrael’e gösteriyor ve “bunu yiyebilirsiniz, bunu yiyemezsiniz” diyormuş.

Yahudi geleneğinde, puta tapınmaya tahsis edilmiş ya da edilmeye niyetlenilmiş gıdalara müteallik bir özgül bölüm vardır. Yasa, münhasıran putperestlerin denetiminde kalmış olan şarabı yasaklamış olup işbu denetim, aslında putlara vakfedilemeyecek kadar uzun sürmüştür. Kaldı ki keyfiyet resmen de sübut bulmuş değildir.

Tabarî Kur’an’daki “Allah’ın namından başka bir nam ile kesileni haram kılmıştır” ibaresini yorumlarken Arap putperestlerin, tanrılarına kurban etmek üzere bir hayvanı kestiklerinde, hayvanı, ona kurban ettikleri tanrının adıyla andıklarını beyan ediyor. Bu Mishna’nın “dağlar veya tepeler veya denizler veya nehirler veya çöller onuruna kurban keserse, kurbanı geçersizdir” yasağına tekabül etmektedir.

Yahudi “çok acıkmış bir adama hattâ murdar şeyler bile yedirilebilir…” kanununa müşabih olarak Muhammed de “… Kim ki ıztırar ve zaruret seviciyle, istemeyerek ve haddi aşmayarak bunları (haram kılınmış hayvanı) yemeğe mecbur olursa ona vebal yoktur, Hakk Teâlâ af ve mağfiret sahibidir, bağışlayıcıdır” (II/173 ve VI/145).

Torrey’e göre Muhammed aşikâr olarak “genelde onları (Yahudileri) taklit etmeye niyet etmiştir. Bununla birlikte Arabistan’da koşullar ve âdetler bazı farkları gerektirirdi. İsrail kanunlarının yerine artık Müslüman kararları ikame edilmiştir. Bugün size iyi ve temiz nimetler halâl edilmiştir. Kendilerine Kitâb verilenlerin taamı size, sizin taamınız onlara halâldır…” V/6). Bununla birlikte O (Peygamber) gerek bunda gerekse sair bölümlerde bu yasakların başlangıçta konmamış olup bunların bir ceza mahiyetinde olduğunda ısrar ediyor: “Yahudi olanlara da tırnaklı (hayvanların) hepsini, sığır ve koyunların içyağlarını haram kıldık. Yalnız bu (hayvanların) sırtlarına ve bağırsaklarına yapışan veya kemiklere karışan yağı (haram edilmedi). Biz onları yolsuzluklarından dolayı cezaya çarptık…” (Kur’an VI/146).

Yahudilere Musa yasasındaki yiyecek yasaklarının bir ceza mahiyetinde olduğu düşüncesinde Hristiyan etkisi görülüyor.

Hayvan zebh edileceği zaman Müslümanların Besmele çekmeleri gibi Talmud yasası da bir hayır duasının edilmesini şart koşuyor. Aynı şey yemeğe başlanırken de iki tarafça uygulanıyor. Keza Müslümanlar da, Yahudiler gibi, murdar iliğin değil, boyun damarının kesilmesine dikkat edeceklerdir.

İnna’llaha gafûrun rahîm ifadesi, Adonai mohel vesoleah ve El rahum vehannun dua ifadelerini hatırlatmaktadır. Keza Talmud, İsraillilerin Passover[30] kurbanı sırasında Levit’lerin Hallel’i okuyacaklarını beyan eder.[31]

Devam etmeden önce bir kişisel müşahedemiz[32] ile işbu Hallel arasındaki ilişkiyi zikredelim: Siirt’te “düğün hamamı” ritüeli arasında, kızın hamama giriş ve çıkışında, gerek törene dâhil olanlar, gerekse alayın yolu üzerinde bulunanlar avuç içlerini ağızlarına vurup çekerek sürekli bir la, la, la, lû, lû, lû. ..! sesi çıkarırlar. Ortalık çınlar. Arapların da mümasil hallerde lû, lû, lû. ..! diye bağırdıkları bilinir (Siirt’in geniş ölçüde Arap dili ve kültürel etkisinde olduğu unutulmayacaktır).

Biz bununla Sinagog ve Kiliselerde, özellikle evlenme törenlerinde söylenen “Halleluyah” arasında bir ilişki görmekteyiz. Şöyle ki:

Bir Yahudi liturgical tabir olan “hallel”, yeni ay ya da hilâl‘a övgü terennüm etmek manasına gelen Arap hallala köküyle aynı olup bazı festivallerde inşat edilirdi. Özellikle tali bir festival olan yeni ay festivali ile Hamursuz Bayramı’nın son altı gününde söylenirdi.[33] “Hallel”, İbranî Hälâl (meşru, kanunî, mubah-helâl) ile de yakınlaştırılmaktadır.[34] Tabernackle’larda (Yahudilerin çölde dolaşırken önleri sıra taşıdıkları mabet, cemaat çadırı) Hallel sırasında lulab, hurma (palmiye) dalı sallandırırlardı. Mezmûr’ların sonunda ya da bazılarının başında, “Halleluyah”, yani İbranîce “Yah(ve)yi öv!” ibaresi bulunuyor.[35] Son hecenin Tanrı’yı, ilk üçünün de “öv, yücelt!” emir kipini ifade ettiğini tahmin ederiz. Bu tahminimiz doğruysa yukarıdaki “lû”, işbu “hallelu”nun zamanla kısalmış şekli, Siirtli de bunu zahmetsizce çıkarılacak bir ses haline sokmuş olmalı… Şu halde hamama girip çıkarken bir şeyin övülmüş, yüceltilmiş olduğu anlaşılıyor. Bu da herhalde gelini (ve ayrı olarak da damadı) “ilk günlerin temizliği”ne iade eden su olmalı, hilâlle ilişkili su.[36]

***

“Ey iman edenler! Maktuller hakkında size kısas farz olundu. Hür, hür ile köle, köle ile dişi, dişi ile kısas olunur. Maktulün kardeşi (vârisi veya velisi) tarafından hakkında bir şey affolunursa (diyet için) örfe uymalı ve (diyet) en iyi surette eda olunmalıdır. (Affetmek, diyet almak) Tanrı’nızdan kolaylık ve rahmetten, bundan sonra herkim haddi aşarsa acıklı azaba uğrar. Sizin için kısasta hayat vardır, ey aklı tam insanlar! Ta ki (nahak yere kan dökmekten) sakınasınız” (II/178-179).

Cahiliye döneminde kısas (mukabele-i bilmisil) sadece mücrime değil, aynı zamanda onun en yakınına da karşıydı. Yeni din ise kısas’ın sadece mücrime uygulanmasını derpiş ediyor. Muhammed’in bu yeniliği Tesniye XXIV/16’daki yasayı hatırlatıyor: “Oğullar için babalar öldürülmeyecekler ve babalar için oğullar öldürülmeyeceklerdir; herkes kendi suçu için öldürülecektir”. Kısasta mülayim olma ve bunun yerine fidye kabul etme hususundaki Kur’an tavsiyesi, katil durumunda fidyeyi men eden Ahd-i Atik ile ters düşmektedir. Muhtemelen Muhammed burada Çıkış XXI/24-5’in “gözlerine göz, diş yerine diş, el yerine el… vereceksin” ve Levililer XXIV/20’nin “kırık yerine kırık, göz yerine göz, diş yerine diş olmak üzere adamı nasıl sakat etti ise, kendisine de öylece edilecektir” ayetlerindeki düşünceleri ifade etmiş olmalıdır. Bunlar, cezanın suça eşit olması ve mücrime yapılan zarardan fazlasının yapılmaması düsturunu ifade ederler.

***

“Ey iman edenler! Oruç size farzolundu. Nasıl ki sizden evvelkilere farzolunmuştu, (ta ki günahlardan) korunasınız: (Farzolunan oruç) sayılı günlerdir. İçinizde herkim (o günlerde) hasta olur veya seferde bulunursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde oruç tutar. Oruca güçlükle dayananlar, bir yoksul besleyerek fidye (kurtuluş karşılığı) verirler. Kim ki gönül isteğiyle hayır işlerse bu, onun için hayırlı olur. Oruç tutmak, bilesiniz, sizin için daha hayırlıdır. (O sayılı günler) Ramazan ayıdır ki insanların hidayet rehberi olan, onları doğru yola götüren ve hakkı bâtıldan ayıran en sarih ve parlak burhanları (şamil) Kur’an, bu ayda gönderildi…” (II/183-5).

Başlangıçta Muhammed, Yahudi “Kefaret Günü”nü oruç günü olarak kabul etmişti. Ashûra[37] olarak bilinip onuncu gün manasında olan ve Tişri’nin (Teşrin’in) onuncu gününe müsadif Yahudi Kefaret Günü’ne tekabül eder. Daha önce gördüğümüz gibi Peygamber bunu Ramazan ayına çevirmişti. Ama bu arada da Ashûrâ (Aşure) gününün hiçbir zaman ilga edilmemiş olduğu ve o gün gönüllü olarak oruç tutulduğu da bir vakıadır.

Torrey, Ramazan orucunun büyük ihtimalle Hristiyan Büyük Paskalya’dan önce gelen (Lenten) orucundan mülhem bir şekli olduğunu ama oruç tutma şeklinin, ezcümle bütün gün yemeden istinkâf ve güneş batmasından sonra yiyip içmenin Yahudi olduğunu düşünüyor.

Muhammed’in kendi düsturu olarak, Rosh Hashanah ve Yom Kippur (yevm-i kefaret) takaddüm eden Yahudi Elul (Eylül) ayını kabul etmiş olması muhtemeldir. Bu mezkûr ay tövbe ve af talebi ayı oluyordu. Belki de burada Musa’nın Dağ üzerinde geçirdiği kırk gün ile buraya tırmandığı gün, yani Kefaret Günü’ne bir ima olabilir. Ramazan, kefaret ve günahlardan kurtulmak için duaya tahsis edilmiş bir ay olarak telâkki edilir. Tanrısal Varlık’a inkıyadın bir ifadesi olarak oruç tutma düşüncesi Yahudi’dir. Nitekim Ramazan ayından Müslüman­ların uygulama zorunluluğunda oldukları menasik, Yahudi kaynaklarında geriye doğru bulunabilir: Müslüman, Yom Kippur’da Yahudi gibi, oruç zamanında yemek, içmek, yalan ve iğrenç konuşmadan tevakki edecektir. Her ne kadar oruç, İslâm’ın dayanaklarından biri ise de, aşırı oruç yasaklanmıştır. Aynı şekilde hastalar, yaşlılar, yolda olanlar ya da hamile kadın bundan muaf tutulabilir ve bunu başka bir gün tutmasına izin verilir.

Ve bütün bunlara koşut Ahd-i Atik: “Ve Rabb Musa’ya söyleyip dedi: İsrail oğullarına söyleyip de: Sizden yahut zürriyetinizden biri ölüden dolayı murdar olursa yahut uzak yolculukta bulunursa, yine Rabb’e fıshı[38] tutacaktır. İkinci ayın on dördüncü gününde akşam üstü onu tutacaklar; mayasız ekmek ve acı otlarla onu yiyecekler; ondan sabaha kadar bırakmayacaklar ve bir kemiğini kırmayacaklar, fıshın bütün kanununa göre onu tutacaklar” (Sayılar IX/9-13).

Kur’an’ın “Tanrı sizden kolay olanı ister” tümcesi Talmud’da Akil’lerin “cemaati gereksiz yere tedirgin etmeme” beyanını hatırlatır.

“Ve Rabb Musa’ya dedi ki: Bu sözleri yaz; çünkü seninle ve İsrail’le bu sözlere göre ahdettim. Ve orada Rabb ile kırk gün kırk gece kaldı; ekmek yemedi ve su içmedi. Ve ahdin sözlerini, on emri levhalar üzerine yazdı” (Çıkış XXXIV/27-28). Bunun da karşılığı Kur’an’da “Biz Musa ile otuz gece sözleşmiş, bu vadeyi on gece ile de tamamlamıştık. Böylece Tanrı’nın tayin ettiği vakit, kırk gece oldu…” (VII/141).

“Ve Rabb Musa’ya söyleyip dedi: Bu yedinci ayın tam onuncu günü kefaret günüdür… Ve tam o günde hiçbir iş yapmayacaksınız… Sizin için tam rahat Sebt’i olacak ve canlarınızı alçaltacaksınız; ayın dokuzuncu gününde akşam üstü, bir akşamdan öbür akşama kadar Sebt’inizi tutacaksınız” (Levililer XXIII/26-33).

Oruç

Ahd-i Atik’teki mezkûr ayetlerin ışığında C.C. Berg’in oruç hakkında yazdıklarına[39] bakalım.

“Oruç”un “… Arapçası olan savm, siyâm ile birlikte, s-v-m kökünden mastardır… Kelimenin Arapçada asıl manası ‘hareketsiz olmak’tır. Bu kelimenin ‘oruç’ manası, Peygamberin Medine’de oruç ameli hakkında daha geniş bilgi edindiği zamana tesadüf etmiş olabilir. Bu mana, savm veya sîyâm kelimesinin Medine’de nazil Olmuş Surelerdeki manasıdır. Mekke Surelerinde bu kelimeye yalnız bir defa, Kur’an XIX/27’de tesadüf olunur ve müfessirler bunu samt (susmak) ile izah ederler…”

“Oruç menasikinin menşei. Peygamber devrinden önce orucun Mekke’de bilinmeyen bir amel olması, kablî olarak, kabul edilemez. Hiç olmazsa ananeye göre, yaşamalarında Yahudi-Hıristiyan, o kadar izler görülen hunafâ neden bu dinî ameli yapmamış olsun? Peygamberin muhtelif seyahatlerinde Yahudi ve Hristiyanlarda bu menasiki görmüş olması vakıası, ihtiyarî bir nefs kısma olarak, orucun Mekke’de, ilk Müslümanlar arasında kabul edilmesinin lehinde sayılabilir… Mekke devri Sure’leri arasında yukarda söylendiği gibi, Kur’an XIX/27’de savm‘dan bahsedilmektedir; bir ses Meryem’e: ‘Ben acıyana savm nezrettim; bundan dolayı kimse ile konuşmam’ demesini emretmiştir; muhtemeldir ki, burada savm sadece “oruç” manasına gelmektedir; zira sükût Hristiyan orucunun amellerindendir. Fakat herhalde Peygamber bu amelin teferruatı ile o kadar ünsiyet hâsıl etmemiş idi; çünkü ancak Hicret’ten sonra Medine’de Yahudilerin yaptıkları gibi âşûrâ gününde oruç tutulmasını emretmiş idi. Bu âşûrâ konusuna ilerde ayrıntılarıyla yine değineceğiz. Hicret’in 2. yılında güvenilir ve mütevati ananelere göre… Kur’an II/183 vdd. ayetleri âşûrâ orucu yerine Ramazan orucunu getirmiştir. Neden tam bu ayın seçildiği ve Müslümanlardaki oruç müessesesinin nereden alındığı hususlarına gelince, bunlara dair türlü faraziyeler ileri sürülmüştür. İslâmiyet’e göre bu, Allah’ın Yahudilere ve Hristiyanlara emrettiği, fakat onlar tarafından bozulmuş olup Peygamber tarafından doğru şekli ile yeniden tesis edilen oruçtur; Sprenger, bunun Hristiyan büyük perhizinin bir taklidi olduğunu düşünmektedir… Fakat daha sonra A. J. Wensinck… (Ramazana tesadüf eden – İslâmiyet’ten öncesine ait olan – Laylat al-kadr sebebiyle), İslâmiyet’ten önceki devirden beri Ramazan ayının bilhassa kutsî oluşu hususiyetine dikkati çekti…”

“Müslümanlıkta oruç ameli ile ilgili ilk kaideler, Kur’an II/183-185’de verilmiştir… Bu ilâhî emre itaat ederek Müslümanlar Ramazan ayında oruç tuttular ve aralarında daha dindar olanlar yeni bir vahy (Kur’an II/186) oruç süresini gündüz ile tahdit edinceye kadar, güneşin bir batışından diğerine kadar olan Yahudi oruç amelini takip ediyorlardı…”

Divermento

Bektaşi’ye sormuşlar. “Dede, Ramazan geldi, neden oruç tutmazsın?” “Ramazan çok gelir gider, ama ben bir gidersem, bir daha gelmem”…

“Saim (oruçlu) iken gelse dilber, olsa savm-ı Ramazan;

Vuslat-ı dilber mi lâzım, yoksa savm-ı Ramazan?

Fırsatı fevt etme (kaçırma) elden, sür sefasın dilberin,

Çün olur oruç kaza, olmaz kazası dilberin”…

 ***

“Kullarım, Beni senden sorarlarsa, Ben pek yakınım. Bana dua ve niyaz edenlerin dualarına icabet ederim. Onlar da benim davetime icabet etsinler, Bana iman getirsinler ki, doğru yolda yürüyebilsinler ve selâmete kavuşsunlar” (II/185).

Müşabih sözlere Mezmur CXLV/18-19!da rastlıyoruz: “Rabb, kendisini çağıranların hepsine yakındır. Onlar ki onu hakikatle çağırırlar. Kendisinden korkanların dileğini yapar ve feryatlarını işitir ve onları kurtarır”.

***

“Onlar sana sorarlar: ne harcedelim? De ki, siz malınızdan ne harcedecekseniz ana babaya, hısımlara, öksüzlere, yoksullara, yolda kalanlara gider, siz her ne hayır işlerseniz Allah onu hakkiyle bilir” (II/215).

İslâm’da sadaka Kur’an’ın birçok yerinde mütalaa edilmiştir. Yahudi geleneğinde “sadaka”, yani yıllık ürünün öşrü ve tarla ve bağların hasat edilmemiş kenarları hakkındaki yasalar, Ahd-i Atik’teki başkalarıyla da itmam edilmiştir: “Allah’ın Rabb’in sana vermekte olduğu kendi memleketinde, kardeşlerinden biri, fakir bir adam, senin yanında, kapılarının birinde olursa, yüreğini katılaştırmayacaksın ve fakir kardeşine elini kapamayacaksın; fakat ona mutlaka elini açacaksın ve muhtaç olduğu şeyde mutlaka ihtiyacına yetecek kadar ona ödünç vereceksin” (Tesniye XV/7-8).

Kur’an’da mezkûr Ayet’te sıra, ana baba ve hısımların sadaka babında evvelliği olup aynı şey öksüz ve dulları için de varittir. Bu keyfiyet Yahudi yasasına tekabül eder: “Fakire acıyan Rabb’a ödünç verir ve karşılığını Rabb ona öder” (Süleyman’ın Meselleri XIX/17). Kur’an da “sadaka vererek (iyilik eden) erkeklerle, kadınlar ve gönül hoşluğu ile Allah yolunda mallarından fedakârlıkta bulunanlar yok mu, Allah onların (mükâfatını) kat kat verecek. Onların çok değerli ecri de vardır (LVII/18) diye beyan ediyor.[40]

“Sadaka, Arap müelliflerine göre s-d-k kökünden iştikak eder ve ‘doğru söylemek’ manasına gelir; bir Müslüman’ın sadaka vermesi onun dininin doğruluğunu (sidk) gösterir. Bu kelime ise İbranî sedâkâ kelimesinin ancak Arap harfleriyle yazılmış şekli olup, aslında ‘sıdk ve hulûs’ manasını ifade eder; lâkin ‘mürailerce’ (farîsî, pharis) dindar İsraillilerin esas vazifeleri, yani sadaka verme için kullanılmıştır ki, bu mefhum kelimenin daha İslâm’ın zuhurunda meydana gelen ve sonraları da muhafaza edilen manasını teşkil etmektedir…”[41]

***

“Sana kadınlarla âdetlerinden sorarlar. De ki âdet ezadır. Âdet (aybaşı) zamanında kadınlardan çekilin. Temizlenmeye kadar onlara yaklaşmayın. Temizlendikten sonra onlara Allah’ın emrettiği gibi yaklaşın. Allah kendisine dönenleri de sever, temizlenenleri de sever” (II/222).

Bilindiği gibi aybaşı memnu ağacın meyvesini yediği için Havva’nın duçar olduğu on lanetten biridir. Yukarda mezkûr “ezadır” ifadesi Tekvin III/16’daki “Kadına dedi ki: zahmetini ve gebeliğini ziyadesiyle, çoğaltacağım: ağrı ile evlât doğuracaksın…” hükmünü hatırlatıyor. Keza “Âdet murdarlığında iken çıplaklığını açmak için bir kadına yaklaşmayacaksın” (Levililer XVIII/19) ayetinde İbranîcede geçen lo tikrab ifadesi, Kur’an’daki lâ takrabûhunna’ya müşabihtir. Keza “temiz” tabiri de İbranî tahor’a (Levililer XV/13, 28) tekabül ediyor.[42]

***

Devam etmeden önce “tikrab” ile Arapça “takarrub”; “tahor” ile de “tahir (mutahhara)” Sâmî yakınlıklarına dikkati çekelim.

“Kadınlarınız sizin (evlât ekeceğiniz) tarladır. Tarlanızı nasıl isterseniz ekin, nefsiniz için peşinden iyilikler yapın. Allah’a (karşı gelmekten) korunun, O’na kavuşacağınızı bilin, sen de müminlere müjdeler ver” (II/233).”

“Kadın”ın “tarla” oluşu, Talmud’da da kaydedilmiştir: “Ester mahza (sürülen) doğal topraktı”. Kadının sürülmüş toprağa teşbihi Tel-Amarna tablet­lerinde de görülüyor. Keza “cinsî ilişki” ile “çift sürme” arasındaki benzetme hahamlık edebiyatında iyice bilinir. Karait hareketinin kurucusu Anan ben David, Çıkış XXXIV/21’deki “…ekim ve biçim vaktinde rahat edeceksin” ifadesini, Sebt’te beraber olmaktan tevakki olarak tefsir ediyor. Neşideler Neşidesi IV/12’de kadın için “kız kardeşim, yavuklum, kapalı bir bahçedir; kapalı bir kaynaktır, mühürlenmiş pınardır” deniyor.[43]

Hint-ÖnAsya

Böylece de son derece önemli bir noktaya varmış oluyoruz: Hint-Ön Asya kültürel alışverişi. Konuyu biraz başlardan ele alacağız.

Ön Asya’da Ana Tanrıça’nın çok yaygın heykelcikleri (Venüs’ler-Resim 12) herhalde her Proto-Hint evinde bulunuyordu. Başları üzerinde duran tablada da muhtemelen günlük-buhur yanıyordu. Aslında Proto-Hint tanrıların birçoğu Hurri kökenlidir. Bunların arasında Babilonya’nın ana-Tanrıçası ve aşk tanrıçası Ishtar’ın muadili sayılan Shakush’un da kutsal hayvanı dişi güvercindi.

Çok ilginç bir tanrıça da Nau veya Naveya olup bu adda eski Hint nâu-h, Grek ναῦς, Latin, navis. Ermeni nav, yani “gemi”yi ve bu tanrısallıkta da güneş-Tanrı’nın kayığını görmek mümkündür. Nau (gemi), bir Hint-Avrupa sözcüğüdür.

 

Babilonya’nın kahraman Gılgamış ve arkadaşı Enkidu efsanesi, küçük Asya’da olduğu gibi İndus vadisinde de bilinir. Keza boğa güreşi, Girit’te olduğu kadar İndus vadisinde de boğa kültünün önemli veçhelerinden birini teşkil eder; ana tanrıça, çift balta vs. kültleri gibi bu da her iki ülkede müşterekti. Proto-Hint halkının Hindistan’a Suriye’nin kuzeyinden ve Küçük Asya’nın doğusundan gelmiş olması gibi Girit halkının belli bir miktarı da yine aynı bölgelerden göçmüşlerdir; bütün bunlar, bu halkların kısmî akrabalıkları dışında, bu şaşırtıcı rastlantıları da yeterince izah eder.[44]

Buddha’nın sembolleri karamuk ağacı ile ayak izi oluyordu (Resim 13). Proto-Hint güneş tanrısı Yayash, Yaë, eski Hint dininin tanrı Vishnu’sunun prototipidir. Yaë’nin bir mahiyetini bize üç yüzlü bir nazarlık gösteriyor: Her üç yüzde de tanrının adı yazılı olup bunların birinin yanında iki ayak izinin resmi görülüyor. Bu izlerden biri sola, diğeri, ona koşut olmakla birlikte, sağa dönük. Bu izlerin yanında, yani batı yönünde, bir kayıkla bir kürekçi bulunuyor. Kayıkla birlikte bu üç insan izi, muhayyilemizde “Vishnu’nun evreni ölçtüğü üç adım”ı yaşatıyor. Güneş tanrısı Vishnu gibi Yaë de bütün evreni ölçüyor.

Buna haylice benzer ve bir yılanla ayılmış, mukabil yönlere dönük iki ayak izini temsil eden ve Nizip’in güneyinde, Tell Brak’ta ele geçmiş bir başka nazarlık-muska, büyük önem taşımaktadır. Bu muska Cemdet-Nasr (M.Ö. yakl. 2900) döneminin sonuna ait olup içinde görülen yılan, büyük olasılıkla evrenin yılanını, Samanyolu’nu temsil etmektedir. Belki de Hint-Avrupa, arî tanrılara tapan Arî’ler o çağlarda Mezopotamya’nın kuzeyinde, Mitanni ülkesinde yerleşmişlerdi. Söz konusu nazarlık Kuzey-Mezopotamya uygarlığıyla Proto-Hint uygarlığı arasında dikkate değer bir bağ kurmuş olmalıdır.[45]

Bu bağ tek taraflı mı? “Aynı çağlarda (M.Ö. 4800-4600) Yukarı Mısır, güneyde, aynı zamanda Karanlık’ın tanrısı, Yılan ve Kayık olan farklı bir tanrıyı, Seth’i tazim ediyordu… Arı sembolüne Aşağı Mısır’ın akilleri, Su’yun bitkisi olan Kamış sembolüyle cevap verdiler. Ve bir yüzyıla yakın bir süre içinde Arı ile Kamış, Mısır’ı paylaştılar… Anzeti (Yay)-Seth karşıtlığı altında bir sabite meydana çıktı: Ya Yay’a, ya da yılana bağlı Bakire’ye tapma”.[46]

Ayrıntılarına girmeyeceğimiz mendile, peşkire çıkmış suretlerle (fotoğraflar) taşlar üzerinde kutsal kişilerin çeşitli azalarının izi öykülerine Hristiyan âleminde gerçekten çok rastlanır. İz resimlerini taşıyan muskalar, büyük ihtimalle tanrı Yayash’ın adını yorumlamaya yarayacaktır. Bu ad, aşağı yukarı “ilerleyen, yürüyen, hacı” anlamlarına gelmektedir. Bu ise her gün batıya doğru yürüyüşe geçen güneşe mükemmelen uygun düşmektedir. Benzer şekilde, yine bir Proto-Hint tanrı olan Kuyash’ın adı da Hint-Avrupa, Hitit kue (n)-kun-“vurmak, öldürmek” kökünden iştikak etmiştir. Tanrı Yayash’ın adının, aynı şekilde, Arî lehçe yerine hieroglyphic “Hititçe”ye bağlanması gerektiğini kaydedelim.

Bütün bunlar bizi çok önemli sonuçlara götürüyor. Bunlardan daha önce de söz etmiştik: Tanrı Yaya, Yaë ve Samî şekliyle Yau, Yava’mn bulunması, Ahd-i Atik’in Tanrı’sı Yahve meselesi üzerine hiç beklenmedik bir ışık tutuyor. İndus vadisinde, Samîleşmiş Yau şeklinin yanı sıra Proto-Hint Yaue, Yave şeklinin meydana çıkması Tanrı Yahve ile Samî-Proto-Hint Yave arasında bir mukayeseyi kaçınılmaz hale getiriyor, a ve u‘nun “fethi”nde Samî dillerde kolaylıkla bir h araya girebilirdi; Yahve böylece teşekkül etmiş olmalıdır.[47]

Yahvé adının Samî olmayan Hint-Avrupa, belki hieroglyphic “Hititçe” kökenli olması ve Yayash gibi esas itibariyle “hacı” manasına gelmesi ihtimal dâhilindedir. Öbür yandan eski Yahudi Yahvé adı olarak çok sık kısaltılır. Proto-Hint Yayash tanrı adının da Yâ, Ya şekilleri biliniyor. Devam etmeden önce Samîlerin-Babilonyalıların-Hindistan’ın Kuzey-Batı’sına yerleşmiş bulun­duklarının şüphe götürmediğini belirtelim.

Ama işler bir noktada yine karışıyor: 1943’te neşredilen yeni bir cuneiform Hitit metninde, o güne kadar meçhul kalmış I-ya-ya-sh adlı bir tanrıça’dan söz ediliyor. Ünlü bilgin Hrozny buna şu yönde bir çözüm teklif ediyor: Hitit pantheonunda bir güneş tanrısının yanında bir güneş tanrıçası da bulunmuş olamaz mı?[48]

Hitit dini alabildiğine değişik unsurların bir karışımıdır; Hitit tanrılarının taşıdıkları büyük isim çeşitliliği zaten bunu tahmin ettirir. Sümer-Babilonya, Hurrî, Hattî, Luvî, cuneiform Nesî ye hieroglyphie “Hitit” ve Hint kökenli tanrılar Hitit pantheonunda yer alır. Hitit metinlerinin kendileri dahi “bir Tanrı”dan söz ederler.

Küçük Asya’da, fırtına tanrısallığının kutsal hayvanı olan boğanın kültü Eskiçağların en eski dönemlerinden itibaren uygulanırdı; Küçük Asya’nın başlıca dağlarından birinin Toros (Taurus) adını taşıması rastlantı değildir: “Boğa” karşılığında “taureau” Samî thauru, Grek tauros, tur (yukarda gördüğümüz “dağ” -Sinâ dağı-)… Samî-Hint-Avrupa sözcüğünden türüyor. Bu boğa (taureau) dağı, bu tanrı ve hayvanına tahsis olunmuş mabetlerle doluydu. Buradan, şüphesiz, boğa kültü her yöne, Mısır’a, Babilonya’ya, Hindistan’a, Ege dünyasına, Avrupa’ya kadar yayılmıştı. Anadolu’ya ait fırtına tanrısının alemi olan çift balta kültü (Grek labrys-modern Rumcada λάβρος; “şiddetli, sert” demektir ki bu nitelikler zaten boğada bulunur) bunu takip ederdi ritüel karakterli boğa dövüşü ve güreşi gibi oyunlarla birlikte.[49]

Michelangelo’nun Musa’nın başına boynuz kondurmasının anlamı biraz daha aydınlanıyor mu?…

Bu noktada bizce önemli görünen bir hususu belirtmek isteriz: Hurrî, Hattî, … Hitit, Toros ve sair ulus ve bölge adlarının geçtiği bu mülâhazalar, dikkatimizi Küçük Asya üzerinde odaklandırıyor. Dolayısıyla da bu, başlarda kısaca söz edip daha sonra ayrıntılarıyla irdeleyeceğimiz, Küçük Asya ile yakın ilişkili, Habiru’lara götürüyor bizi ki konunun yeni araştırmalar için ilginç bir alan yarattığında şüphe yoktur.

Devam edelim Hint alanında kalmaya.

“Ateş tufanı fikrinin Hint-Avrupa asıllı olması… muhtemeldir. Fakat bunları daha ziyade gerek Yunanlıların[50] ve gerekse Hintlilerin Ön Asya’dan almış olduklarını düşünmek daha muvafıktır. Acaba Hintliler, bu gibi esaslı telâkkileri Pencap’ta ancak Keyhüsrev ve Dara egemenlikleri zamanında almış olabilirler mi?[51]

Işık tanrılarının en büyüğü Zeus ile Rig-Veda’da Dyauspita namıyla geçen “sema baba” olup Hindistan’da bu tanrıya, toprak tanrıçası eş olarak koşulmaktadır. Bu Hierogamie (kutsal izdivaç), Güneyin tanrısal köylü kültüründe gelişmiştir.[52]

Asya’nın hayvancı-göçebe unsurlarının tanrısal faaliyetleri ne denli aşağıladıkları bilinir: Dedi Korkut, dere tepe tarla, bütün ağaçlar saban olduğunda ahlâkın nasıl bozulacağını görmektense ölmeyi yeğlediğini söylermiş. Cengiz de Çin’de fethettiği tarlaları “otlak olma asaletine yükseltmiş”ti.[53] Biz keyfiyeti sadece coğrafi bünyenin şartlandırdığı bir kültürel vakıa olarak görmüştük. O ise ki Prof. Ruben aşağıdaki sözleriyle, hem kültürel vakıayı izah edici bir görüş açısına bağlıyor, hem de, şu anda ele almış olduğumuz konunun tam içine girmiş oluyor: “Orta Asya göçebeleri, anaları olan toprak tanrıçasını çift sabanıyla yaralamaktan korkuyorlardı. Bu, çiftçiliğe karşı düşmanlık şeklinde kendini gösteren ve Hint ülkelerinde de mevcut olan bir telâkki idi. Ve Buddhist, Cainist ve hattâ Brahman derviş telâkkilerine kadar sokulmuştu. Bunun herhalde çok eski bir çoban adaleti olması mümkündür…”[54]

Tarım, yoğun faaliyeti gerektiren bir üretim şekline girdikten sonra, bildiğimiz gibi, kadınla erkek arasındaki rollerde bir değişme vaki olmuş ve bu iş, topluluğun eril kesimine bırakılmış. Bu arada da, ilkahta o günlere kadar pek fark edilememiş erkeğin dahli, az çok anlaşılır hale gelmiş. O zaman toprağı mümbit, verimli, doğurgan olmaya hazırlayan âlet sıfatıyla saban, bir phallus manasına bürünmüş, onun sembolü haline gelmiş. Fakat başlangıçta toprak sadece Toprak-Ana’nın alanı bulunuyordu ve Ana’yı tedirgin etmek tehlikeliydi. Ana’yı herhangi bir kurbanla yatıştırmak gerekirdi.

Hayvan dünyasıyla dinî düzeydeki ilişkiler yerlerini insanla bitkiler arasındaki mistik dayanışma denilebilecek keyfiyete terk edince, bitkilerin “evcilleştirilmeleri”nde kadınların kesin rol oynamaları itibariyle bunlar tarlalara tesahup etmişlerdir.

Toprağın verimliliği, kadının doğurganlığına bağlıdır. Bu itibarla kadınlar, hilkatin “sırrı”ını bildiklerinden, hasatın bolluğundan sorumludurlar. Toprak kadınla birdir. Daha sonra, sabanın icadıyla, tarım çalışması cinsî fiile benzetilmiştir.[55]

Toprağın verimiyle kadının doğurganlığı arasındaki dayanışma tarımsal toplumların bariz bir niteliği olmaktadır. Uzun süre Grek ve Romalılar toprakla rahmi, yani müvellit fiille tarımsal çalışmayı birbirlerine eş tutmuşlardı; çocuksuz kadın verimsiz tarlaya benzetilmiş. Bu tema, günümüze kadar sürüp gelmiştir.

Evet, “Kadınlarınız sizin (evlât ekeceğiniz) tarladır…” Ayeti ve gerek Talmud, gerekse Tel-Amanua tabletlerindeki beyanlar hakkında çok şey hatıra getirebilecek bir tarihî gezinti yapmış olduk. Bu Hint etkisi özellikle Türk ve Yahudi mistik hareketlerinin irdelenmesi sırasında yine karşımıza çıkacaktır.

***

“Allah namına yemin ederek onun ismini, iyilik etmeye, (fenalıktan) sakınmaya, insanların arasını bulmaya siper ve engel kılmayın. Tanrı, işitici ve bilicidir (II/224).

Allah’ın Musa’ya yazdırdığı Avamir-i Aşere’nin az çok hepsinin mukabili Kur’an’da bulunuyor. XVII/23-41de Peygamber birçokları arasında: “O’ndan başkasına tapmayın, ana ve babanıza iyilik edin… Hısımlara yoksullara, yolda kalmışlara, haklarını ver… Zinaya yaklaşmayın… Allah’ın öldürülmesini haram kıldığı hiçbir canı öldürmeyin. Meğer ki hak ile ola!… Öksüzün, ergenlik çağına varıncaya kadar, malına el sürmeyin…” diye emrediyor. O ise ki Çıkış XX/2-18 ve Tesniye V/6-22’de bunlar az çok aynı kelimelerle yazılıdır.

Kur’an’daki “Allah namına yemin ederek onun ismini… siper ve engel etmeyin…” cümlesi, Çıkış XX/7’deki “Allah’ın Rabb’in ismini boş yere ağza almayacaksın..” tembihine mukabil oluyor.

***

“Korku veya tehlike içinde iseniz namazlarınızı yaya veya at sırtında eda edin. Emniyet içinde olduğunuz zaman, size bilmediklerinizi öğreten Allah’ın öğrettiği gibi Allah’ı anın” (II/239).

Buna benzer bir ayet de III/191’de bulunuyor: “Onlar ki ayakta iken, otururken, yanları üzerinde yatarken Allah’ı anarlar, göklerle yerin yaradılışını düşünürler de Tanrı’mız! Bunu boş yere yaratmadın…”

Baydavî’nin tefsirine göre Muhammed müminlere, güçlerine göre bu üç vaziyetten birinde duasını eda etmeyi emrediyor. Yani namazı ayakta kıl, bunu yapamazsan oturarak kıl; buna da kadir değilsen bir yana yaslanmış olarak kıl, demek istiyor.

Talmud da, dua için vaziyeti emrediyor: “Ve Halachah, şudur: Havinenu, ayakta; «kısa dua» ya ayakta ya da yürürken”.

“Eşek üstünde giderken, vs. Bizim Rabbi’lerimiz öğrettiler: eşek üstünde giderken Tephilla[56] zamanı gelmişse, eşeğini tutacak birisi varsa, iner ve Tephilla’yı söyler, yoksa olduğu yerde kalır ve Thephilla’yı söyler”.[57]

“Kısa dua” için de şöyle diyor Talmud: Havinenu ile “kısa dua” arasındaki fark nedir? Havinenu, üç ve üç intihanın (hayır duasının) okunmasını gerektirir ve eve varıldığında Tephilla’yı tekrar etmeye gerek yoktur. “Kısa dua”ya gelince üç iptida ya da üç intihayı gerektirmez ve eve varıldığında, Tephilla tekrar söylenecektir”.[58]

Judaismde olduğu gibi İslâm’da da fevkalâde durumlarda namaz kısaltılır: “Sefere çıktığınız zaman kâfirlerin size zarar vermesinden endişe ediyorsanız, namazlarınızı kısaltmanızda beis yoktur…” (IV/100) (Dört rekâtlık namazlar bu suretle ikiye indiriliyor).

Bütün bu namaz ve duaların eda edilmesinde önce “tahir” duruma gelmek, her iki dinde de esas oluyor. Bu bapta Talmud’a bakalım: “R. Hiyya b. Abba, R. Johanan adına dedi: Kendini hafifleten[59] ve ellerini yıkayan ve Tephillin’i açan ve Shema’yı okuyan ve Tephilla’yı söyleyen için bir mihrap inşa edip üzerinde kurban sunmuş kadar makbuldür, ‘Taharet, halinde ellerimi yıkayacağım ve ya Rabb, Senin mihrabını tavaf edeceğim’ diye yazılı olduğu gibi. Rabba ona dedi: Sahip bunu kendini suya daldırmış olarak almıyor çünkü ‘(ellerimi) yıkayacağım’ değil, ‘(taharet içinde) yıkayacağım’ diye yazılıdır”.

“Ravina Rava’ya dedi: Sahip, Batı’dan gelen ve şunları söyleyen bilgin Haham’ı gördü mü: ellerini yıkayacak suyu olmayan ellerini kumla veya çakıl taşıyla veya testere tozuyla ovabilir…”.[60]

Kur’an da “Ey iman edenler! Namaza kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınızı sıvayın. Ayaklarınızı topuklarınıza kadar yıkayın. .. hasta veya yolda bulunur… da su bulamazsanız temiz toprakla teyemmüm edin, onunla yüzlerinizi, ellerinizi sıvayın…” (V/7) diye emrediyor. Çıkış XXX/19’da da “Ve Harun’la oğulları ellerini ve ayaklarını ondan yıkayacaklar” emri var.

***

“Sayıları binlere vardığı halde ölüm korkusuyla yurtlarını bırakıp gidenleri görmedin mi? Allah onlara ‘Ölün!’ dedi. Sonra onları diriltti. Allah insanlara rahmet ve inayet edicidir. Fakat insanların çoğu şükretmezler” (II/243).

Hezekiel anlatıyor (XXXVII/1-14): “Rabb’in eli üzerimde idi… ve beni vadinin ortasına koydu ve vadi kemiklerle dolu idi… Ve bana dedi: Âdemoğlu, dirilebilir mi? Ve ben: Ya Rabb Yehova, sen bilirsin dedim. Ve bana dedi: Bu kemikler üzerine peygamberlik et ve onlara de: Kuru kemikler, Rabb’in sözünü dinleyin. Rabb Yehova bu kemiklere şöyle diyor: İşte, sizin içinize soluk koyacağım ve dirileceksiniz…”

***

“Musa’dan sonra İsrail oğullarının başlarında bulunanların ne yaptıklarına dikkat etmedin mi? Hani onlar Peygamberlerinden birine:[61] bize bir padişah gönder ki Allah yolunda harp edelim, demişlerdi. Peygamber de onlara: ‘ya size Allah yolunda harp etmek farz olunca harp etmezsiniz!’ demiş, onlar da: ‘Allah yolunda ne diye harp etmeyelim ki yerimizden yurdumuzdan çıkarıldık, çoluk çocuğumuzdan mahrum bırakıldık’ demişlerdi. Harp farz olunduğu zaman, onlar, azı müstesna olmak üzere, harbe arkalarını çevirmişlerdi. Allah zalimleri hakkıyla bilir. Peygamberleri onlara dedi ki: Allah size Talût’u hükümdar olarak gönderdi! Onlar dediler ki: O bize nasıl hükümdar olabilir. Bizim ondan fazla hükümdarlığa liyakat ve istihkakımız var. Sonra ona servetçe de bolluk verilmemiştir. Peygamber dedi ki: Allah onu sizin üzerinize seçti, ilimce ve cisimce[62] onun gelişini artırdı, bereket verdi. Allah mülkünü dilediğine verir. Allah (dilediğini) zenginleştirici ve (kimin liyakati olduğunu) bilicidir.” (II/246-48).

Muhammed burada kendisinden padişah istenen peygamberin adını tasrih etmiyorsa da bunun, Ö. R. Doğrul’un dediği gibi, Samuil olduğu şüphesizdir. Şöyle ki o, “yağ şişesini aldı ve o (Saul)un başı üzerine döktü ve onu öpüp dedi: Kendi mirası üzerine reis olarak Rabb seni meshetti, değil mi?” (I. Samuel X/l). Müslüman müfessirler, bununla birlikte, peygamberin adı üzerinde ittifak etmemektedirler. Bazıları bunun Samuil veya Joşua (Baydavî), bazıları da Şimeon (Zamakhsharî) olduğunu iddia ediyor. Tabarî’nin naklettiği Samuil’in doğumu hakkında, ayrıntılarına girmeyeceğimiz ilginç efsane[63] aslında Yahudi Hristiyan ve Müslüman rivayetlerinin bir karışımı oluyor. Bu arada müfessirlerin Ahd-i Atik’i iyi bildikleri de ayan oluyor.

***

“Peygamberleri onlara dedi ki: Talût’un hükümdarlığına alâmet size o Tabut’un gelmesi olacaktır ki içinde sekinet ve Rabb’ımız tarafından Musa ile Harun hanedanından bir bakiye vardır. Onu melekler getirecektir; şüphesiz, siz iman ediyorsanız, bunda size bir ayet var” (II/248).

Karşılaştırmaya girmeden önce bu ayet hakkında Ö. R. Doğrul’un izahlarına

göz atalım:

“Tabut, sandık demektir. Birçok müfessirlere göre bundan maksat Tevrat’ın sandığıdır ki, Hz. Musa’dan sonra İsrail oğullarının isyanı üzerine ellerinden çıkmıştır. Diğer bir rivayete göre bundan maksat Hz. Âdem’e gönderilen bir tabut ki evlâtlarından peygamber olacak kimselerin suretlerini muhtevi idi. Bu tabut Yakub’a kadar gelmiş, sonra İsrail oğullarının eline geçmişti, bunların isyanı üzerine Amalika[64] tarafından alınmıştı”.

“…İmam Ragıb’a bakarsak onun ‘tabut’ kelimesine şu manayı verdiğini görüyoruz: ‘Tabut kalptir ve sekinetten maksat ondaki ilimdir. Çünkü kalbe: Hikmet evi, ilim tabutu denilir’ nitekim Allah tarafından gelen sekinet, yani huzur ve itminanın yeri, sandıklar değil, fakat kalplerdir. O halde sekinet ve itminan ile dolu kalbin gelmesinden maksat, Talût’un hükümdarlığa geçmesiyle uğrayacağı değişikliği anlatmaktadır”.

“Kitab-ı Mukkades’te deniyor ki: Saul (yani Talût), Samuil’in yanından gitmek için döndüğü gibi Allah ona başka bir yürek verdi” (I. Samuel X/9), “ona Allah’ın ruhu gelmekle peygamberlik eyledi” (I. Samuel X/10)”.

“Bakıyyenin manası bundan evvelki nottan anlaşılıyor. Bu bakıyye, yani Musa ve Harun hanedanından arta kalan iyilik ve imandır ki meleklerin taşıdığı bu bakıyyenin yeri de yine kalptir. Yoksa Musa’nın elvanını (levhalarını) ihtiva eden sandığı melekler değil fakat hayvanlar taşıyordu. Burada bahis mevzuu olan tabut ile bakıyyeyi melekler taşıdığına göre bütün bunların kalbe ait oldukları şüphe götürmez”.[65]

“Tabut” sözcüğünün tam karşılığı İbranî ve Aramîcede bulunuyor, “sekinet”in İbranîcede olduğu gibi.

Ö. R. Doğrul’un tercümanı olduğu Müslüman rivayetine göre bu tabut gökten Âdem’e gönderilmişti. Epey dolaştıktan sonra, onu son derece değerli olarak telâkki etmiş olup onu her savaştıkları yere taşıyan İsraillilerin eline geçmişti. Zamakhsharî’ye göre Musa’nın yürüttüğü savaşlarda düşman tabutu eline geçirmişti. Talût’un (Saul’un) cülusunda tabut, bütün İsraillilerin gözü önünde, melekler tarafından geri getirilmiş ve Saul’un ayaklarının önüne bırakılmıştı. Bunun üzerine, o güne kadar tanımak istemedikleri kral Saul, bizzat Tanrı tarafından mesh edilmiş (yağ sürülmüş, ovulmuş) olarak bütün İsrail’ce kabullenilmişti.

Bu rivayet, birbiriyle ilişkisi olmayan iki farklı Yahudi rivayetinden kaynaklanmış olmalıdır. “Ve Rebaka büyük oğlu Esav’ın evde yanında bulunan en güzel esvabını aldı ve küçük oğlu Yakub’a giydirdi” (Tekvin XXVH/15). Yahudi müfessirlere göre bu esvaplar Âdem’e bizzat Tanrı tarafından verilmişti. Ancak kaynaklar, bunların Esav’ın eline geçiş şekli üzerinde tehalüf ediyorlar. Bunlardan birine göre Esav, Nemrud’un Tanrı’nın Âdem için yaptığı esvapları giydiğini fark edince onu öldürüp bunları almış.

Müslüman müfessirler “bakıyye”leri yani “Musa’nın ve Harun’un ailelerinin bıraktıkları”nın tabletleri, kırık tabletleri, Tanrı’nın gönderdiği kudret helvası (man) çömleği (“Ve Musa Harun’a dedi: Bir testi al, ve içine bir omer[66] dolusu man koy, ve nesilleriniz için saklanılmak üzere onu Rabb’in huzuruna koy” – Çıkış XVI/33), Musa’nın asası (Çıkış XVII/5) ve Harûn’un asa (değnek) ve şapkası (Zamakhsharî). Burada da yine Yahudi ve Müslüman kaynaklarının bir karışımını görüyoruz.[67]

Devam etmeden önce yukarıdaki kıssalara Müslüman-Türk rivayet ve efsanelerin ünlü kahramanlarından biri olan Nemrud’un da karıştığına dikkati çekelim. Biz Nemrud ile İbrahim’in kıssasını anlatmıştık.

***

“Talût askerleriyle hareket ederek ayrıldığı zaman dedi ki: “Allah sizi bir ırmakla sınayacak, herkim bu ırmaktan içerse benden değildir. Avuç dolusu alanlar müstesna olmak üzere kim (onun suyunu) tatmazsa muhakkak ki bendendir”… (11/249).

Tabarî’ye göre Saul (Talût) askerlerini, onları sınamak için suya sokmuş zira onlar su yokluğundan şikâyet etmişler. Sonra da onları, kendileri ile düşmanları arasından akacak bir nehir yapması için Tanrı’ya dua etmeye sevk etmiş.

“Ve Yerubbael (o Gideon’dur) ve kendisiyle beraber olan bütün kavm erken kalktılar ve Harod (Titreme) pınarı başında ordugâh kurdular…” (Hâkimler VII/1) Tevrat hikâyesiyle mezkûr ayetteki Saul öyküsünün birbirine karıştığını görüyoruz. Harod pınarı başında “… Rabb Gideon’a dedi: Kavmin sayısı yine fazladır; onları suya indir ve senin için onları orada deneyeceğim ve vaki olacak ki, sana Bu seninle beraber gidecek dediğim adam seninle beraber gidecek ve Seninle beraber gitmeyecek dediğim adam gitmeyecektir. Ve kavmi suya indirdi ve Rabb Gideon’a dedi: Köpeğin diliyle içtiği gibi diliyle su içen her adamı ayrı ve içmek için dizleri üzerine çöken her adamı da ayrı koyacaksın. Ve ellerini ağızlarına götürerek dilleriyle içenlerin sayısı üç yüz kişi oldu; fakat kavmin artakalanlarının hepsi su içmek için dizleri üzerine çöktüler. Ve Rabb Gideon’a dedi: diliyle içen üç yüz kişiyle sizi kurtaracağım ve Midyanîleri senin eline vereceğim ve bütün kavm, herkes kendi yerine gitsin” (Hâkimler VII/4-8).

Askerlerin, içecek su bulunmamasından yakınmaları nedeniyle sınandıklarına dair Tabarî’nin beyanı şüphesiz İsraillilerin çölde yakınmalarına bir telmihtir: “Ve kavm Musa ile çekişip dediler: Bize su ver de içelim. Ve Musa onlara dedi: Niçin benimle çekişiyorsunuz? Niçin Rabb’i deniyorsunuz?” (Çıkış XVII/2).

“Onlar böylece, Allah’ın ismiyle düşmanlarını bozdular ve kırdılar, Davud da Calût’u (Goliath) öldürdü. Ve Allah ona hükümdarlık ve peygamberlik verdi, ona dilediğini öğretti…” (II/251).

Tabarî bu kıssayı Tevrat’taki nakilden (bkz. I. Samuel XVII) bazı sapmalarla ayrıntılı olarak hikâye ediyor. Sapmalar, ezcümle, Davud’un, Goliath (Calût) ile dövüşmesine karşılık kralın kızını istemiş olması ve Calût’un ölümünden sonra çok kişinin bu zaferi kendine mal etmeye kalkışmış olması ama sonunda Kral Saul’un esas kahraman Calût’un kellesini getirendir diyerek elinde Filistinlinin başı ile gelen Davud’u gerçek kahraman olarak ilân etmesinden ibarettir.

Zamakhsharî, Kur’an’ın ayetini tefsir ederek Davud’un, Calût’u öldürme yolunda iken, üç taş bulduğunu, bunlardan her birinin Calût’u öldürmek için kendisinin kullanılmasını talep ettiğini beyan ediyor.

Tabarî ise bu üç taşı, üç peygamber, ezcümle Yakub, İshak ve İbrahim’e bağlıyor. Mas’ûdî’ye gelince o, bu üç taşın Davud’un torbasında tek bir taş haline geldiğini iddia ediyor.

Zamakhsharî, Tabarî ve Mas’ûdî’nin hikâye ettikleri taşlar efsanesi, Davud’un Tanrı, Harun ve üç peygamberi ululamak üzere beş taş seçtiğini ifade eden Midrash’ta bulunuyor.[68]

***

“Allah O, O’ndan başka tapacak yok! Daima yaşayan, daima durup tutan O. Ne uyuklar, ne uyur. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nun, O’nun izni olmadan, nezdinde şefaatte bulunmak kimin haddi? (Kullarının) önünde ardında ne var, hepsini bilir, kulları ise, dilediği kadarından başka, ilminden bir şey kavrayamazlar. Kudret ve azameti gökleri ve yeri kucaklamıştır. (Gökleri ve yeri) görüp gözetlemek O’na asla ağırlık vermez. Ulu ve Büyük yalnız O” (II/255). Bu ünlü “Ayetü’l kürsî”, birçok Anadolu Selçuklu yapısının dışını süsler (Resim 14).

Şimdi bunu aşağıdakilerle kıyaslayalım: “Rabb Ben’im ve başkası yoktur; benden başka Allah yoktur. Sen beni tanımazken sana kuşak bağladım ki, şarktan ve garptan olanlar benden başkası olmadığını bilsinler; Rabb Ben’im. ve başkası yoktur. Işığa şekil veren ve karanlığı yaratan; barışıklık eden ve belâ yaratan; bütün bunları yaratan Rabb Ben’im” (İşaya XLV/5-8). “İşte, gökler ve göklerin gökleri, yer ve onda olan her şey Allah’ın olan Rabb’indir” (Tesniye X/14). “İşte, İsrail’i koruyan uyuklamaz ve uyumaz” (Mezmurlar CXXI/4)…

Şefaatte bulanabilmek için Allah’ın izninin gerekliliği düşüncesi Yahudi geleneğinde bulunuyor. Aggada’ya göre Tanrı İbrahim’e; onun şefaat etmesini sağlamak üzere Sodom’u tahrip etme niyetini açıklar. Benzer şekilde Tanrı Musa’yı, İsrail halkı için şefaatte bulunmaya teşvik eder.[69]

***

“Allah’ın kendisine verdiği saltanattan dolayı şımararak İbrahim ile Tanrı’sı hakkında çekişenin haline bir baksana. İbrahim, dirilten ve öldüren, benim Tanrı’mdır, demiş o da ‘ben öldürür ve yaşatırım’ demişti. İbrahim, benim Tanrı’m güneşi doğu yerinden doğduruyor, sen onu batı yerinden doğdur! demiş, kâfir olan donakalmıştı. Zaten Allah da, zalim olanlar doğru yola iletmez” (II/258).

Bu ayeti tefsir eden Ö. R. Doğrul şöyle diyor: “Hz. İbrahim ile mücadele edenin güneşe tapanlardan olduğu anlaşılıyor. Bu adam öldürücü ve yaşatıcı olduğunu iddia ettikten sonra İbrahim onu mebhut eden (şaşkına çeviren) bir delil ileri sürmüş, ölüm ve dirilik ancak Allah’ın elinde olmasına mebni onun taptığı güneşi mağripten doğdurmasını istemiş, o da aciz kalmıştı”.[70]

Doğrul, Kur’an’da adı geçmediği için, mezkûr “kâfir”in Nemrud olduğunu söylemiyor. O ise ki, halk geleneğinde (folklorunda) Nemrud, Anadolu dünyasının az çok her yerinde, bu arada Urfa’da, Adıyaman’da, Van-Bitlis’te, halk hikâyelerinde olduğu kadar dağ adlarında da yaşıyor (Resim 2), Nitekim, yukarıdaki ayetin doğrultusunda XXl/68-71, XXIX/24, XXXVII/97-98’de sözü edilen, İbrahim’i yakacak olan ateş, Urfa efsanesinde, Ayn-ı Zeliha havuzunun suyuna, odunlar da içindeki balıklara dönüşmüş! (Resim 10)

Kur’an’da geçmemesine rağmen Nemrud’un Anadolu’ya varmasını Yahudi kaynaklara bağlamakta bir hata yoktur şöyle ki bu hükümdar Yahudi efsanesi Midrash’ın çeşitli rivayetlerinde yer alıyor. Bunların ayrıntılarına girmiyoruz.[71]

“Yahut o kimsenin hali gibi ki çatıları çökmüş, her tarafı yıkılıp harap olmuş bir şehre uğrayarak ‘Allah burasını ölümden sonra nasıl diriltir?’ demiş. Allah da onu yüz yıl ölü bıraktıktan sonra dirilterek ona: Ne kadar zaman kaldın? diye sormuş. O da: ‘Bir gün, belki de bir günden daha az!’ demiş, Allah ona ‘Belki yüz yıl kaldın. Yediğin yemeğe, içtiğin suya bak ki, bozulmadan duruyor, bir de bindiğin merkebe bak! Senin bu halini insanlara ibret nişanesi yapacağız. Kemiklere bak, onları nasıl diziyor, yerli yerine koyuyor, sonra onlara et bağlatıyoruz’ demişti. Vaktaki bunların hepsi ona besbelli oldu, o da ‘artık bildim ki Allah her şeye kemaliyle kadirdir’ dedi” (II/254).

Geiger bu ayeti Nehemya II/13 ile irtibatlandırıyor: “Ve geceleyin dere kapısından, çakal kuyusuna ve gübre kapısına doğru çıktım ve yıkılmış olan Yeruşalim’in (Kudüs) duvarlarını ve ateşin yiyip bitirdiği kapılarını gözden geçirdim”.

Bununla birlikte bu ayet ile Talmud’daki Daire-çizen Honi efsanesi arasında yakın bir benzerlik mevcut “R. Johanan dedi: Bu mübarek adam (Honi) bütün yaşamı boyunca Mezmur CXXVI/l’deki Rabb Sion’a dönenleri getirince, rüya görenler gibi idik mısralarının manası hususunda tedirgin olmuş. Bir insanın yetmiş yıl süreyle rüya görmesi mümkün müdür? Bir gün yolda giderken, bir harub (keçiboynuzu) ağacı diken bir adamı görüp sormuş, ağacın ne kadar zaman sonra meyve vermeye başlayacağını. Adam yanıtlamış: Yetmiş yıl. Tekrar sormuş: Bir başka yetmiş yıl daha yaşayacağından emin misin? Adam yanıtlamış: Ben dünyada hazır büyümüş harub ağaçları buldum; dedelerimin bunları benin için diktikleri gibi ben de çocuklarım için dikiyorum. Honi, bir şeyler yemek için oturur ve uyku basar. Uyuduğunda civarındaki kayalar onu kuşatıp kapatır ve gözlerden gizler ve o burada yetmiş yıl uyur. Uyandığında, harub ağacının meyvelerini toplamakta olan bir adam görür ve sorar. Ağacı diken adam sen misin? Adam yanıtlar: Ben onun torunuyum. Bunun üzerine seslenir: Yetmiş yıl süreyle uyumuş olduğum aşikârdır…”

“Kemiklere bak, onları nasıl diziyor, yerli yerine koyuyor, sonra onlara et bağlatıyoruz” tümcesi de vadide kurumuş kemiklere taallûk eden Hezekiel’in düşünü hatırlatıyor. Bu arada Kur’an II/243, 259 da, ilişkisi itibariyle, akılda tutulacaktır.[72]

***

“Onlar ki riba yerler, ancak şeytan çarpmasıyla çarpılmış gibi kalkarlar. Bunların böyle olmaları, ticaret, riba gibidir demelerindendir. Allah alım satımı halâl ve ribayı haram kıldı. Kim ki kendisine Tanrı’sından öğüt erişir de (riba yemekten) vazgeçerse, evvelce aldığı onundur. Onun işi Allah’a aittir. Kim (riba)ya dönerse işte ateşlik onlardır. Ve onlar orada kalırlar. Allah ribayı mahveder ve sadakaları nemalandırır. Allah koyu nankör ve günahkâr olanların hiçbirini sevmez” (II/275-6).

Tevrat’ın “Eğer kavmime, yanında olan bir fakire, ödünç para verirsen, ona murabahacı olmayacaksın; onun üzerine faiz koymayacaksın” (Çıkış XXII/XXV) beyanına müşabih olarak Kur’an “Riba ile ve insanların malıyla nemalanmak üzere verdiğiniz mal, Allah’ın nezdinde nemalanmaz…” hükmünü bildiriyor ve “Ey iman edenler! Ribayı kat kat katlayarak, yemeyin. Allah’a karşı gelmekten korunun ki felah bulasınız” (III/130) emrini ifade ediyor.

İslâm’a göre riba iki Müslüman arasındaki alışverişte men edilmiş ama bir gayri-müslim’le muamelede mubah kılınmıştır. Keza tabir sadece para muamelelerine yani nakit ribasına münhasır olmayıp kârın hâsıl olduğu her türlü değiş tokuş ya da iş muamelelerine de şamildir.[73]

Bu aynı düşünce, Tevrat’ta da ifade edilmiştir: “Para faizi olsun, zahire faizi olsun yahut ödünç verilen bir şeyin faizi olsun, faizle kardeşine ödünç vermeyeceksin. Yabancıya faizle ödünç verebilirsin, fakat kardeşine faizle ödünç vermeyeceksin, ta ki, mülk olarak almak üzere gitmekte olduğun diyarda elini atacağın her şeyde Allah’ın Rabb seni mübarek kılsın” (Tesniye XXIII/19-20).

***

“Ey iman edenler! Birbirinize, muayyen bir vakitte ödenmek üzere borçlandığınız zaman bunu yazın. Bir kâtip (alacak-vereceğinizi) doğruca yazsın. Kâtip, Allah’ın öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin. Yazsın. Borçlu olan kimse borcunu ikrar ve imlâ etsin, Tanrı’sı olan Allah’tan korksun ve (borcundan) hiçbir şey noksan bırakmasın. Şayet borçlu olan kimsenin aklı nakıs veya zayıf ise yahut ikrara gücü yetmezse onun velisi adalet ve hakkaniyet dairesinde ikrar etsin. İki erkek şahidin şahadetini alın…” II/282).

Kur’an’daki iki şahit koşulu Ahd-i Atik’in “ölecek olan adam iki şahidin veya üç şahidin sözü ile öldürülecek…” (Tesniye XVII/6); “Bir adama karşı işlediği her türlü suçta, her türlü fesat yahut suç için bir şahit kalkmayacak; iki şahidin sözü ile veya üç şahidin sözü ile bir şey sabit olacaktır (Tesniye XIX/15) beyanlarına uymaktadır. Günümüzde “iki şahitle adam asarlar” halk deyimi caridir.

***

“Sana Kitâb’ı hak ile daha evvelki (Kitâb)ları doğrulamak üzere O gönderdi! İnsanların hidayeti için Tevrat’ı da, İncil’i de daha evvel gönderdi. Furkan’ı da indirdi” (III/3).

Burada kullanılan nazzala (aşağı gönderdi – indirdi) ve anzala (vahy-ifşa edilmiş) tabirleri Çıkış XIX/20’deki “Ve Rabb…dağın tepesine indi…” ve XIX/21’deki “Ve Rabb Musa’ya dedi: in…” ifadelerini hatırlatıyor şöyle ki “in”, Tora’nın verilişi ile ilişkili olup Muhammed’in kendi vahyi için müşabih bir kullanımda bulunmuş olması muhtemeldir.

Divermento

Anlatılır. Bir Batılı Türkolog-İslamolog İstanbul’da tramvaya binmiş; vatmana sesleniyormuş: “Tavakkuf ediniz, nüzul edeceğim!” diye…

“Yasa” olarak Tevrat-Taurat tabiri, Geiger’e göre, sadece, Ahd-i-Atik’in ilk beş Kitâb’ı (Pentateuch) anlamında Yahudi vahyini – ifşasını telmih eder. Daha sonra Müslüman şarihler bunu Mezmurlar’a, İşaya’nın peygamberliği ve sair peygamberliklere, İncil hariç, teşmil etmişlerdir.

Muhammed Musa’yı vâzı’ı kanun olarak telâkki edip Mezamir ve öbür Kitâb’ı Mukaddes peygamberlerini ayrıca mütalâa ettiğine göre burada “Tevrat”tan ilk beş Kitâb’ı (Pentateuch) ima etmiş olması doğaldır. Keza Yahudiler için de İbranîce rehber, ilim ya da tedris manasında olan Tora, başlarda sadece Pentateuch’ü ifade ediyordu. Ancak zamanla Tora tabiri, sadece Pentateuch’ü değil, tüm Kutsal Kitâb’ı ve hattâ tüm Yahudi dinî edebiyat dizisini de kapsamış. Tora’yı tanımlamakta Pentateuch’ü aşan Müslüman şarihler de, Arabistan’da Yahudilerce kabul edilen görüşe uymuşlardır.[74]

“Yerde, gökte hiçbir şey, Allah’a gizli kalmaz. Size rahimlerde istediği gibi suret veren O’dur. Ondan başka tapacak yoktur. Aziz, O; Hakîm O”. (III/5-6).

Tanrı’dan hiçbir şeyin gizli tutulamayacağı düşüncesi Hahamlık yazınında çok sık vurgulanır. Midrash, günahkârların Allah’la aralarında yedi kat gök olduğu için günah işlediklerini O’nun görmeyeceğini sandıklarını, o ise ki Tanrı’nın herkesi ve her şeyi gördüğünü beyan ediyor.

“Size rahimlerde istediği gibi suret veren” cümlesine gelince: “Seni yaratan ve rahimden sana şekil veren, sana yardım edecek olan Rabb. ..” (İşaya XLIV/2); “Ana karnında sana şekil vermeden önce seni tanıdım…” (Yeremya I/5); “Çünkü böbreklerimi sen teşkil ettin; anam karnında beni ördün” (Mezmurlar CXXXIX/13); “Beni ana karnında yaratan onu da yaratmadı mı? Ve rahimde bize şekil veren bir değil midir?” (Eyub XXXI/15) ibareleri ile ayniyet ayan oluyor.

Kur’an’ın “şekillendirme” veya “suret verme” için halaka (halk) yerine sawwara tabirini kullanmış olması ilginçtir. İkincisi, insanın yaratılışıyla ilgili olarak Tevrat’taki yazar sözcüğünün tam karşılığı oluyor.[75]

***

“İnkâr edip kâfir olanların ne malları, ne de evlâtları, Allah’a karşı kendilerine hiçbir şeye yaramaz. Bunlar onlardır ki ateşin yakıtıdırlar” (III/10).

Mezmur yazarları sesleniyorlar: “Zenginliklerine güvenenlerden ve servetlerinin çokluğu ile övünenlerden hiçbiri, kardeşini fidye ile kurtaramaz, Allah’a kefaretini veremez… Bir adam zengin olursa… korkma. Çünkü ölümünde hiçbir şeyi beraber götürmez…” (Mezmurlar XLIX/6-18).

“Bin gırye edersen seni ahır ayırırlar

Ferzend ü zer ü debdebe ü sim ü zerrinden

Bu mülk-ü fenaya ki ademden sefer ettin

Sûdun (kârın) nedir ancak onu bilsen seferinden

Simiyle zerrin kendine kat kat siper etsen

Merk (ölüm) okunu geçmez mi sanırsın siperinden

…” (Ruhi – XVI. yy.)

“Nedir sûdu bu bazar-ı fenada celb-i emvalin?” (Nabi – XVII. yy.)

***

“Size karşı karşıya gelen iki fırkanın halinde âyet (ibret ve işaret) vardır.

Bunlardan biri Allah yolunda dövüşüyordu. Öteki kâfirdi. Ve müminler onu gözlerinin ta içiyle kendilerine nispetle iki kat görüyorlardı. Allah dilediğine yardımıyla metanet verir. Bunda basiret erbabı için ibret vardır” (III/13).

Bu noktada Ö.R. Doğrul’un şerhi ilginç olmaktadır: “Burada Bedir muharebesine işaret ediliyor. Bu muharebeye iştirak eden müminlerin sayısı 313, müşriklerin sayısı 1000 kadardı… Müslümanlara sabır ve sebat gösterdikleri takdirde kendilerinin iki misli olan düşmanı mağlup edecekleri vaat olunmuştu.[76] Bunun sebebi yalnız müminlere zafer vaat olunması değil aynı zamanda bu zaferle Eş’iya (Eşaya) Peygamber tarafından verilen müjdenin tahakkuk etmesidir, Eş’iya Peygamber Arabistan hakkındaki vahyında der ki ‘Teyma diyarının, sekenesi susamış olanı su ile karşıladılar ve firarinin önüne ekmekle çıktılar. Zira onlar kılıç önünden ve kurulmuş yay önünden ve şiddetli muharebe önünden kaçtılar. Rabb bana şöyle buyurdu: (ücretlilerin hesabıyla) bir sene zarfında Kaydar’ın bütün izzeti zeval bulacaktır’”[77]

“Kaydar İsmail’in oğludur. Kitâb-ı Mukaddeste bu kelime ile bütün İsmail zürriyeti ve Araplar kast olunur. Tarih hadiselerinin en büyüklerinden birini teşkil eden firar hadisesi Hz. Muhammed’in hicretidir. Hz. Muhammed ile yârı-gaarı (mağara dostu) Ebu Bekir çekilmiş kılıçlardan, şiddetle takiplerden kaçmışlar ve hicretten bir sene sonra Bedir muharebesi vuku bularak Kaydar’ın, yani Kureyş’in izzeti zeval bulmuştur”.[78]

Gerçekten Müslüman müfessirler bu ayetin, Muhammed’in Mekkelilere karşı kazandığı ilk büyük muzafferiyet olan Bedir muharebesinden sonra tertiplenmiş olduğunu ileri sürmektedirler. Bu vesileyle üç mucize vaki olmuştu: a) Muhammed, Cebrail’in tembihi üzerine bir avuç çakıl alıp düşmana doğru fırlatmış; Mekkeliler derhal sırtlarını dönüp kaçmışlar, b) “Kâfirler müminlerin sayısının kendilerininkinin iki katı olduğunu sanıyorlarmış, o ise ki kâfirlerin sayısı 1000 iken müminlerinki 310 civarında idi” (Baydavî). Tanrı, başlarında Cebrail olmak üzere, aşağıya üç bin melek göndermiş, bunlar düşmanı bozmuşlar, Kureyş kabilesi mensuplarından yedi yüzünü öldürüp bir o kadar esir almışlar; kendileri de savaşta on dört er şehit vermişler.

Bu kabil mucizelerin ilk ikisine müşabih bir kıssa da Talmud’da hikâye edilmektedir: “Bir gün Yahudiler İmparator’a bir armağan göndermeyi arzulayıp müzakereden sonra bunu çok mucize yaşamış olan Gamzulu Nahum’un götürmesini kararlaştırmışlar. Onunla bir çanta dolusu değerli taş ve inci göndermişler. Nahum yola çıkmış ve geceyi bir konaklama yerinde geçirmiş ve buradaki adamlar kalkıp bavulu boşaltmışlar ve içine toprak doldurmuşlar. Ertesi sabah işin farkına varan Nahum, bunun hayıra, alâmet olduğunu söylemiş. Menzil-i maksuda vardığında bavulu açanlar bunun toprakla dolu olduğunu görürler. Bunun üzerine kral, Yahudilerin kendisiyle alay ettiklerini sanarak hepsinin öldürülmesini istemiş. Nahum yine bunun hayra alâmet olduğunu tekrarlamış. Bunun üzerine onların (Romalıların) kılığına bürünmüş Eliah zuhur etmiş ve bunun belki de babaları İbrahim’in toprağından olduğuna işaret etmiş şöyle ki (düşmana doğru) toprağı attığında, kılıçlara dönüşmüş, anız (attığında) oklara dönüşmüş zira “… onları bir toz gibi onun kılıcına, yelin sürdüğü anız gibi onun yayına veriyor” deniyor, İşaya XLI/2’de. O ana kadar imparatorun alamadığı bir eyalet varmış ki bu toprakla yeniden denendiğinde, burasının fethi mümkün olmuş. Bunun üzerine onu (Nahum’u) kraliyet hazinesine götürmüşler ve bavulunu değerli taş ve incilerle doldurarak büyük izzetle geri göndermişler. Dönüşünde yine aynı konaklama yerinde geceyi geçirdiğinde kendisine krala ne götürdün ki sana bu denli büyük tazim gösterdiler diye sormuşlar. O da ben oraya buradan almış olduğum şeyi götürdüm yanıtını vermiş. Bunun üzerine hancı binayı yerle bir edip bütün toprağı krala götürmüş ve ona getirilmiş olan toprağın kendisine ait olduğunu söylemiş. Denemişler ve bunun işe yaramadığını saptayıp hancıyı idam etmişler”.

Üçüncü mucizeye gelince Midrash’ta, Yakub’la hesaplaşmak üzere dört yüz yiğitle gelen Esav’ın önüne, bunları süpüren büyük bir melek ordusu çıkmış. Bu şerh, Tekvin XXXII/l-4’e göre Yakub’un haberciler gönderdiği esasına dayanmakta olup Midrash’a göre haberciler gerçek meleklermiş.

Keza II. Krallar XIX/35’de “Ve o gece vaki oldu ki, Rabb’in meleği çıktı ve Asur ordugâhında yüz seksen beş bin kişiyi vurdu ve sabahleyin adamlar erken kalktıkları zaman, işte, onların hepsi ölmüşlerdi” beyanı okunuyor.[79]

***

“De ki: Mülkün asıl sahibi Sen’sin Allah’ım. Sen mülkü dilediğine verir, mülkü dilediğinden çekip, alırsın. Dilediğini aziz kılar, dilediğini zelil edersin, iyilik yalnız senin elindedir. Sen her şeye hakkiyle kadirsin. Geceyi gündüze geçirir, gündüzü geceye geçirirsin, diriyi ölüden çıkarır ve ölüyü diriden çıkarırsın. Dilediğine sayısız rızık verirsin. Müminler, müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa Allah ile ilişiği kesilmiş olur. Ancak onların (şerrinden) korumak için yaptığınız başkadır. Allah sizi kendinden tahzir eder. Dönülecek yer onun huzurudur” (III/26-29).

Bunun tamamen aynı olarak I. Tarihler XXIX/11-12’de şunları okuyoruz: “Ya Rabb, büyüklük ve ceberrat ve cemal ve zafer ve haşmet senindir; çünkü gökte ve yerde olan her şey senindir; ya Rabb, krallık senindir ve sen, baş olarak her şeyden yükseksin”.

Ve Hanna, ünlü duasında “Emirlerle beraber oturtmak için, izzet kürsüsünü miras getirmek için, yoksulu topraktan kaldırır, fakiri gübrelikten yükseltir; çünkü yerin direkleri Rabb’indir ve dünyayı onların üzerine kurdu” (I. Samuel II/8) diyor.

Talmud’a göre en pespaye adam bile gökten atanır.

Bazı kitapların “Kur’an’ın Rabb’in kırallığı” tabirini “Allah kralların kralıdır” olarak ifade etmelerini Zamakhsharî, kralların kalplerinin ellerinde olduğu şeklinde tefsir ediyor. Bu görüş Süleyman’ın Meselleri XXI/1 “Rabb’in elinde kralın yüreği su arkları gibidir; istediği tarafa onu çevirir” sözüne tetabuk etmektedir.[80]

***

“Onlar ki küfrederler ve kâfir olarak ölürler, dünya dolusu altınları olsa ve azaptan kurtulmak için onu feda etseler de (bu fedakârlık) onlardan kabul olunmaz. Bunlar için acıklı azap vardır, onların yardımcıları da yoktur” (III/91).

Tanrı öfkesinden mahkûm edilmiş kişilerin fidye vererek kurtulmalarının mümkün olmadığı aynen Tevrat ve Hahamlık kaynaklarında yazılıdır:

“Gümüşlerini sokaklara atacaklar ve altınları murdar şey sayılacak, Rabb’in gazap gününde gümüşleri ve altınları onları kurtarmayacak, canlarını doyurmayacak ve karınlarını doldurmayacak; çünkü onlara fesat tökezi oldu” (Hezekiel VII/18).

“Simiyle zerrin kendine kat kat siper etsen,

Merk okunu geçmez mi sanırsın siperinden” dememiş miydi şair?…

Devam edelim.

“Rabbin gazap gününde gümüşleri de altınları da onları kurtaramayacak; ancak O’nun kıskançlık ateşi bütün memleketi yiyip bitirecek; çünkü memlekette oturanların hepsini sona, hem de korkunç bir sona erdirecek” (Tsefanya 1/18).

***

“Hiçbir kimse Allah’ın izni olmadıkça can veremez. Herkesin ömrü vadelidir (ve bu vade) şaşmaz bir yazıdır. Dünyanın sevabını dileyene dilediğini ondan verir. Ahiret sevabını isteyene de, dilediğini ondan veririz. Şükredenleri mükâfata nail edeceğiz” (III/45).

Baydavî’ye göre “herkesin ömrü vadelidir” cümlesi “bir süre için saptanmış”, veya “ölüm saptanmış süreden önce ya da sonra gelmeyecek” anlamındadır. Keza Yahudi Rabbi’ler, muhakemelerini “İnsanların adımları Rabb tarafından pekiştirilir…” (Mezmurlar XXXVII/23) ve “İnsanın adımları Rabb’indedir ve insan kendi yolunu nasıl anlayabilir?” (Süleymanın Meselleri XX/24) hükümlerine dayandırarak “Gökten emir gelmedikçe hiç kimse bu dünyada parmağını yaralayamaz” düsturu ileri sürülmüştür. Mezmurlar XXXlX/5’de Davud sesleniyor: “İşte günlerimi bir karış ettin ve ömrüm senin indinde bir hiç gibidir; gerçek en iyi halinde herkes ancak bir soluktur”. Hahamların bunu tefsirlerine göre Davud Sebt’te öleceğini öğrenince Tanrı’dan haftanın ilk günü ya da Sebt’in arifesinde ölmeyi niyazlamış. Tanrı’da “Çünkü avlularında bir gün, bin günden iyidir…” (Mezmurlar LXXXIV/10).

“Allah size yardım ederse sizi yenen bulunmaz. Sizi yardımsız bırakırsa ondan başka size kim yardım edebilir. Müminler o halde Allah’a dayansınlar.” (III/160).

Müşabih ifadeler Mezmurlar CXVIII/6’da: “Rabb benimledir ve ben korkmam; insan bana ne yapabilir?” ve “… Rabb’e güvenen adamın çevresini inayet kuşatır” (ibd., XXXII/10) ile Yeremiah XVII/15’de: “Rabb şöyle diyor: İnsana güvenen, ve beşeri kendisine bazu edinen ve yüreği Rabb’den ayrılan adam lânetlidir” buyuruyor.

“Sakın kâfir olanlar kendilerine verdiğimiz mühleti ve ömrü, haklarında hayırlı sanmasınlar. Onlara mühlet vermemiz, günahlarını artırmamız içindir. Onlar için rüsva edici azap vardır. Allah müminleri bulunduğunuz halde bırakacak değildir. O iyi ile kötüyü ayıracaktır…” (III/178-9).

Kur’an’ın bu düşüncesine müşabih olarak Talmud da şunları beyan ediyor: “Bu dünyada günahkârlar ne ile kıyaslanırlar? Bir murdar yerde tümüyle duran bir ağaca, bir dalı paklık yerine sarksa: dal budandığında ağaç tamamen murdar yerde kalır. Böylece de Allah, onları bu dünyada refaha eriştirir, onları mahvedip en alt kademeye indirmek için zira şöyle denmiştir, Yol var ki adamın önüne doğru görünür; fakat onun sonu ölüm yollarıdır (Süleymanın Meselleri X1V/12). Bir başka yerde de Talmud yine “sapıklar için fakat hainlerin sapıklığı kendilerini helak eder diye yazılıdır (ibd. XI/3)” diyor.[81]

***

“Onlar derler ki: “Allah bize, ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe hiçbir Peygambere inanmamayı emretti” (III/183).

Tabarî, Zamakhshari ile Baydavî bu ayeti, İsraillilerin gökten bir ateş inip kurbanı yakıp kül etmesini peygamberin doğruluğuna bir işaret olarak kabul ettikleriyle izah ediyorlar. Gerçekten I. Krallar XVIII/22 ve dev.’da şunlar hikâye ediliyor: “Ve İlya kavma dedi: Rabb’in peygamberi olarak ben yalnız ben kaldım; fakat Baal’in peygamberleri dört yüz elli kişidirler. Ve bize iki boğa verilsin ve kendileri için bir boğa seçsinler ve onu parçalara ayırsınlar ve odunların üzerine koysunlar ve ateş koymasınlar, ben de öbür boğayı hazırlayacağım ve odunların üzerine koyacağım ve ateş koymayacağım. Ve siz ilâhınızın ismini çağırın, ben de Yehova’nın ismini çağırayım ve hangi Allah ateşle cevap verirse, Allah odur. Ve bütün kavm cevap verdi: Bu söz iyidir, dedi…”. Ve sonunda Rabb’in gönderdiği ateş, üzerine fazladan dört küp de su dökülmüş İlya’nın “takdimesini, odunları ve taşları ve toprağı yiyip bitirdi ve hendekte olan suyu yaladı”.

***

İslâm’ın öğretisi ve bunun kökenleri

Ömer Rıza Doğrul, “Tanrı Buyruğunun başına yazdığı “Kur’an-ı Kerimin Tercüme ve Tefsirine Giriş”te, konumuzla doğruca ilgili son derece önemli beyanlarda bulunuyor: “Kur’an yalnız kendisinin doğruluğuna inanmayı istemez. Daha evvel gelen Peygamberlerin kitaplarına inanmayı emir ve emrini ikinci surenin baş tarafında ifade eder. Kur’ana göre her millete bir Peygamber gönderilmiştir (Fâtır Suresi 54). Kur’an bütün Peygamberlerin isimlerini saymadığını, yalnız bir kısmının isimlerini saydığını tasrih etmektedir (Mümin Suresi 78)…”

“Kur’an-ı Kerim, Mukaddes Kitapların nigehbanı (bekçisi-gözcüsü) olduğunu söyledikten başka dinler arasındaki ihtilâfları halleder ‘Hâkim’ olduğunu anlatarak…”[82]

“Kur’an’da Allah lâfzından sonra en çok tekerrür eden isim ‘Rab’dır. Rab olmak, bir şeyi bir halden bir hale geçirerek tamamlayıncaya kadar yetiştirmektir. Bu bakımdan Rab, yalnız beslenme imkânlarını temin eden değil, beslenme yoluyla belirecek kabiliyetleri de önceden ihsan eden ve bu kabiliyetlerin kemale ermesini sağlamak için her şeyi yapan, her şartı hazırlayan Tanrı demektir… Ve Allah’ın bu sıfatı Kur’an’da 965 kere tekerrür eder… Göze çarpan bir hususiyet bu kelimenin tek başına değil, başka kelimelerle birlikte kullanıldığıdır…”[83]

Nuh üzerinde de uzunca duruyor Doğrul. Anlaşıldığı kadarıyla Tevrat’ın temelinde yatan peygamberlerden biri olan bu “tarihî?” kişi, İslâm mitolojisinde sonunda Poseidon’un benzeşiği (müteşabihi) oluyor.

Bundan sonra Doğrul, günümüzde “içimizde yaşayan” Hızır’dan da şöyle söz ediyor: “Yine Kur’an Hz. Musa’nın kendisinden bilgi öğrenmek üzere yanına gittiği bir peygamberden bahseder (Kehf Suresi 60-82). Ve onun iki nehrin birleştiği yerde ikamet etliğini söyler. Amme buna Hızır derler.”[84]

Ve incir ve zeytin… Döneceğiz bütün bunlara.

Gerçekten o denli iç içe olunmuştur ki bir XV. yy. Türk yazmasındaki bir minyatür, Muhammed’le Musa’yı birlikte temsil etmiş (Resim 15); Zübdet-üt-Tevarih’te (1583) de bir Müslüman olarak tersim edilmiş peygamber Hezekiel, ölüyü diriltirken gösteriliyor (Resim 16).

Bilim adamlarını uğraştıran bir sorun da bütün bu İslâm “serüven”i içinde Muhammed’in öğretisinin, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, içinde bulunulan ortama ne denli uyduğudur. “Bu ortamın payı Peygamberin öğretisinde ve dolayısıyla yeni dinin bütün muahhar gelişme bağlantısında a priori (peşinen) ihmal edilemez. Öbür yandan bu aynı sosyolojik veya coğrafî ortamın Peygamberin başarısında, hiç değilse vahiy-ifşasında ne denli dahli vardı?…[85]

Cemaati ifade etmede kullanılan umma-ümmet sözcüğü daha önce de gördüğümüz gibi, muhtemelen İbranî ummâ, ulus’tan alınmış olup hem ethnik, hem de dinî zatiyetler ve hattâ bazı müşterek nitelik ya da özelliklerle birbirlerine bağlı insan gruplarına izafe edilirdi. Tabir sık sık Kur’an’da geçip burada Hristiyanlara, iyi Hristiyanlara, Yahudilere, Araplara ve erdemlilere ve de Peygamberin muakkiplerine ıtlak olunur.[86]

Birçok geleneksel malayani sözde Tanrı bizzat Muhammed’e On iki İmam’ı, adlarıyla, bildirir. Mezkûr İmamlar sırası peşinen Allah tarafından bütün zamanlar için saptanmış ve Muhammed tarafından bir tanrısal tayin olarak tesis edilmiştir. Harun kavminden bir Yahudi, bunları “Harun’un Kitâbı’ndan biliyor… İmamî kuramların delilleri, tıpkı Sünnî tarikin savunucularının Muhammed’in misyonunu Kitâb-ı Mukaddes’ten ispat etmeleri gibi, Ahd-i Atik’ten çıkartılmaktadır.[87]

Hidayet kavramının tam muadili İslâm’da mevcut değildir. O, mistik işrak-vecd ile aynı değildir ve de ne imanın kabulünün sarsıntısı, ne de, iman bir kez kabullenildikten sonra, necatın işaret ya da ümididir. Zira Müslüman eschatology’sine göre beşer tabiatı Tanrı’nın Hristiyanlık için nesilden nesle intikal eden bir ilksel günahı yaratan düzeninin tam bir inkârına varmamıştır. Bir anlamda, son Yasa, Muhammedî ifşa, o güne kadar Jehovah’ın lânetlemesinin ağırlığı altında bükülmüş beşer lehine tanrısal hayırhahlığın, merhamet’in bir işareti olmaktadır. Her ne kadar günah işlemeye eğilimli ise de tabiatı iyi olduğundan Müslüman, dünya ötesi akıbeti hakkında mukadder olarak ruhî boğuntuya teslim edilmiş değildir: dünya ötesi yaşamını teminat altına almak için Yasa’ya riayet etmek, pişman olmak, gerektiğinde telâfi yoluna gitmek yeterlidir. Bununla birlikte İslâm bir nazik ikilemle karşı karşıya kalmıştır: Her şeyi bilen Tanrı, geleceği de biliyor; bunda her insanın kaderi (necat ya da Gehenne’ye düşme) de var; ama yine de ona bir gerçek ahlâkî hürriyeti tanıyor.[88]

Dinî yenilenmenin iki büyük sınır-kuramı vardır. Troeltsh ya da Bergson’a göre din, bazı istisnaî kişilerin (ya da kişi grupları: İsa’nın, Havariyûn tarafından devam ettirilen hareketi; başlıca sahabe ve Hulefâ-i Raşidîn’inki) saçtıkları etkiden hâsıl olan ve mevcut dinî veriyi yeniden yorumlayarak onu müesseseleştiren ve onun mistik eğilimlerini fikrî olarak örgütleyen bir olgudur. Veya Durkheim’a göre toplumun kendisi tarafından kendinin farkına vararak ve değişme-sıçrama (mutation) durumunda olumsallık içinde vardığı noktaya intibak eden işbu toplumun idealleştirilen bir yansıtmasıdır.

Gerçekten, sosyoloji açısından, Müslüman dinî öğretisinin ideleştirilmesinin bir genel görünüme getirilmesi aydınlatıcı olabilir. İki Kur’an ayetini mezceden Buharî tarafından ortaya konan İslâm amentüsü, bir eğitimsel kehaneti yayan kendini toparlama menzili düşüncesine bağlanır: “Allah’a, Meleklerine, gönderilmiş Resullerine, Kıyamet Günü’ne, Allah tarafından iyi ve kötünün saptanacağına (Fûrkan) inanıyorum”. Rütbe silsilesine uygun tabiatlarına göre sınıflandırılabilen varlıklar tarafından dilde somutlaşan vahiy-ifşanın amaç ve sürecini şöyle tanımlıyor. Meleklerden haberci (Vahiy için Cebrail, ölüm için Azrail), beşer için yeni bir Yasa’nın vahyine nail olmuş altı büyük Nebi (Âdem, Nuh, İbrahim, Musa, İsa, Muhammed), muayyen bir insan grubuna doğru “gönderilmiş” peygamberler, iletileri rüyada alan basit peygamberler, asrın bozulmuşluğunu kafa kola getiren ve “daha saf bir yasa”ya kavuşturup onu yücelten esinli kişiler: resul, beşîr (müjdeci), nâsir (yayan, saçan), dâi (Tanrı’yı çağıran), veliler…[89]

Günlük yaşamda, insan davranışı, gelmiş geçmiş en büyüleyici beşerî varlığa, Muhammed’e göre takdir edilir. Misyonu ve tabiatı itibariyle bazı kaideler, davranışlar ona özgü kalırlar. Bu bakımdan da verdiği örnek her zaman takip edilemez. Haberci ve vâzı-ı kanun, beşeriyete hem manevî hem lâdinî bir siyasa arz eden Peygamber, tanrısal kural ile insan davranışı arasında bir arabulucu olup bir enmüzec-i evvel (archetype) teşkil eder ve şüphe halinde ona rücû edilir,[90] Musa gibi enmûzec…

Nitekim Weber’i takiben dinî ideleştirme açısından murakabe (mistik ve kişisel necat) peygamberliği ile ahlâkî yeniden tasarım gereklerinin bazı sosyo-politik değişmeleri sürüklediği ve dolayısıyla harekete geçme ve örgütlenmeye götüren misyon peygamberliği arasındaki fark gözden kaçırılmayacaktır. Gerçekten İslâmî yılbaşı Peygamber’in doğumundan değil, Hicret’ten yani murakabe peygamberliğinden misyon peygamberliğine dönüşten başlar, şöyle ki İslâm için, tarihî olarak Muhammed ilk Vahiy’den önce peygamber olmayıp ve bunu takiben sürekli olarak misyon peygamberi olmuştur,[91] Musa gibi…

İnsanla Tanrı arasındaki gayri müsavi (eşitçi olmayan) ilişkiyi iyi ihata edebilmek için ahkâmın tümünü ifade eden kelimenin kapsamına giren anlambilimsel (semantic) alanın araştırılması gerekir: ibâdât ve daha kesinlikle bunun a-b-d, Abd kökünün ilksel anlamı aynı ağırlıkta olmak üzere kölelik ile tapınma fikirlerine sevk etmektedir. Bunların hangisi ağır basıyor? Kök, itaat ve intisap fikirlerini içeriyor: ancak bu itaat, bu intisap ya tabiî ve faydalı ya da ezici olarak algılanır. Allah’ın ya da maddenin; zorba veya/ve koruyucu bir efendinin kölesi olunabilir. O halde a-b-d anlambilimsel sülâsîsi, Muhammed döneminden önce ve sonra kölelik uygulamasının statüsü ve bunun ünlü doksan dokuz nitelik (Esma-ı Hüsnâ) ile bağıntısı üzerinde araştırmalarla aydınlatılacaktır.[92]

Aynı sibak içinde (bağlamda) kalmak üzere konuyu yine başlardan ele alalım. Kâbe, tanrının meskenidir. Cin’in, insanların yakınında olabilmesi için kendini taşa, bitki ya da hayvana dönüştürmesi gibi tanrı da buraya gelip kurbanları, duaları, talepleri karşılıyor. O, evin efendisi, rabb’i, ba’al’i ve nihayet el-ilah tanrıdır. Bunlar, yazıtların tekrar ettikleri sözcüklerdir.

İbranîler gibi Samî ırka mensup Finikelilerin pantheonunun başında (Ras-Shamra metinlerine göre) El-Dagon bulunuyor; kendisine atfedilen görev nehirlerin akışını gözetmek, yağmurları haber vermekti. Onun altında da Denizin Elat’ı bulunuyordu.

Sonra, Baal geliyordu; bu tabir efendi manasında olup bunda bir sıfat bahis konusudur: burada iyice belirgin bir tanrı, Suriye’nin Hadad’ı (Mezopotamyalıların Adad’ı)na işaret edilmektedir. Adı, kırmak, gürlemek-azarlamak gibi sözcükler vermiş olan bir kökten gelmektedir. Gerçekten o dorukların, kasırganın ve yıldırımın ve aynı zamanda da onduran yağmurun tanrısıdır (Resim 17). Anlaşıldığı kadarıyla Baal, Finike öncesi bir mahallî ilâh oluyordu. Temsillerinde miğferli muharip, elde yıldırım ile görünmekte olup yeni bir kişilik arz etmemektedir. Şöyle ki Filistin’in Güney’i onu Baal Saphor, yani “Kuzey’in Baal’i” tesmiye ediyor. O, Hurrîlerde olduğu kadar Hititlerde de görülen Yukarı Suriye’nin Büyük Tanrısı ile aynı olup kısaca bir Asianik Tanrı idi.

Bu arada, aşağıda kendisinden epey söz edeceğimiz Hiram ya da Ahiram’ın babası olan Tur kralının adının Abi-Baal (Ebû Baal?) olduğunu zikredelim.[93]

Güney Arabistan’da bir Ba’alsamin’e rastlıyoruz. Ancak bundan Kur’an sadece bir kez söz ediyor, o da İlyas’ın (Elie) ağzından…

Yazıtlarda, Kur’an’da Allah’a izafe edilen sıfat olarak görülecek olan bir Rahîm adlı tanrı geçiyor. Sabiî monotheist yazıtlarda da, “göğün ve yeryüzünün beyi” olan tanrı Rahmanân ile karşılaşıyoruz. Bir Judaist metinde

Rahmanân, “İsrail’in tanrısı, Juda’nın efendisidir. Hristiyan yazıtlar “Rahmanân ve onun Mesih’i ve Kutsal-Ruh”, veya “ve oğlu Muzaffer Hristos” diyorlar. Böylece de Kureyşlilerin, Muhammed’in er-Rahmân tanrısını tanımayı reddediş nedenleri anlaşılıyor: o bir Yahudi ve Hristiyan tanrısıdır.

Ama Samî dilde tanrıyı en iyi ifade eden kelime ilâh, İbranîce el‘dir; bunun müennesi (dişili) de Lât oluyor. İlâh birçok yazıtta, İlâhan ve Ilân şeklinde ve harf-ı tarif (tanımlık) ile el-ilâh olarak tekrarlanır. Bir çağrı ya da bir antta yallah, billahi, allahumme şeklinde dile getirilir: Şedde sesçil olup “Allah” artık oluşmuştur.[94]

“Ya Malik-i mülk!”

Evet, Allah göklerin ve yeryüzünün erkini elinde tutmaktadır. Mülk sözcüğü eski dilde, bir şeyin tam mülkiyeti, buna tam sahip olmanın mutlak gücünü ifade ediyor. Böylece de Kur’an, Harun’un altın danasının böyle bir iktidara sahip olmadığını, ne iyilik ne de kötülük edebileceğini söylüyor. Sadece Allah bu “tam hükümranlık”a sahiptir. Ve Kur’an işbu hükümranlığı bir soyut melekût sözcüğü ile ifade eder: bu, Yahudi-Hristiyan basilea tôn-ouranôn’dur.

Daha basit şekilde Kur’an “Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur…” (XVI/52), “Göklerde, yerde ne varsa hepsinin sahibi olan (Allah’ın) dosdoğru yoluna iletiyorsun…” (XLIII/53). Aziz Paulus da Korintoslulara (I) “yeryüzü ve onun doluluğu Rabb’indir” demişti (X/26).

Kur’an Allah’ı Halk sırasında ve Kıyamet Günü’nde tahtı üzerine oturmuş olarak gösterir ve tahtı arş veya kürsî tesmiye eder; bunlardan ilki Arapçada yaprakla dallardan yapılmış bir çardağı, örneğin Bedir muharebesi sırasında Muhammed’in altında oturduğu çardağı ifade eder. Bu aynı zamanda bir yatak ya da tahttır, Sabâ melikesininki gibi: “(Hüdhüd) çok geçmeden geldi. Süleyman’a: senin, bilmediğini öğrendim. Sana Sabâ’dan dosdoğru haber getirdim: Orada bir kadının hükümdarlık ettiğini gördüm… Onun büyük bir tahtı da var” (XXVII/22-24). Bu taht, Kur’an’ın yirmi kadar ayetinde, Allah’ın tahtıdır.

Ayetlerin birinde (XXXVIII/34) Süleyman’ın tahtı kürsî olarak geçiyor ki hadislerde Muhammed’in ilk Vahy’in meleğini gördüğünde işbu melek “kürsî” tesmiye edilen bir koltukta oturuyormuş. Yukarda gördüğümüz gibi bu sözcük, ünlü bir ayete alem olmuştur: bunda Allah’ın mutlak güç ve bilgisi simgelenmiştir.

Taht, Allah’ın ebediyetine iştirak eder gibidir: o, hilkat sırasında mevcut: “Hanginizin işledikleri daha güzel olduğu tezahür etsin diye arşı (âlâsı) suyu kaplamışken, gökleri ve yeri altı günde (devirde) yaratan O’dur…” (XI/7). Bu Hilkat’e takaddüm eden suyun ne olduğu bilinmiyor, ancak Tevrat “Ve yer ıssız ve boştu ve enginin yüzü üzerinde karanlık vardı ve Allah’ın ruhu suların yüzü üzerinde hareket ediyordu” (Tekvin I/2) diyor.

Allah’ın tahtı yedinci gökte olup “Melekler (de), ruh (da) Ona, ölçüsü elli bin sene olan bir günde yükselir” (LXX/4). Ayetler bu tahtın uçsuz bucaksız (azîm) olduğunu söylüyorlar. Bu sıfat tek bir yerde Allah’ın kendisine izafe ediliyor. Bunun Kitab-ı Mukaddes’ten bir hatıra olması mümkündür: “Ve Ezra büyük Allah’ı takdis etti…” (Nehemya VIII/6).

Kur’anda adi ve aşağılayıcı kibirli anlamıyla birkaç mutakabbir örneğine rastlanır. Ancak bunun bir Medine ayetinde, Tanrı’nın “esmâ-ı hüsnâ”ı ile birlikte zikredilmesi şaşırtıcı olmaktadır. İslâmî tefsir, azameti ile ihtiyaç ve temsili gerektiren her şeyden münezzeh olan olduğunu telkin ediyorsa da bu biraz gayretkeşçe bir izah gibi görünüyor. Bunu, “haklı olarak kendine büyük diyebilen” şeklinde düşünebilir miyiz? Zira Tanrı azameti, Habeşçeden gelmiş gibi olan bir soyut kibriya ile ifade edilmektedir.[95]

“Lâzım değil inayeti ehl-i tekebbürün

Bahşeyledim atasını veçh-i abûsuna”    (Nahifî)…

***

Bildiğimiz gibi, Mekke’de vaki vahiylerin sonunda Muhammed, eski peygamberlerin getirdikleri eski kitapları, ezcümle Mezamûr-i Davud (Zebur), Kitab-ı Mukaddes’in ilk beş kitabı (Tora-Tevrat-Pentateuch) ve İncil’i tefrik eder olmuştu. Bu kitaplar, Yahudi ve Hristiyanların öğretileri çerçevesinde, Kur’an tarafından tashih ve itmam edilecekti.

“Tanrı, göklerde ve yerde olan her şeyi bilir. Peygamberlerin bazısını bazısına üstün kıldık. Davud’a Zebur verdik” (XVII/55). Zebur’un Muhammed indindeki bu yerinin Yahudi-Hristiyan ritüelinde onun işgal ettiği mevki ile izah edildiği gerçektir.

Tora, on sekiz kez olmak üzere, sadece Medine’de nazil olmuş ayetlerde zikrediliyor. Bunlarda “Kendilerine Tevrat’ta yükletildiği halde onu yüklenmeyenler (onun hükümleriyle amel edemeyenlerin) hali, kitap taşıyan merkebin haline benzer…” (LXII/5) gibi teşbihler de bulunuyor. Arap Taura, İbranî Tora‘dır.[96]

İnsan ruhu konusu ilerde, mistik hareketlerin karşılaştırılmaları sırasında bizi epey eğleyecek. Bu itibarla şimdiden bazı kavramları yerli yerine oturtmak uygun olacaktır.

Allah’ın kâdir iradesi insanların hayatını yönetir: bu, ya hareket ve düşüncelerinin önceden takdiri ya da insanlara belli bir karar verme serbestîsine imkân veren art arda müdahalelerle vaki olur. Onların davranış ve tepkileri, ruhlarının tabiat ve eğilimleri bilinmeden, anlaşılamaz.

Eski Araplar, insanın ruhunu belirgin olmayan bir şekilde, ölümünden sonra mezarda bir sisli varlık sürdüren, kendinin bir ikincisi olarak telâkki ediyorlardı. Ama bunda, daha birçok başka şeyde olduğu gibi, VII. yy.ın başında, komşuların inançlarından etkilenmişlerdi. Yahudi ve Hristiyanlarınki en yaygın olanlarıydı. Bununla birlikte Mazdehist veya Manihaistlerin ve hattâ Essenlilerin etki ihtimali de gözden uzak tutulmayacaktır.

Burada da, daha önce olduğu gibi, Kur’an’da yazılı bulunan sözcüklerin tetkikiyle bu inançların ifade ettikleri fikirlere varılabilir.

Bizim ruh dediğimiz Arapçada iki sözcükle ifade edilir: nafs (nefs) ve rûh; bunlar, kullanıldıkları ayetlere göre birbirlerine karışmakta ya da belirmektedirler: her ikisi de değişken anlam kazanır.

Naf, sıradan bir Samî tabirdir. İbranî ne’fech, Akkadça napichtu, Arâmî nafeha, Habeşî nafs’ın oldukça karanlık bir öyküsü vardır. Charles F. Jean’a göre İbranîcede nefech‘in dört manası var: O, kan, yaşam sıvısı; boğaz, gırtlak, soluk veya nihayet maddî ruh, animus’tur. “Ceylan ve geyik nasıl yenilirse, ondan tam öyle yiyeceksin; murdar adam ve tahir adam aynı surette ondan yiyebilir. Ancak iyice sakın ki, kanı yemeyesin; çünkü kan candır…” (Tesniye XII/22-24). Jean, ilk mananın en eskisi olduğunu düşünüyor şöyle ki Araplar için zebihanın kanı kurbanlarının en değerli unsurudur: tanrıya tüm yaşam gücünü muhafaza eder. Ugarit metinlerinde, ruh yiyip içer. Bu hayvanî ve tutkusal ruh kavramı ilk Hristiyanlık asırlarının az çok Helenleşmiş feylesofları arasında mutattı: bunu Kur’an’da da bulacağız.

Nafs sözcüğü, aynı zamanda soluk ve ruh anlamlarındadır. Muhammed’in çevresindekiler için nafs, artık beşerî kişi anlamına gelecek kadar gelişmiştir şöyle ki Kur’an’da işbu tam anlamıyla geçmektedir. Bunların ayrıntı ve Ayetlerden örneklere girişmeyeceğiz.

Nafs, içgüdü olarak da tefsir edilebilir. Bu tefrik İbranî ve Arâmîcede keskinleşmiştir. Muhammed’de Hristiyan etkisi başat olmuş gibi görünmektedir: hemen spiritus akla geliyor. Ve nihayet İslâm doktrini nafs’ta maddî unsuru, nefes, soluğu, hançerenin hareketini görmektedir; rûh ise, beşerî varlığın muharriki, varlığı, yaşamı, uyku ve ölümü izah edip sonradan dirilmenin (basü badelmevt) doğruluğunu teyit eden manevî ruhtur. Kur’an, Kitab’ı Mukaddes’te rouah‘ın anlamın takip edip onu geliştirmiştir. Mezkûr Kitab’da Yahveh’in ağzından çıkan hayatî ve ruhî prensibi ifade eder. Ve bunu nefech’le koşut olarak yapar.

Ruhun uyku sırasında Allah’ın yanına çıkması, bir Hahamlık kavramı olup düşlerde bir gerçek payının nasıl olduğunu izah eder. Uyumuş insan rûh‘un muadili “kutsal ruh”undan mahzun kalır ve artık sadece erdemsiz ruh, nafs‘ından faydalanır.[97]

Taşköprüzade (XVI. yy. başı) rüya tabirnameleri hakkında Mevzuatı’l ulûm‘unda şunları söylüyor: “Bu ilimden nefsânî tahayyüllerle gaybda geçen işler arasında olan münasebet öğrenilir, ta ki birincisinden ikincisine geçilir ve onunla dışarıdan olan nefsânî durumlar yahut nefsin dışında geçmekte olan haller istidlal olunur; yani görülen, düş yorulur… Rüya, nefs-i natıkanın işidir. ... Şerefli ve yüce insanların rüyası nübüvetten bir parçadır…[98]

“Rûh”un da “nefis-nafs” ile birlikte mütalâa edildiği İslâm Ansiklopedisi’nden bu kavramları takip edelim.

“Nefis, nafs, rûh. Eski Arap şiirinde nafs ... kendisine veya şahsına delâlet eder; rûh ise, hafif esinti ve rüzgâr manasına gelmektedir. Kur’an ile birlikte, nafs kelimesi rûh manasını da almış, rûh ise, hususi bir haberci melek ve hususi bir ilâhî vergi manasına kullanılmıştır. Ancak Kur’an’dan sonradır ki nafs ile rûh aynı manayı almış ve her ikisi de insan ruhu, melek ve cinleri ifade etmeye başlamıştır”.

“… Kur’an’ın bir yerinde… nafs ilâhlar hakkında kullanılmıştır: ‘Onlar (âliha) kendilerinde (anfusihim) ne iyilik, ne de fenalığa sahiptirler’. .. İbrani dilinde nepheş’te olduğu gibi, esas fikir ‘nefsin şiddetli arzuları’, Paulus’un yazılarındaki kullanılışta ψυχή, Ahd-i Cedid tercümelerinde ise ‘et’tir…”

“Rûh beş türlü kullanılmaktadır: î. Allah kendi ruhundan, Âdem’in vücuduna hayat vermek için (XV/29; XXXVIII/72; XXXII/9), Âdem’e; ve îsânın ana rahmine düştüğü zaman, Meryem’e nefhetmiştir (nafaha, XXI/91 ve DCVI/12). Rûh burada rîft’ten başka bir şey olmayıp, Allah’ın «hayat soluğu» manasına gelmektedir (krş. Tekvin II/7).[99]

Kur’an’daki metinler al-rûh‘u … “Peygamber ile bağlamaktadır. Bu sebepten bu rûh, Allah’ın peygamberlik maksadı için, hususi bir vasıtasıdır. Bu hikmet, anlayış ve bilgi bakımından, Allah’ın ruhu ile dolu olan Basalel’i çok hatırlatmaktadır (Hurûc, XXXV/30, 31)[100]…”.

Kur’an’da nafs‘ın çoğulu (cem’i) anfûs ve nüfûs olup[101] Osmanlıcada “nefes”in çoğulu enfas’tır.

“Meşreb-i dildarını kimse keşfe kadir olmamış,

Sarf-ı enfâs etmede beyhude âşıklar bütün” (İbnülemin)

Döneceğiz bu konulara.

Cahiliye devrinde Allah tanrı tanımazlara hiddetini, onlara gönderdiği felâketlerle göstermiştir: Nuh’un tufanı, Lût kavminin ve Firavun’un adamlarının mahvolması. Arabistan’da da bazı kabileler yok olmuştu. Eğer Kureyşliler, VII. yy.da, vahye itaat etmezlerse başlarına aynı akıbet gelebilir.

Bu itibarla ulusların mahvedilmesi öyküsü, Muhammed’in vaazının bir temasıdır. Tıpkı eski peygamberlerin dinsizleri ikaz etmesi gibi o da Kureyşlileri bundan haberdar etmeye gelmiştir. Kur’an, bütün bunların tarihini Yahudi-Hristiyan rivayetlerinin anlatısına karıştırır:

Kur’an, Nuh’un kıssasından sonra Âd ve Semûd kavimlerininkini anlatır: “Âd (kavmine de) kardeşleri Hud’u (gönderdik). Hud dedi ki: Ey kavmim! Allah’a tapınız. ..” Kavminin uluları içinde kâfir olanlar dediler ki: “Biz seni beyinsizliğe uğramış görüyor, seni herhalde yalancılardan sanıyoruz”. Hud dedi ki: … Ben âlemlerin Tanrı’sı tarafından gelen bir elçiyim… Şunu hatırınıza getirin ki (Hak Teâlâ) sizi Nuh kavminden sonra onların yerine getirdi… Onlar dediler ki: Sen bize bir tek Tanrı’ya tapıp babalarımızın taptıklarını bırakmamız için mi geldin? Sen doğru söyleyenlerdensen, bizi neyle korkutuyorsan onu getir… Bunun üzerine onu (Hud’u), onunla beraber olanları tarafımızdan bir rahmetle kurtardık. Ayetlerimizi yalan sayıp iman etmeyenlerin köklerini kestik” (VII/64-72).

“Semûd (kavmine) de kardeşleri Salih’i (gönderdik). Salih dedi ki: Ey kavmim! Allah’a tapın. Sizin O’ndan başka tapacağınız yoktur. Size Tanrı’nızdan apaşikâr bir burhan gelmiştir. İşte Tanrı’nın dişi devesi sizin için bir ayettir. Onu bırakın da Tanrı’nın toprağında otlasın. Ona kötülük etmeyin ki acıklı bir azaba uğrarsınız. Hatırlayın ki (Tanrı) Âd kavminden sonra sizi onların yerine getirdi… Allah’ın nimetlerini anın, yeryüzünde fesat çıkararak şımarmayın. Onun kavminin ulularından (bu sözleri) kibirlerine yediremeyenler, içlerinden zayıf ve aciz saydıkları müminlere sordular: Salih’i Tanrı tarafından gönderilmiş Peygamber mi tanıyorsunuz? Bunlar: ‘Evet dediler, biz onunla ne gönderilmiş ise ona iman edenlerdeniz’. İmanı kibirlerine yediremeyenler dediler ki: ‘Biz de sizin iman ettiklerinizi inkâr ediyoruz’. Bunlar dişi deveyi boğazladılar. Tanrı’nın emrine isyan ettiler ve: ‘Ey Salih, gönderilmiş Peygamberlerdensen, bizi korkuttuğun azabı getir!’ dediler. Bunun üzerine onlar şiddetli bir (zelzeleye) bir sarsıntıya tutuldular ve yurtlarında cansız, hareketsiz kaldılar.” (VII/72-78).

Ve Lût’un, Medyen’e gönderilen Şuayb’ın kıssaları (VI1/78-93).

Âd hakkında tarihî bilgiler dağınık bir halde olup bunun Nuh döneminden sonra yaşayan kudretli, zengin ve müreffeh bir kavim olduğu, Kur’an’daki mezkûr enbiya kıssalarından anlaşılmaktadır.[102]

Semûd da eski Arap kavimlerinden biri olup Âd, İran-Aram ve Vibâr (Jobaritae?) gibi, Peygamber’den uzun zaman önce ortadan kalkmıştır. M.Ö. 715 tarihli Sargon kitabesi Samûd’u Asurluların egemenlikleri altına aldıkları Doğu ve Orta Arabistan kavimleri arasında zikrediyor. Ariston, Batlamyus ve Plinius’ta da Thamudaei kelimesi geçiyor. Bunlar kavmin oturduğu yeri de tafsil ediyorlar. Kur’an’daki imalara göre en eski müfessirler tarafından genişletilen Samûd’un akıbeti hakkında Arap rivayeti şöylece toparlanır: Salih’in rakiplerinin, onun nübüvveti hakkında delil göstermesini istemeleri üzerine, o bir kayadan on aylık hamile bir dişi deve çıkarmış. Ama öbürleri “Tanrı’nın devesi” sıfatıyla kutsal ve dokunulmaz sayılan bu hayvanın ayaklarının sinirlerini keserek onu sakatlamışlar. Yavrusuna da aynı şeyi yapmışlar.

Gördüğümüz gibi bir yersarsıntısıyla mahvolan kavim, başka bir ayete göre (XLI/12-16) de yıldırım (saika) ile helak olmuştur. Bu ifadeler Samûd’un ortadan kalkmasına dair rivayeti Arabistan’da harra denilen oldukça geniş lav alanları meydana getirmiş olan yanardağ indifalarının anısına bağlayan kuramı destekler.[103]

Âd kavmine gönderilen Hûd’un nesebi kısmen Âd’ın cedd-i âlâsının nesebi ile birleşir. Bu aynı zamanda Âbir (İbranilerin ceddi olup Tevrat’ta zikredilen Eber) ile aynı şahıs olduğu da söylenmektedir; bir başka yerde de Âbir’in oğlu olarak gösterilmiştir. İsrailiyatın bildirdiğine göre Allah Âd kavmini üç yıl süren bir kuraklıkla cezalandırmış. Onlar da, içlerinden bazı kişileri Mekke’ye yağmur duasına göndermişler. Allah, gökyüzünde biri beyaz, biri kırmızı ve biri de siyah üç bulut halk etmiş. İçlerinden Kayl adlı biri, hatiften gelen bir sesle, bu üç buluttan birini seçmeye memur edilmiş. Siyah bulutu seçince Âd üzerine müthiş bir fırtına çıkmış. Âd kavmi, Hûd ile ümmeti dışında, tümden mahvolmuş.

Kur’an’da geçen Hûd sözü (II/111,135), Yahudilerin müşterek tavsifi olup hvd kökü orada “Yahudiliği kabul etmiş bulunmak” manasında küll halinde bütün Yahudilere verilen ad oluyor. Hûd has ismi de bu fiil ve isimden müştak gibi görünmektedir ve İbranîlerin ceddi ile Hûd’un aynı kişi olduğu hakkında rivayet, muhtemelen bunu göstermektedir.[104]

***

Evlilik müessesesi

Sosyal alandaki koşutlukların etüdü de bizi yine kutsal kitaplara, Tevrat ile Kur’an’a sevk ediyor. Ancak bu hususta dikkatli olmanın gereğini Gaston Wagner şu sözlerle ifade ediyor: “Tahlil esası olarak beşerî mübadelelerin kendileri alındığında, geniş ölçüde kendi öz kültürümüz tarafından saptanmış keyfî alıntıların ürünü olan “kavram”ların izafiliğinin hemen farkına varılır. Bu nedenle de (örneğin)[105] Ahd-i Atik metinlerinden itibaren ortaya çıkarmış olacağımız bir adalet “kavram”ını, Kur’an’dan itibaren ortaya çıkaracağımız bir başka “kavram”la kıyaslamak faydasızdır. Biz burada sadece keyfî soyutlamaları veya daha doğrusu, bu alanda Ahd-i Atik ve Kur’an’dan kendi okuduklarımızı kıyaslayabilmiş olacaktık”.[106]

Konuya evlilik müessesesiyle giriyoruz. Gerçekten ethnolog ve sosyologların tahlilleri sonucu bu müessese beşerî ilişki ve mübadeleler bütünü içinde yer almıştır. Mübadele vasıtası, mübadeleler fırsatı olan evlilik, bu itibarla, bir kesin önemi haiz olup sadece ferdî ilişkiler düzeyini aşmaktadır. “Evliliği teşkil eden tüm mübadele ilişkisi, diyor C. Levi-Strauss, her birinin bu­seye borçlu ve her birinin bir şey aldığı bir erkekle bir kadın arasında teessüs etmez; bu ilişki iki insan grubu arasında teessüs eder ve bunda kadın, taraflardan birine mensup bir kişi değil, doğruca mübadelenin bir metaı olmaktadır”[107]

İçten evlenme ve dıştan evlenme (endogamy ve exogamy)

İbranî ve Araplarda, günümüze dek, bir erkeğin tercihan amcasının kızını alması mutattır: böyle bir evlenme aile çevresini genişletmez ve mübadeleler hareketi yaratmaz.

Bu davranışın çok belirgin izlerine Ahd-i Atik’te rastlıyoruz: “Ve İbrahim kocamış ve yaşı ilerlemişti ve Rabb İbrahim’i her şeyde mübarek kılmıştı; Ve İbrahim evinin ihtiyarı olup kendisine ait bütün şeyleri idare eden kölesine dedi: Rica ederim, elini uyluğumun altına koy ye göklerin Allah’ı, ve yerin Allah’ı Rabb’in hakkı için sana yemin verdiririm ki, içinde oturmakta olduğum Kenanlıların kızlarından oğluma kadın almayacaksın; fakat benim memleketime ve akrabama gideceksin, ve oğlum İshak için bir kadın alacaksın” (Tekvin XXIV/l-5). İbrahim ayrıca İshak’ın Ken’an ülkesinin dışına çıkmamasını tembih ediyor kölesine (ibd. 5-7). Bu çift yasaklamanın mucip sebebi şöyle oluyor: Yahve İbrahim’e Ken’an ülkesini ahfadına teslim etmeyi vaat etmiştir (ibd. 7); bu itibarla İshak burada oturacak ama öbür sakinlerle, yani komşu Kenanlılarla, bağlaşmayacak.

İbranîler ve Araplar için sadece evlenme yoluyla bağlaşma ya da savaş seçenekleri olmayıp ayrıca bir üçüncü şekil bunlarda tercih edilecektir: sınırlı mübadelelere olanak veren bir nevi barışçı bir, bir arada yaşama.

Bu bağlaşmayı reddetmenin theolojik nedeni Ahd-i Atik’in birçok bölümünde açıkça beliriyor: Bu uluslar dinî ve ahlâkî olarak “bozulmuş” olup bunlardan kız almak onların müşrikliğiyle izdivaç edip onlarla tanrısal mahkûmiyeti paylaşmak demektir.

Kur’an, ana hatlarıyla Ahd-i Atik’in evlenme yasaklarıyla birleşmektedir. Bunlara bazı ilâveler de yapmıştır: “Analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzelerimiz erkek kardeşlerinizin kızları… haram edilmiştir…” (IV/22). Ama gerçek akrabalık, iman karabetidir!…

Mamafih bu konularda temel tavır alma, Medine Surelerinde bulunacaktır: “İman edip hicret eden, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihat eden, (muhacir müminlere) yer veren ve yardım edenlerin hepsi birbirlerinin velileridirler. İman edip hicret etmeyenlerin, hicret edinceye kadar, velayetleri size ait değildir. Bu müminler, din uğrunda sizden yardım dilerlerse. … size yardım düşer… kâfir olanlar da birbirlerinin yardımcılarıdır…” (VIII/72-73).

Peygamber burada müminlerle münkirler arasında vaki koşutluğa işaret ediyor. Bundan çıkan sonuç müminlerle münkirler arasında ilişkilerin olamayacağı merkezindedir.

“Tasavvur eyleyemem bir yürek, velev münkir

Velev haşin ve mülevves” (Fikret)…

Yukarda aktardığımız Tekvin XXIVın anlatısı, İbrahim’in başarısı olan çok önemli bir muta (veri)yi vurguluyor: İbrahim’in zenginliği: “Ve Rabb efendimi çok mübarek kıldı ve o büyük oldu ve ona koyunlar ve sığırlar ve gümüş ve altın ve köleler ve cariyeler ve develer ve eşekler verdi” (35). O halde oğlu da tama edilebilecek bir damattı… Rebekka da fazla naz etmemişe benziyor.

Devam etmeden önce bu kıssanın bize aktardığı bir önemli verinin dikkate alınması gerekir. İbrahim’in ihtiyar kölesinin Yukarı-Mezopotamya’ya özel görevinin sadece aile bağlantısını teminat almaya matuf olmayıp İbrahim’in saygınlığının ahfadına intikalinin aile içinde evliliğe bağlı olduğunun burhanı olmaktadır.

İlk peygamberlerin kıssalarından veya Ken’an’a yerleşmesi döneminde İsrail’inkilerden çıkan ve burada tafsil etmeyeceğimiz birçok misalde, bu insanlarda çok kuvvetli bir “sakınımlı durma” ve kendini “bozulmamış” tutma iradesinin belirdiği görülüyor. Bunun için de ülkeye yerleşmiş bulunan halklarla kadın mübadelesinden tevakki edilecektir. O halde İsrailliler için, daha sonra Araplar için de olduğu gibi evlilik, bir hüviyetini ileri sürme vasıtası olarak görünebilmiştir. Ailenin kızlarını ailenin erkeklerine tahsis ederek ve bunları yabancılara vermeyerek, kabilenin kendini ispat etme yolunu buluyordu. Bunun sonuncunda çok somut ve “kabilenin namusluluğu!” denilebilecek bir “adalet” ortaya çıkmıştır. “Doğru-âdil” olan, kabilenin saygınlığını, gücünü, ününü ve inanılırlığını pekiştiren her türlü davranış olup buna mütenazır olarak da “yanlış-gayri âdil” olan da onun saygınlığını, gücünü, ününü ve şerefini yitiren davranışlardır. Bu “kabilenin namusluluğu” hem sosyal, hem de dinî bir kavram olmaktadır; bu çok eski ve İsrail’e özgü olmayıp bütün Yakın-Doğu’da geniş bir coğrafî alan içinde karşılaşılan âdetler, davranışlar, yasaklara irca olunur. İçten evlenme, bunun sadece bir veçhesidir.

Bu “adalet” elbette sonradan itmam edilecek, değiştirilecek, yeni gereksinme ve yeni sosyal durumlara intibak ettirilecektir; ancak, müesseselerde olduğu gibi zihinlerde de değer ve etkisini muhafaza edecektir.[108]

Devam etmeden önce ülkemizde, özellikle Kayseri’ye özgü bir gelenekten söz edelim. Bilindiği gibi bin yıldan fazla bir süre Kültepe’ye (Kamiş) yerleşip burada geniş bir ticaret komptuarı kurmuş olan Samî Asurlular, Küçük Asya ticaretini örgütlemişlerdir. Bu kişilerden bir ethnik kalıntının varlığından söz etmek hiç de yanlış olmaz nitekim bunların birçok âdetinin aynen Kayseri’de yaşadığı, örneğin, çocuğa daha babasının sağlığında, onun adını vermek âdeti…, gözlenmektedir. Bu arada Kayserililerin özellikle kendi illerinden ve mümkünse de aile içinden kız almaya özen gösterdikleri bir vakıadır. Uzun yıllardan beri İsveç’e yerleşmiş bir Kayserili ailenin, oğullarına gelip bu ilden kız alıp geri döndüklerine bizzat tanık olduk.

Yukarda sözünü ettiğimiz değişme çerçevesi içinde Süleyman’ın yabancı kadınlarla evlenmeleri zikredilir. Bu hükümdarın döneminden itibaren İsrail uluslararası sahneye giriyor ve Yakın-Doğu’nun siyasî, iktisadî, içtimaî ve dinî mübadelelerine iştirak ediyor. Onun için bu keyfiyet, evlenmelerle somutlaşan ittifaklara dönüşüyor. Süleyman Firavun’un bir kızını (I. Krallar III/l) ve düğün hediyesi olarak da Gezer kentini alıyor (I Krallar IX/16). Bütün öbür komşularından, Moabitlerden, Ammonitlerden, Edomitlerden, Sidon sakinlerinden ve hattâ Hititlerden kadınlar alıyor (ibd. IX/1). Zevceleri onu, kendi Tanrılarına tapmaya sürüklüyorlar ve o andan itibaren yanlış-adaletsizlik işaretleri giderek artıyor: Süleyman, YHWH’in Gözü’nde kötü (ra) olanı yapıyor; tutarsızlık gösteriyor ve tamamen kendi Tanrı’sının yanında yer almıyor. Bunun sonucunda felâket Süleyman ailesini ve onunla birlikte bütün krallığı buluyor şöyle ki bu sonuncusu, birliğini kaybedecektir (ibd, XI/6-12 ve dev.)…

Gördüğümüz gibi Kur’an, gelenekten Arap aile yapılarına göre bir yeni ve temel unsur getiriyor: İman! Müminler arasında ailevî türden bağları o yaratıyor. Umma (ümmet)’e dahil olan herkes birbirlerinin bir nevi akrabası oluyor: “Sizin yâriniz (veliniz), yardımcınız, yalnız Allah’tır, Allah’ın Peygamberidir ve namazı dosdoğru kılan, zekât veren, Allah’a baş eğen müminlerdir” (V/58). Bu, şüphesiz, prensipler, düzeyinde doğrudur ancak, gerçekse, Müslümanlar eski âdetlerin etkisinde kalmışlardır. Gerçi Kur’an geleneksel ailevî yapıları ilga etmiş değildir; müminler arasında, kan sıhriyeti ilişkileri, bütün önemlerini, hattâ başatlıklarını yemden iktisap edeceklerdir: “… Birbirine hısım olanlar, Allah’ın kitabınca, daha yakındırlar…” (VIII/75). Dini akrabalık, kan akrabalığının yerini tutmuyor…

Genellikle ilkel topluluklarda, her türlü ittifak, ister kan karışımıyla ister evlenme ya da antla teessüs etmiş olsun, hemen bir dinî veçhe iktisap eder. Araplar, sıhriyet bağlarının bu yüzünden habersiz değillerdir. Eğer inançsızlarla evlilik ittifakı kesinlikle men edilmişse bu, esas itibariyle Allah’ı ilâhlar ve onlara tapanlarla bağlaşmalara sokmamak içindir.

Bu itibarla inançsızlara muhabbet (vedd-vûdd) gösteren Müslümanlara karşı Kur’an’ın ileri ölçüde sertliği, izahını bulur: “Ey iman edenler! Yahudilerle Hristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin yâridirler (velileridirler). Onlardan yâr edinen de onlardan olur. Hakk Teâlâ zalim insanları doğru yola iletmez” (V/54). Aynı doğrultuda LX/1 de yasaklar getiriyor. Bu yanlışlık-adaletsizliğin ilk işareti oluyor. Kur’an’da “zalim” sözcüğü, adaletsizliğe işaret etmede esas tabir oluyor.

“Yol” imgesinin Kur’an’da kazandığı ahlâkî değerlendirme şaşırtıcı oluyor. Gerçekten “muhayyile, ustan çok, beşer ruhunun birlik gücüdür”[109]

Kur’an’da yol imgesinin bir fikirler kavşağı olduğu söylenebilir. Nitekim LX/1’de “dalla-(dalâlet) ile ifade edilen kaybolma unsuru ile emniyet unsura (sawa) yer alıyor. Swy kökü önce müsavat fikrini içeriyor; bu, en cari manadır. Yol’a uygulandığında bunun bozuk, pürüzlü olmadığı, düzayak olduğu düşüncesini ifade ediyor. Bunun üzerinde kaybolunmaz. O ise ki burada yol’u niteleyen “sawâ” olmayıp sanki “yol, emniyettir!” denmek istenmiş gibidir. “Musa Medyen tarafına yönelince: Umarım ki Tanrı’m, bana dosdoğru yolu gösterir! dedi.” (XXVIII/22).

Yoldan çıkmak, ondan uzak yerde kaybolmak, “dalla”, çöle dalıp ölüme gitmektir; inançsızla bağlaşanın başına işte bu gelir…

Zlm kökü, özellikle, adaletsizliğin köküdür (Kur’an’da “zulüm edenler” diye geçer) şöyle ki bu kökün tabirleri çoğu kez putperestlik, dalâlet yoluna sapmayı anımsatır. Aynı şeyleri fsk kökü için de söyleyebiliriz (fasaka-fısk)…

Bu itibarla evlenme ile İslâm’ın düşmanlarına bağlanmak isteyen Müslümanlar çok kötü arkadaşlar edinmişlerdir. Bunlar mahva, başarısızlığa, felâkete koşmaktadırlar. Âhd-i Atik’te olduğu gibi ve esas itibariyle aynı nedenlerle, inançsızlarla mübadeleyi reddetmek, adaletin koşullarından beri olmaktadır.[110]

Acep Osmanlı İmparatorluğu da bu yüzden mi mahvoldu?…

Evliliklerle hediyeler arasındaki ilişki

“Evlilikle hediyeler arasındaki ilişki keyfî değildir diye yazıyor C. Lévi-Strauss: Evliliğin kendisi, onu takip eden yükümlülüklerin özünde yer alır ancak sadece bunun esas saikini teşkil eder. Bundan yakın zamanlara kadar, toplumumuzda âdet kızın istenmesi ve onun babasının “vermesi” yönünde idi. O halde İbrahim’in emektar kölesinin hediyelerle evlenme müzakerelerini açması, şaşırtıcı olmayacaktır”[111]: “Ve köle gümüş takımları ve altın takımları ve esvaplar çıkarıp Rebeka’ya verdi ve onun kardeşiyle anasına kıymetli şeyler verdi” (Tekvin XXIV/53).

İşbu nişanlılık armağanları, bir genelleşmiş her türlü yükümlülük ve karşı yükümlülük mübadele hareketini açmaktadır. Yani “nişanlı kız sadece seçilmiş olmayacak, aynı zamanda da tediye edilmiş olacaktır”.

W. Robertson – Smith’e göre (Kinship and marriage in early Arabia, London 1903) “Satın alma suretiyle evlenme, kocanın kadının ‘ba’al’i, efendisi olduğu her yerde Samî ırklarda bulunur. Arap “mahr”[112], keza nişanlı kızın babasına tediye edilen İbranî ‘môhar’ ile aynı kelimedir ve Süryanî ‘mahra’,… ‘damadın evlenen kadının ailesine verdiği’ olarak tanımlanır. Bunun etimolojik anlamı basittir: fiyat. Hiçbir Arap kabilesi kızlarını ödünleme (telâfi) olmadan vermeye razı olmaz ve bu, genç kızın babasının evinde vermiş olacağı hizmetlerin kaybından çok…, kabilede kalmış olması halinde yiğit oğulların anası olabileceği nedenine dayanır” diye sonuçlandırıyor, bu yazar.[113]

Küçük, ama küçük olduğu kadar önemli bir tarihî olaya yer verelim. İşbu mehir ödemesi âdeti o denli yerleşmişti ki başlarda malî olanakları çok sınırlı olan Muhammed, zengin kervancı Hadice ile evlendiğinde ona yirmi deve mehr vermişti[114].

Ahd-i Atik’te adalet ve armağanlar

Yapısalcılığın en önemli isimlerinden biri olan Claude Lévi-Strauss, kitabının[115] (Çiğ ve Pişmiş. Mitoloji ilmine giriş I) hemen başında, “bu kitabın amacı sadece ethnografik gözlemle ve her defasında, bir özgül kültürün nokta-i nazarından hareketle doğru olarak tanımlanabilen, çiğ ve pişmişin, taze ve çürümüşün, rutubetlenmişin ve yanmışın vs.ninkiler gibi görgül (empirical) kategorilerin soyut kavramlar çıkarmak ve bunları kaziyeler halinde sıralamak için nasıl kavramsal alet işini görebileceğini göstermektir” diyor.

Adaletin özümlenebilir duruma getirilmesine gelince, evlilik müessesesi yükümlülük ve karşı yükümlülükler zincirlemesiyle iyice belirgin hale gelmiş iki esas muta (veri)yi getiriyor. Önce, grupların, kabilelerin, ailelerin, evlilikle birbirlerine bağlanmış kişilerin aracılığıyla, birbirleriyle sürekli “cari hesap” halinde bulunmaları keyfiyetidir. Bunun sonuncunda, alınan ve verilen bağışların karşılıklı hizmetler, bayramlar, ziyafetlerin işlemesiyle sürekli olarak bir dinamik denge aramaya zorlayan bir gerilim hâsıl olur.

Evlilik müessesesinden bir başka düşünce daha çıkıyor: telâfi düşüncesi. Bir koca ve bunun arkasındaki bütün grubun, zevcenin ailesine karşı armağanlar, mallar, hizmetler borçlu ise bu, zevce için evliliğin, her hangi bir türlü telâfi edilmesi gereken bir kaybı beraberinde sürüklemesinden ileri gelmektedir. Bütün bunların metinlerden, daha doğrusu bunların tasvir ettikleri somut mübadele durumlarından çıktığını görüyoruz.

Dönüyoruz Ahd-i Atik’e: amca Laban ve yeğen Yakub’un hareketli öyküleri bizi konumuzun merkezine iletiyor ve yaşamda, özellikle mezkûr kişiler gibi açıkgözlerin bahis konusu olduğu durumlarda, dengenin teessüs ve daha çok idamesinin ne denli zor olduğunu gösteriyor. Yakub, amcasının evine eli boş geliyor ve kızlarından en güzeli olan küçüğüne talip oluyor. Bunun için de yedi yıl süreyle Laban’ın evinde hizmet etme taahhüdünde bulunuyor: “Ve Yakub Rahel’i sevdi ve dedi: Küçük kızın Rahel için sana yedi yıl hizmet ederim… Ve Yakub Rahel için yedi sene hizmet etti… Ve Yakub Laban’a dedi: Karımı ver, çünkü günlerim doldu ve onun yanına gireyim” (Tekvin XXIX/18-22).

Anlaşıldığı kadarıyla hizmet süresi dolmadan amca Laban, Yakub’u Rahel’e yaklaştırmıyor. Sonra da büyük kızı, çirkin Lea’yı ona yamamak için oyunlar çeviriyor ve Rahel’e karşılık da bir yedi yıl daha hizmet talep ediyor. (ibd., 22-31).

Devam etmeden önce İslâm tarihinin en can alıcı olaylarından birinin ayrıntılarını sergileyelim. Olayın önemi, bir bakımdan, yukarda anlattıklarımızın doğrultusunda olmasından ileri geliyor.

“Fatima, (Peygamber’in) kızlarının en küçüğü olup o zamanlar yirmi yaşında kadardı. (Peygamber), ailesine, ona en uygun koca olarak Ali’den bahsetmişti ama resmî anlaşma vaki olmamıştı. Ebûbekir ile Ömer de ona talip olmuşlardı ama Peygamber başkasıyla söz kesilmiş olduğunu değil de Tanrı’dan henüz bu yolda bir işaret gelmediğini söyleyerek bu istekleri geri çevirmişti. Bedir muharebesi dönüşünün haftasında artık zamanın geldiğine kani olup Ali’yi, Fatima’yı resmen istemesi için cesaretlendirici sözler söylemiş. Ali ise, ileri derecede fakirliği nedeniyle başlarda hayli müteredditti. Babasından ona hiçbir şey kalmamıştı… Mescidin yakınında mütevazı bir evi vardı ve Peygamberin arzusu üzerinde şüphe bulunmadığından kendi kendini buna ikna etmişti. Resmî anlaşma yapıldıktan sonra Peygamber bir düğün ziyafetinde ısrar etmiş. Bir koç kurban edilmiş ve Ansar’dan bazıları tahıl yardımında bulunmuş…”.

“Misafirlere, evliler baş başa bırakma zamanının geldiğini bildirmek üzere Peygamber çıktığında, Ali’ye kendisi geri dönene kadar eşine yaklaşmamasını tembih etmiş ve kısa sürede de gelmiş… (Peygamber) su istemiş (Ümm Ayman)in getirdiği sudan bir yudum alıp ağzını çalkalamış ve bunu çanağın içine geri tükürmüş. Ali’ye, karşısına oturmayı emretmiş ve bu sudan avucuna bir miktar alarak onun omuzları, göğüs ve kollarının üzerine serpmiş. Sonra Fatima’yı çağırmış… aynı şeyi ona da yapmış ve her ikisi ve zürriyetlerine hayır duası etmiş.”[116]

Bu öyküde iki husus özellikle dikkati çekiyor. İlki, çok fakir olduğunu bildiği Ali’den Peygamber’in düğün ziyafeti istemesidir ki burada, yukarda sözünü ettiğimiz Arabistan geleneğinin bir tezahürünü görüyoruz. Ansar’ın yardımı olmasaydı bu iş nasıl olurdu?…

Öbürü de, ilerde üzerinde duracağımız su ile takdis keyfiyetidir.

Dönelim yine Yakub’la Laban’ın öyküsüne.

Laban, çıkarının nerede olduğunu çok iyi müdrikti: Yakub’un varlığı ve mesaisi ona çok faydalıydı; onda dikkatli ve sadık bir çoban bulmuştu. (Tekvin XXXI/ 38 ve dev.). Ayrıca da Yakub’un kişiliğine bağlı Tanrı’nın lûtfundan (Tekvin XXX/27 ve dev.) doğruca faydalanmıştı. Bu itibarla, ona ikinci zevce olarak Rahel’i vermek suretiyle onu bir yedi yıl daha hizmetinde tutma yolunu bulmuştu (Tekvin XXIX/27 ve dev.).

On dört yıl hizmetin sonuna varıldığında, Yakub “hesabın tamam” olduğunu düşünerek amcasından, eş ve çocuklarıyla ülkesine dönme iznini istiyor (Tekvin XXX/25 ve dev.). Laban ise onu bir altı yıl daha yanında tutma yolunu buluyor. Ama Yakub bu süreyi amcasının sırtından zenginleşerek değerlen­direcektir; böylece de Laban’ın kurnazlık ve hayâsızlığıyla iyice bozulmuş olan mübadeleler dengesini yeniden tesis etmiş oluyor.

Bu mübadelelerde Yakub’un karıları da hisse sahibidirler: Tekvin XXXI/14-16’da, babalarını, hukuklarına tecavüzle suçlamaktadırlar. Gerçekten âdete göre baba, damadın verdiği “môhar”ın tümünü kendine almayıp bunun bir bölümünü kızına armağan şeklinde iade etmesi gerekiyor. Bu itibarla Lea ve Rahel’in, Yakub’un hizmet ve çalışmasından Laban’ın elde ettiği kârdan da hisseleri olacaktı. O ise ki baba, kızlarını “satmış” ve bunların “paralarını yemişti”. Dolayısıyla Lea ve Rahei, Yakub’un, kayınbabasının sırtından topladığı malları, kendi öz malları telakki edeceklerdi. Bu malları, mübadelelerin dengesini yeniden tesis etmek üzere Laban’dan Tanrı almıştı!…

Yakub ve karıları, kaçmayı kararlaştırıyorlar ve Laban’ın sürülerini de önlerine katarak İsrailli kardeşleri arasında emniyette olacakları Galaad’a varıyorlar. Laban’a, oldubittiyi kabul etmek kalıyordu. İki grup arasında bir bağlaşmaya varılıyor: Batı ülkesinde yaşayan Efraimîlerle Doğu’da oturan Ârâmîler arasındaki sınırı bir taş yığını belirtiyor ve taraflar bu sının aşmamayı taahhüt ediyorlar (Tekvin XXXI/44 ve dev. ve 52).[117]

Kur’an’da adalet ve armağanlar

Araplarda olduğu gibi birçok başka uluslarda bir kadın bağışı, bir armağan ve hizmetler zincirinin arasına sıkışır. Birçok tabir, kocanın karısı veya onun /ailesine karşı yükümlülüklerini ifade eder.

Bunların başında, daha önce değindiğimiz “mahr-mehr-mihir” gelir: “Şayet öksüzlere karşı adaleti ifa edememekten korkarsanız size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder nikâh edin.[118] Şayet adaleti gözetmemekten korkarsanız o zaman bir tane ile veya sağ elinizin mülkiyle evlenin.[119] Doğru yoldan ayrılmamak için bu, daha elverişlidir. Kadınlarınızın mehirlerini atiye olarak (gönül hoşluğu ile) verin.[120] Eğer onlar gönül rızasıyla size bir şey bağışlarlarsa onu afiyetle yiyin” (IV/3).

Ne Lea, ne Rahel, babaları Laban’a “gönül rızasıyla” bir şey bağışlamışlardı… Bu arada, mezkûr ayette, İslâm’dan önceki dönemden itibaren “mahr” ile az çok müteradif hale gelmiş olan “sadâk”a rastlandığını kaydedelim. İlki, bildiğimiz, aileler arasında saptanan “fiyat” iken, ikincisi koca tarafından gönüllü olarak doğruca karısına verilen armağan olmuş olmalıdır (“yüz görümlüğü”?…). Daha Peygamberin zuhurundan önce mehrin hiç değilse bir bölümünün doğruca kadına verildiği kabul edilmektedir.

Konuyla ilgili ayetler arasında geçen ‘”ağr” tabiri genel kapsamlı olup ödül, ücret, teminat’ı ifade ediyor. Bunun Ârâmîceden bir iktibas olması mümkün olmakla birlikte daha geriye, Akkatça “agru”, “agurru”ya, yani teminat (rehin) hizmetkârına götürülebilir. Aynı bir tabirin hem ücret, hem de ödülü ifade edebilmesi, mübadelelerin bir armağanlar, bağışlar havasında olduğunu yeterince gösteriyor.

İş kalıyor şimdi kocanın bu yükümlülüklerinin sosyal anlamı ve kadın ve ailesi açısından nelere tekabül ettiğinin saptanmasına.

Genel olarak Araplarda cinsî ilişkiler, evlilik dışında, men edilmiştir, örf tarafından tespit edilmiş bir bağış veya bir meblağın ödenmesi karşılığında bu yasak kalkıyor. Kur’an’ın deyimiyle, her kadın bir erkeğe “haram” olup ancak belli bir paranın ödenmesinden sonra “helâl” olmaktadır.

Bu itibarla cinsî ilişki yasağı bir mehir ödemekle kalkıyor “Kocalı kadınlarla evlenmek de haram edilmiştir. (Harp esiri olarak elinize düşen) memlûklarınız müstesnadır. Allah’ın emri budur. Bunlardan başkaları size helâl edilmiştir. Onları mallarınızdan sarf ederek almak, onlarla evlenmek ve zina etmemek şarttır. Evlenerek zifaf olduğunuz kadınlara, takdir olunan mehirlerini, tamamıyla verin. Mehir takdir olunduktan sonra uzlaşacağınız hususta (fazla vermek veya bir kısmını zevceye bağışlamakta) beis yoktur. … Aranızda hür ve mümin kadın almaya serveti, gücü yetmeyenler, müminlerin memlûk’u olan mümin kızlardan alın… onları sahiplerinin izniyle alın. Mehirlerini âdilâne bir surette verin. Onların iffetli olmalarına… dikkat edin…” (IV/23-24).

Bir mehrin ödenmesi sadece yasal, hukukî ve hattâ ticarî bir nitelik iktisap etmiyor. Açıkçası koca, karısını satın almıyor. Ondan, “cinsî hizmetler” şeklinde mekabil yükümlülük bekliyor ve bilhassa, kadın için başlıca yükümlülük olan zürriyet bekliyor.[121]

Ahd-i Atik’te doğurganlık, şeref, adalet

Yukarı Mezopotamya’da, efendisinin ailesinde İshak için kadın arayan İbrahim’in hizmetkârının öyküsüne dönelim. Genç kızın Ken’an ülkesine hareketiyle mübadeleler devrinin bitmediği hemen fark ediliyor. Onun ve bütün ailesinin şerefi, doğurganlığı ile sınanacak. Rebekka’nın kardeşlerinin “…Ey kız kardeşimiz, binler, on binler anası ol ve zürriyetin kendilerinden nefret edenlerin kapılarını miras alsınlar” hayır duası (Tekvin XXIV/6) kaderi zorlama amacını güdüyor.

Doğurganlığın önemi, hayır dualarının, servet, refah ve düşmanlar üzerine egemenliğin yanı sıra çoğu kez ana örgesi oluşundan anlaşılıyor. Tevrat, peygamberlerin doğurganlıklarına dair birçok metin içeriyor. Sadece İbrahim’inki için beşten fazla fasıl bulunuyor: “Ve (Rabb) onu dışarıya çıkarıp dedi şimdi göklere bak ve eğer yıldızları sayabilirsen onları say ve ona dedi: Zürriyetin böyle olacaktır.” (Tekvin XV/5)…

Aynı şeyi Tanrı, başlarda, Âdem ile Havva’ya, tufandan sonra da Nuh ve oğullarına söylememiş miydi? (sırasıyla Tekvin 1/28 ve IX/1,17).

Yukarda İbrahim’in kısır karısı Sara ile Hacer’in kıssasını görmüştük. Sara’nın kocasına Hacer’i alması kararı, alınmış bulunan bağış ve armağanlarla karşılığını vermek zorunluluğundan kaynaklanıyordu, şöyle ki çocuğu olmayan kadın, kocasına karşı borçlu durumda kalıyordu.

Bu âdet, Orta-Doğu’da, eskiden beri yaygın olmuş olmalıdır. Nuzi kanunnamesinde “Zevce Gilimninu doğurursa, kocası Shennima başka kadın almayacaktır ve Gilimninu doğurmazsa, Shennima’ya Lullu ülkesinden bir kadını tezviç edecektir” deniyor. Bu düzenlemeye Ahd-i Atik’in daha başka metinlerinde rastlanıyor.[122]

Kur’an’da doğurganlık, şeref, adalet

Doğurganlığın geleneksel anlamı, şeref, itibar ve adaletle ilişkileri, tümüyle VIII. yy. Arap toplumunda çok geniş ölçüde geçerli olup keyfiyete Kur’an tanıklık ediyor; böyle bir ortamda erkeklik (cinsî güç) ve doğurganlık değerleri coşku yaratır. Kısır kadın da lanetlenmiş gibi görülür. Koca, onu boşayıp (veya boşamadan) yeniden evlenme hakkını kendinde görür.

Kur’an’a göre çocuklar, Allah’ın hayırhahlığının bir nişanesidir: “Size mallar, çoluk çocuklar vererek nimetini artırır. Size bağlar verir, nehirler akıtır” (LXXI/12); Size bildiğiniz her şeyi bol ihsan eden, size (sürü sürü) davarlar, evlâtlar, bağlar, ırmaklar ihsan eden Allah’a karşı (vazifelerinize) dikkat edin” (XXVI/132-3); “Hakk Teâlâ sizin için kendinizden zevceler yarattı, zevcelerinizden de sizin için oğullar, torunlar verdi…” (XVI/72).

Bu sonuncu ayette zevcelerin “kendinizden” olması ve evlât olarak da “oğullar”dan söz etmesi calibi dikkattir.

XVII. İsra Sure’sinde Muhammed “Nebiyyülkıbleteyn”, yani iki kıblenin (Mekke’de de Kâbe ile Kudüs) Peygamberi ilân ediliyor. Kudüs’ün vâris ve nigahbanı (bekçisi-gözeticisi) olan Beni İsrail’e ait tevliyetin (mütevelliliğin) nihayet bularak bu tevliyet Âl-i İsmail’e veriliyor…: “Biz Musa’ya kitap verdik. Onu İsrail oğullarına rehber kılarak… İsrail oğullarına karşı kitapta hükmettik: Muhakkak ki yeryüzünde iki kere fesat çıkaracak,[123] muhakkak ki en büyük serkeşliği göstereceksiniz. Onlardan (fesatlarından) birincisinin vadesi gelince üzerinize şiddetli, satvet sahibi kullarımızı göndermiş, onlar da… (sizleri) tarumar etmişti… Sonra size onlara karşı galebe ihsan ettik (yeniden şevket verdik). Sizi mallarla, oğullarla kuvvetlendirdik…” (XVII/2-7).

Her doğum sosyal itibar açısından aynı değerde değildir. Esas olan oğlan çocuğunun doğmasıdır. Kur’an, kız babası olmuş bir Arap’ın tepkisini tasvir eder “Onlar Allah’a kızları (olduğunu) isnat ederler. (Hâşâ), O’nun şanı münezzehtir. Kendileri de dilediklerine[124] nail olmak isterler. Onların birine bir kızının (dünyaya geldiği) müjdelenirse yüzü kararır, hiddetinde köpürür. Kendisine verilen müjdeden dolayı halktan gizlenir. (Kız çocuğunu) rüsvalığa katlanarak tutayım mı, yoksa (diri diri) toprağa gömeyim mi? (diye düşünür)[125] … (XVI/57-60).

Peygamberler bu ayetlerle Allah’a “kızlar” (Arap pantheonunun tanrıçaları) isnat edip kendileri erkek evlât isteyen müşrik yurttaşlarıyla istihza ediyor.

Allah’ın verdiği servet ve oğullara rağmen şükretmeyen ve hayır işi yapmayan kişi “nefsine zulmediyor” (zâlim li nafsi’hi), yani gayri âdil oluyor.

Malların mübadelesi

“Kadim dünyada ekonomik yükümlülük olaylarının en dikkate değer ve niteliği politik ekonominin bazı safdil klasik kuramcılarının sanmış oldukları gibi basitçe değiş tokuş şeklinde kendini göstermeyip, zorunlu olarak iade edilmesi gereken bağışlar görünümü altında belirir”.[126] Bu teati edilmiş bağış havası Kitab-ı Mukaddes ye Kur’an’da birçok iz bırakmıştır. Hattâ sadece işbu “eksiksiz yükümlülükler” sisteminin insanlarla Tanrı arasında olduğu gibi insanların kendi aralarındaki ilişkilerin de tümünü açıklığa kavuşturabileceği söylenebilir. Gerçekten, Kitab-ı Mukaddes ve Kur’an’da Tanrı, dünyanın, doğanın, hayvanlar ve insanların yaşamı için gerekli tüm şeylerin sonsuzca cömert sağlayıcısı olarak görünür. Bu keyfiyet, malların teatisi-mübadelesi açısından çok önemli sonuçlar getirmektedir: Tanrı’nın cömertliği, bir yerde, “minnettar kılıp bağlar”. İnsanlar O’na bağışlarını, hiç değilse kısmen, iade etmek zorunluluğunu duyarlar; bunu gerçekleştirmenin yolu da tapma, övme, çeşitli kültürel davranışlar ve aynı zamanda da kurbanlar, fakirlere yapılan bağış ve sadakalardır.

Ama iş burada bitmez: bu kez Tanrı, insanoğlunun ona verdikleriyle bağlanır; ona işbu ikrazı iade etmesi gerekir. Ama sahavet ve kereminden, insanlara bunu yüz katıyla geri verir.

Divertimento

İçinde bir Bektaşi dedesinin de bulunduğu bir sefine şiddetli fırtınaya tutulmuş, her an batma tehlikesi var. Dede, bir köşede tir tir titrermiş. Biri yanına gelmiş ve “Dede, ne korkuyorsun, Allah kerimdir” demiş.

“İyi ya, ben de ‘Kemal-i kereminden balıklara ziyafet çekmeye kalkmasından korkuyorum!…

Devam edelim.

Böylece de Tanrı ile insanlar, insanlarla doğa güçleri, insanların kendi aralarında bir mübadele-teati hareketi sürüp gitmektedir. Bunlara dair her iki Kitâb’tan örnekler vermek suretiyle konuyu özetlemeye çalışacağız.

Tevrat’ta olduğu gibi Kur’an’da da Tanrı, bütün varlıkları halk etmiş olduğundan, her türlü alışverişi başlatmış oluyor. Ahd-ı Atik’te Davud’un duası Tanrı ile insanlar arasındaki mübadelenin temel koşullar hakkında ilginç bir misal olmaktadır: “Ve Davud, bütün cemaatin gözü önünde Rabb’i takdis etti ve Davud dedi: Sen, ezelden ebede kadar mübareksin, atamız İsrail’in Allah’ı, Rabb! ya Rabb, büyüklük ve ceberrut ve cemâl ve zafer ve haşmet sesindir; çünkü gökte ve yerde olan her şey senindir; ya Rabb, krallık[127] senindir ve sen, baş olarak her şeyden yükseksin. Ve servetle izzet senden gelir ve sen her şeye hâkimsin…” (I. Tarihler XXIX/10-19).

İşbu mutlak hükümdar karşısında insanların hali ne olacak? Tarihler’in yazarı bunu çok iyi seçilmiş iki sözcükle ifade ediyor: insanlar yabancılardır ve de korunuk, konuklardır. Yabancı olarak hükümdar ve bunun malları üzerinde hiçbir hakları yoktur. Korunuk olarak da, geçimleri için hükümdarın cömertlik ve sahavetine tamamen bağlıdırlar.

Kur’an’da “Hakk Teâlâ, her şeyi yaratandır. Her şey O’nun tasarrufu altındadır” (XXXIX/62), “Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Hakk Teâlâ’nın (ilim ve kudreti) her şeyi kuşatmıştır” (IV/125), “Göklerle yerin, onlardaki her şeyin mülkü Allah’ındır. Allah da her şeye hakkiyle kadirdir” (V/123) demekle Ahd-i Atik’in ifadelerini doğruluyor. Gerçekten bu sonuncuların doğrultusunda olmak üzerek Allah’ın, her şeyi halk ettikten sonra insanların ve dünyanın yaşamı için gerekli her şeyi sağladığı görülüyor ve böylece de “er-rezzâk” olup mahlûkatının ona tapmaları dışında onlardan karşılık olarak herhangi bir şey almamış oluyor.

Yaşam için gerekli ve “maddî” olarak nitelendirilebilecek şeyler, aslında, Allah’ın insanlara bahşettiklerinin sadece en önemlisi olmayan, bir bölümünü oluşturuyor. Gerçekten O, “gayri maddî şeyler”de, ezcümle yardım, himaye, necat, şan, hayır sağlıyor; insanlara akıl, bilgelik ve hattâ sanatsal maharet; basarı, düşmanlar üzerine zafer, barış ve bolluk veriyor. Ahd-i Atik’e dönerek, Tanrı “adaletinin birinci veçhesinin, her şeyi halk ettikten sonra, mahlûkatının tüm gereksinmelerini karşılaması olduğu görülür. Bu bağlamda her iki Kitâb’da da Tanrı’nın işbu cömertliği, öbür dünyada doruğa varacaktır.[128]

Tanrı’nın bu bağışlarına insanların yanıtı olacaktır. Ahd-i Atik ve Kur’an’ı bize anlatmış olanların beyninde anlamlı mübadeleler, tamamen değerler mübadeleleridir. Temel değerler esas itibariyle Tanrı’dan gelir. O halde insanlar da bunlara başka değerlerle yanıt vereceklerdir: tapmalar, kurbanlar, bayramlar, hacc’lar, yani dindarlık, itaat, inkıyat, her türden saygı. Ve bu değerler mübadelesi konusunda ve üstelik maddî mallar ve sair şeylerin teatisi örgütlenip gelişe­cektir. Dinsel törenlerin gölgesinde önemli Bayram-Noel hediyeleri alışverişi yaygınlaşmıştır!

“Tanrı hizmeti”, bir tapınma ile ve bunun içinde olarak, insanlarla Tanrı arasında bu değerler teatisini örnek şekilde gerçekleştirir. Arapçada olduğu gibi İbranîcede de bunu ‘bd’ kökünün (ibadet) terimleri ifade ediyorlar.[129] Bu doğrultuda, her iki Kitâb’daki ayrıntılara girmeyeceğiz.

Kur’an’da sahavet, şeref, adalet

Kur’an’da hisset (hasislik), inançsızlık ve adaletsizlik nişanesidir. Ama bunun mukabilinde savurganlık, israf, gösterişli masraf, hisset kadar kınanacak davranışlardır: “Hısımlara, yoksullara, yolda kalmışlara haklarını ver. (Malını) israf ile saçıp dağıtmaktan çekin. Çünkü israf ile mallarını saçıp dağıtanlar, şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Tanrı’sına karşı nankördür… Elini, boynuna bağlı imiş (gibi, sıkma), büsbütün de açma. Yoksa (cimriliğinden dolayı) sana dil uzatırlar, (eli boş kalmak yüzünden de) pişman olursun” (XVII/2-3).

Peygamber, gösterişli israfı bir şeref kaynağı yapan geleneksel düşünceye karşı da çıkıyor ve bunda bir adaletsizlik nişanesi görüyor. Doğru ekonomik davranışın hasislikten olduğa kadar israftan da kaçınma olduğunu ve bağışı, Allah’a imana bağlayarak, O’ndan gelmiş olan iyiliklere karşı bir minnettarlık ifadesi olarak gösteriyor: “Esirgeyen Tanrı’nın kulları onlardır ki yeryüzünde tevazu ile yürürler… Onlar gecelerini, Tanrılarına secde ederek, ayakta durarak geçirirler. Ve “(Ulu) Tanrı’mız, derler, cehennem azabını üzerimizden sav…”. Onlar mallarını harcettikleri zaman israf etmezler, hisset de göstermezler, ikisi ortası bir yol gözetirler…” (XXV/3-68). İşte doğru olan “ikisi ortası”, yani hissetle israfın ortası yoldur: Adalet bundadır. Kur’an’daki kvm kökü, bu tutuma bağlanıyor: ayakta, dik durmak.[130] Bu, bir bedenî davranışın ötesinde, ahlâkî değer içeren bir duruş şeklidir.

Ahd-i Atik’te bağış teatisinin kalıntıları

İsraillilerin Araplar kadar masraf ve mal savurganlığına dayanan şeref yarışması ve itibar mücadelelerine önem atfetmedikleri sanılır.

Ahd-i Atik’ten birçok metin bağışın korkunç gücünü canlandırıyor. Bunlar okunduklarında, bağışın hâlâ bir ittifak-ahit ve ilişki aracı olduğu anlaşılıyor. Hediye, vericiyi alıcıya bağlıyor, bazen ona hükmetmek, bazen onu onurlandırmak, ama herhalde ona açık veya gizli bir tür baskıda bulunmak için. Ahd-i Atik, kardeşi Esav’ın hiddetini teskin etmek üzere ona, büyük, küçükbaş hayvandan ne denli zengin sayılacak bir armağanı önüne katmış olan Yakub’un öyküsünü anlatıyor. (Tekvin XXXII/13-22). Esav, bu hediye karşısında gevşiyor (kendini buna bağlı görüyor) ve Yakub’a istediği yere gidebilme iznini veriyor. (Tekvin XXXIII/8-ll ve 12-19). Yusuf’un kıssası daha da çarpıcı bir misal oluyor. Mısır’dan buğday satın alan Yakub’un oğulları Ken’an’a geri döndük­lerinde, yiyecekleri ödemek üzere sarf ettiklerini sandıkları paranın, torbalarına geri bırakılmış olduğunu tesadüfen görüyorlar: “Ve biri konak yerinde eşeğine yem vermek için, çuvalını açınca, parasını gördü…” (Tekvin XLII/27). Yüreklerini korku sarıyor şöyle ki kendilerini bu armağanla, velev ki haberleri olmadan, kendilerinin bağlı olduklarını anlıyorlar. Böylece, bir başka sefer sırasında bu kez bunlar, kendilerini kabul etmiş ve rehin olarak tuttuğu Şimon ve torbalarında buldukları parayla onları elinde tutan garip vali için yanlarına armağanlar alıyorlar. Bu arada da, daha önce Ken’an’a götürmüş oldukları ve yeniden Mısır’dan alacakları buğdayı ödemek üzere yanlarına iki kat para almayı da ihmal etmiyorlar.

Evlenmelerin yanı sıra hediyeler de, saraylar arasındaki mübadelelerde önemli rol oynuyor: Sabâ Melikesi Süleyman’a büyük zenginlikler getiriyor; buna Süleyman, daha da görkemli armağanlarla cevap veriyor. Girmiyoruz bu öykülere.

Bir kralla halkı arasındaki ilişkilerde de, sunular bir inkıyat ve saygı nişanesi oluyor ki bu hususta Ahd-i Atik’te birçok metin bulunuyor.

Ve Ahd-i Atik’te ve Kur’an’da fakirlere karşı tutumun, ticarî mübadelelerde adaletin koşutluğu…[131]


[1] “Acemî”, Arap olmayan ve Araptan gayri, İranlı, Arapçayı iyi söyleyemeyen manasındadır.

[2] Kamus Tercemesi, C. IV, İst. 1305, s. 1006-7

[3] A. I. Katsh. – op. cit., s. 4, infra 4.

[4] Tephilla bir dua, onsekiz hayırdua, yani “günde üç kez söylenen muntazam duaların başlıca mürekkipleri”dir (A.I. Katsh, op.cit. s.4) .

[5] Bu hususta rehberimiz A. I. Katsh’ın mezkur kitabı oldu. Bunun içniden çok açık seçik olanları seçtik.

[6]    A.I. Katsh – op. cit.s.17-8

[7]    Tevrat’ta geçen büyük bir su canavarı.

[8]    A.I Katsh. – op. cit. s. 19-20

[9] ibd., s.23, infra 7.

[10] ibd. s.24 infra 12.

[11] D. B. Macdonald. – Melâike, in İA.

[12] D. B. Macdonald. – Malâ’ika, in EI.

[13] A. I. Katsh. – op. cit., s. 27.

[14] Yani isimlerin müsemmalarını göstererek.

[15] A. I. Katsh. – op. cit., s. 31.

[16] ibd., s.34-7

[17] ibd. 51 ve infra 9 ve 10.

[18] ibd. s. 53-4

[19] ibd. s.58 ve infra 7.

[20] ibd. s. 65-6.

[21] ibd. s. 74.

[22] “Âyetin aslında ‘Süleyman mülkü’ deniliyor ki maksat nebiliği, yahut saltanatı ve devridir. Râzî der ki! ‘Yahudilerin çoğu Hazreti Süleyman’ın nebiliğini inkâr ederler, onu dünya padişahlarından sayarlardı. Belki onun muasırları, bütün o saltanatın sihirbazlık yüzünden ileri geldiğini sanıyorlardı’. Ömer Rıza Doğrul’un tefsiri, s. 42, infra 93.

[23] “Kur’an-ı Kerîm’i İngilizceye tercüme eden George Sale, İran dinleri hakkında bir eser sahibi olan Hyde’den naklen İranlıların aynı adları taşıyan iki asi melekten bahsettiklerini ve bunları başları aşağı gelmek üzere iki bacağından asılmış gösterdiklerini anlatır. Sonra şu sözleri ilâve eder: Yahudiler de Şamhozoy adında asi bir meleğin kadınlarla düşüp kalkmak yüzünden kendini alçalttıktan sonra tevbe ettiğini ve onun için kendini yerle gök arasında başaşağı astığını anlatırlar”. Ö. R. Doğrul’un tefsiri, s. 43, infra 96.

[24] A. I. Katsh. – op. cit., s. 92-5.

[25]  ibd. s.104-5

[26]  The Talmud, s. 418

[27] A, I. Katsh. – op. cit., s.119 – 120

[28]  “Kâbe civarında birtakım dikili taşlar vardı ki putlar için adanan kurbanlar onların üzerinde kesilirdi. Bu hayvanların kanları taşların üzerine serpilir ve etleri taşların üzerlerine konurdu” (Ömer R. Doğrul’un notu, s. 194).

[29]  “Cahiliyet devrinde bir insan yola çıkmak, evlenmek veya başka mühim bu iş yapmak istediği zaman bu kısmet ve kumar oklarını atardı. Okların bir tarafında, işin yapılması, bir tarafında yapılmaması hakkında yazılar vardı. Bir tarafı da boştu. Ok atıldığı zaman boş tarafı çıkarsa tekrar ok atılırdı” (Ö. R. Doğrul’un notu, s. 194).

[30] Fısıh bayramı. Mısırlıların yeni doğan çocuklarını boğazlayan meleğin İsraillilerin evlerinin üstünde geçişinin kutlandığı yıllık bayram.

[31] A. I. Katsh. – op. cit., s. 121-3.

[32] Müşahedemiz 1951 ile 1956 arasında geçen süre içindedir.

[33] EB, mad. “Hallel”.

[34] EA, mad. “hallel”.

[35] Bkz. Mezmur 104-6, 111-3, 115-7, 135, 146-5, I Tarihler 16/36. Ayrıca bkz. “Halleluja”, in Die Religion in Geschichte und Gegenwart. Handwörtenbuch für Theologie und Religion wissenschaft II. Tübingen 1928.

[36] Bu ilişkinin ayrıntıları için bkz. Burhan Oğuz. – op. cit., II/l, passim.

[37] “Aşar” ve “öşür” sözcüklerinin hep aynı (“on” rakamını ifade eden) kökten olduklarını hatırlayalım.

[38] Bu âyet “Fısıh Bayramı’na mütedairdir.

[39] C.C.Berg.-Oruç, in İ.A.

[40] A. I. Katsh. – op. cit., s. 143-4

[41] T.H. Weiz. – Sadaka, in İA.

[42] A. I. Katsh. – op. cit.„ s. 148-9.

[43] ibd., s. 150.

[44]  B. Hrozny. – Histoire de l’Asie Antérieure, de l’Inde et de la Créte, Paris 1947, s. 230, 249, 268-70.

[45]  ibd., s.252-3.

[46]  Jean-Gharles Pichon. – Histoire des mythes, Paris 1971, s. 45-6.

[47]  B, Hrozny. – op. cit., s. 254-5.

[48]  ibd., s. 253-4.

[49]  ibd., s. 209-10.

[50] Yunanlılar (Helenler) Hind-Avrupa asıllı bir kavm olmakla birlikte bu kökenlerini, tıpkı Romalılar gibi, çoktan unutmuşlardı.

[51] Walter Ruben. – Eski Hind tarihi, çev. Z. Şanbey, Ank. 1944, s. 87-8. M. Ö. 587 ‘de Mâbed’in tahribi ve Yahudilerin yerlerinden edilmeleri sonucu bunların Ahmenî İran’a sığındıklarını (Galut) görmüştük.

[52]  ibd., s. 10-11 ve Annemarie Schimmel. – Dinler tarihine giriş, Ank. 1955, s. 74.

[53] Bkz. Burhan Oğuz. – op. cit. I, s. 256, 258-9.

[54] W. Ruben op. cit. s. 81.

[55] Mircea Eliade. – Histoire des croyances et des ideés religieuses I. De l’âge de la pierre aux mystéres l’Eleusis, Paris 1976, s. 49-52.

[56] Tam anlamıyla “dua”.

[57] BERAKHOTH 30a (s. 610)

[58]  ibd. (s.609-10)

[59] Herhalde “soyunan, elbiselerini çıkaran” anlamına.

[60] BERAKHOTH 15a (s. 339-41).

[61]  Bu peygamber Aşmuil veya Samuil’dir (Ö.R. Doğrul’un notu, infra 229).

[62] Burada Saul’e Talût denilmektedir. Talût, boylu boslu demektir. Ö. R. Doğrul’un notu, infra 232. Gerçekten “Ve koşup onu oradan aldılar ve kavm arasında durduğu zaman omuzundan yukarısı bütün kavmin boyunu geçiyordu” (I.Samuel X/23). Zemakhshari’ye göre Talût ” tûl (uzun)dan geliyor.

[63]  Bkz. A. I. Katsh. – op. cit., s. 161-3.

[64] Yukarda sözünü ettiğimiz Tabari’nin naklettiği efsaneye göre Amalika, peygamber sülâlesi olası Levi kavmini imha etmiş bundan sadece Samuil’in asası kurtulmuşutr, karnındaki çocuğu ile.

[65] Ö. R. Doğrul. – op. citt„ s. 88-90, in/m 235-6.

[66] 3.70 litrelik zahire öiçüsü.

[67] A. I. Katsh. – op, cit„ s. 164-5.

[68] ibd., s.170-1

[69] ibd., s.174

[70] op. cit. S. 93, infra 250.

[71] Bkz. A.I.Katsh. – op cit. s.175-6.

[72] ibd. s.177-8

[73] Joseph Schacht. – Riba, in  İA.

[74] A.I. Katsh. – op. cit., s.191-2.

[75] ibd., s. 193-4.

[76]  “Ey Peygamber! Müminleri harbe teşvik et. İçinizde sabırlı (azimkâr) yirmi kişi bulunursa ikiyüzü yenerler, içinizden yüz kişi, kâfir olanlardan bin kişiyi tepeler. Çünkü (kâfirler), (hakkı) İdrak etmeyen bir cemaattirler” (VIII/65).

[77] Tarafımızdan belirtildi.

[78] Ö.R.Doğrul. – op. cit., s.110-1

[79]  A. I. Katsh. – op. cit., s. 199-200.

[80] ibd. s.203

[81]  ibd., s. 222.

[82] op. cit.s.LVI-LVII.

[83] ibd. s.XCI.

[84]  ibd. s.CLXXIII

[85] Xavier de Planhol. – Les fondements géographiques de l’histoire de l’Islam, Paris 1968, s.22

[86] Bernard Lewis. – Politics and war, in Coll. – The legacy of Islam, ed. by Joseph Schacht and C. E. Bosworth, Oxford. 1974, s. 157

[87] Ignaz Goldziher. – op. cit., s. 165 ve infra 24 (s. 282).

[88] Jean-Paul Charnay. – Sociologie religieuse de I’Islam, Paris 1977, s. 77.

[89] ibd., s.88, 90

[90] ibd., s.94

[91] ibd., s.95

[92] ibd., s.97-8

[93]  G. Contenau. – La civilisation phénicienne, Paris 1949, s. 56, 79-80.

[94] M.Gaudefroy-Demombynes. -op. cit., s. 54-5.

[95] ibd., s. 256-7

[96]  ibd., s. 306-7

[97] ibd., s. 309-13

[98] Zikreden Orhan Saik Gökyay. – Tabirnameler, in Tarih ve Toplum 94, Ekim 1991.

[99] “Ve Rabb Allah yerin toprağından adamı yaptı ve onun burnuna hayat nefesini üfledi ve adam yaşayan can oldu”.

[100] Ve Musa İsrail oğullarına dedi: Bakın, Rabb Yahuda sıptından Hur oğlu Uri oğlu Betsalel’i adı ile çağırdı ve hikmette, anlayışta ve bilgide ve her çeşit sanatta…”

[101] RB. Calwerley. — Nefis – Nafs, in İA.

[102] F.Buhl. – Âd. in İA.

[103] H.H. Brau. – Semûd, in İA.

[104] A.J. Wensinck. — Hûd in İA. ve M. Gaudefroy-Demombynes.— op. cit. s. 398-9.

[105] Tarafımızdan eklendi

[106] Gaston Wayner. — La justice dans 1’Ancien Testament et le Coran, Neuchâtel (Suisse) 1977, s. 14.

[107] Zikreden Gaston Wagner. – op. cit. s.31.

[108] ibd., s. 38-43.

[109] G.Bachelard’dan zikreden G. Wagner – op.cit., s.48.

[110] ibd., s.48-51.

[111] Zikreden, ibd. s.52.

[112] Osmanlı fıkhında mehr-mihir, evlenirken erkek tarafından verilen para olup mehr-i muaccel, nikâhta verilen ağırlık; mehr-i müeccel, boşanma veya ölüm halinde verilmesi kararlaştırılan paradır.

[113] Zikreden G. Wagner.— op. cit., s. 52-3.

[114] M. Hüseyin Heykel.— Hazreti Muhammed Mustafa, İst.. 1948, s, 114.

[115] Claude  Lévi-Strauss. — The raw and the cooked. Introduction to the science of mythology I, N. Y. 1975, s. 1.

[116] Martin Lings. – op. cit. s.13-4

[117] G. Wagner. – op. cit., s.54-9

[118] Peygamber, Hz. Süleyman’ın kaç karı aldığını biliyordu…

[119] Savaşta esir düşen kadınlar.

[120] Alınan kadın ister hür bir kadın, ister öksüz, ister esiri olsun, mehir vermek gerekir. Bu sayede her evlenen kadın, evlilik hayatına bir miktar mal sahibi olarak girer. Evlilik sayesinde durumu yükselir ve onu birçok hususlarda kocasıyla eşit eder” (Ö.R. Doğrul’un tefsiri, s. 152).

[121] G. Wagner.- op. cit., s. 60-3.

[122] ibd., s. 70-2.

[123] Kudüs iki kez tahribe uğramış ve böylece Yahudiler iki kez cezalandırılmışlardır. Önce Babilliler, sonra da Romalılar Kudüs’ü tahrip etmiştir. İsa da bu akıbeti ihtar etmişti (Matta incili XXIII/38, Luka İncil’i XXI/24).

[124] Yani erkek çocuğa.

[125] Cahiliyet döneminde cari olan böyle bir uygulamayı İslam men etmiş.

[126] Jean Cazeneuve’ün, Marcel Mauss’un Esasi sur le don’unun kritik analizinden zikreden G. Wagner – op. cit. s.87

[127] Burada geçen İbranî tabir “mamlâkâ”dır. G. Walter— op. cit„ s. 89.

[128] ibd., s. 89-95.

[129] ibd., s. 97-8.

[130] Osmanlıcada “kıvam”, “kavim”in çoğulu olarak dikler, doğrular; “kavim” de, ayakta, doğru, dik manasınadır.

[131] Bkz. G.Wagner, s.138 ve dev.