Aradan dört beş asır geçecek, Celsus, Alman hekim Paracelsus’ta yaşamaya devam edecekti.
“Gökyüzündeki her yıldıza yeryüzünde bir çiçek tekabül eder” demişti. Ortaçağ Batı tıbbına damgasını vuranlardan biri olan Paracelsus (1493-1541). O, tıpta kimyanın önemli bir rolü olduğunu belirleyen gezgin Alman hekim ve simya bilginiydi ve tıbbî düşünceleri nedeniyle yerleştiği hiçbir kentte bir yıldan uzun süre kalamamıştı. Takma adını, ünlü Romalı hekim Celsus’tan alan “Para-Celsus”un (Celsus’u aşan), asıl adı Philippus Aureolus Theophrastus Bombast von Hohenheim’dı. Kendi tıp öğretisinde, bir mikro kozmos (evren) ile uyumunu sağlamaya çalışmıştı. Hekim olan babasının da ders verdiği Villach’taki madencilik okulunda öğrenim görmüş, genç yaşta kazandığı kimya ve metalürji bilgisi, ilerde ilâç tedavisi alanında yapacağı büyük buluşlara temel oluşturmuştu. Bilgi, deneyimlerin ürünü olacaktır.
Paracelsus Antikçağ ve Ortaçağın dört ana unsuruna (ateş, hava, su, toprak) kükürt, tuz ve cıvayı eklemiş, iyileşme sürecini “ilâçlar ve öteki tedavi yöntemleri yoluyla yaşam gücünün desteklenmesi” olarak yorumlamış, insan vücudunu kimya laboratuarına benzeten ilk tıp bilgini olmuştu.
Ordularda cerrahlık yapmış, Tatarlara esir düşmüş, Litvanya’ya kaçmış, fırtınalı hayatı boyunca sürdürdüğü gezileri arasına Mısır, Arabistan, Filistin ve İstanbul’a yolculukları da girmiş. Gittiği her yerde en etkili tedavi yöntemlerini bulma ve daha da önemlisi, doğanın gizil güçlerini öğrenme amacıyla simya araştırmalarına girişmiş.
1524’te Villach’a döndüğünde, mucizevî tedaviler yaptığına ilişkin ünü yayılmış. Paracelsus’un kent hekimliğine atandığı ve Basel Üniversitesi’nde tıp dersleri vereceği duyulunca Avrupa’nın dört bir yanından gelen öğrenciler kente dolmaya başlamış. Derslerine sadece bunları değil, istekli herkesi çağırması yetkilileri öfkelendirmişti. 1527’de, bir öğrenci grubuyla birlikte İbn-i Sînâ ve Galenos’un kitaplarını üniversitenin önünde yakmıştı[1]. Derslerinde doğanın sağaltıcı gücünü vurgulayarak döneminde uygulanan tedavi yöntemlerini ve yanlış uygulamaları acımasızca eleştiriyordu.
Tıp tarihinde seçkin bir yeri olan Paracelsus öncü çalışmalarıyla da tanınır. 1530’da, o zamana değin bilinen en iyi frengi tanımını yaparak bu hastalığın cıvalı bileşiklerin vücuda uygun dozlarla verilmesiyle tedavi edilebileceğini ileri sürmüştü. Bu tedavi yöntemi daha sonra 1909’da bulunan Salvarsan tedavisine öncülük etmişti. Madenci hastalığı olarak bilinen silikozun maden buharlarının solunmasından kaynaklandığını bulmuştu. Günümüzde homeopati olarak bilinen uygulamayı o dönemde kavrayarak, uygun dozlarda verilen hastalık etkeninden iyileştirici özellik kazanabileceğini savunuyordu. Bazı kaynaklara göre 1534’te vebadan kırılan Stertzing kentinde bir hastanın dışkısından aldığı küçük bir parçayı ekmekle karıştırarak yaptığı haplarla pek çok hastayı iyileştirmiş. İlk kez guatrın minerallerle, özellikle içine suyundaki kurşunla bağlantılı olduğunu ortaya koymuştu. Cıva, kükürt, demir ve bakır sülfat içeren yeni kimyasal bileşimler hazırlayarak ilâç olarak kullanmıştı. Bütün bunların yanı sıra psikiyatrik tedavilerin gelişmesine önemli katkıda bulunmuştu. O, hasta – hekim ilişkisinde tıbbın ahlâkî yönüne önem veren hekim olmuştu: “Hekim, hastanın kalbinde büyüktür” ve “ilâçların en yücesi sevgidir” sözleri onun en erdemli yaklaşımını özetler (Resim 22)[2].
Osmanlı tıbbı, Paracelsus’u, bu Avrupa Tıbbî doktrininin önemli bir temsilcisini biliyordu. O ise İbn-i Sînâ’yı yakıyordu. Bu denli önemli bir kişinin Herbarius – otlar, vatanı Almanya ve İmparatorluğun bitkileri, kökleri, tohumları vs.nin fazileti hakkında” adlı kitabındaki önerilere geçmeden önce yine özgeçmişine değinerek doktrinini irdeleyeceğiz. Babası, Wilhelm von Hohenheim, İsviçre’de Einsiedeln’e, berber – cerrah olarak yerleşmişti. Küçük yaşta anasını kaybeden Paracelsus’un ilk eğitimi, baba etkisi altında yürüyor. Babanın, gezilerinde sık sık onu yanına aldığı, birlikte ot topladıkları ve bu arada da, hiç ihmal edilemeyecek bilgiler aktardığı biliniyor. 1502’de Wilhelm, Eisiedeln’i terk edip bakır madenleriyle tanınan Villach’a yerleşiyor. Dokuz yaşında bir çocuk için bu, maden dünyasının keşfi oluyor. Burada Güney Almanya’nın zengin ve güçlü ailesi Fugger’lerin madenlerinde, yeraltı güçlerinin büyülü dünyasıyla olduğu kadar, madenlerin istihraç ve muamele işinin sağlam gerçeği ile hemhal oluyordu.
1524’te Salzburg’ta yaşıyor, burada kendisini fakir halkın korunmasına vakfediyor; o denli ki, ihtilâlci faaliyet içinde bulunmakla itham edilip takibata uğruyor, kendini kurtarmak üzere buradan kaçıyor.
Basel’de, Erasmus’un en ünlü olduğu bir hümanistler çevresince karşılanıyor. Orada Belediye tabibi sıfatıyla, bir ustaca derste onu Lâtince bilmezlikle itham edenleri şaşırtacak ölçüde, bu dili kullanıyor. Ama derslerini, tıp âleminin coşkun içinde, Almanca olarak veriyor. Ama çok çabuk kendi öz görüşlerine dönüyor ve amfi tiyatrolarda sürekli iddia edilen kabul görmüş düşüncelerin hepsini gülünç hale getiriyor. Saygısızlığın son haddi olarak da, halkın Saint – Jean ateşlerinin çevresinde mutlu olduğu bir anda, İbn-i Sînâ’nın “Kanun”unun bir nüshasını ateşe atıyor. Hareket, kutsal eşyaya hürmetsizlikti: Basel Fakültesi, Akademi’deki profesörlük hakkını geri alıyor ve çatışma büyüyor. Basel faslı ancak on sekiz ay sürmüştü. 1533’te onu Sterzing’te sonra da Innsbruck’ta paçavra giysiler içinde, bundan faydalanarak yoksulları, sefilleri, açları ücretsiz tedavi eder halde görüyoruz.
Genç yaşta başına geleceğini hissederek de, çok küçük varlığının ihtiyaç içinde olanlara dağıtılmasını vasiyet ediyor[3].
Bu noktada, her türlü belirsizliği bertaraf etmek üzere ilk söylenecek şey, Paracelsus tıbbı ile bizimkinin hiçbir suretle, birçok yorumcu ve mütercimin ileri sürdüklerinin aksine, teşbih edilemeyecekleridir. O Geleneğin bir tanığı olmuş, Bilgi alanında yeni malzeme olabilecek bir şeyi sezinlememişti. Her şeyi yeniden bulmuştu. O: “Dünyada mevcut olan bütün sanatlar, tanrısal esinlenmedendir… o zaman soruyoruz size, neyi insanoğlu kendiliğinden ve kendi kafasından keşfetmişti? Hattâ donundaki deliğe bir yamayı da!” diyordu. Onun için insanoğlunu sağlığına kavuşturma, açıkça, Tanrı’nın en büyük şanından olacaktı (Ad majorem Dei gloriam) ve uyguladığı simya, bunun sembolik haccı oluyordu, ne eksik, ne fazla.
Herbarius, beklenebileceği gibi bilimsel bir dizim olmayıp 1526 civarında kaleme alınmış bir tıp kitabı oluyor, o tıp ki “ölmüşün uyduruk anatomisinden itibaren değil, insanı, ona tekabül eden göğün kısmı ile ilişkili olarak bilip tetkik etmekten” ibarettir.
Nehir nereye gittiğini bilir; bütün kolları da böyledir. Herbarius, işbu devasa eserin kollarından biridir. Yani tek başına, seyahat için yetmez. Onunla birlikte başka eserlerine de müracaat etmek gerekir.
Paracelsus için bitkiler “süren su”dur; bu formül de hemen dört unsur kavramına sevk ediyor. Başka yerde su, “bitkilerin etidir” diyor. Gökten söz ederken” onun yedi nabzı, yedi gezegenleridir” ya da “metaller, aşağı dünyanın yıldızlarıdır” diye açıklıyor.
Büyüleyici bir adam! Alabildiğine yaratıcı, aşırı derecede çalışkan ama bunlara rağmen bir âlim hüviyetinden yoksun. Kendi deyimiyle, “çam kozalakları arasında büyümüş”. O, hürriyetin yollarını takip ediyor; itaat etmesini bilen hürriyetin. O, iyi kapıları, iyi kilitleri, iyi anahtarları biliyor. Meslektaşlarına, Akademi’nin erdemlerini methetmenin uzağında, onlara “bu sanatın (tıbbın) icrası, kalbinize bağlıdır: Yanlış, sahte ise, tabipliğimiz de yanlış, sahte olur” diyen ve daha iyisi şunları ekliyor: “Tabipten kalbinin büyük sevgisinin istenmesinden çok bir şey olmadığını aklınızda tutunuz” Daha fazla, daha iyi, ne söylenebilirdi? Fakir insanlara ücretsiz bakıyordu. İlâçlarını daima kendi hazırlıyordu. Sağaltılamayan hastalığın bulunmadığını, sadece kötü hekimlerin varlığını haykırıyordu. “Sadece ölüm sağaltılamaz, zira takımyıldızının gökyüzü hiçbir zaman bulunamadı”…
24 Eylül 1541’de, Ortaçağın son güneşi batacaktı[4].
Şimdi doğruca Herbarius metinlerini özetleyeceğiz. Önce öndeyiş. Aşağıdaki ifadelerden Paracelsus’un koyu bir Alman milliyetçisi olduğu da görülüyor. O, doktrinini, mutat olan Lâtince yerine mahallî dille ifade etmiyor muydu? Sözü, onun kalemine bırakıyoruz;
“Alman ulusunun devâlarının büyük masraflar, çok çaba, hüner ve çok itina ile uzak ülkelerden ithal edildiklerini gördüğümden, işbu Alman Ulusu’nun bunların benzerlerine sahip olup olmadıklarını, kendi başına işini, denizaşırı ülkelerin yardımı olmadan, İmparatorluğun olanaklarını kullanarak görüp göremeyeceğini kendime sormaya başladım.
“Kendi öz toprağımızda, yeterli delillerle, her hastalık için gerekli her şeyin fazlasıyla bulunduğu mükemmelen saptanmış durumdadır. Öte yandan bunlardan, Arabistan, Geldanî ülkesi (herhalde Mezopotamya ve Anadolu’yu kastetmiş), İran ve Yunanistan’dakilerden daha çok ve daha iyisi bulunabiliyor, şöyle ki bu ülke sakinlerinin bizim onlara gitmemiz yerine, onların gelip buradan tedarik etmeleri daha elverişli olurdu. Ürünlerimiz o denli iyidir ki İtalya, Fransa vs. buraya başvurmakla haysiyetlerinden bir şey kaybetmezler. Böyle bir şeyin bu denli gizli kalmasının kabahati, cehalet ve deneyimsizliğin bu anası İtalya’ya yükleniyor; zira o, şu noktaya varmış: Almanlar kendi öz bitkilerini değersizlendirip İtalya’ya da denizaşırıdan getirtmeyi yeğlemiş. Bunun sebebi, çoktan beri aralarında sönmüş etrafın sevgisinden çok, kendi çıkarlarıyla ilgilenmeleriydi. Bu gerçeğin dışında Alman hekimlerinin Welsche (Roman, Fransız, İtalyan, nihayet yabancı. Bu tabir altında Paracelsus, Lâtin olan ve Almanya’ya yabancı olan her şeyi topluyor) olup bunlar Welsche ustalarına göre sanatlarını icra ettikleri, bizim onlarla hiçbir müşterek tarafımızın bulunmadığı bir gerçektir. Kitaplar da Yunanistan, Arabistan vs. den gelip orada telif edilmiş olduklarından, bunları geri götürsünler ve aynı devâlara sahip olmayı dilesinler[5]. Böylece de kitap ve ilâçlar, Alman olmayan aynı bir yuvadan geliyor ve bunlar, Almanya’nın sahip olduklarından daha iyi değillerdir. Her ülke kendi öz hastalığını, devâsını, kendi öz tabibini yaratır. Welsch kandırmaların sökülüp atılmasının çoktan zamanı gelmiştir…”
“Ama bütün bu mülâhazalara girişmeden bırakalım Alman tabiplerini istedikleri olmaya: Başka deyimle, kendilerini Welsch, İbranî, Hindu, Arap yapsınlar. Kişisel olarak ben bu kitapta, deneyimimle bildiğim kadar, öbür yandan da benzer şeylerin uygunluğunu öğreten doğal kurama göre bitkilerden, kök, tohum ve yapraklardan başlayacağım. Bütün bunları, Arap, Grek, Geldanî, İbranî vs. yazarları dikkate almayıp sadece Alman olanı ele alarak yapacağım. Ümidim Arapların, Geldanîlerin, İbranî ya da Greklerin buna ekleyecek bir şeyleri olmamasındadır… Ben Almanım, onlar Arap, Geldanî, İbranî, Grek’tirler…”[6].
Bu öndeyişten sonra ünlü tabibimiz bitkilerin “erdemlerine” geçiyor. Bunlar ellébore – çöpleme, pireotu, tuz ve erdemleri, deve dikeni olup ayrıca mercanlarla mıknatısın olanaklarından söz ediyor. Biz burada sadece, çöpleme bahsinden özette alıntılar yapacağız.
“Kara çöpleme yaprakları hakkında”.
“Karaçöplemenin yaprakları gölgede, Doğu rüzgârında kurutulup öğütülecek ve nice saf şekerle eşit miktarda karıştırılacak olursa tıp sanatının ilk feylosoflarının bu yapraklardan faydalanmayı öğrendiklerinde hazırladıkları devâ elde edilir… Bu çok eski ilk feylosoflar, çok sağlam bir sıhhate sahiptiler; bu mutlu sıhhatle uzun yaşamayı sağladılar. Buna varmak için karaçöplemeye başvurdular… Bu sayede hastalıktan masum kalabildiler ve son günlerine sağlıklı bir vücut içinde vardılar. Onlarda ne ciğerlerde, ne karaciğerde, ne dalakta, ne de başka yerde iltihap (çıban – abse) ne de cerrahî müdahaleler sonunda akıntılar görülmüş, açık yaralarda, sıyrıklarda, çıbanlarda, ayak kangreni ve benzer şeylerde olduğu gibi. Onlar da anî ölüm getiren beyin kanaması, nıkrız (damlagut) ve sair kronik rahatsızlıklar vaki olmamış…”.
Ama zamanla doğal sırlara saygı duymayıp, dayanaksız kuramlarını takip etmeyi yeğleyen, gerçek ve doğal faydalardan habersiz hıltçı Galenos tarafından önerilen dört hılt doktrininin yandaşları tabipler gelmiş. Müshili, tenkiyeyi, şurupları onlar icat etmişler ve yaprakların yirmi veya otuz yılda yaptığını bir günde yapmayı iddia etmişler. Bu yüzden de mezkûr bitki halen gözden düşmüş durumda… Sözde tabipler, Doğa’nın onların sanatından daha büyük olmasına şaşmamaktadırlar. Doğal niteliklerle hangi şey boy ölçüşebilir? Onları bilmeyen, sanatı bilmiyor demektir. Bu bitki (çöpleme) uzun yaşamdan bahseden ve ancak akademilerde okunabilen yazılardan çok çok iyi nitelik ve güç içerir. Bu nedenle de bu konuyu sadece ihtiyarlara tahsis etmeye niyetim yok”.
“Karaçöpleme kökü hakkında”.
“Bilesin ki karaçöpleme kökünün dört hastalığı kovma gücü vardır, ezcümle sar’a, nıkriz, beyin kanaması ve hidropizi (vücutta su toplanması)…” (Ayrıntılarına girmedik).
“Theophrastus’un bitkinin ve kökün vs. uygunluğu üzerine eki”, “Theophrastus’un ikinci eki”, “Dört başlıca hastalığa mütedair Theophrastus’un tam tedavisi (rejimi)”ni ve mezkûr hastalıkları irdeliyor[7].
Bundan sonra Paracelsus pireotuna geçiyor: “Pireotunun gerçek prensibini bilip anlamak istiyorsanız önce biliniz ki bu, insan ve hayvanların açık yaralarına uygun bir bitkidir; neticede onların az çok tümünü sağaltır. Kullanılması biliniyorsa, yara değil de zedelenme denilenlerin başka hiçbir devâ ile iyileştirilememiş olanlarını da geçirir. Budur işte pireotu; gerçekten başka hiçbir ot, insan ve hayvanları sağaltma bahis konusu olduğunda onunla kıyaslanamaz. Açık olan veya açılmaya yüz tutanları geçirir. Örneğin at: Eyerin sebep olduğu, çoğu kez o denli geniş ve can sıkıcı yaraları, bunlar ister açık ister açılmaya hazır olsunlar, bu ot hiçbir sakınca olmadan iyileştirir şöyle ki artık hayvan her gün zedelenme olmadan kullanılabilir. Aynı şeyler insan için de söylenebilir…”.
“Anlamalısınız ki otu kullanmak için şöyle hareket etmek gerekir: Ot alınıp serin bir dereye daldırılacak; bundan sonra tedavi edilecek yere, bir yumurtanın yarısını yemek için geçen zaman süresince serilecek; daha sonra da, çürümesi için bir rutubetli yere gömülecek. Bu süre içinde yara iyileşir. Dikkate çekmem gerekir ki çok kişi zedelenmiş yer üzerine haçlar yapıp dualar okuyorlar. Ama bu yararsız olup doğal yolla elde edilen doğal etkiler bahis konusudur. Ne boş inanç, ne sihir! Bu nedenle bu tür fantezilerden vazgeçip doğal düzene göre hareket edilmelidir. O zaman ot, gücünde mucizevî olur”.
Paracelsus, otun yarayı sağaltma sürecini mıknatısın çekme gücüne teşbih ediyor ve pireotunun, örneğin diş fistülleri gibi başka hastalıklara da iyi geldiğini anlatıyor[8].
Daha sonra devedikeni, kırmızı mercan, mıknatıs vs.nin faziletlerine geçiyor. Bu ayrıntılara girmedik.
[1] Yani İbn-i Sînâ ile Galenos, Basel’de biliniyordu. Kitap yakma işine gelince bu, 30’lu yıllarda Almanya’da Nazi’lerin yaptıkları aynı şeyi hatırlatıyor.
[2] AB ve Anonim. – Bilimsel Tıp ve Paracelsus, in (Cumhuriyet) BİLİM TEKNİK 244, 16.11.1991.
[3] Paracelse. – Herbarius. De la vertu des plantes, des racines, des semences etc., d’Allemagne, sa patrie et de l’Empire, Almancadan çev. Horst Homburg et Charles Le Brun, Paris 1987, s.7-11, Horst Homburg’un önsözü.
[4] ibd., Charles Le Brun’un “Giriş”i, s.13-20.
[5] Tarafımızdan belirtildi.
[6] Paracelse. – op. cit. , s.23-27.
[7] ibd., s.29-42.
[8] ibd., s.43-48