Konuyu derinlemesine kucaklayabilmek için Pan – Cermen ve Tötonik hareketlerin özünün bilinmesinde yarar vardır.
Bir Kuzey Avrupa kabilesinin mensubu olan Tötonları Romalılar, daha M.Ö. 103’de tanımışlardı. M.S. 102’de de imparator Marius bunları kesin bir yenilgiye uğratmıştı.
“Töton” adı, şekil itibariyle Keltik kökenli olup Tötonik (Cermanik) diller, ezcümle İngilizce, Hollandaca (Dutch), Felemenkçe, Almanca (Yüksek ve Aşağı), İsveççe, Danimarkaca, Norveç diyalektleri… için bir müşterek terim olmaktadır.
Tacitus, “Germania”yı bir yandan, Ren ve Tuna ile ayrıldığı Gaul ve Rhaetia (İsviçre), öbür yandan da aralarında dağlar ve karşılıklı korku bulunan Sarmatlar ve Daslar ülkesi arasında kalan alan olarak tarif ediyor. Ancak, iki Roma Germania eyaleti bu alanın dışında kalıp burasını hiçbir surette “Alman”lar iskân etmemişti. Bugünün Almanya’sının büyük bölümü ve sonradan burayı iskân edecek olanlar hiçbir zaman Roma yasası altına girmemişlerdi ya da Roma kültürünü massetmemişlerdi. Böylece bunlar, öbür Batı Avrupalılardan farklı olarak kalmışlardı. Bu fark çok mu büyüktü? Bunu yanıtlamak zordur.
Şefleri Arminius İsa’nın 9. yılında Romalı Varus’u Teutoburgerwald (Töton Ormanı) muharebesinde bozguna uğratıyor. Ama kendisi aslen Cherusci’lere mensuptu, tıpkı Charlemagne’ın Franklara mensup olması gibi. Her ikisi de “Töton” ya da “Alman” tesmiye edilmeyi kabul etmeyeceklerdi.
Roma imparatorluğu çökünce daha ileri bir ethnik patlama vaki oluyor, IV. ve V. yüzyıllarda. Skandinavya’dan, Cermania’dan ve Elbe’nin ötesinden Cermanik kabileler Orta ve Batı Avrupa, Balkanlar, İtalya ve İspanya yarımadasını dolduruyorlar. Franklar (ya da “hür insanlar”. Bu ad III. yy.dan itibaren bir Rhein kabile grubu için kullanılır olmuştu) Fransa’ya, Lombardlar İtalya’ya, Visigothlar İspanya’ya geçiyorlar. Yeni çevreleri içinde bunların nitelikleri tedricen değişiyor. Bugünün Almanya’sı Bavyeralılar, Alemanniler, Thuringliler, Franconianlar, Saxsonlar ve Lorraineliler tarafından iskân ediliyor. Bunlar, aralarında herhangi bir siyasî bağ ya da birlik ruhunun bulunmadığı gevşek gruplar oluşturmuşlardı. Dillerine gelince, her ne kadar yazılı belge mevcut değilse de, bunun da aynı şekilde olduğu tahmin ediliyor. Çeşitli kabileler aynı bir basit esas dilin çeşitli lehçelerini kullanmış olmalıdırlar. Ama Roma illerine konanlarda Latinleşmiş varyantlar gelişmiş. Böylece, takriben VI. yy.da “thiod” ya da “kavim” kökünden türemiş bir sıfat, Rhein ile Elbe arasında kalmış olan grupların yerli diline uygulanmaya başlanmış. Bu sıfatın Latin şekli theodisca olup eski Yüksek Almancası da diutisk oluyor ki bu da yavaş yavaş diutsch şekline dönüşüyor… Bugün “Almanlar” dediğimiz insanlar kendilerini bu terimle ifade etmektedirler.
Az çok VIII. yy.da bu yerli dil, yazılmaya başlanmış ve yine bu dönemde Frankların imparatoru tarafından yedi kabile dukalığına aralarında birlik icbar edilmiş. Charlemagne 814’te ölünce, imparatorluğu dağılmış, Doğu kısmı Frank kralı Louis’ye düşmüş olup bu kral kendini “Germanicus” tesmiye etmiş. Artık doğruca ‘Alman’ tarihi başlamıştır. Bu birlik öylesine güçlenmiş ki 911’de bu yedi kabile, Franklar tarafından idare edilmekten kurtulmak için Franconia Dükü Conrad’ı kral ilân etmişler ve on yıl sonra bu krallık artık Regnum Teutonicorum (Tötonların Krallığı) olarak anılır olmuş. Bundan böyle Teutonici, bölge sakinlerinin müşterek adı olmuş.[1]
Tötonik Örgütü ya da Kudüs’te Azize Meryem Hastanesi Töton Şövalyeleri (Der deutsche Orden, Deutsche Ritter), Haçlı seferlerinin ürünü üç büyük askerî-dinî örgütten biriydi. Tampliye ve Hospitaliye’lerden sonra ortaya çıkan Tötonik Örgüt, ilk olarak III. Haçlı Seferi sırasında kuruldu. 1190-91 kışında Bremen ve Lübeck’li bazı dindar tacirler, sahile çektikleri bir tekne içinde bir hastanenin ilk temelini attılar. Birkaç yıl sonra vakıf, Kudüs’teki Azize Bakire Meryem Alman Kilisesi’ne bağlanmış olarak görünür oldu. 1198’de de ordu ve Haçlı Kontluğu’nun başı, Azize Meryem Alman hastanesi ihvanını bir Şövalyeler Örgütü mertebesine yükseltti ve böylece de ilk mensuplar asalet unvanına sahip oldular; bundan böyle de Örgüt’e sadece asil doğuşlu Almanların kabulü bir kaide haline geldi. Örgüt’ün yukarda adı geçen iki kentle organik bağı da hep süregeldi.
Öbür iki askerî örgüt gibi Tötonik Örgüt de hayırseverlikle işe başlayıp bir askerî dernek halinde gelişmiş ve sonunda Hristiyanlığın huzursuz sınırlarında hükümranlık hakkını kullanan bir imtiyazlı kuruma dönüşmüş. Zamanla da Örgüt, gerçek görevinin Almanya’nın Doğu sınırlarında olduğunu “anlamaya başlamış”… Böylece Örgüt, Almanya’nın Doğu sınırının kurucularından biri olarak yerini almış ve XII. yy.dan XIV. yy.a kadar Almanya tarihinde belki de hayatî önemi haiz olan Drang nach Osten içinde kendine düşeni yapmaya başlamış.
Adolph von Holstein ve Aslan Hanri çağlarından itibaren, içine Alçak Ülkelerden çiftçilerin, Lübeck’ten tacirlerin ve Sisterian Örgütü’nden keşişlerin rol aldıkları bir Alman kolonizasyon hareketi Oder’den Vistula’ya, Vistula’dan Dwina’ya, Prag’a, Gnessen ve hatta Novgorod’a kadar Alman etkisini yaymıştır. Bu hareket içinde Tötonik Örgüt, Hansa örgütüyle birlikte, başlıca aktif rolü oynamıştır. 1229’da Örgüt, Prusya’nın fethine girişmiş. Bütün bu işler de Hristiyanlık adına olduğundan Papa ile bir muvazaaya girilmiş: zapt edilen topraklar Aziz Peder’e sunulup ondan tımar olarak geri alınmış!… Buna karşılık da Peder, Örgüt’ün bu hareketlerine iştirak etmişlere Haçlı imtiyazını vermiş; şövalyeler bağışlarla desteklenip topraklarını hızla genişletmişler. Daha XIV. yy.ın başlarında bu fetihler, Örgüt’ün karakterini temelinden değiştirmiş ve Doğu ile her türlü bağlantısını kaybetmiştir: Akkâ’nın 1291’de elden çıkmasından sonra. Büyük Usta önce Venedik’e, daha sonra da, 1308’de, Vistula üzerinden Marienburg’a göç etmiş.
Yine büyük topraklara sahip olmakla Örgüt, hükümran bir aristokrasi haline gelmiş. İlk hasta bakımı amacı ve fetih çağının dinî heyecanı yerini, fetih işi bitince, bir sınır devletini idare etme yarı askerî, yarı siyasî sorununa terk etmiş. Örgütün statüsü, yeni koşullara uyacak şekilde değiştirilmiş ve bütün bir idarî sistem ortaya çıkmış.
Sonunda Fransız İhtilâli, Örgüt’ü tüm mülkünden ve bir süre için de, yaşamından etmiş. 1801’de Ren nehrinin batısındaki Bailiwicks Fransa tarafından ilhak edilmiş; 1809’da Örgüt tamamen ortadan kaldırılıp toprakları, üzerinde bulundukları eyaletlerin sivil idarelerine devredilmiş. Ama 1840’da Örgüt Avusturya’da, Habsburg’larla yakın ilişkili olarak yeniden canlanmışsa da onun gerçek vârisleri, Prusya’nın Hohenzollern’leri olmuştur. Polonya’nın 1772’de taksiminde payına düşen Batı Prusya’yı ele geçiren Büyük Friedrich II, örgüt’ün 300 yıl aynı kalmış mülklerini bir kez daha bir araya getirmiş.[2]
Alman nüfuzunun yerleşmesinde büyük katkısı olmuş olmakla ayrıntılarına ayrıca aşağıda gireceğim Bağdat Demiryolu, bütünüyle Alman olan karakterini pek koruyamamıştı; bu yüzden de girişimin murahhas azası Dr. Gwinner çok kez “Bağdat Demiryolu’nu bütünüyle bir Töton teşebbüsü halinde tutmamakla” suçlanmıştır.[3]
Tötonik Örgüt’ün öyküsü kısaca böyle. İstanbul’da, Yüksekkaldırım’ın başında Alman kulübünün adı Tötonia’dır.
Prusya, Almanya’nın geri kalanından farklı ve birçok yönlerden de ters yönde gelişmişti. Reformasyon döneminde Tötonik şövalyelerin Büyük Usta’sı, Hohenzollern’lerin bir küçük koluna mensup bir kişiydi. Luther ona yemininden dönüp örgütü lâğvetmeyi, evlenip bir sülâle kurmayı salık veriyor; o da, bu akıllıca programı tümüyle uyguluyor. Fakat XVII. yy.ın başlarında sülâlesi sönüyor ve Prusya Dükalığı Brandenburg Elektörlüğü’ne katılıyor. Bu arada çeşitli güçler, kısmen olsun hürriyetlerini elde etmiş olan köylüleri yeniden toprağa bağlı serf haline getirme yönünde çalışıyor. Birkaç liman dışında kentler de gerileme dönemine girmiş olup soyluların topraklarında geniş ölçüde üretilen buğday fazlası bu limanlardan Batı’ya sevk ediliyor. Orta sınıflar, aşikâr şekilde mevcut değiller ve yaklaşık iki yüz yıl boyunca Junker asaleti tek egemen olarak kalıyor.
Büyük Elektör’ün (1640-1688) saltanatı ile Hohenzollern’ler yavaş yavaş üstün çıkmaya başlıyorlar. 1701’de oğlu Frederick, “Prusya Kralı” oluyor. Aile, kendilerininki gibi orta büyüklükte bir devletin ancak, daha güçlü komşularının ayrılıklarını istismar edebilecek kadar kuvvetli olursa başarıya ulaşabilir prensibine dayanmıştı. Prusya’nın sınırlı olanakları göz önüne alınarak, işbu siyasanın gerektirdiği asgari güç, ancak bu olanakların kullanımında azami dikkat ve denetimle sağlanabilirdi. Ancak, ekonomik meyvelerin vakfedildiği temel endüstri, savaşlar ve paralı asker düzeni esas itibariyle çok pahalı olduğundan Prusya, ihtilâlci Fransa’dan önce ulusal ordusunu kurmuştu. Bu işe Büyük Frederick (1712-1786), gelirinin üçte ikisini tahsis etmiş, reşit erkek nüfusun altıda birini orduda hizmete zorunlu tutmuştu; öldüğü zaman bu ordu, Fransa’nınki kadar büyüktü. Subay kadrosu bir yüksek görev duygusuyla dolu olup göz kırpmadan her türlü ağır koşullara, tehlikelere ve ölüme göğüs germeye, hiçbir karşılık beklemeksizin, hazır haldeydi. Kralın inancına göre bu onur duygusu ancak feodal asalette bulunabilirdi; bundan bütün öbür sınıfların ve hele burjuvazinin tümden yoksun olduğu muhakkaktı. Bu sonuncusu, ahlâkî mülâhazalar yerine maddî amaçlarla tahrik ediliyordu ve felâket anında fedakârlığın gerekli ya da beğenilir olduğunu düşünmeyecek kadar fazla akılcıydı: Sivil idare zımnen ordunun bir şubesiydi. Büyük memurlar aynı asil sınıftan çıkarlardı ve krala aynı şaşmaz itaati göstermekle mükelleftiler.
Mutlakıyet üç yolla ılımlandırılmıştı. Önce hükümet, Avrupa’nın en modernleri arasında olup XVIII. yy.ın rasyonalizminin en son düşüncelerinden esinlenir durumdaydı ve her dinî görüşe tolerans gösterirdi. Gerçi, bireylerin bu işte söyleyecekleri bir şey yoktu ama rasyonalistler daima iyi hükümeti, ferdî hürriyete yeğleme eğiliminde olurlar. İkinci olarak kral bizzat, başkalarına yüklediği mükellefiyetlerin hepsine kendini de tabi kılmıştı ve kendini halkının ilk hizmetkârı olarak görürdü, Osmanlı Padişahı gibi… Baştaki idareci kötü olunca sistem de fena çalışırdı; ama Hohelzollern’ler her zaman vasatın üstünde idareci çıkarmışlardır, Osmanoğulları’nın aksine. Son olarak da Prusya başarılıydı, vüsat ve uluslararası mevki itibariyle hızla büyüyordu.[4]
Gördüğümüz gibi Hohenzollern’lerin vaftiz babası bizzat Luther olmuştu. Bu itibarla Almanya’nın “Sünnî”si, Protestan ve Prusyalı olandı. Bir Katolik Bavyeralı, günümüze dek, işin “Alevî”si olarak kalacaktı…
İlerde çok kez tekrarlayacağım gibi Almanya’nın genel dış siyasası hep Fransa’yı müttefiklerinden tecrit edip yalnız bırakmak, sonra da bir kolay lokma olarak hesabını görmek yönünde olmuştur. Daha sonra İstanbul’a Büyükelçi olarak atanıp yakın tarihimizde derin iz bırakmış olan ve o günlerin Dışişleri müsteşarı Baron Marshall, Fransa’nın Berlin Büyükelçisine bir gün aynen şunları söylüyor: “Artık İngiltere’ye, canı istediği gibi her şeye el atmak için Fransız-Alman zıtlaşmasına güvenmemesi gerektiğini göstermenin zamanı gelmemiş midir?”. Tariz açıkça, Chamberlain ve Kipling’in borazancılığını yaptıkları bu Pan-Britanizm’e idi. Chamberlain: “dünyanın her devirde tanıdığı idarecilerin en büyüğü bu Anglo-Sakson ırkına güveniyorum!” diyordu. Bu sözler Pan-Cermanizm’in tepesini attırmaya yeterliydi: “Affedersiniz, dünya imparatorluğunun sahibi olacak ırk bizimkidir!…” 9 Ağustos 1899’da, Fransız-Rus ittifakına dair Quai d’Orsay[5]nin bir yazısında bunun anlamı açıklıkla belirleniyordu: “Avrupa’yı hem Pan-Cermanizm hem de İngiliz emperyalizminin yarattığı tehlikelerden korumak”[6] “Almanya’da, İngiltere’de, entelektüel üretim, hatta artistik olanı bile çok daha kolay olarak kendi sosyal zeminine, ya onu denetimi altında tutan kapitalist burjuvaziye, ya da işçi hükümetlerine bağlıdır… 1914 ile 1918 arasındaki, vatanseverlerin gururu olmuş Fransız intelligentzia’sının ünlü seferberliği, Pan-Cermanizm’in ya da Britanya emperyalizminin vüsat ve mükemmel intibakına varamamıştı”.[7]
Gelelim şimdi, adı geçen Tötonik örgütün başlardan beri hizmetine girdiği ‘Pan-Cermanizm’ ülküsüne.
Pan-Cermanizm, Almanya’da bir harekete verilen ad olup genel olarak bu tabir bu ülkede, sınırlarının ötesinde politik ve ekonomik genişleme amacıyla vaki kaynaşmayı ifade eder; daha özgül olarak da Pan-Cermen Birliği (Ligi) tarafından düstur haline getirilmiş programa bağlanan isimdir. Faal bir politik güç olan Pan-Cermanizm, XIX. yy.ın son çeyreğinde, yani 1871’de Alman imparatorluğunun kuruluşunda, çağın emperyalist hareketinin bir bölümü olarak doğmuştur. Bununla birlikte kökleri ideolojik olarak Almanya’nın parçalanıp yabancı egemenliği altına girdiği Napolyon zamanına kadar geri gider. O günlerde ozan Arndt “Ren bir Alman nehridir ve de Almanya’nın sınırı değildir” sloganını ortaya atmakla Almanya’nın Hollanda’yı, İsviçre’yi de kapsayıp Adriatik’e ulaşması arzusunu ifade ediyordu. Pedagog Jahn (“Turnvater” Jahn), ülkesinin Cenova’dan Memel’e, Dunkerk’ten Sandomir (Sandomiertz)’e, Kopenhag’tan Trieste’ye uzanmasını istiyordu; Prusyalı general Dietrich von Bülow, Prusya’nın Batı’ya doğru, Hollanda ve Mense eyaletini; Kuzey’e doğru, Danimarka’yı; Doğu’ya doğru Varşova’yı içine alacak şekilde genişlemesi gereğini ileri sürüyordu. Filozof Hegel de, devlet gücünü yüceltiyor ve savaşı, mantık açısından tebriye ediyordu. Fichte’ye gelince o, “devletler arasında ne kanun, ne hak vardır; sadece güçlünün hakkı vardır” diyordu…
1813-14 kurtuluş, savaşlarının büyük vatansever ozanı Arndt, Was İst des deutschen Vaterland adlı koşuğunda Alman vatanının:
“So weit die deutsche Zunge klingt
Und Gott im Himmel Lieder singt”,
yani “Alman dilinin duyulabildiği ve Tanrı’nın gökte şarkı söylediği” yerlere dek uzanacağını söylüyor. Jahn da, Fransızlara karşı savaş için gençleri eğitmek üzere Berlin’de ilk Turnverein ya da jimnastik derneği’ni kurmuştu ve böylece de “Turnvater”, yani “jimnastik babası” adını almıştı. Hocalar genellikle öğrencilerinden destek alıyorlardı; bu sonuncular da kendilerini Burschenschaften (Öğrenci derneği) içinde örgütlemekle meşguldüler. Tabir, Turnvater Jahn’a ait olup bu öğretmen, Berlin Üniversitesi’nin, eski Landmannschaft’ın yerini alacak tek bir öğrenci kuruluşunu daha 1811’de öneriyordu. Landmannschaft ise, üyelerini sadece belli bazı illere inhisar ettiriyordu ki bu da müşterek bir Alman yurdu kavramının karşısına dikilmekteydi. 1815’te ilk Burschenschaft, Jena Üniversitesi’nde, Jahn’ı tanımış olan ve binbaşı von Lützow’un 1813’de kurduğu Frei Korps içinde dövüşmüş öğrenciler tarafından örgütlendi ve üyelerini sıradan öğrenciler oluşturdu. Korps ise aristokrasi’yi temsil ediyordu. Böylece Üniversite içinde, ilişkileri çoğu kez gergin olan iki dernek var olmuştu. Bismarck da Korps’a dâhil olacak ve ilk düellosundan sonra kendini buraya kabul ettirecektir. Ünlü ethnolog Franz Boas ise Burschenschaft üyesiydi ve Korps öğrencilerinin salladıkları (çoğu kez antisemit karakterde) hakaretlere tahammül etmez ve onlarla düello ederdi. Yüzündeki yara izi için de “bir kutup (Baffinland) ayısının tırnak beresi” derdi (1880’ler)[8].
Von Bülow ailesinin de Almanya’ya generaller, mareşaller, şansölyeler vermiş olduğunu da unutmayalım.
1815 Alman Konfederasyonu aslında Kutsal Roma İmparatorluğu’nun çok daha rasyonel bir ifadesiydi. Tıpkı bir asır sonra Litvinov gibi Metternich, barışın bölünmez olduğuna inanıyor ve gereğinde Almanya’yı tehdit edecek bir ihtilâle karşı harekete geçme prensibini benimsiyordu. Her ne kadar adı ‘Alman’ idiyse de, bu Konfederasyon çok sayıda yabancı azınlıkları içeriyordu. Buna karşılık yine çok sayıda Alman bunun dışında, Schleswig, Batı Prusya ve Posen ile Doğu Prusya’da yaşıyordu. Sadowa-Koeniggraetz muharebesinden sonra Nicolsburg antlaşmasıyla Avusturya’dan hiçbir şey alınmamış, sadece Alman Konfederasyonu’ndan eli çektirilmişti. Bu sonuncusu da “Kuzey Alman Konfederasyonu”na dönüştü: “Alman” tabiri, bu konfederasyonun yurttaşlarına inhisar etti.[9]
Aslında, Almanya’nın birleşmesi, feodal çağların artığı sayısız Alman dinastik devletlerinin tasfiyesini gerektirdiğinden Pan-Cermanizm esasta, demokratlar ve liberallerden destek alan ve 1813’den sonra öğrenci birlikleri (Burschenschaften) ve 1848’de de Frankfurt parlamentosu tarafından teşvik edilen bir devrim hareketi olmuş olup gelenekte yerleşmiş bir saldırgan genişleme programına bağlanmıştır. Eski Drang nach Osten’i, Slav toprağında Alman kolonizasyonu ve kültürel nüfuzu şeklindeki karakteristiği içinde sürdürmeyi amaçlamaktadır. Ama Almanya’nın hızlı şekilde bir önder sınaî güç haline gelmesinin yarattığı yeni koşulların bir yansıması haline gelmiştir.
XIX. yy.ın ortasında politik ekonomist Friedrich List ve Wilhelm Roscher, vatandaşları arasında revaçta olan hayalî birlik kavramlarının gerçekleşmesi için pratik programlar ortaya çıkarmaya çalışmışlar. List, Almanya ile Habsburg’lar imparatorluğu, yani Avusturya arasında gümrük birliği önermiş ve buna Hollanda’nın da muhtemel iltihakını öngörmüş zira Ren suyunun ağzı kontrol altında tutulmadan Almanya “ana kapısı komşunun elinde bulunan bir ev”e benzemektedir. Ateşli bir milliyetçi olan Paul de Lagarde: “Tüm Kıta’da barışı teminat altına alacak bir Orta Avrupa yaratmalıyız. Bir kez Ruslar Karadeniz’den, Slavlar da Güney’den sürüldükten sonra, esasta bir köylü toplum olduğumuzdan, kolonizasyon için kendi öz sınırlarımızın Doğu’sunda geniş topraklara sahip olacağız. Orta Avrupa’yı yaratmak için savaş ilk fırsatta patlayamaz ama yapabileceğimiz şey, ulusumuzu bu savaşın çıkmasının gereği fikrine alıştırmaktır” diyordu.
Bismarck’ın keskin muhaliflerinden Constantin Frantz, içine, Almanya’nın yanı sıra Avusturya, Hollanda, Belçika, Flandr, Lorraine, Franche-Comté, İsviçre, Balkanlar ve Rus Polonya’sını alacak bir konfederasyonun Alman egemenliği altında kurulmasını öneriyordu, daha başkaları gibi.
Alman egemenliği altında bir Orta Avrupa ihtirası bir başka türden mülâhaza ile de besleniyordu. Fichte, üstün manevî kabiliyetleri itibariyle Almanların Avrupa’yı barışa zorlamaya en uygun ulus olduklarını iddia ediyordu. Bir asır sonra, bir Fransız olan Comte de Gobineau, “Essaie sur l’inégalitè des races humaines” (‘İnsan ırklarının eşitsizliği üzerine deneme’) (1853-55) adlı kitabını yayınlamıştı; bunda Kuzeyli insan tipinin üstünlüğü ilkesi işleniyordu ve bu yapıt, insanlarının Kuzeyli oldukları ifade edilen Almanya’da derin etki yapmıştı. Benzer bir doktrin de, sonradan Oxford Üniversitesi’nde profesör olan Friedrich Max Müller tarafından ileri sürülüyordu. Doğu’nun kutsal din kitaplarının tetkikinden sair ırklara üstün bir “Aryen” ırkı düşüncesine varmıştı. Her ne kadar sonradan bu fikrini geri aldıysa da bu ilk görüşleri haylice yer etti. Ünlü filozof Friedrich Nietzsche de, çok sık “süper insan”dan (Übermensch) söz etmiş olduğundan (dünyanın süperinsanları da Aryen’ler olduğuna göre), bu mektebin takipçisi olarak görülmüş, fakat vatandaşları olan Almanları çok eleştirdiğinden Pan-Cermanistler ona fazla itibar etmemişlerdir. Ama bu, sonradan Hitler’in ona sıkıca yapışmasına engel olmamıştır. 1899’da, Richard Wagner’in kızıyla evlenmiş olan İngiliz Houston Steward Chamberlain, “Foundations of the 19th century” (“On dokuzuncu yüzyılın temelleri”) adlı kitabıyla da Almanya’da büyük ilgi gördü. Bu ilginin bir nedeni de belki İmparator II. Wilhelm’in bu kitabı armağan olarak dağıtmaktan hoşlanması olduğu sanılır. Chamberlain’e göre Avrupa uygarlığının en iyi temsilcileri Almanlardı ve bunlar Tanrı’nın seçtiği kişilerdi; Aziz Fransis’i, Dante’yi (ve hatta İsa’yı) Alman olarak görüyordu! Aynı düzeyde, Ludwig Woltmann adlı bir sosyalist, antropolojik yöntemlerle, sadece İtalyan Rönesans’ının önde kişilerinin değil Fransız tarihinin de en ünlülerinin çoğunun Alman olduklarını kanıtlamaya çalışmıştır.
Almanların, Kuzeyli olmaları itibariyle, sair uluslardan üstün olduklarına dair düşüncenin Almanya’da yaygın olduğunda şüphe yoktur. Böylece de İngilizler, Skandinavlar, Hollandalılar gibi öbür Tötonik ulusların da esas itibariyle Alman olduklarını iddia etmek kolaylaşıyordu.
Aryen mitosu, bireyleri Volk’un etrafında bir nevi döndüren ırk mistiğinden ayrılmaz. Bu mistik bütün III. Reich süresince hüküm sürmüş olup bu Reich, biyolojik sembolizmle siyasî uygulamayı birbirine sıkıca bağlamıştır. Nasyonal-sosyalist ideolojisinin sapık romantizmi “ırk”ı Alman ulusunun büyük beşiği, Kuzeyli ruhunu topluluğa salt bağımlılığın ifadesi, Aryen’i de kemale ermiş insan tipi haline getirmiştir. Aryen olmak; kavramlar yerine sembollerle düşünmek, karanlık güçlerle açık zekânın, bilgi ile azmin, bireysel ego ile toplumun kaynaşmasını gerçekleştirmek demektir. Muhakeme kaybolsa bile, kan başarır.
İdeal haline getirilmiş Almanın tersine çevrilmiş özelliklerini de Yahudi taşımaktadır.
Ne liberalizm, rasyonalizm ve sosyalizmin, ne de Hristiyanlığın sağlam kaideler kurabildiği Alman toprağında Aryen üstünlüğü düşüncesine kuvvetle yapışmanın heyecanı içinde ırk kavramı tek bir norm olma işlevini üstlenmiş oluyor: ego yüceltiliyor, karşıdaki inkâr ediliyor.
Diderot ve arkadaşları ünlü “Encyclopédie”yi tezgâhladıkları çağlarda ırk kavramı ne durumdaydı? Temelden ırkçılığın ve milliyetçiliğin karşısında olan Yahudi-Hristiyan geleneği tarafından teminat altına alınmış beşerin birliği tezi ne haldeydi? Tanrı dünyayı Nuh’un üç oğlu arasında paylaştırmış, Avrupa Jafet’e, Asya Sem’e, Afrika Şam’a verilmişti. Ortaçağın kapalı dünyasında Avrupa’nın bütün senyörleri kendilerini Jafet’in, kâtipleri Sem’in, serfleri de Şam’ın torunları olarak görürlerdi: ırk kavramı, köklerini sosyal tabakalaşmanın dibine salmıştı, bu tabakalaşma ister ulusal sınırları içinde olsun, isterse uluslararası düzeyde olsun.
“Encyclopédie”cilerin Yahudilere karşı fazla muhabbet beslemedikleri “Juifs” (‘Yahudiler’), “Médecine” (“Tıp”), “Langue hébraïque” (“İbranî dili”), “théocratie” (“Teokrasi”)… “Aryas” maddelerinde açıkça görülüyor.
Fichte’ye göre Almanlar “ego”su metafizik olan’ ve metafizik olarak peşinen seçilmiş tek ulustur. J. Georres (Deutschland und die Revolution, 1819), eski toplumlara gerekli kanı verdikten sonra Alman ulusunun Afrika’nın keşfi ve antik dünyanın yeniden bulunmasını takip eden ekonomik ve entelektüel harekete mukavemet ettiğini; Fransız İhtilâli’nin öncüsü Rönesans ve lüks içinde boğulmayıp sonra da anarşi içine düşmemeyi başardığını yazıyor. Devreye filoloji de giriyor. 1808’de Friedrich von Schlegel’in “Über die Sprache und Weisheit des Inden – Hinduların dil ve hikmetleri üzerine” adlı kitabıyla Doğu felsefesi Batı düşünce sistemine girmiş oluyor. Bu filolojik felsefe beraberinde bir “hayat felsefesi”yle bir “tarih felsefesi”ni sürüklüyor: ilkel Cermenlerin nitelikleri, barbar istilâlarının olumlu karakteri, Hristiyan Cermanik İmparatorluğu’nun büyüklüğü vs… “Hint-Cermenler”, “Hint-Avrupalılar”, “Aryenler” sınırları belli olmayan bu alanı en önce iskân etmişlerdir.
İsviçreli filolog A. Pictet, 1837’de Keltik dillerin Sanskrit ile yakınlığını ispatlamaya uğraşıyor, 1859’la 1863 arasında da Hint-Avrupa kökenleri’ne (Origines indo-européennes), yani “İlkel Aryenler”e hasredilmiş iki ciltlik kitabı yayınlıyor. Burada, bu ırkı Tanrı kudretinin, kaderin (Providence) aleti olarak gösteriyor: “Öbürleri arasında kanının güzelliği ve zekânın iltimasıyla imtiyazlı durumda olan… tüm Avrupalı Aryen ırkı… yavaş yavaş modern uygarlığa kadar yükseliyor”. Bu itibarla Pierre Larousse’un “Grand Dictionnaire Universelle du XIX’iéme Siècle”nin (1865) “Aryas” maddesinde “Büyük Aryen ailesinin, ya da beyaz ırkın asil dallarından (sürgünlerinden) birinin cins (generic) adı” tarifini vermiş olması, bizi şaşırtmıyor. Burada Pictet’e atıf yapılıyor ve terim izah ediliyor: sadık, hakikatli, sevilen, mükemmel, iyi ırktan… demekmiş, “Aryen”…
Semitik Doğu’nun, ‘Kader’in çok fazla abartılmış bir düşüncesini geliştirmiş olmasına karşılık Cermen ırkının büyük faziletlerinden birinin de “mülkiyetin iyi koruyucusu” olması vurgulanıyor.
“Aryen” sözcüğünün Sanskrit ‘Ârya’nın ilk anlamında, yani “dostlara mensup” manasında alan yukarıdaki H. S. Chamberlain: “Geçmişte hiçbir aryen ırkın var olmamış olduğu ispat edilmiş olsa bile, gelecekte bir tane bulunmasını istiyoruz; kuvvetli hareket adamları için kesin nokta buradadır!” diyor.
Yine Comte de Gobineau’nun tarihî aryanizmi, ırken Hint’e bağlanma keyfiyeti Almanya’da, dinî değerlerle ulusal değerleri, milliyetçilikle ruhaniyeti bağdaştırma çabası içinde bulunan bir nesli geçici olarak tatmin ederken, tarihî aryanizm etrafında odaklanmış ilk felsefe Fransa’da ortaya konmuştu. Burada başka tutkular, en başta demokrasiden nefret, işe dâhil oluyordu. Gerçekten, Gobineau’nun Cermen Aryenler üzerine sergilediği tabloda modern toplum yapısına karşı olan hınç ve husumet alttan sırıtıyor.
Comte cenapları, toplumların nasıl doğup çözüldüklerini, ulusların aynı olmayan ömür sürelerini, “kuvvede” ve “güzellikte” entelektüel farklılıklarını izaha yelteniyor ve onun bu anlatımı, bildiğimiz gibi büyük geçerlik kazanıyor. Ona göre Aryenler bir ırkın edinebileceği en güzel isme sahiptirler: “saygın” demek olup derileri beyaz ve pembedir, faziletleri de muharibin kahramanlığıdır. Bununla birlikte ırkçı Gobineau’nun düşüncesi Yahudi aleyhtarı değildi, Bismarck’ınkinin olmadığı gibi. Bu düşünce doğruca Manihaist idi.
Gobineau’nun, içinde ‘engin insan yığını’nı keşfetmek üzere kendini hayalde Altay yayları üzerine oturtmasına benzer şekilde Fransız tarihçisi Michelet de bizi Baktriane ve Sogd’a, yani “dünyanın ilki”, muhteşem Arya ırkının ilk konaklama yerine taşıyor. Bu ulus, şakıyarak İndus ve sonra da Ganj suyuna doğru ilerliyor: “Her adımda bir ezgi ve Veda dininin kutsal derlemesi olan Rigveda’nın tümü”. “Güney’de denizin sonsuzluğuyla Kuzey’de Himalaya arasında toplanmış olarak Hindistan fırınının çekiciliğine karşı koymayı bilmiş”. Gerçekten Aryenler, doğanın bu okşayışından, kastlar engelini koyarak, kaçınmayı başarmışlardır. “İşrak-aydınlanma”nın bu çocukları, yeni bir teslis oluşturan Hindular, Pers ve Grekler, insanlığın Kitap’ında “karanlıklar ve gece”nin uluslarının karşısına dikilmişlerdir. Mısır ölümü, Phrygia (yani Anadolu) ile Suriye, dermansızlığı simgelemektedirler… Yahudi köleyi temsil eder: “Yahudilerin büyük ve gerçek şanı, kölenin ‘ah’ına derine işleyen ve ebedî ve ezelî bir ses vermiş olmasındadır”. Semitik Doğu, “kaderi çok abartılmış bir şekilde benimsemiş Yahudi sadece, Aryen ırkın üzerinde yeşermiş yabani kökten ibaret kalmıştır” ve “Histoire des Langues Sémitiques” adlı kitabında da “Semitik ırkın, Aryen ırka kıyasla, beşer tabiatının bir aşağılık terkibini temsil ettiğinin ilk farkına varan benim” diyor.
Sedan bozgununun ertesi gününde bu etno-biyolojik telakkilerin E. Renan’ı ne gibi tarihî kötümserliğe götürmüş olacağı bilinir. Aryenlik ve bunun ezelî İncil’inin müezzini, başlıca “mülkiyetin sağlam koruyucuları” olma meziyetinin şartsız meddahı olma durumuna giriyordu: “Paris Komün’ü”, Alman-Prusya süngülerinin gölgesinde ezilmemiş miydi?…
Hitler, H. S. Chamberlain’e 1923’de rastlamıştı. İngiliz’in ileri sürdüğü tezler, ABD Başkanlığı yapmış olan Theodore Roosevelt ve Bernard Shaw gibi ünlüleri de etkilemişti. Aşağı Roma İmparatorluğu’nun karışıklık durumuna karşılık o, ırk olgusunu dikmişti: dejenere olmuş, her türlü milliyet kavramından yoksun insanlık üzerinde tek bir ışık huzmesi parlamıştı. Bu huzme Kuzey’den geliyordu: “Ex septentrione lux!”
Luther, Alman ulusuna çağrıda bulunmuştu. Ama birey, ancak görünmez Kilise’ye dayandığı ölçüde hürdür. O, Devlet ve görünür Kilise’ye itaat zorunluluğundadır; zira itaat demek tanrısal otoriteye baş eğmek demektir. Böylece, ilk dinî reformun muhataralarını (korkulu rüyalarını) yaşamış olan Almanya, bunun demokratik sonuçlarını pekiştirmeyi becerememiş, ruhlar, sadece mistik düzeyden kurtarabilmiştir. Sosyal ve politik nizam üzerinde fazla etkisi olmayan bu manevî hegemonya düşünde, milliyet düşüncesi dinle meze olmaya doğru kayıyordu şu kadar ki Almanya’da üstün ve hür dinî duygular, sonunda davasını Pan-Cermanizminkiyle karıştırmış olup bu sonuncusu da, gerçekten, yer değiştirmiş dinden başka bir şey olmamaktadır.
Bundan böyle, kavramdan çok fikrin peşine düşen Almanya’da, Sturm ile Drang, bir dindarlık patlaması halini almıştır. İsa’dan, Luther’den sonra Fichte üçüncü münci (‘kurtarıcı’) oluyor. Ve nihayet “ırk”ı icat ederek Almanya kendi kendisine, bu kadar rüyası görülen millî ve dinî topluluğun bir biyolojik erzatsını hediye ediyor.
Gerçekten Aryen mitosu XIX. yüzyılda bir aklî (entelektüel) ve manevî kriz temeli üzerine oturuyor: hümanizma dendiğinde Alman bunda Yahudi’yi görür oluyor! Alman, sanayi devrimine, onu bazı aşırı davranışlardan alıkoyacak manevî gelenekten yoksun olarak girmiştir. Fransa ile İngiltere liberalizmin deneyinden geçerken o, doğruca eski idealizmden külli (tümel) bir materyalizme atlamıştır. “Sanayileşme ve manevî tahrip kudurması içinde Alman ruhu adeta özünden boşalmıştır” (Edmond Vermeil.- L’Allemagne. Essai d’explication, Gallimard 1945 ve Doctrinaires de la révolution allemande -1918-1938-, Nouvelles Editions Latines, 1948).[10]
Bismarck’ın ve sonra da Hitler’in ne tür birer liberalizm düşmanı kesildiklerini aşağıda göreceğiz.
Pan-Cermanist hareketin ilk lideri Karl Peters (1856-1918) olup birçok Afrika toprağını Almanya hesabına elde etmiş olmakla üne kavuşmuştu. Örgütün başlıca karakteristiklerini koloni hırsı, şovenizm, militarizm ve histeri derecesine varan bir İngiliz düşmanlığı oluşturuyordu. Örgüt, 1891-93 arası Allgemeiner Deutscher Verband adıyla faaliyette bulunup 1893’ten itibaren bu ad Alldeutscher Verband’a dönüştürüldü. Birlik’in (Lig’in) yayın organı da Alldeutsche Blaetter’di.
Alman Büyükelçisi olarak 1897’de İstanbul’a atanan ve burada başta Abdülhamid olmak üzere saray ve hükümetin itimadını kazanan Baron Marshall von Bierberstein, Almanya için bir dünya politikası’na (Weltpolitik) inanan, sömürgeciliğin ateşli bir yanlısı ve koyu bir İngiliz düşmanı olarak nitelendirilen[11] bir diplomat olarak tarihe geçmiştir. Bu zat Alman ve Türk imparatorlukları arasında güçlü bir siyasî ve iktisadî işbirliğini istiyordu ve bunu sağlamada da başarılı olmuştu. İlerde anlatacağım gibi, Türk-İtalyan Trablusgarp savaşı (1911) sırasında Almanya’nın İtalya’yı tutmasıyla hayli sıkıntılı günler geçirmiştir.
Bütün bunlara rağmen Pan-Cermen Birlik, kitleye mal olmadı. Üye sayısı, uluslararası durumun arz ettiği değişmelere göre iniş çıkışlar gösterdi. Bu sayı, Boer savaşı sırasında en üst düzeye ulaştı: 1901’de 21.924 kişi kaydını yaptırmıştı. Birlik’in yayın organı, Alman kamuoyunun ilgisizliğinden şikâyet edip duruyordu.
Üyeler çoğunlukla orta sınıflara mensuptular ve öğretmenler, iş adamları, tıp doktorları en büyük sayıyı oluşturuyorlardı. 1901’de sanayi işçileri ve zanaatkârlar yaklaşık %15 kadardı. 1904’te, yerel şubelerde görevlilerin %24’ü öğretmen, %31’i iş adamı %12’si devlet memuru, %8’i tabip, %9’u teknisyen, %5’i hukukçu, %3’ü din adamı, %2’si yazar ve yayıcıydı. Sadece %10’un asillerden oluşması dikkate değer. Aynı yıl, yerel şube görevlilerinin yaklaşık %10’u, ‘doktora’ sahibi bulunuyordu.
En çok 22.000 kişiye kadar yükselebilmiş ve kısa süre sonra da 19.000 ile15.000 arasında kalmış üye sayısı, Alman kamuoyunun, Pan-Cerman Birlik’in (Alldeutscher Verband) ana hedeflerinden biri olan kolonial genişleme düşüncesine iltifat etmediğini gösteriyor. İşin bu tarafından, yani sözü edilen genişleme hedefi açısından Pan-Cermanizm, sadece ismen bir Pan-hareketti; aslında İngiltere’de, Fransa’da, Birleşik Devletler’de önde gelen emperyalist eğilimlerden bir farkı yoktu, şu kadar ki Almanya, tarihî nedenlerle, bu katara sonradan katılmıştı. İlk Pan-Cermen ülküsüne göre daha “Alman” bir kavram olan Orta Avrupa düşüncesi, Birinci Dünya Savaşı sırasında Friedrich Naumann tarafından özellikle işlenmişti, “%100 Cermanizm”, her tür yabancıdan ve özellikle Polonyalı ve Yahudi’den nefret, militarizm ve genişleme gereksinimi üzerinde kitlelerin beyinlerinin yıkanmasına ek olarak. 1898 kongresinde Birlik, yirmi altı maddelik bir hedefler listesini kabul etmişti; bunlar arasında deniz gücünün reorganizasyonu; Kızıl Deniz’de, Batı Hindistan’da ve Singapur’da kömür ikmal merkezlerinin elde edilmesi; komşu ülkelerdeki Alman okullarına malî yardımın artırılması; devlet ve hassa mülklerinde sadece Alman asıllı işgücünün kullanılması; “niteliksiz” unsurların Almanya’ya göç etmesinin yasaklanması; toplantılarda, kulüplerde, derneklerde yabancı dille konuşmanın yasaklanması; başka dillerden geçme sözcükler yerine Cermanik türevlilerinin kullanılması (örneğin gouverneur yerine Land Hauptmann, Kommandant yerine Befehlhaber…).
Birlik’in Berlin şubesinden bir konuşmacı 1903-4’de ‘başlangıçta baştanbaşa Alman olan Bağdat Demiryolu, Deutsche Bank’ın canice umursamazlığı yüzünden Fransız karakterine bürünmüştür. Dr. von Siemens[12] tarafından hat boyunca açılmış olan Alman okulları yıkıntı haline gelmiştir. Demiryolu yöneticileri Fransızca konuşmaktadırlar…’[13] diye yakınıyordu.
Bütün bu öğretilerin pratik uygulaması uzaklarda aranmayacaktır. 1914’ten önce Avrupa’da belki on beş milyon Alman, imparatorluğun sınırlarının dışında, özellikle Avusturya-Macaristan ve Rusya’da yaşıyordu. Almanlar “üstün” insanlar olduklarına göre de bunların tümünün tek bir devlet halinde birleştirilmiş olmaları doğaldı.
İşin doğrusunu söylemek gerekirse Almanya’nın 1871’den sonra Kıta’da hâkim askerî güç ve gerek ticarî, gerekse sınaî açıdan en güçlü ekonomik varlık olduğu kabul edilmelidir; buna karşılık da Avrupa dışında toprak edinmede komşularına ayak uyduramadığı bir olgudur. Bu keyfiyet kısmen Almanya tarihinin bir mirası olup bildiğimiz gibi, büyük kolonial imparatorlukların (İngiliz, Hollanda, Fransız, Portekiz, İspanyol) kurulduğu çağlarda bu ülke harita üzerinde cüzi bir yer işgal ediyordu; kısmen de, kolonial genişlemeye karşı başarabildiği kadar direnen Bismarck’ın hatasıdır. Her ne olursa olsun Almanya, denizaşırı toprakların dağıtımında aslan payının çok uzağında kalmıştı ve Almanlar gibi kendine güvenen, becerikli ve mağrur kişiler geçmişi bilememişlerdi ve gelecekten de daha büyük pay peşinde koşuyorlardı.
Devam etmeden önce bu konularda Bismarck’ın görüş ve tutumlarına da kısaca değinmek yerinde olacaktır. Şansölye, her zaman için denizaşırı sömürge “macera”sına karşı çıkmıştı ve ilerde anlatacağım gibi bunda haklı tarafları da vardı. Alman, çıkarlarının ve siyasî prestijinin Osmanlı imparatorluğunda yayılmasına muhalifti.
1853 güzünde Osmanlı-Rus ilişkileri üzerine kara bulutlar çökmüştü. Büyük devletler çeşitli hesaplar yapmakla meşguldüler. Bu arada, Türkiye’nin yıkılması halinde Prusya’nın hayatî çıkarlarından hiçbirinin zedelenmeyeceği kanısındaydı Bismarck. Kaldı ki Rusya’ya düşmanlık bir Fransız-Rus ittifakına götürebilirdi ve bu olasılık Prens’in uykusunu kaçırmaya yeterliydi. Henüz Prusya’nın politikada büyük ağırlığı yoktu ve sorunu şöyle koyuyordu ortaya: Doğu’da patlak veren bu çatışmada Prusya, hangi ilke adına Ruslara cephe alacak? Bu arada Berlin sarayındaki hiziplerden “Rus yanlıları”, “İngiliz yanlıları”nı, yani liberal burjuvaziyi karşılarına almış olup başını kralın yakın dostu General Leopold von Gerlach’ın çektiği bu hizip içinde, aristokrasi ve orta soyluların çoğunluğu yer almaktaydı. Bunlar aslında, yükselen burjuvazi karşısında salt kralcılığın ve tutucu-gericiliğin simgesi haline gelmiş olduğu için Nikola’yı tutuyorlardı. Onlar Çar’a, Bismarck’ın oynadığı gibi Avusturya’ya değil, İngiltere’ye karşı dayanma hevesindeydiler.[14]
Her ne kadar kendisi de Doğu Prusyalı toprak sahibi bir aristokratsa (Junker) da Bismarck o soğukkanlı ve çarpıcı zekâsıyla en köklü tutku ve inançlarını gemleyebiliyordu; dolayısıyla da bu “Rus yanlıları”na karşıydı. Gerçekten kendisi, “devrim” sözü geçtiği zaman bile hırslanacak kadar koyu bir tutucu ve doğal olarak da, kralcıdır. 1848-49 yıllarında “artık darağacını gündeme almanın zamanı geldi” diye bağırıp çağıracaktır: 1848’de kendiliğinden toplanan Frankfurt Parlamentosu, Prusya süngüleri tarafından dağıtıldığında, Prens bu işi onayanların başında gelecektir.
Mamafih Frankfurt Parlamentosunu kurmayı deneyip bunu beceremeyen Alman birliğinin her şeye rağmen kurulacağını ilk kavrayanlardan biri olmuş, Prusya krallığını kurtarmanın ve aristokratik ayrıcalıkları korumanın tek yolunun bu birliğin başına geçmek olduğunu görmüştü. Bütün korkusu Avrupa’nın bütün devletlerinin, bu birlikten kuşkulanıp topluca onun üstüne yüklenmesiydi; Prusya buna karşı koyacak güce henüz erişmemişti. Ve Rus Polonya’sında 1863’te vaki ayaklanma sırasında Rusya’nın er geç bu ülkeden çekileceğini tahmin eden Bismarck şöyle diyecektir: “Rusya vazgeçtiği an biz harekete geçip Polonya’yı işgal edeceğiz. Sonra da üç yıl içinde Cermenleştireceğiz bu ülkeyi!”[15] Hail Hitler!…
Rus hariciye nazırı Piyer Şuvalov, 1885’ten beri Berlin Büyükelçisi olan kardeşi “Pol Şuvalov gibi,” Almanya’yla yakın dostluk yanlısıydı ve Almanya ile Rusya arasında, ikili anlaşma peşinde koşuyordu. Çok önemli bir ödün vermeye de hazırdı, bu uğurda: çıkabilecek bir Fransız-Alman çatışmasında salt tarafsızlığı vaat ediyordu. Ama karşılığında Almanya’dan Rusların Boğazlar’a el koymasına ve Bulgaristan’da Rus nüfuzunu yeniden kurmasına karşı çıkmamasını istiyordu. Bismarck, bu konuda Şuvalov’la müzakereye oturmuş olan oğlu Herbert’in raporunun burasına “Büyük bir zevkle kabul” notunu düşmüştü[16]
Ve Bismarck’ın huyuna suyuna koşut, Osmanlı yakın tarihinden bir sayfa: “1848 senesinde Fransa’da zuhur eden ihtilâl-i kebir üzerine devletçe ittihaz olunacak tedabire (tedbirlere) dair havas-ı vükelâ (ileri gelen vezirler) beyninde (arasında) cereyan eden müzakerat netayicini (sonuçlarını) mutazammın tezkere-i maruza suretidir: Bu kere Fransa’da zuhura gelen ihtilâl bütün âlemin zihnini işgal edecek vukuat-ı cesimeden olup eğerçi avakıb-i umur (işlerin sonucu) nazar-ı beşerden hafi (gizli) ve mestur (örtülü, kapalı) ise de Avrupa’nın buhranlı halde ve afâk-ı politikada görünen şu karaltının bir fırtınaya netice vermesi ihtimali dahi meydanda olarak ihtilâl-i mezkûr yalnız Fransa’da tağyir şekli hükümet (hükümet şeklinin değişmesi) olunup da âsarı her ne ise orada münhasır ve mahdut kalacak olsa telâş ve belki kaydedecek şey değil ise de[17]politika-i umumî-i âleme olacak tesiratı hadşe-i efkâr (fikirleri tırmalayıcı) olup bir taraftan Fransızların mazbut olan etvar-ı gayri mazbutaları (belli olan yakışıksız tavırları) iktizasınca neşr-i efkâr-ı serbestîye kalkışarak bir muharebe-i umumiye zuhuruna sebebiyet vermek mülâhazası yanında işbu dumanlı zamandan istifade ile bazı devletlerin menvi-i zamirleri (içteki niyetleri) olan şeyleri icraya tasaddileri (girişmeleri mütalâası dahi ukde-i hâtır (akla dert) olduğundan…”[18]
Yani tezkerenin sahibi Koca Reşit Paşa diyor ki, iş sınırlı kalsa, Fransa ne halt ederse (ne karıştırırsa) etsin! Ama bu hareket, ya da fikirler dışarı taşarsa…
Bu tarihî olay belleğimdeki bir anıyı depreştirdi, Yenibahçeli Şükrü ve yakın dostu romancı Aka Gündüz[19] beylerden beraberce dinlediğim bir anıyı.
Harbiye’de son sınıf efendisi Şükrü Yenibahçe, okulun kantininden “beşbeş” (beş paralık ekmekle beş paralık kaşar peynirinden oluşan sandviç) aldırmış ve peynirin sigara kâğıdı gibi ince kesildiğini görünce kızmış. Yanında biri “bakkal Arnavut, sırtını Saray’a dayadı, bizi soyuyor” deyince Şükrü, “haddini bildirelim pezevenge!” demiş ve sınıfları dolaşarak kantinden alışverişi yasaklamışlar (1. sınıfın tahtasına duyuruyu Enis Avni yazmış). Son sınıf ağabeylerin sözünden kimse çıkmamış. Ama Erkânıharp Sınıfı’nın kantinden yemek getirttiğini duyunca bunlar topluca orasını basıp masaları ve yemekleri devirmişler, sonra da dönüp kantinin camını çerçevesini indirmişler.
Ertesi sabah şafakta bunların hepsi tutuklanmış ve prangaya vurulmuşlar. Meğer Saray, kantin sahibinin Arnavut ve Saray’da da Arnavutların Abdülhamid’in yakınları olması nedeniyle, bu hareketi kendine yönelik olarak yorumlamışmış…
Kurulan Divan-ı Harp’te reis, Şükrü Yenibahçe’ye “On beş dakika içinde bütün Harbiye efendilerini daire-i ittihadına alan hain sen misin?” diye sormuş.
“Efendim, ben hain main değilim, peyniri ince kestiği için bakkala kızdım…”
“Yaaa! Bugün peynire kızar isyan edersin, yarın dâhiliye zabitine kızar isyan edersin, öbür gün vali paşaya ve sonra… (iki elini havaya kaldırarak) Mazallahü tealâaa..!” Adam gerisini ağzına bile alamamış. Olay 1319 (1901) yılında vaki olmuş.
Dönelim Bismarck’a. O, yukarıdaki düşünce sistemine, kendi Doğu politikasıyla çelişik olmasına rağmen General von der Goltz’un Türkiye’ye gitmesine karşı koymadı. Bu tayin, onun gözünde, Pan-Slavizm ve Rus yayılmasına karşı bir teminat olup bu yolda gereğinde Prusyalı subaylar tarafından eğitilmiş Türk asker ve süngülerini kullanmayı hesaplamıştı. Öbür taraftan Kaiser şöyle yazıyordu: “Bismarck, Türkiye ve orada yüksek mevkilerde bulunanlar ve şartlar hakkında tiksinir gibi konuştu. Şansölyeye, Türkiye hakkında daha olumlu fikirler aşılamaya çalıştım. Fakat bütün çabalarım boşa çıktı. Prens Bismarck hiçbir zaman Türkiye’ye yakınlık duymadı ve hiçbir zaman benim Türkiye politikamla uzlaşmadı”.[20]
Bismarck’ı şimdilik bırakıp gelelim yine Pan-Cermanist harekete.
Sözcüğün tam anlamıyla Pan-Cermanizm, yukarıdaki bu üç, politik, ekonomik ve ırkî tabana oturtulmak suretiyle mütalâa edilecektir. Kendisinden söz ettiğim Afrika kâşiflerinden K. Peter 1886’da, kolonial genişlemeyle ilgilenen çeşitli kuruluşlardan oluşan gevşek bir federasyon kurmuş ve bundan toprak genişlemesi hususunda daha büyük bir millî heyecan uyandırma amacını gütmüştü. Bütün çabalarına rağmen Alman hükümeti İngiltere ile 1 Temmuz 1890’da, Zanzibar’ı verip karşılığında Helgoland’ı alma anlaşmasını akdetti. Bu değiş-tokuş Almanya’da oldukça öfke yarattı ve yakardaki kolonial federasyon buna göre Genel Alman Birliği (Allgemeiner Deutscher Verband) olarak yeniden örgütlendi ve kolonial genişleme için propaganda çabaları yeni boyutlara ulaştı. Sonunda da dernek, gördüğümüz gibi Pan-Cermen Birliği’ne (Alldeutscher Verband) dönüştü.
Bu yeni Birlik, Brandenburg’un büyük elektörü, Alman kolonial hareketinin ve ilk donanmanın kurucusu Friedrich Wilhelm’in (1640-88) “Alman olduğunuzu hatırlayınız” motto’sunu benimseyerek bütün Almanların dünya ölçüsünde birleşmesini sağlamayı amaçlıyordu. “Alman ulusunun millî gelişmesi tamamlanmamış” olduğu üzerinde ısrar ederek gayelerini şöyle tarif ediyordu:
“1) Pan-Cermen Birliği Almanların ulusal duygularını hızlandırmaya ve özellikle Alman ulusunun bütün kesimlerinin ırkî ve kültürel yeknesaklığını uyandırıp beslemeye çalışır.
2) Bu amaçlar Pan-Cermen Birliği’nin:
Bu formüller her türlü genişlemenin avukatlığını üstlenmişlerdir.
Üç ciltlik Deutsche Politik kitabıyla (1905-06) Hasse, Pan-Cermen siyasasının yetkili bir yorumcusu olarak görünür. O, Hollanda, Belçika, Lüksemburg ve bazı Fransız sınır bucakları, Bohemya ve Moravya ile Batı Rusya’nın bazı kısımlarının Alman imparatorluğu içine alınmasının gerektiği görüşünü savunuyordu ve “yabancılarla meskûn olsalar bile toprak istiyoruz şöyle ki onların geleceğini kendi gereksinmelerimize göre şekillendirebiliriz” diye yazıyordu.
Kimliği bilinmeyen (anonim) “Pan-Cermen” (Alldeutscher) 1893’te yayınladığı “1950lerde daha büyük Almanya ve Orta Avrupa” kitabında daha da ileri giderek Rusya’nın Baltık eyaletlerini, Polonya’yı, Romanya’yı, Sırbistan’ı, İsviçre’yi, Avusturya’yı kendi “konfederasyonu”una dâhil etmeyi istiyordu. Bütün bunların paralelinde XX. yy. boyunca ve XX. yy.ın başlarında Polonya’da Lodz bölgesiyle yukarı Silezya’da Alman kolonilerini görüyoruz. Bunların sağlamış oldukları işgücü, daha nitelikli olmak itibariyle, yeğleniyor, bu durum da Alman işçilerle Polonyalı yerli işçiler arasında ücret farkı ve dolayısıyla da düşmanlık yaratıyordu.[21] Anlaşıldığına göre çok daha öncelerden itibaren bu “konfederasyon”un tohumları atılmıştı.
Bu tohumlar her zaman bir cıngar bahanesi olmuş, toprak altında kaldıkları sürece. 1929 yılı Ocak ayında Alman Savaş Bakanı Gröner “A” tipi zırhlı inşa etme hakkını talep ediyor, Versailles Antlaşması’nı icbar edenlerden: Polonya ortak sınır bölgesinde askerî önlemler almışmış, bu da gelecekte Almanya için bir tehditmiş. Kavga kısa sürede alevleniyor ve aynı yılın Şubat’ında Yukarı Silezya’daki Polonya makamları, Alman azınlığının liderini yurda ihanet suçuyla tutukluyorlar. Bütün Almanya’da, özellikle Nazi’ler ve Stahlhelm (Çelik Miğfer) üyelerinin önderliğinde Polonya aleyhine yer yer hayli, şiddetli gösteriler düzenleniyor.[22]
Ben bu hikâyeyi, Türkiye açısından, Moltke’nin Anadolu’daki cevelan tarihinden başlattım. Oysaki işin ucu daha eskilere dayanıyor.
Napolyon, Rus Çar’ı Aleksandr’a Bielostok’u kaptırmış olan Prusya ile yine ona Tarnopol’u kaptırmış olan Avusturya’yı, kendisiyle Rusya aleyhine askerî ittifaklar imzalamaya zorluyordu. Bu her iki ülkenin gönlünde Aleksandr’dan koparılacak topraklar yatıyordu; özellikle Prusya kralı Friedrich Wilhelm, bütün Baltık bölgesine gözlerini dikmişti. Rus Çar’ına ölümsüz dostluk andı içmiş olan Prusya kralının bu niyetini bilen Napolyon, “Peki ama Büyük Friedrich’in mezarı üzerine edilen yemin ne olacak?” diye alay edecektir.[23]
Birinci Dünya Savaşı’nın ikinci yılının sonlarına doğru (Temmuz 1916) İngiltere’de “The Union of Democratic Control” (“Demokratik Kontrol Birliği Derneği”)nin yayınladığı bir risalede “…Avrupa’nın batısında (savaşın) uzaması için yeterli neden yoktur… Fransa, savunmasının muhteşem heybet ve dayanıklılığıyla kendi toprak bütünlüğünü korumuştur… Her şeyin kaygan ve belirsiz olduğu yer Doğu’dur. Alman Şansölyesi genişleme ve fetih için gözünü Doğu’ya çevirmiştir ve Rusya sınırlarını Polonya eyaletlerinin gerisine sürme düşüne Ruslar, en az bu kadar geniş ve uzağa varan, Türkiye’yi paylaşma teklifleriyle yanıt vermektedirler. Polonya konusunda bir uzlaşmaya varmak mümkündür: o, bu savaştan ne Alman ne de Rus, ama bağımsız olarak çıkabilir… Ama üzerinde akla uygun bir anlaşmanın şimdiden görünür olduğu bu yakın bölge dışında Türk sorunu yatmaktadır. Ve bu yüzden bu savaş uzamakta ve her iki tarafın aşırı isteklerinde sebat etmeleri halinde, daha bir veya iki yıl sürebilir”[24] deniyor.
Evet, yüzyıllar geçiyor ama erekler, düşler hiç değişmiyor. Devam edelim. Pan-Cermen Birliği’nin kurucularından olan Fritz Bley, “Almanya’nın dünyadaki yeri” adlı kitabında (1897) geleceğin İngiliz İmparatorluğu, Rusya ve Almanya, Avusturya, İsviçre, Hollanda, belki Fransa, Balkan devletleri ile Türkiye’den oluşacak “Orta Avrupa”ya ait olacağını ifade ediyor; Almanlar bir idareci ırk (Herrenvolk) olduklarına göre yirminci yüzyıl “Alman yüzyılı”, tarihte eşi olmayan bir refah çağı olacaktır. Sair yayınlar da Avusturya’nın çöküşü ve yeniden kalkınması (1899), Türk mirasında Alman iddia-talepleri (1896) ve bir Alman donanmasının inşası gibi temaları işliyordu. Bunların hepsi, aslında, aynı kapıya çıkıyordu: Almanya için “güneşte yer” edinmenin gereği. Bu, üstün ırkı ve kabiliyetleri itibariyle onun hakkıydı. Öbür uluslar açısından önemli olan husus, bütün bu genişleme iddia ve önerilerinin gerçekleşmesi için savaşın gerekliliğinin açıkça ileri sürülmesiydi. Bu yolda 1912’de yayımlanan “Almanya ve gelecek savaş” adlı ünlü kitabın yazarı General F.Von Bernhardi bunu hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde ifade ediyordu; zira seçim, “cihan egemenliği ya da yıkılış” arasında olacaktı… Mamafih 1914’te hükümet, generalin istekleri doğrultusunda hareket etti.
Generalin Almanya dışında da etkili olduğu H. N. Brailsford’un şu sözlerinden anlaşılıyor[25]: “Bütün ulusların bütün Bernhardi’lerinin zehirli kitaplarından oluşan bütün bir kitaplık, bir müstakbel savaşın kaçınılmaz olduğu inancını yaratmada, Rusya’nın İstanbul’u ilhak etmede ısrarı ve itilâf (Antant) Devletleri’nin onu aylar veya yıllar sürecek savaş pahasına bu isteğinde desteklemesi kadar etkili olmaz”.
Pan-Cermanizm, Avusturya’da da bazı yandaşlar bulmuş ve hareket Georg von Schönerer ile Viyana Belediye başkanı olan Dr. Karl Lueger’in Yahudi aleyhtarı tahriklerinde ifadesini bulmuştu; bu hareketler Hitler’i ilk günlerinde, derinden etkilemişti.
1914-18 Dünya Savaşı, Pan-Cermen fikriyat ve uygulamasına her tarafta serbestçe at oynatma olanağını sağladı. Dr. F. Naumann, Orta Avrupa (Mittel- Europa) adlı kitabında (1916), Alman etkisi altında bir Orta Avrupa Konfederasyonu düşüncesini canlandırmış ve Berlin-Bağdat demiryolunun Anvers’ten Basra Körfezi’ne uzanan bir muhteşem imparatorluk tasavvuru çerçevesi içinde uzatılmasını öneriyordu. Denebilir ki bütün bu tutku ve heveslerin tümünü ya da bir kısmını gerçekleştirmek hususunda Alman hükümet ve ulusunun karar ve ısrar olmasaydı, savaş çok daha önce bitebilirdi.[26]
Sovyetler Birliği ile akdedilen Brest-Litovsk antlaşması (Mart 1918), Rusya İmparatorluğunun Baltık ve Polonya eyaletlerini Alman kontrolü altına sokmuştu. Aynı yılın Ekim ayında, yani savaşın bitmesinden hemen önce, Avusturya-Macaristan’la Salzburg’ta imzalanan bir anlaşmaya göre Habsburg’lar devleti üzerine de Alman kontrolü egemen oluyordu. Böylece de Pan-Cermanist hareket, hiç değilse Avrupa çerçevesinde başarılmış oluyordu, ne çare ki bir ay sonra Almanya’nın Batı cephesindeki bozgunu bütün bu düşleri bir anda yıkıverdi.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Pan-Cermen Birliği, saldırgan davranışlardan kaçınarak dikkatini bozgundan haylice sarsılmış olan ulusal ruhu güçlendirme görevi üzerinde topladı. Yahudileri üyelikten çıkarmak suretiyle de Nazi propaganda çizgisine girdi. Hitler’in ünlü Mein Kampf’ı (1925), Pan-Cermanizmin dirilişinin ilk ifadesi olarak görülebilir: 1918 felâketinin öcü alınacak ve “güneşte yer” için yeniden vuruşulacaktır. Ama bu kez arada bir fark vardır. 1914’ten Önce Pan-Cermen Birliği, Alman ihtiraslarının yoluna dikilecek tüm yabancı ulusları karşısına almakla birlikte özellikle İngiltere’den nefretiyle belirmişti. Oysaki Hitler, Alman siyasasının büyük hatasının bu ülkeyi gücendirmek olduğunu beyan ediyor ve Almanya’nın Fransa’dan öcünü almasını ve Rusya’yı fethetmesini kolaylaştırmak üzere Büyük Britanya’ya yaklaşmayı öneriyordu. Daha Hitler’in 1933’te iktidara gelmesinden önce, Nazi partisinin başlıca “entelektüellerinden ve doktrinin fikriyatının mimarlarının önde geleni Alfred Rosenberg, 1930da Yirminci yüzyıl mitosu’nu yayımlıyor ve ateşli bir şekilde Alman ulusunun Kuzeyli karakteri ve “Avrupa’yı yönetme görevi” eski safsatasını tekrarlıyordu.
Prof. Ewald Bause, Raum und Volk (“Mekân ve Ulus”) (1932) adlı kitabında, General Haushofer tarafından icat edilmiş Geopolitik sözde bilimini kullanarak General Bernhardi’nin fikirlerini güncel hale sokuyor. Bu sözde bilim, bir ulusun bir yaşam mekânı (Lebensraum)na hak kazandığı, bu mekânın ölçülerini kendi gereksinmelerine göre kendisinin saptayacağı ve bunu elde etmede haklı olduğu varsayımından hareket ediyor.
Olaylar, Nazi’lerin baştan beri sürdürdükleri dış politikanın esas itibariyle Pan-Cermen Birliği’nin yarım asırdan beri iltizam ettiği politikanın aynı olduğunu göstermiştir. Gerçi zaman zaman bu gizlenmiş. Hitler, Avrupa bahis konusu olduğunda, amacının sadece 1918 anlaşmalarının parçaladığı Alman ulusunu birleştirmekten ibaret olduğunu tekrarlayıp durmuştur. Avusturya’nın 1938’te ilhakı (Anschluss), az sonra Memel (Klaipeda, Baltık denizi kıyısında Litvanya liman kenti)nin işgali ve hatta aynı yılın Ekiminde Çekoslovakya’nın Sudeten eyaletinin zaptı hep bu Alman birliği adına yapılıyordu; Hitler, Sudeten arazisinin onun Avrupa’da son toprak talebi olduğunu söylüyor ama bunu izleyen birkaç ay içinde Alman politikası, Pan-Cermen politikasının öbür safhalarına dönüştü, 1919’da elden çıkan kolonilerin iadesi ve Güneydoğu Avrupa üzerinde ekonomik egemenlik isteği ileri sürüldü. Bohemya ve Moravya’nın Mart 1939’da işgali, Pan-Cermanist programın Hitler tarafından eksiksiz olarak yürütüldüğünü gösterir.[27] Nitekim 27 Şubat 1939’da Almanya’nın Romanya büyükelçisi Fabricius, Alman Dışişleri Bakanı’na şu telgrafı çekecektir: “Dışişleri Bakanı Gafencu pazar akşamı bana kendiliğinden Markoviç[28] ve kendisinin Balkan Konferansında şu kararları aldıklarını söyledi:”
“(I) Küçük Antant[29] artık varlığını sürdürmüyordu. (II) Balkan Antantı hiçbir koşulda ve hiçbir şekilde Almanya’ya yönelmiş bir araç olmamalıydı. Tersine Balkan Antantı, Almanya’nın Drang nach Osten’inin sömürge sorunlarını çözümsüz bırakacak ölçüde güçlenecek doğal bir olgu olduğunu kavramalıdır. Balkanlar ise bu itimi özellikle iktisadî alanda Almanya’yla sıkı işbirliğine girerek karşılamalıdırlar… Saracoğlu da buna katılmaktaydı…”[30]
Döneceğim bu konulara.
Devam etmeden önce bir iki koşut davranışa dikkati çekelim mi?
İsa’yı, Dante’yi, Napolyon’u İngiliz’i, Hollandalıyı… Alman yapmak bize bir şeyler hatırlatmıyor mu, Sümerlilerin, Hititlerin, Etrükslerin… “Türk” olmaları iddialarını? Buradaki “Alman” kadar “Türk” de, tanımlama ve bugünün bu iki ulusuyla sırasıyla ilişki yönünden haylice belirsiz kalmıyor mu?
Pan-Cermen Birliği, ötede beride yabancı dille konuşmanın yasaklanmasını istiyordu. Hitler’in yeni iktidara geçtiği günlerde İstanbul tramvaylarında asılı “Vatandaş, Türkçe konuş!” levhaları bizim neslin belleğinde durur. Yine, Birlik, yabancı sözcükler yerine Cermanik türevlilerin kullanılmasında ısrar ediyordu. Hitler de, uluslararası bir teknolojik terim olan “telefon”u yasaklamış, buna “Fernsprecher”, yani “uzaktan konuşan” denmesini emretmişti. Bugünün Almanı da, aynı şekilde, “televizyon” yerine “Fernseher” (“uzaktan gören”)i yeğlemiyor mu, tıpkı ülkemizde bu türlü yabancı kökenli sözcük yerine Ural-Altaik türevlilerin ikamesi akımında[31] olduğu gibi?’ Evet, Pan-Cermen akım Anavatan (Vaterland)da pratik olarak her tür öğeye, militariste olduğu kadar barışçıya, askere ve tacire, tarımcıya ve dükkâncıya, üreticiye ve tüketiciye, Katolik’e ve Lütheryen’e… hitap ediyordu. Ve bir halk kaynaşmasının patlaması olarak da düşünülemezdi. O, bugünün Almanya’sının politik birliğini gerçekleştirmesinden çok önce her Almanın gönlünde yatan bir ulusal ve canlandırıcı ülkü olarak var olmuştur. Tarihimizde müstesna bir yeri olan von Moltke bu akımın ilk temsilcisi olup onun sabırsızlıkla bütün Alman nehirlerinin Alman kontrolüne gireceği günü beklediği bilinir. Kendisiyle birlikte Türkiye’de bulunan von Bincke, Fisher, Keipert gibi Prusya subaylarının da aynı düşleri gördüklerinden şüphe edilmez. Hiçbiri, Anadolu’daki görevleri sırasında, “hasta olmaya vakit bulamıyordu”[32]… Bu arada Küçük Asya ve Türk Armeniyyesi’nin haritalarını tamamlamışlardı.
Sadece Orta ve Güneydoğu Avrupa’ya egemen olmak değil, pratik olarak Afrika’nın, Osmanlı İmparatorluğunun, İran’ın, Uzak Doğu’nun ve Güney Amerika’nın geniş bölümlerinin kontrolünü elinde tutmayı amaçlayan büyük bir dünya gücünün yaratılması için Pan-Cermen planı, dünyanın tüm ülkelerinin her türlü politik, etnografik, ekonomik, sosyal, askerî sorunları hakkında çok kesin bilgiler üzerine oturuyordu. Gerçekten Kaiser’in dış faaliyetlerinin örgütlenmesinde Berlin hükümeti Diplomatik Servisi yepyeni gözlem ve etki aletleriyle donatılmıştı; görünürde bunların adı geçen Servis’le hiçbir ilişkisi yoktu ama bunlar ya resmen, ya da gizlice buna bağlıydılar; belli, özgül işler hususunda bilgi toplamaya memur gizli ajanlar ise bunların dışındaydılar. Yukarıdaki gözleme ve etki görevini güçlü, her yerde hazır ve nazır Pan-Cermen Birliğinin ya da benzer derneklerin ajanları ile gizli servisin adamları yürütüyordu. İyice eğitilmiş, mertebeler silsilesine bölünmüş bu müdekkik ve muhbirler, mesajlarını Vaterland’a ulaştırıyor, yabancı ülkelerin politik yaşamını birçok karanlık ama yararlı (Almana yararlı) yönde etkiliyorlardı. Pan-Cermen planının temel sorunlarını sistemli şekilde etüt etmiş olan bu çeşitli ajanlar, casuslarla resmî diplomatlar arasında bir zümre oluşturuyorlar, basını satın alıyorlar[33] çeşitli yollarla tarafsız fikirleri azdırıyor ve bunları Anavatan’a yararlı raya oturtuyorlar, Avusturya-Macaristan Slavlarının isyanını felce uğratıyorlar, Rusya’da huzursuzluk tohumlarını atıyorlardı… Zamanla sistem değişmedi: kim unuttu Nazi’lerin Beşinci Kol’unu? Bütün bu işlerde, başta İngilizlerin “Intelligence Seryice”i olmak üzere, öbür ülkelerin benzer örgütleri yaya kalıyordu ve çok yüzeysel bilgilerle yetiniyorlardı. Doğal olarak da teşhisleri çoğu kez yanlış çıkıyordu.
Alman İmparatorluğu Roma sisteminin bir kopyası, Almanlar da bir köle sürücü ulus haline geleceklerdi. Kendilerine Kaiser’in “biz dünyanın tuzuyuz” sözünü yakıştırıyorlardı ve öbür uluslara Alman saldırganlığının birer itaatli aleti gözüyle bakıyorlardı.
Demir Şansölye neden denizaşırı müstemlekeciliğe karşı ayak diriyordu? O ayaklarıyla yere sağlam basan, olmayacak duaya “âmin” demeyecek kadar gerçekçi bir adamdı. “Afrikacı”lar ona saygılı bir kızgınlık içindeydiler.
Prens’in başta gelen kâbusu, iki cephede birden dövüşme zorunda kalmaktı. Onun için derdi Fransa’yı Avrupa’da “tecrit etmek”, müttefiksiz bırakmaktı ve onu yutmasını zorlaştıracak, belki de imkânsız kılacak denizaşırı sömürge savaşından kaçınmaktı. Özellikle hayli karışık olan Yakın-Doğu sorununa bulaşmak istemiyor, Ruslarla burun buruna gelmeyi, yani “ikinci cephe”yi hiçbir surette arzulamıyordu. Türkiye’ye yatırım yapacak sermayedarların baskısıyla bu ülkede emperyalistlik oyununu, öbür “oyuncu”ların karşısında tehlikeli buluyordu: Almanya henüz cihanın dört bucağına kafa tutacak kadar güçlü değildi. O, kuvvetler dengesini son derece realist gözle hesaplamasını biliyordu. Bu korkusu, Deutsche Bank’ın Anadolu’da bazı girişimlerde bulunduğunu kendisine bildiren bankanın gouverneur’ü Dr. von Siemens’e gönderdiği tezkerede (2 Eylül 1888) açıkça belli oluyordu. Bunda Şansölye, girişimcilerin işin sonucundan tek sorumlu olacaklarını, Devlet’in bu konuda hiçbir sorumluluk yüklenmeyeceğini ve ondan fazla bir yardım beklenmemesi gereğini açıkça belirtiyordu. Öbür takımın başını çeken Kaiser’in Türkiye’yi ziyareti konusunda da Rus Çarı ile yaptığı bir görüşmeyi, Ekim 1889 tarihli muhtırada şöyle dile getiriyordu:
“Kaiser’in yakında Şark’a yapacağı yolculuğa gelince, Çar’a, hükümdarlarımızın böyle bir ziyarette bulunmaları sebebinin, Atina’ya gitmişken İstanbul’u da görmek isteği olduğunu söyledim. Kendisine, Almanya’nın Karadeniz ve Akdeniz’de siyasî emelleri bulunmadığını, onun için hükümdarlarımızın ziyaretlerinin siyasî bir görüşmeye sebep olmasının imkânsızlığını hatırlattım. Türkiye’yi Üçlü İttifak’a almanın bizim için imkânsız olduğunu, çünkü Bağdat’ın geleceği için Rusya ile savaş zorunluluğunu Alman halkına yükleyemeyeceğimi söyledim.”[34]
Öbür yandan Bismarck, Kıta Bloküsü’nün Bonaparte Fransa’sına nelere mal olduğunu, Avrupa’da bir savaşın çıkması halinde denizaşırı sömürgelerden yiyecek ve hammadde tedarikinin İngiliz ve Fransız deniz gücünün merhametine bağlı kalacağını gün gibi bildiğinden bu tür sömürgeciliğin hep karşısında olmuştur: Alman deniz gücü bu uluslarınkiyle boy ölçüşecek düzeyin henüz uzağındaydı.
Ama Prens Bismarck 1890’da görevinden alındı ve Kaiser’in Türkiye politikasının karşısına dikilen en büyük engel de ortadan kalkmış oldu. 1900’lerde Almanya, artık çıkarlarını cihanın dört bir bucağına yaymış bulunuyordu. Prens von Bülow’un dediği gibi “… İmparatorluk, Prens Bismarck’ın Alman devleti için çizmiş olduğu sınırların dışına taştı”.[35]
Bu sözler, Alman emperyalizmine artık gem vurulamayacağını ifade ediyordu.
Ama bu emperyalizmin kaynakları oldukça kıttı. Yukarda söylediğim gibi koloni yağmasına geç katılmış, aslan payını kaçırmıştı. Ele geçirdiği birkaç Afrika toprağı ne onu besleyebilir, ne de sanayisine yeterince hammadde sağlayabilirdi.
Almanlar bu gerçeğin idraki içindeydiler. Ticaret filosu ve donanma kurmanın önemini ihmal etmemekle birlikte, bunun yeterli olmadığını biliyorlardı. Sorun, İngiliz donanmasının tehdidi olmadan yaşayabilme ve genişleyebilmenin yollarını aramaya kalıyordu. Bunda da fazla tereddütleri olmadı: içine, Yakın-Doğu’nun hammadde kaynaklarını alacak bir Orta Avrupa ekonomik ittifaklar sistemini kurmak. Yakın-Doğu’nun ise ilk ve en önemli temsilcisi Osmanlı’ydı.
Osmanlı-Alman ticarî ilişkilerinin durumu neydi, çıkan yüzyılın ortalarında? Bu konuda belgeler hayli dağınık olup Osmanlı devletinin Avrupa ile ticareti hakkında geniş bilgileri içeriyorsa da Zollverein (Gümrük Birliği)ne dâhil Alman devletleriyle olanına fazla ışık tutmuyor.
Bavyera ile Osmanlı imparatorluğu arasında alışverişin başlangıcı saptanamıyorsa da bunun hayli eski olduğu bilinir; nitekim Augsburg, Regensburg ve Nüremberg gibi endüstri merkezleri daha XV. yy.dan beri, başta pamuk olmak üzere, Yakın-Doğu mallarının başlıca müşterileri oluyorlardı. Ancak, bu alışverişi Bavyera, Venedikli, Cenovalı, Fransız, İspanyol ve Avusturyalı tüccarlar aracılığıyla yürütmüştü. Ama bütün muahedeler, “en çok müsaadeye mazhar olma” imtiyazlarına rağmen Güney Alman Devletleri ile Osmanlılar arasındaki ticaret hacmi sınırlı kalmıştı.
Zollverein üyeleri, Osmanlı İmparatorluğu’nda Prusya elçileri tarafından temsil edilmekteydi. Ancak Prusya’nın o tarihlerde Yakın-Doğu ticaretine önem vermemesi, buna karşılık Avusturya’nın buralarda nüfuzlu durumda bulunması nedeniyle Bavyeralı tüccarlar sık sık Avusturya temsilciliklerini, araya sokuyorlardı. Öbür yandan Avusturya malları Osmanlı pazarlarında tercihli muamele gördüğünden Bavyera mamulleri çoğu kez Avusturya malı olarak satışa çıkıyordu; bunlar önce çoğunlukla Viyana’da depolanıyor, buradan çeşitli pazarlara dağıtılıyordu; üzerlerine de “Wiener Waren” (Viyana malı) damgası vuruluyordu.
Buradan giden malların başında, Kıbrıs, İzmir ve Makedonya’dan ihraç edilen pamuk ve Tesalya’dan gönderilen boyalı iplik geliyordu. Ayrıca ham deri, ipek ve halılara da müşteri oluyordu, Bavyera.
Osmanlılar da “Bazar-ün Nürnberg”de satılan kaliteli oyuncak, hırdavat ve İngilizlerinkiyle boy ölçüşebilen kumaşlara rağbet ediyorlardı. Ayrıca porselen de Osmanlı pazarlarında yaygındı.[36]
Yukarda da söylediğim gibi Prusya nazarında Yakın-Doğu ticaretinin “bir Pomeranyalı humbaracının kemikleri etmemesi”nden Avusturya faydalanmıştı. Bu durum Alman Birliği’nin kurulmasından sonra tümden değişecek, bu ticaret nice Prusya tümeninin kemiklerine eşdeğerde addedilecektir…
Birinci Dünya Savaşı’na takaddüm eden karışıklığın kökeni Yakın ve Orta Doğu’da aranacaktı. Almanlar hayli yıldan beri etkilerini Balkanlar’a, Osmanlı ülkesine yaymayı hedef almışlardı: Hamburg ve Kuzey Denizi kıyılarından Basra Körfezi’ne karayolu, buradan da Hindistan ve Uzak Doğu’ya uzanacak demiryolu rüyasını ısrarla görüyorlardı. Bu girişimin başarısına yardımcı olması umulan hiçbir fırsat kaçırılmıyordu.
Cermanik “Doğu Yolu”nun üzerinde bulunan ya da Drang nach Osten’i tehdit altında tutacak her ülke Alman etkisi altına alınıyordu. Bunların başında olan Sırbistan’ın kralları Milan, Aleksandr’ın eşi Kraliçe Draga, eninde sonunda çeşitli yollarla Tötonik hizaya getirildi. Gerisinin de, 1915’te, Mareşal von Mackensen icabına baktı…
“Alman Yolu”, hepsi de sonuçta bir noktada, muhtemelen Kuveyt’te bitecek olan üç güzergâhı takip ediyordu: Trieste üzerinden İskenderun ve Suriye kıyılarına; Sarajevo ve Yeni-Pazar ya da Belgrad üzerinden Selanik; Belgrad ve Niş üzerinden İstanbul. Birinci Dünya Savaşı’nın kıvılcımının, Prinçip’in tabancasından Sarajevo (Saray-Bosna)da çıkmış olması bir rastlantı mıdır?
Anadolu ve Mezopotamya’ya Cermen kuvvetlerinin nakil için Doğu’ya Alman genişlemesinin baş aleti olan Bağdat Demiryolunun inşası hızla planlanıp uygulamaya kondu. Berlin’in İstanbul üzerindeki etkisi ve Abdülhamid’le Kaiser Wilhelm’in yakın ilişkileri, cihanın bu bölgesinde Pan-Cermanizmin zaferini sağlamaya ve muhtemelen de Doğu Akdeniz’de, Mısır’da, Mezopotamya’da, İran ve Basra Körfezi’nde İngiliz etkilerine öldürücü darbe indirip Hindistan İmparatorluğunu bir stratejik muhataraya sokmaya yönelmişti. Bu Bağdat Demiryolu’nun öyküsünü ayrıca anlatacağım. Şimdilik Pan-Cermanist hareketin genel çerçevesi içinde kalmaya devam edelim.
1898’de, Kaiser’in yakın adamlarından Amiral von Goetzen, o zaman Manila Amerikan filotilâsı komutanı Vis-Amiral Dewey’e “yaklaşık on beş yıl içinde ülkem, büyük savaşına girişmiş olacaktır; iki ayda Paris’te olacağız. Ama bu, sadece bizim gerçek amacımızın, yani İngiltere’nin yıkılmasının ilk adımı olacaktır. Her şey, seçilen saatte gerçekleşecek zira biz hazır olduğumuzda, düşmanlarımız hazır olmamış olacaklar” haberini vermiş.[37] Bu ifadeler bana üvey babamdan[38] dinlediğim bir anıyı hatırlattı: Balkan Savaşı bozgunu sırasında Almanya’da bulunuyormuş. Bir Alman Yüzbaşı, alaylı bir şekilde durumun eleştirisini yapmış, “biz olsak bir haftada Sofya’nın altını üstüne getirirdik” demiş.
“Peki, ya Sırbistan da işe karışırsa?”
“Füit, bir haftada da onu süpürürüz!”
“Ya Romanya, Yunanistan, Karadağ…?”
“Füit, her birini üç beş gün içinde hallaç pamuğu gibi atarız!”
“Meselâ Fransa ile Rusya aynı zamanda size saldırsa?”
“Füit, her birini iki ayda silindir gibi ezeriz!”…
Aradan zaman geçmiş, Almanlar Marne muharebesini kaybedip iş, bilinen yıpratıcı siper muharebelerine dönüşünce Yüzbaşı, Şükrü beye mektup yazmış, “çok haklıymışsınız, işler öyle füitle müitle gitmiyor…” diye.
Her şey Alman askerî çevrelerinin uzun yıllardan beri hesaplarını Fransa ve Rusya ile harbin kesinliği üzerine oturttuklarını ve muhasamatın başlamasını iştiyakla beklediklerini gösteriyor.
Her ne kadar Alman ihtirası cihanın birçok bölgesini içine alıp Hollanda ve Belçika ile Kuzey Fransa’nın önemli bölümünü yutmak suretiyle topraklarını Kuzey Denizi’ne doğru uzatmayı amaçlamışsa da bu ihtirasın esas odağı Drang nach Osten ve Avusturya-Macaristan ve Rusya’nın önemli bölümlerini de kapsayan bir Orta Avrupa Devleti’nin yaratılması, Balkan devletleri ve Türkiye üzerinde, hem Avrupa hem de Asya kıtalarında, politik olamasa bile ekonomik egemenlik kurma düşüncesiydi.
Her şey Doğu’da düğümleniyordu. İtilâf Devletleri bunu sonunda gördüler ve Hamburg-Basra Körfezi projesini baltalamayı müşterek amaç edindiler. Türk-Alman ulaşım yolunu Selanik üzerinden yürütülen bir hareketle kestiler ve bu hareket Töton güçlerinin yıkılmasının ve Asya’da Alman girişimine son vermenin ilk adımı oldu. Bunu Romanya’nın müttefikler safında harbe girmesi ayrıca kolaylaştırdı. İngilizlerin Suriye ve Filistin harekâtı da aynı paralelde gelişecekti.
[1] Michael Balfour. — The Kaiser and his time, Middlesex 1972, s. 1-3.
[2] EB, mad. “Teutonic Order, the”.
[3] E. M. Earle. — a.g.e., s. 117.
[4] M. Balfour. —a.g.e., s. 11-2.
[5] Fransız Dışişleri Bakanlığı.
[6] Henri Guillemin. — Nationalistes et nationaux (1870-1940), Gallimard 1974, s. 66.
[7] Pierre Naville. — La révolution et les intelleetuels, Gallimard 1975, s.63-4.
[8] Abram Kardiner et Edward Preble. — Introduction à l’ethnologie. Gallimard 1966, s. 185.
[9] William Carr. — A history of Germany 1815 -1945, London 1974, s. 4-17.
[10] Bernard Valade. — Aryanisme “scientifique” et aryanisme “moral” au XIX ième siècle, in Ethnopsychologie. Revue de psychologies des peuples, Le Havre, No. 4, oct.-déc. 1981.
[11] E. M. Earle, a.g.e., s. 57.
[12] Deutsche Bank’ın gouverneur’ü.
[13] E. M. Earle. — a.g.e., s. 117.
[14] S. S.C. B. Bilimler Akademisi. — Uluslararası ilişkiler tarihi I, çev. A. Tokatlı, May Yay., İst. 1977, s. 563-4.
[15] Ay.e., s. 617 – 620.
[16] S.S.C.B. Bilimler Akademisi, a.g.e., C. II, İst. 1978, s. 197.
[17] Tarafımdan belirtildi.
[18] Ali Fuat. — Rical-i mühimme-i siyasîye. Zeyl. in Servet-i Fünun 34, 9 Temmuz 1341 (1925), s. 126.
[19] Asıl adı Enis Avni olan Aka Gündüz Bey de Harbiye’li olup sağlığının elvermeyişi nedeniyle askerlikten ayrılmış.
[20] E. M. Earle. — a.g.e., s. 56, not.
[21] Witold Kula. — An economic theory of the feudal system, London 1976, s. 22.
[22] S.S.C.B. Bilimler Akademisi. — a.g.e. IV, İst. 1980, s. 57.
[23] Ay.e. I, s. 463.
[24] H. N. Brailsford. — Turkey and the roads of the East, London 1916, s. 3-4.
[25] Ay.e., s. 11.
[26] EB, mad. “Pan-Germanism”.
[27] EB, a.g. makale. Ayrıca bkz. F. Kazemzadeh. — Pan movements, in IESS ve Hans Kohn. — Pan movements, in ESS.
[28] Yugoslav Dışişleri Bakanı.
[29] I. Dünya Savaşından sonra Fransa’nın yardımıyla Çekoslovakya, Romanya ve Yugoslavya arasında kurulan siyasî ittifak.
[30] S.S.C.B. Dışişleri Bakanlığı. — Stalin – Roosvelt ve Churchill’in gizli yazışmalarında Türkiye 1938-39, Havass Yay., İst. 1981, s. 13.
[31] Benim burada dilcilik konusuna hiçbir surette değinmediğimi, bu yönde hiçbir eleştiride bulunmayı düşünmediğimi özellikle belirtmek isterim. Sadece koşut hareketleri göz önüne sermekten ibarettir amacım.
[32] von Moltke’nin 3 Kasım 1938 tarihli mektubundan. H. Örsün Önsöz’ü s.X
[33] Özellikle belirtildi. Bu konu bizi çok eğleyecek…
[34] E. M. Earle, a.g.e., s. 54 – 55.
[35] Ay.e., s. 62-3.
[36] Rifat Önsoy – 19. Asrın ikinci yarısından Alman İmparatorluğu’nun 1871’de kuruluşuna kadar Bavyera’nın Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ticareti, in VIII. Türk Tarih Kongresi Ank. 1981, C.II, s.1423 – 27
[37] E.Lewin. — a.g.e„ s. 14-5.
[38] Daha önce kendisinden söz ettiğim, Enver Paşa’nın yaveri Yenibahçeli Şükrü bey.