” ‘Ot’ sözcüğü, kökleriyle toprakta yaşayan uzviyet (organizma), nebat olarak Çağatay, Azerî, Uygur Türkçelerinde yaşıyor. Ayrıca Uygur Türkçesinde ‘ot’, devâ, ilâç, şifa, fakat (iyileşme); ‘otamak’ da “ifakat bulmak; ‘otçu’, ‘ot, yani şifa verici, tabip, sihirbaz, büyücü’. Moğolca “otacı” karşılığında oluyor”.
Yine Moğolca “ütücü, ütükci”, “kırık ve çıkıkları sarıp bağlayan, çıkıkçı, cerrah” anlamında kullanılıyor (BTL).
“Eğer ot içmezden üç gün onurdu kusa, ot içtiğü vakit gönlü dönmek ve kusmak olmiya” diyor. XIV. yy.ın hekimlerinden Ali Çelebi Şerif, Timurtaş Paşa oğlu Umur Bey adına yazdığı Yadigâr-ı İbni Şerif adlı eserinde. Yine aynı asırda, Erzurumlu Yusuf oğlu Mustafa Darir, Yüz hadîs tercemesi‘nde, “bu kez sayru oldun, ot‘la şifa verdik” diye yazılıyor. Bir yüzyıl sonrasına ait Abdülcebbar oğlu Ahmet’in Tuhfetü’l letaif‘inde “ya burnuna ya kulağına ot ya yağ tamzursa orucu sinur” cümlesi okunuyor. XIV – XV. yy.larda Anadolu’da yetişen Hacı Paşa (Celâleddin Hızır), devrinin büyük din âlimlerinden olup hastalanması üzerine kendini tedavi etmek amacıyla hekimlik tahsil etmişti. Arapça yazdığı Şifaü’l eskam (Maraz – illetlerin şifası) adlı büyük kitabının özet ve çevirisi olan ve Aydın oğlu Mehmet Bey’e sunduğu Müntehab-üş-şifa‘sında “ot içmiş gibi ola içi yürüde -Ne ıssı ot‘lar istimal edeler – Katı müshil ve katı ot‘lar vermemek gerek” gibi cümleler geçiyor. Ot, otyam, “baharat”, ıssı ot ise “biber” manasınadır. İlkinin istimalini geriye doğru XVI. yy.a kadar takip edebiliyoruz (TS).
Hekim, tabip karşılığı otacı sözcüğünün de yine XVI. yy.dan itibaren kullanıldığına şahit oluyoruz. O devrin dil ve din bilginlerinden Ankaralı Pîr Mehmed b. Yusuf’un Arapça – Türkçe lügat kitabı Tercemen‘da, “Et-tıbbu = otacı ve emsem edici; Et-tıbbu = otacılık etmek ve emci semci olmak” gibi karşılıklar gösteriliyor. Keza Nakşibendî şeyhlerinden Sofyalı Nimetullah Efendi’nin 1540’da tertiplediği Farsça – Türkçe lügat kitabı Lûgat-ı Nimetullah‘ta Farsça “Bicışk” için “otacı“, yâni “otyam satıcı ve tabip manasına” karşılığını veriyor (TS). Gaziantep’te ot, öbür anlamlarının yanı sıra özellikle “göze konan toz ilâç”, otacı da, özellikle “göz hekimliği yapan doktoru” mukabilinde kullanılıyor (GA).
Bütün bunlar hekimlik ve eczacılığın (“İspençiyari”, İtalyanca spezzere‘den gelip bunun yine Osmanlıcada da kullanılan Arapçası saydlânî‘dir) otlarla olan çok yakın münasebete delâlet eder.
Sümerlilerde sammu‘nun, hem “sebze – yeşillik”, hem de “ilâç” anlamına geldiğini biliyoruz.
Otuzlu yılların ilk yarısında İstanbul Safra köyünde (Şimdiki adıyla Sefaköy. O zamanlar 40 – 50 hanelik olan bu köy ile Kalitarya – Şenlik mahallesi -, Florya ve Küçükçekmece arasındaki arazi tamamen boş ve av sahasıydı.) oturan, kırmızı değirmi yüzlü, beyaz toparlak sakallı, şapka – kasket giymeyi içine sindirememiş olduğundan başında garip bir serpuşla dolaşan Fehmi Hoca namında bir zatı tanımıştık. Abdülaziz dönemi hekimlerinden (otacı) olduğu rivayet edilen bir kişi, o zaman hayli ileri yaşına rağmen çok zinde vücutlu ve nekre bir kişi olup avcılara takılır, onlarla sohbet ederek dolanırken gözüne ilişen bazı otları, sol kolunda asılı duran küçük yuvarlak sepete atardı. Bunlarla çeşitli ilâç yaptığı bilinen Fehmi Hoca, bu hususta çok ünlüydü. Kesin ampütasyonu acil olarak gerektiren gangrenli bir kolu, otlarla imal ettiği bir merhemle tamamen iyi ettiğini, olaya yakından tanık olmuş Hamallar Kâhyası Osman Reis’ten (Başkan) dinlemiştik.
Anadolu’da bütün bir tarih boyunca kullanılagelmiş ot – ilâçların (nebatat-ı saydalâniyye – eczacılıkla ilgili bitkiler) tümünü saymak bizi gereksiz yere çok uzaklara götürür. Bunların içinden, ilk bakışta bize ilginç görünen bazılarını, sırası geldikçe zikretmekle yetineceğiz. Bunlarla topluca bir senteze varmak mümkün olabilir. Önsöz’de de ifade ettiğimiz gibi bu kitap bir tıp tarihi olmamakla birlikte işbu senteze malzeme olabilecek bilgileri içeren eserlerden olabildiğince kısa özetler çıkarmaya özen gösterdik. Bugün, devam edegelen bir “halk tababeti”, bunun da doğru yanlış, bir takım uygulamaları var. Mezkûr “tababet”, işbu uygulamaları nereden öğrenmişti, bunların “hoca”ları kimlerdi.
İşte bu soruların yanıtlarının bulunmasına yardımcı olabilecek tarih içindeki gelişmeleri ortaya yaydık, araştırıcılara malzeme olarak. Bu konuda yazılmış çok sayıda esere müracaat edilebilir. Bunlardan biri, otların birçoğunu teşhis etmekte istifade ettiğimiz Prof. A. Heilbronn’un “İspençiyâri nebatat” adlı eseri olup o dahi kendisinden önce yazılmış olanlardan faydalanmış. Bu sonuncular arasında Esat Şerafettin’in “Nebatat-ı Saydalâniyye” (Dersaadet 1328) ve A. K. Bedeviyan’ın “Polyglotic dictionary of plant names” zikredilir.
***
Özellikle XVI. yy.dan itibaren doğa bilimci gezginler, dünyanın dört bir tarafını dolaşarak tıpta süs ve beslenme amacıyla kullanılan ve o zamana kadar bilinmeyen bitkileri keşfetmişler.
Doğu Akdeniz ülkelerini gezen botanikçilerin veya seyyahların bu ülkelerin bitki örtüsü üzerindeki gözlemleri, modern botanik biliminin gelişmesine çok değerli katkılarda bulunmuş.
Bu gezginler arasında en tanınmışları Pierre Belon (1517-1564), Leonhart Rauwolff (1535-1596) ve XVII. yy.da Paris Botanik Bahçesi’nde profesör olan Joseph Pitton de Tournefort’dur (1656-1708). Bunların üçü de hekimdi.
Zamanla keşifler çoğalmış. XIX. yy.da Pierre – Edmond Boissier’in Flora Orientalis‘inde 4650 tür kayıtlı bulunuyor. Bugün 9000’den fazla kayıtlı türle Türkiye florası dünyanın en zenginlerinden biri sayılıyor. Bu seyahatlerin içinde en önemlisi ve öbürlerine örnek olmuş olan Joseph Pitton de Tournefort’unki olmuş. Bu gezi fikri, bunu maddî olarak destekleyen XIV. Louis’ye ait. Kral, yabancı ülkelerde gözlemler yapmak, buraların ticaretleri, dinleri ve geleneklerini öğrenmek istiyordu.
Tournefort’un Orta-Doğu’ya yaptığı gezinin amaçlarından biri de Theoprastus, Dioscorides ve öbür bilginlerin bitkiler hakkında yazdıklarının doğru olup olmadığını yerinde araştırmaktı. Gezgin, Paris’ten 1700’de ayrılıp 1702’de geri dönüyor. Önce Girit ve Ege Adaları’na, daha sonra da Karadeniz kıyılarına, Kappadokya’ya, Kafkasya’ya, Ağrı Dağı ve İran’a gitmiş. Dönüşte, yine keşifler yapmak üzere değişik bir yol izleyerek Orta Anadolu üzerinden geri dönmüş. Bu yolculuğunda kendisine iki yakın dostu eşlik etmiş. Alman asıllı bir hekim André de Grundelheimer (1668-1715) ve minyatür ressamı Claude Aubriet (1651-1743). Bu sonuncusu, Tournefort’un eserini süsleyen bitkilerin tasvirini yapmış olmalıydı.
Bu üç bilim adamı Anadolu gezisine 13 Nisan 1701’de başlıyorlar. Güvenlik nedeniyle Erzurum Paşası’nın 600 kişilik kervanına katılıyorlar. Bunların 300’ü, Paşa’nın kendi adamlarıydı. Kervanın yürüyüşü müzikle düzenleniyordu. Karadeniz kıyılarını takip ederek Trabzon üzerinden Erzurum’a ve Ağrı Dağı’nın tepelerine kadar gitmişler. Tokat, Ankara, Bursa, Manisa yolunu takip ederek İzmir’e geri dönmüşler.
Tournefort, iki yıl süren bu yolculuktan getirdiği 1356 yeni bitki örneğini Paris’teki Museé d’ Histoire Naturelle‘e, yani Botanik Bahçesi Müzesi’ne vermiş.
Seyahatname’si 22 mektuptan oluşuyor. Bunlarda gezdiği yerlerin coğrafî konumlarına, iklimlerine, bitkilerine ve hayvanlarına ve tarihî eserlerine, o yerlerde yaşayan insanların örf ve âdetlerine, dinî inançlarına yer vermiş. Seyahatname, ancak bir kaza sonucu olan ölümünden sonra yayınlanmış[1].
***
Hititler dönemi Anadolu’sunun florasını irdelemiş. Dr. Hayri Ertem, tabletlerden ayıkladığı ve anlamları bilinen bitkileri sayıyor. Biz bunları kitaptaki sıraya göre vermekle yetiniyoruz.
Akadçası sammassamu, Hurriçesi sunısumi olan susamın Arapça adı sümsüm‘dür. Susam, meyve sıralarında genellikle tatlı, yağlı, çekirdekli ya da çok tohumlu meyveler, incir, kuru üzüm, zeytin, elma, nar vb. arasında geçiyor. Metinlerde kelime ile “Susamın tohumu” ya da meyvesi ifade edilmiş olmalıdır. Kullanılan ölçek “avuç dolusu”dur. Söz konusu Anadolu’sunda daha çok tohumu, özellikle çeşitli ekmeklerin yapılışında, “susamlı ballı ekmek”, “susamlı ekmek”te, “kavrulmuş” ya da “kızartılmış” halde, muhtemelen kurban sunmak veya ölü vs. ritüelde kullanılmış.
Tanrılardan Telepinu’nun hiddetinin teskini ve tekrar dönmesi için yapılan büyüde, hoşa gidici ve yumuşatıcı özellikteki tatlı ve yağlı meyvelerden incir, kuru üzüm… yanında sayılmakta, meyvesinin “yağlı” oluşu anlatılıyor.
Hititolog Güterbock, samama için “bir cins fıstık, daha açık şekilde ceviz, fındık, Antep fıstığı, badem” teklifini getirmiş.
Ve arpa, buğday, ay çiçeği ve bunlara dair ayrıntılar[2].
“GIS hissika” muhtemelen “hassik” (doyuncaya, sızıncaya kadar) içmek verb’ine bağlanabiliyor. Ayrıca “sıs”un uyumak ve “nars”, teskin olmak verb’leriyle yakın durması, sözcüğe “haşhaş” anlamının verilmesini destekliyor.
Hititlerin zengin ekmek çeşitleri arasında hassika‘lı balla ekmek de bulunuyor. Muhtemelen de haşhaş, “tatlı şarap” ile karıştırılarak bir halita yapılıyor. Ayrıca bitkinin adını aldığı ve tipik Hitit – Luvi dil grubuna ait “nt” ekiyle teşkil edilmiş şehir adı Hassikkasnananta…’da geçiyor. Sonuç olarak bu bitki hakkında elde edilmiş bilgiler, genellikle, bugün Anadolu’da aşağı yukarı her yerde, özellikle Afyon – Isparta bölgelerinde, bol miktarda yetiştirilen, yağından, küspesinden faydalanılan, tohumları ezilip tatlı ile karıştırılarak ekmeği yapılan ve susama benzeyen “haşhaş”a uymaktadır[3].
Fasulye, bakla, bezelye, pancar, sarımsak, soğan, “kökü hayvan yemi olarak kullanılan adi pancar cinsi” metinde, bir ilâç hazırlanışında kullanılıyor. “Sarımsak sapı” da, bir hastalığın tedavisinde, sayılan bitkilerle birlikte, ilâç olarak kullanılıyor[4].
Anlamları henüz tartışmalı ya da bilinmeyen bitkiler de var. Bunların birçoğu hastalık sağaltılmasında ilâç olarak kullanılıyor. Aralarında, kimine göre “mercimek”, kimine göre de “safran” olan var. Soğana benzer pırasa da geçiyor. Kimyon, maydanoz, tere de bunlardan oluyor. Ve daha nice, “Tababette kullanılan”, ama adı kesin olarak saptanamamış bitki…[5].
Mekke pelesengi, mersin ağacı, şeytantersi (Asafoedita), kenevir, köknar, safran, ardıç, gerek tohumu, gerekse herhangi bir kısmı, öbür bitkilerin yanı sıra, ilaç olarak geçiyor[6].
Yine kimine göre akça ağaç, kimine göre de söğüt ya da abanoz ağacı, it üzümü de aynı şekilde ya tohumunun, ya da herhangi bir parçasının ilâç olarak kullanıldığı mukayyet[7]. Kekik de metinde ilâç olarak geçiyor[8].
Bu sonuncu amaçla kullanılanlar arasında “buhur ağacı”, çeşitli dağ bitkileri, “beyaz hellebore” (beyaz aksırık otu), adamotu veya kankurutan, gül, pancar, banotu, raziyane, teke boynuzu yoncası, mürrisafi sedefotu var. Ilgın ağacı, sedir ağacı ile birlikte ve “meyvesi” (?) ya da “tohumu” (?) anlamında geçiyor. Burada taş çeşitleri ile birlikte havanda dövülüp suda bırakıldıktan sonra oluşturulan ilâcı kurban sahibinin aç karnına içtiği anlaşılıyor. Bir başka metinde de ilâç olarak yer alıyor.
Selvi yağı da hastalık tedavisinde kullanılıyor, nane gibi[9]. Raziyane tohumunun da ilâç olarak kullanıldığını okuyoruz. Ve aynı işi gören, adları okunamamış ya da mahiyetleri kesinlikle saptanamamış nice bitki. Muhtemelen köknarın da herhangi bir kısmı aynı işe yarıyor. Bazı bitkiler – ağaçlar, hastalığa karşı muafiyet sembolü olarak duruyor[10].
***
Son zamanlarda halk sağlığı ve şifalı bitkiler konusunda yazılan kitaplar kervanına H.H.M. Osman Akfırat’ın 3 ciltlik “Şifalı bitkiler ve emrâz” adlı eseri (çev. H. Arif Pamuk, t.y.) katılıyor. Bu, şüphesiz bir tedavi kitabı olmuyor. Ancak, yüzyıllar boyu denenmiş nice bitkisel tedavi formüllerini asıllarına sadık kalarak sunuyor. Bu kitaplar, İbn-i Sînâ’nın ünlü “Kanun”u ile Davud-u Antaki’nin “Tezkere” adlı kitaplarından kısaltılıp çevrilmiş oluyor. Kitaplarda huruf-u hüca (Osmanlı alfabesi) sırasıyla hastalıklar yazılarak karşılıklarında da ilâçlar derç edilmiş. Biz bu ayrıntılara girmiyoruz. Sadece tesadüfen gözünüze ilişen bir “madenî” ilâcı zikretmekle yetineceğiz: “Demir suyu ve şifası. Çelik kızdırılarak 5 -10 defa suda söndürülecek ve bu suyun her 100 gramına birer gr. (ölçüler, günümüzdekilere çevrilmiş olarak) günlük ilâve edilerek dörtte bir kalana kadar kaynatılacaktır. Bu sudan birer fincan içilir. Bu sudan her sene içilirse insan hastalanmaz. Dünyanın en kuvvetli macunları yense, bunun verdiği kuvveti veremezler”[11].
“Kansızlığın günümüzde bilinen nedenlerinden biri “demir eksikliği” olup buna ilâç verildiğine göre, keyfiyetin çok eskiden beri saptanmış olduğu anlaşılıyor. Bugün ıspanak, pazı, ebegümeci gibi sebzeler, demir içerdiklerinden, çokça tavsiye edilmektedirler.
***
Bitki ve bitki esanslarıyla yapılan tedavilerden mucizevî sonuçlar alındığı çok görülmüştür. Meyve ve sebzelerin etkileri de, diğer bitkilerinki kadar kuvvetlidir. Son yıllarda, hormonlar ve antibiyotiklerin de bitkilerin içinde bulunduğunun keşfedilmesiyle günümüzde bu tedaviler daha faydalı hale gelmiştir.
Bitkileri takdir etmek (damıtmak) suretiyle esansları elde edilir. Bu esanslar hastalara damla şeklinde veya kapsül içinde içirilir. Bundan başka bu bitkilerin kaynatılarak suyu içildiği gibi kurutularak toz haline getirilir ve yemeklere konur. Örneğin sarımsak tozu, kekik, nane tozu… Ayrıca maydanoz, dereotu gibi bitkiler de her mutfakta bulunur. Ancak bütün bunların da bir dozu vardır, sair ilâçların olduğu gibi. Her şey zehirdir, ama yeteri kadar alınırsa hiçbir şey zehir olmaz. Örneğin, vanilya paketleri yapan işçilerde şiddetli baş ağrısı, bağırsak ve mide teşevvüşleri görülür. Safran, fazla alınacak olursa beyinde uyanıklık yapar, sar’a gibi ihtilâçlar (çarpıntılar – seğirmeler) görülür, hattâ hastanın saçma sapan konuştuğu da vakidir. Daha çok alınması halinde ölüm de görülür.
Bitkileri presten geçirmek ve damıtmak suretiyle yağlı ve kokulu esansları elde edilir. Bunlar çeşitli yöntemlerle hazırlanırlar. Bir kısmı, karanfil gibi, sıkmak suretiyle elde edilir. Çin, Hindistan ve İran’da damıtma yöntemi kullanılıyordu. Ortaçağda Araplar bu yolda çok ilerlemişlerdi. XIII. yy.da eczacılık doğunca damıtma usulü de çok gelişti. Uzun yıllar sonra esansların antiseptik nitelikleri de ortaya çıktı. Örneğin, hanımeli çiçeği esansındaki kolibasil ve stafilokok mikrobuna karşı koyan; mercan köşk çiçeği esansındaki zayıflığa, tansiyon düşüklüğüne, kabızlığa karşı gelen nitelikleri gibi. Bu antiseptik hassalara sahip esansların başında okaliptüs, karanfil, kekik, limon, tarçın, sarımsak ve nane esansları gelir. Sarımsak esansı, grip salgınlarında koruyucu olarak kullanılır. Okaliptüs esansı olan Eucaliptol ise nezle ve sinüzitlerde buruna çekilen bir antiseptiktir. Karanfil esansı da özellikle dişçilerin kullandıkları antiseptik oluyor. Bu örnekler çoğaltılabilir.
Halk arasında çok yaygın olan bir kan kesme yolu vardır. Kanayan yara örümcek yuvası (ağı) konularak kan durdurulur. Ertesi gün de bu yara, bazı otların kaynatılması sonucu elde edilen özsularla pansuman edilir.
Son yıllarda, uzun çalışmalar sonucu yüzlerce bitkinin hayret verici etkileri olduğu ortaya çıkmış. Örneğin ceviz yaprağının şarbon hastalığına iyi gelen antibiyotik bir özelliği vardır. Sarımsakta iki çeşit antibiyotik madde bulunmuş olup bunlardan biri Garlicin, öbürü Allicin’dir. Her iki maddenin de stafilokok mikrobuna karşı çok etkili olduğu anlaşılmıştır. Keza karanfilin et suyunu yirmi dört saat koruyabilecek bir antiseptik hassası olduğu görülmüş. Sıcak ülkelerde karanfil, kekik ve darçının eskiden beri çok kullanıldığı biliniyor. Bunun nedeni, sıcak bölgelerde bağırsak fermantasyonlarının çok görülmesi oluyor. Fenol kadar yüksek antiseptik hassası olan kekik esansı ayrıca tifo ve şarbon mikrobuna da karşı gelmekte.
Soğanın idrar söktürücü, mikroplara karşı koyucu ve kuvvet verici niteliklere sahip olduğu öteden beri bilinir. Soğanın etki derecesine inanabilmek için usaresinde bulunan maddelere bakmak yeter. Bu usarede kükürt, iod, fosfat ve potasyum tuzları bulunuyor.
Latinlerin “kutsal ot” tesmiye ettikleri adaçayı da, çok sayıda faydasından ötürü, eskiden beri bilinir. Uzak-Doğu’da kuvvet verici ve şehvet artırıcı olarak kullanılan bu bitkide, kadınların aybaşlarını düzenleme hassası bulunuyor. Bunun gibi birçok bitki de seks hormonlarının varlığı anlaşılmıştır. Örneğin, şerbetçiotu’nun kozalakları da kadın hormonu taşıdığından, çok bira içenlerin şişmanladığı ve yağlandığı görülür. Yabani kekik ve adaçayı esansları yanık tedavisinde çok etkilidirler. Bu esanslar, bir bardak ılık suya bir kahve kaşığı kadar konup karıştırılarak yanık yerler günde birkaç kez yarımşar saat pansuman yapmak suretiyle yaraları dört beş günde iyileştirmektedirler. Keza kereviz de, soğuğun yaptığı ayak şişliklerine iyi gelmektedir. Kerevizin gövde veya kökünden 250 gr, bir litre suda üççeyrek saat kadar kaynatılır. Sonra günde en az üç kez olmak üzere ve kereviz suyuna dayanabilecek sıcaklıkta iken, ayaklar on dakika banyo yapılmaktadır. Yıllardan beri fistülü bulunan bir hastanın kekik ve lavanta esansı ile iyi olduğunu, aşağıda referansını vereceğimiz ve yukarıdaki ifadelerin sahibi Dr. Derman tarafından gözlenmiş.
Kuru ve sulu egzamalar, ruhî sebeplerden olduğu gibi karaciğer, bağırsak ve dolaşım bozukluklarından da olur. Bunlar da, bitki esanslarıyla iyi olur. Cilt hastalıklarında kullanılan karanfil, hardal ve darçının cilt üzerinde hiçbir tahriş edici etkisi bulunmuyor. Itır denen çobaniğnesi esansı, sivrisinek, böcek ve örümcek sokmalarına çok iyi gelir. Katırtırnağı bitkisi de birçok zehiri değiştirir. Örneğin, engerek tarafından sokulmuş koyunlara katırtırnağı yedirildiğinde, yılanın zehiri etkisiz kalır. Birçok bitkinin esansları, sinir ve romatizma ağrılarına da iyi gelmektedir. Bu esanslar, ağrıyan yerlere ya merhem şeklinde tatbik edilir, ya da esansın kendi kompres haline konur. Adaçayı, kekik, soğan ve sarımsağın yakı şeklinde konduğu gibi. Esanslarla banyo yapılması halinde, bunların deriden geçip kan dolaşımına karıştığı da öğrenilmiş.
Örneğin, ardıç banyoları, romatizmalılara iyi gelmektedir.
Merzenkuş dediğimiz aşk çiçeği, kekik, adaçayı, ıhlamur çiçeği, insana kuvvet, sükûnet verip sinirli insanların geceleri sakin uyumalarını sağlar.
Bitki esanslarının şifalı etkilerinin tafsilini, daha çok uzun olup biz buraya kadar bundan birkaç örnek vermekle yetindik. Bundan sonra Dr. Derman, çeşitli bitkilerin faydaları ve kullanıldıkları hastalıkların ayrıntılarına giriyor.[12]
***
Buraya kadar gördüğümüz gibi, her bir bitki bir ya da daha çok iyileştirici hassasına sahip bulunuyor. Eski İstanbul halkı bunları, genellikle “Mısır Çarşısı”ndan sağlıyordu. Ama ortada bir gerçek var; o da şu: Herhangi bir bitkiye talip kişinin, bunun neye iyi geldiğini, atalarından ve de yaşam deneyinden bilmesi keyfiyeti. İlk deneyimi kim yapmıştı?…
Galiba bu soru, hep havada kalacak.
Geliyoruz şimdi, işbu “derman”ların İstanbul’da topluca satıldığı yere.
XVII. yy.dan beri İstanbul’un iktisadî hayatında önemli yer tutmuş olan Mısır Çarşısı, o çağlarda Arabistan ve Hindistan’dan Mısır yoluyla gelen sağlık maddeleriyle bitkisel drogların, buradaki aktar dükkânlarında satılmasından ötürü ayrı bir özellik taşır ve eczacılık tarihimizde önemli bir konumdadır. Burada aktar dükkânlarının toplu olarak bulunmaları, çarşının belirgin bir niteliği mahiyetindedir.
Bilindiği gibi folklor, halkın günlük yaşantısının ve kültürünün bilimi olarak tanınır. Birçok meslekte olduğu gibi tıbbın da halk arasında uygulanan ilkel tedavi şekilleri ve bâtıl inanışları vardır ki bunlar tıp mesleğinin folklorunu oluşturur. Folklorik tıp, tarih ve tabiî bilimlerle sıkı ilişki içinde olur.
Aktarlar ve eski İstanbullular arasında eski inanç ve gelenekler günümüzde de devam etmektedir. Özellikle yaşlı ve tecrübeli kimseler bildiklerini yeni nesillere de aktarmaktadırlar. Her ne kadar modern tıbbın gelişmesi eski halk inançlarının kullanılışını azaltmışsa da gelenek ve göreneğe inanan kimseler gerek yaşlılardan ve gerekse aktarlardan halen yararlanmaktadırlar. Bu durumu çeşitli halk tabakalarında görmek mümkündür. Bir yandan teşhis ve tedavi için doktora gitmekte ve reçetede yazılı ilâçları eczanede yaptırmakta, öbür yandan da çok kez aktar dükkânlarına başvurmaktadır.
Her ne kadar artık sayıları hayli azalmış bulunan aktar esnafı, sadece baharat satıyormuş gibi görünüyormuş gibi görünüyorsa da yine halka bazı spesiyaliteleri tarif etmekte, hattâ hazırlayıp vermektedir[13].
Demirhan, çok ayrıntılı olarak aktar dükkânlarında satılan drogları, alfabetik sıraya göre inceliyor.
Döneceğiz bu Mısır Çarşısı’na.
***
Türkiye’nin tıbbî ve zehirli bitkilerini inceden inceye tetkik etmiş olan büyük uzman Prof. Turhan Baytop’a kulak veriyoruz.
Konumuz içine Türkiye’de yetişmekte veya yetiştirilmekte olan bitkilerden sadece doğrudan doğruya tedavi alanında kullanılmakta olanlar girmektedir. Bununla birlikte birçok droglar (meyan kökü, kitre zamkı, kök boya, palamut v.s.) sanayide de kullanılmaktadır. Hattâ bazen bu drogların sanayide kullanılan miktarları, ilâç olarak kullanılan miktarın çok üstünde olmaktadır. Sanayi ile tedavi alanlarında kullanılan bitkileri birbirinden ayıracak belli sınırlar olmadığından, miktar itibariyle daha çok sanayi kollarında kullanılan bazı bitkiler de konumuz içine alınmıştır. Zira az bile olsa bu bitkilerden elde edilen droglar, tedavi alanında kullanılmaktadır[14].
“Türkiye florasının, henüz tam olarak tanınmamış olmasına rağmen, tür bakımından çok zengin olduğu eskiden beri bilinmektedir. Boissier’nin “Flora Orientalis”inde (1867-1888) 4650 tür kayıtlı bulunuyor. Boissier’den sonra yüzlerce yeni türün saptanmış olduğu düşünülürse, ülkemizde yaşamakta olan bitki türlerinin 6000’den fazla olduğu kolayca tahmin edilebilir” dedikten sonra Baytop, listesine aldığı 1000 kadar bitkiden bir kısmının halen hekimler tarafından hemen hemen terk edilmiş olup sadece halk ilâçlarının hazırlanmasında kullanıldığını söylüyor. Öbür yandan, tedavi amacıyla kullanılışı terk edilmiş olan bir bitkinin, üzerinde yapılan bazı araştırmalar ve buluşlar sonunda, yeniden tedavi alanına girdiği de çok görülmüş.
Zehirli bitkilere gelince, tıbbî bitkilerin bir kısmı, belli miktarlar üzerinde, zehirli bitkiler gibi tesir ederler. Bu yüzden tıbbî ve zehirli bitkilerin birbirinden tefriki daima zorluklarla karşılaşır.
Baytop’un listesi, bitkilerin Latince adlarına göre alfabetik olarak tanzim edilmiş ve bunların yanına Türkçe adları eklenmiş. Ancak, bütün tıbbî ve zehirli bitkilerimizin herkes tarafından bilinen Türkçe adları bulunmuyor. Bu sonuncular daha çok mahallî olmakta[15].
Büyük bir kitap tutan Baytop’un listesinin ayrıntılarına girmiyoruz.
***
Hayatizade Mustafa Fevzi Efendi’nin (ölm. 1755) iki ciltlik “Yabani Bitkiler Sözlüğü’nün asıl adı “Haza fihrist-i risale-i Fevziye fi Lûgat-i müfredat-i et-tıbbiye” olup, el yazması aslından dilimize Hadiye Tuncer tarafından çevrilmiş. Yazar, her bitkiyi Arapça, Farsça, Türkçe, Rumca, Süryanice, Frenkçe (Fransızca ve öbür Batı dilleri), İspanyolca ve Lâtince olarak adlandırıyor ve adeta bir bitki sistematiği kuruyor.
Hayatizade, IV. Mehmed zamanında (1642-1693) padişahın başhekimliğini yapmış, çok bilgili, birkaç yabancı dil bilen[16] büyük bir âlimdi. Kendi belirttiğine göre eserini yazarken çeşitli dönemlerde yaşamış bilginlerin kitaplarından da yararlanmış ki bunlar, Calinos, M.S. I. yy.da yaşamış Kilikyalı Scorides, İbni Şerif, İbn-i Sînâ, İbni Ezher …, Müellif Mesih, Yuhanna, Rufes, Hermes, İbni Masura’dır. Ayrıca Yunan, Arap, Acem yazarlarının, bitkilerinin fayda ve yazarları hakkında neler dediklerini tek tek belirtmiş ve kendi kanaatlerini da kitaba eklemiş[17].
Yine Tuncer’in ifadesine göre, kitapta adı geçen büyük tıp ve botanik yazarlarının, el yazması kitapları, İstanbul, Bursa, Manisa kütüphanelerinde bulunuyor[18].
Mustafa Fevzi Efendi, kitabının bizzat yazdığı önsözünde, şunları söylüyor: “Elimde malzemesi az bu fakir ve kudretçe aciz, hakir… uzun yıllar hekimbaşılığı vazifesinde bulunmuş, gücü yettiği kadar hastalarını tedavide bazı mahir hekimlerin Lâtinceden tercüme ettikleri değerli terkipleri kullanmıştır. Bu meyanda, “akrabadin” adı ile tanınmış tercümelerdeki[19] ilâçların bazıları Türkçe, bazıları Arapça, Yunanca ve Frenkçe yazıldığından Arapça olanların Türkçe karşılıkları, Türkçe olanların Farsça, Arapça ve Lâtince karşılıkları kitaplarda bulunmadığından ve tabiplerin birçok zorluklarla karşılaştıklarını gözüne alarak ilâç müfredatının adlarını, gerek Türkçe, gerek Arapça ve Lâtince gücüm yettiği kadar alfabe sırasına göre tertipleyerek… düzenledim”[20].
Hayatizade, sözlüğüne, Osmanlı alfabesine göre “Ebe gümeci” ile başlıyor. Sözlüğün mahiyetini göstermek üzere, örnek olarak bunu derç ediyoruz.
Türkçe adı: Ebem gümeci, düvelek.
Arapça adı: Hubazi.
Lâtince adı: Malva Silvestris L. Malvaceae 2201.
Ebe gümeci birkaç çeşittir: Kültür cinsi, yani sebze olarak yetiştirilen, Melohiye’dir. Tıpta ilâç olarak da kullanılır. Çiçeği ve yaprağı arı sokmasına karşı iyi gelir. Yaprağı yakı gibi arı sokulan yer üzerine konulursa derhal tesirini gösterir. Aynı zamanda yaprağı zeytinyağına bulanıp ateş yanıklarına da konulur. Pişirilmiş ebe gümeci lâpa olarak makata ve rahim üzerine konulsa ağrıları geçirir. Keza pişirilerek yenirse idrar söker. Tohumu, hindiba tohumu ve şarapla beraber kaynatılarak içilirse mesane hastalıklarına ve ağrılarına iyi gelir. Usaresini su ile karıştırarak lâvman yapılırsa rahim ve bağırsak sancılarına çok fayda verir. Göz ağrılarında yakı gibi kullanılırsa bunları derhal keser. Akrep sokmasına karşı zeytinyağı ile karıştırıp merhemi kullanılır. Mesane yaraları için çiçeği kaynatılıp içilse veya yakı şeklinde mesane üzerine konulsa faydası görülür.
Ne imiş meğer bizim ebe gümeci? …
II. ciltte Hayatizade yine yabani bitkilerin aynı minval üzere, tıpta ilâç olarak kullanılışlarını uzun uzun irdeliyor.
***
Aynı alanda kalmak üzere bu kez bir anonim kitabı irdeliyoruz[21].
Yazarı belli olmayıp 1565 yılında kaleme alınmış risaleyi konuşma dilimize çeviren Hadiye Tuncer’in Önsöz’ünden ilk bölümü derç ediyoruz: “Leipzig Üniversitesi Kütüphanesi’nden mikro filmlerini aldığım 400 sene evveline ait Osmanlı İmparatorluğu toprak kanunları arasında çıkan bir mikro film de tıp kitabına aitti.”
“Müellif kitabını türbedar Şeyh Kemaleddin Efendi hazretlerine atfen yazdığını ve hastalıklarına iyi gelmesi ümidiyle kaleme aldığını belirtiyor. İçinde de birçok defa tekrarlamasından anlıyoruz ki bizzat müellifin kendisi tıpla uğraşan ve birçok eski tıp kitaplarını okuyan ve bilgilerini onlara istinaden kaleme alan bir kimse”.
“Kitaptaki ilâç reçetelerini ilginç bulduğum için zamanımız diline çevirmeyi uygun buldum. Zaten ilâçların hemen hepsi köklerden, yapraklardan ve çiçeklerden meydana gelen terkipler”.
“Birkaç hafta evvel Cumhuriyet Gazetesi’nde Hamdi Varoğlu, “Yabancı bir bilginin ev ilâçları üzerinde etütler yaptığını ve kocakarı ilâçlarının yabana atılmamasını ve birçok tıbbın yardım edemediği hastalıkların bu ilâçlarla geçtiğini” yazıyordu. Onun yazısını da okuyuculara ekli olarak arz ediyorum”.
Hamdi Varoğlu’nun, gazete üslûbuyla kaleme alınmış mezkûr yazısından alıntılar: “Bazen ev ilâcı diye efendice bir tabirle tarif ettiğimiz, bazen de kocakarı[22] ilâcı diye küçümsediğimiz ilâçların yapılmasında kullanılan bitkiler üzerinde incelemelere girişmeyi tasarlayan yabancı bir bilginin yakında bu işi ele alacağı haberi, inanın yüreğime su serpti”.
“En hafif baş ağrısından tutun da bu asrın hastalığı haline gelen enfarktüse varıncaya kadar insanlara musallat olan çeşitli dertlerden hemen hepsine, yama yapar gibi iğne tedavisi tatbik edildiği bu zamanda bir parça tabiata dönüş, A’dan Z’ye kadar vitaminler elinde esir organizmamızı belki de düzeltecek, filân ot, falan çiçek, feşmekân tohum belki de safra kesenizi bozmadan, böbreklerimize dokunmadan, karaciğerimizi sarsmadan, kalbimizin dengesini allak bullak etmeden tedaviye doğru yeni bir adım olacaktır… Kocakarı ilâçları yabana atılmamalı…”.
Risale “kısım” kısım ilâç reçeteleri veriyor. Bunlardan bir ikisi şöyle: “Dişleri sağlam olan kimse yüz yirmi yıl yaşar, bunun için dişlere iyi bakmalı ve onları korumak lâzımdır. Dişlerin sağlığı için günde dört kere dişleri misvak (bir cins diş ovacak âlet, Araplara ait ucu liflenmiş hususi bir ağaç çubuğudur) ile ovulan dişler sağ ve salim yerli yerinde durur. Ancak, misvaktan sonra, ağıza, sirkeye karışmış bal alup çalkalamak lâzımdır”.
Bir başka “kısım”:
“Sık sık idrara çıkma hastalıklarının sebep ve devasını gösterir. Eğer hastalık soğuk almaktan ileri gelmişse bu şekil üşüten kimseler soğuktan, ekşi ve tuzlu şeyler yemekten sakınmalıdır”.
“Eğer, sık sık idrara çıkmak soğuk almaktan ileri gelmiyorsa, o zaman kısım meşe ağacı (palamut), mürver, günlük, havlıcan kökü (topalak)dan 10’ar dirhem alarak iyice dövmeli ve elekten geçirerek iyi dövülmüş 60 dirhem şekerle karıştırılmalı. Macun haline getirilen bu ilâçlar bir dirhemden iki dirheme kadar yiyen kimse, Allah’ın izniyle hastalıktan kurtulur, tecrübe olunmuştur”.
Prostattan muzdarip yaşlı kişilere müjde!
***
“Sana avuç avuç duygu getiriyorum
Bir demet kır çiçeğinden
Al ne olursun
Sana rengârenk gizemler taşıyorum
Dağların eteklerinden
Vur sızılarına
Sonsuz maviliklere nispet
Sana yemyeşil bir sevda giysisi sunuyorum.
Sığınağın olsun
Bırak doğayı dinleteyim sana.
Kökün, yaprağın, çiçeğin türküsünü
Mutluluğun olsun”.
Herbalist eczacı Filiz Görgün, şairmiş de aynı zamanda, feylosof olduğu kadar: “Doğa-insan arasındaki iletişim deyince “duygu”yu düşünürüm. Duygu da insanlar arasında iletişimdir, bir enerji alışverişidir. O kadar ki bazı toplumlarda insanlar, sarmaşıklar gibi yaşar. Bazıları da çam ormanı gibidir, bir arada, ama her biri kendi başına, bu da bir iletişim biçimi. Hepimizin doğa ile aramızda böyle bir iletişim var”.
Görgün, onu otçuluğa iten kendi yaşam öyküsünü şöyle anlatıyor:
“Afacan, 4 yaşında bir kız çocuğuydu; yürüyemiyordu; hiç yürümemişti ki zaten; ilk tay tayların sevinç çığlığını hiç atamamıştı; bir kemik hastalığının üzücü sonucuydu bu; raşitizm.”
“Anne ve babası çok üzgündü, il il dolaşıp küçük kızlarına şifa arıyorlardı. Küçük kız madeni kalıplar ve ayakkabılarla yaşıyordu. Yaşıtları koşup oynarken o zar zor adımlamaya çabalıyordu.”
“Ama bir gün…”
“Toros dağlarının eteklerinde yaşayan bir göçebe kadın, bir sır verdi anneye. İşte o andan başlanarak küçük kızın bacaklarına, kaynatılmış ceviz yapraklarıyla kompresler yapılmaya başlandı, bir umut arayışıydı bu ve günlerce sürecekti.”
“Ne anlamlıdır ki, doğa o çocuğu bu umutla buluşturdu. Artık o da yaşıtları gibi koşup oynayabiliyordu, sanki bir mucizeydi bu. Anne ve baba mutluydu… Küçük kız mutluydu… Küçük kızın çok büyük bir mutluluğu, ama bir o kadar da borcu vardı; doğaya borçluydu artık.”
“Tahmin ettiğiniz gibi, o küçük kız benim ve ben doğaya hala borçluyum. Eczacılık eğitimi yaptım, yıllarca botanikle boğuştum, gün oldu yalnız bırakılma pahasına onun sonsuz şifa kaynaklarının ateşli bir savunucusu oldum, ona hizmet ediyorum, ama her gün ondan yeni bir şeyler alıyorum ve ona her gün yeniden borçlanıyorum…”
Anadolu’da halk bu ilâçları bilinçli veya bilinçsiz kullanıyordu. Ve Türkiye’de bitkisel ilâçlar “kocakarı ilâcı” diye tanımlanmaktaydı. Var olan gerçek, kimse üzerine eğilmediği için yok olup gidiyor, dağlarımızda doğal olarak yetişen tüm bitkisel droglar çalı sanılıp yakılıyor, yok ediliyordu.
Fransa ve İsviçre’deki bitkilerin merkezlerinde, Avrupa’nın dört bir yanına dağılmış on bin doktorun bitki ve tedavi yapıp bu merkeze kayıtlı oldukları, Avrupa Bitki Bilim Merkezi tarafından onaylanmış 1500 bitki ile uygulamalı tedavinin yapıldığı biliniyor[23].
İnsanın doğaya sığınışı, doğa ile somut alışverişi, en az insanlık kadar eskidir. Beslenmeden tedaviye, korunmadan örtünmeye kadar her gereksinimine, insanoğlu doğadan bir yanıt almış. İnsanlıkla birlikte gelişen tıp dünyasındaki bitki ile tedavi fitoterapi veya herbalism), gelmiş geçmiş uygarlıklarda uzun ve sağlıklı yaşamak için uygulanan tedavi yöntemleri arasında önemli bir yer tutmuş. Bedeninde oluşan fonksiyon bozukluklarına insanın toprak, su, bitkiden yararlanarak doğadan şifa aramasıyla oluşan fitoterapi, yazılarak ve dilden dile aktarılarak günümüze kadar gelmiş[24].
Biz aşağıda, başta Çin olmak üzere Mezopotamya uygarlıkları, Hint, Hitit ve Yunan’da bitkilerin kullanılışını ayrıntılarıyla irdeleyeceğiz. Zaten Hititler Anadolu’sunun florasına yukarda değinmiştik.
İşbu herbalism, bitkilerle tedavi konusunda yayında çıkmış bazı ilginç röportajlardan örnekler veriyoruz. Bunlardan ilki yine Filiz Görgün’e ait (Hürriyet gaz. 29.01.84). Daha sonraki, Ev kadını Nilgün hanım’ın dünyasından: Dulavratotu ile mide ağrılarını yenmişmiş. Ülsere karşı pelin, cıvan perçemi, kasımotu, kuzukulağı, gül, menekşe ve nar şerbeti (Hürriyet gaz. 31.01.84).
Geceleri saatler boyu gözünü kırpmayanlara genç otçu Gaye Zavlat’tan bir tavsiye var: Fesleğenle iyi uykular. Adaçayı da bir harika… Bulaşıcı hastalıklardan tutun da genç kızlarda hormon dengesini sağlamaktan, cilt güzelliğini korumaya kadar çeşit çeşit rahatsızlığa şifa getiriyor (Hürriyet gaz. 01.02.84)
Büyük bir mağazanın hemen her şeyi olan Hülya Tunçlar Hanım da “biraz çemen, biraz günlük, bir miktar karabiber ve uygun oranda zeytinyağı; şişe içinde güneş alan bir yere bırakılır ve bekletilir. Daha sonra bu karışımla omurga her gün birkaç kez ovulur ve masaj yapılır. Bir süre sonra boyun uzadığı görülür” (!) diyor. Melâhat Hepcin, şifalı otlardan yapılmış ilâçlar için: “Biz bunlarla büyüdük. Bütün hastalıkları bu otlarla yapılmış ilâçlarla def ettik. Bizim evde hastalık uzun sürmez.” diyor (Hürriyet gaz. 02.02.84).
77 yaşındaki Şadiye Hanım, 60 yıllık eşini otlarla ayakta tutuyor. Polis emeklisi İsmail Acar, eşi Şadiye hanım’ın ilâçlarının etkisini şöyle anlatıyor: “Üç gün üç gece uykusuz çalıştığım zamanlar olmuştur. Kendimizi yatağa attık mı, uyandırabilirsen uyandır. Ama Şadiye ilâçlarını yapıp bana içirdi mi turp gibi ayağa kalkardım. Bugün de böyle (Hürriyet gaz. 04.02.84).
Yine Filiz Görgün anlatıyor: Fransa Millî Eğitim Bakanlığı’nda çalışan 22 yaşındaki Sylvie Martin, âdet döneminde yıllardır çektiği dayanılmaz ağrılardan, Virginia yasemini, hayatağacı ve kurtayağı karışımı ilâç sayesinde kurtulmuşmuş (Hürriyet gaz. 18.02.88).
***
Şifalı bitkiler alanında kalmaya devam ediyoruz. Bunlardan, gözümüze ilişip, gelişigüzel derlediğimiz birkaçını zikrediyoruz.
Süpürge otu: Gövde ve dallarından süpürge ve fırça, ince uzun esnek sürgünlerinden ise sepet yapılır. Çiçekli ve yapraklı dallardan halk arasında idrar söktürücü, dezenfektan ve ishal kesici olarak yararlanılır (AB).
Şalgam için eskilerin “yılda bir kez yemeli, ya da tarlasından geçmeli” dediklerini çok kez bizzat duymuştuk. Şalgam, toz ve kum döker, bol idrar söktürür. Vücutta birikmiş fazla suları atarak kilo vermemizi sağlar. Kum ve taş dökmesi için şalgam tohumu alınır, bunun 10 gr kadarı yarım litre kaynar suya konur. Üstüne yine o kadar ıhlamur eklenir. Ateşten indirilir, 15 dakika dinlenmeye bırakıldıktan sonra, çay gibi içilir. Bu su aynı zamanda soğuk algınlığını da giderir (Hürriyet Takvimi 1986, 26.03.86).
Şalgam suyunun, haylice yağlı “Adana kebabı”, ve yine Güney Doğu’nun “çiğ köftesi”nin vazgeçilmez refiki olduğunu da ekleyelim.
Yaraotu, Türkiye’nin hemen her yerinde yetişir, astım, akciğer rahatsızlıkları, bronşit, erkeklerde güçsüzlük, güneş yanığı, yaralar ve ülser gibi birçok hastalığın tedavisinde kullanılıyor. Yaprakları, çiçekli tepeleri kurutularak kullanılan yaraotunun mikrop öldürücü, büzücü, yara iyileştirici, idrar söktürücü, uyarıcı ve kurt düşürücü etkilerinin olduğu belirtiliyor. Yaraotunda uçucu reçine, tanen, ve C vitamini bulunduğu saptanmış (Cumhuriyet gaz. 02.01.91).
***
Türk folklor bilincinin yerleşmesinde çok önemli katkısı olan ve bir “ansiklopedi” sayılabilecek “Türk Folklor Araştırmaları” dergisini, hayatı boyunca sürdüren İhsan Hınçer, neyleyelim ki, şeker hastasıymış. Kendisine eş dostun önerdiği halk ilâçlarını derlemiş. Bunlardan bazılarını aynen naklediyoruz[25].
“Üveyiz (üvez) yaprakları iki kilo su içine kâfi nispetle konacak. İyice kaynatılacak. Sonra süzülerek bir kaba konacak. Her sabah aç karnına bir çay bardağı içilecek… Bir ayın sonunda şeker hastalığı tamamen zail olur (Bekir Topçu, Kastamonulu, 55 yaşında)”.
Karadut yaprağından 8-10 tane toplanacak. Bir kilo suyun içine konacak su, yarım kilo kalıncaya kadar kaynatılacak. Her sabah bir fincan içilecek”.
“Karaçam kabuğu: 5-6 kilo karaçam kabuğu toplanacak. 18 kiloluk bir teneke içine konulacak. Ağzına kadar su doldurulacak. Su, yarıya ininceye kadar kaynatılacak. Üstüne yarım kilo dövülmüş kekik ilâve edilecek. Fırsat buldukça çay gibi içilecek”.
“Kekik otu çay gibi kaynatılacak. Sabahları aç karnına birer bardağı içilecek… “.
“Anason ve diğer bitkiler: Beş gram anason, on gram sinameki, beş gram hardal, beş gram kimyon, beş gram kişniş, beş gram çörek otu alınacak. Aktarlarda bulunur. Bir kilo suda kaynatıldıktan sonra her sabah aç karnına bir çay bardağı içilecek (Beykozlu Hoca’dan alınmıştır).
Dikkat edildiğinde, hattâ Hınçer’ın başta söylediği gibi, bir “kâfi nispette”, ya da daha önce çok gördüğümüz gibi “yeterince”, gibi lâflarına rastlıyoruz. Bu, sanayileşmemiş toplumların bir karakteristiği oluyor. “Ölçü” yerini “el yordamı” alıyor…
Üvez’lerin (sorbus) en önemlisi ayva ağacına aşılanarak meyveleri için üretilenedir. Meyvesi, taze olarak tüketildiği gibi, kurutularak tedavi amacıyla da kullanılır. Kuru meyve, kendisi gibi tane içeren yapraklarda infüzyon halinde peklik verici olarak kullanılır. İnfüzyonun diyabete iyi geldiği halk arasında bilindiği için şeker hastalığında da kullanılır (BL).
***
Anadolu’nun birçok ilinin kendi “Mısır Çarşısı” var. Bunlardan Sivas’takileri eczacı Müjgan Üçer anlatıyor[26].
“Attar, Arapça “Itr” kelimesinden gelmekte ve güzel kokulu şeyleri satan dükkân sahibine denmektedir. “Aktar” olarak da bilinen kelimenin, hekimlikte kullanılan bitki kökleri anlamına gelen “akakir”den galat olduğu da belirtilmektedir…”
“… Sivas’ta on beş sene öncesine kadar[27] bugün bulunmayan Attarlar Çarşısı vardı… Burada yirmi beş kadar attar dükkânı mevcuttu. Bunların bazıları Ermeni idiler”.
“… Attarlar, müracaat eden halka, zehirli olmamak şartıyla, istediklerini verirler, aldıkları maddeyi ne yapacaklarını sormazlar, attariyeyi alan kimse, tavsiye edilen ev ilâcını kendi yapar ve kullanırdı. Bu tavsiyeler denenmiş olduklarından çoğu zaman netice verirler, hastalığa iyi gelmese bile zararları dokunmaz. Satılan drogların ağrı – sancı kesici, iştah açıcı, midevî, yumuşatıcı, lezzet verici, müshil veya kaabız olarak da bugünkü eczacılıkta kullanıldığını, tıbbî önemini hâlâ kaybetmeyen bazılarının halk hekimliğinde yaygın bir şekilde kullanıldığını görmekteyiz…”.
“Yazımızda yararlandığımız kaynak şahıs attar Hâşim Yaren 1316 (1900) Sivas doğumlu… Attarlığı elli seneden fazla zamandır yapmakta, attariye çeşitlerini İstanbul’dan getirtmekte; bazı çeşitleri köylülerin getirdiğini belirtmektedir. Bu işi nasıl öğrendiği sorusuna şu cevabı vermiştir: ‘Önceleri, ne için aldıklarını sorar, öyle öğrenirdim. Biz, müşterinin yetiştirdiği doktoruz’ ”.
“Çeşitli yün boyaları, katran, karasakız yanında bazı attariyeyi de bulunduran Veli Öztürk ise 67 yaşında, yirmi altı senedir yaptığı bu işi bir Ermeni’den devralmış…” (SF 18, Tem. 74).
Bu ifadelerden sonra Üçer, Sivas’ta bilinen ve kullanılan Attariye çeşitleri ve kullanılma yerlerini alfabetik olarak veriyor ki biz bu ayrıntılara girmedik.
SF’nin müteakip sayısında (SF 19, Ağ. 74) Üçer, attariye çeşitlerinden sonra, bu kez şifalı bitkileri de aynı şekilde sayıyor ve geçiyor ev ilâçlarına (SF 20, Eylül 74).
“Halk hekimliğinde, ev ilâçları yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu ilâçları bitkisel, hayvansal ve karma olmak üzere beş kısımda toplamak mümkündür. Her bir kısımda sinirsel, dinsel ve tıpsal uygulamalar mevcuttur”.
“Halkın bildiği, salık verdiği ve gereğinde kullandığı ilâçların ekserisi karma olarak hazırlanmaktadır. Yetenekli ve bazı ocaklı[28] kimselerin tecrübeye dayanarak edindikleri bilgilerden yararlanarak yaptıkları ilâçlar ve uygulamalar tıbbî folklorumuzun en önemli tedavi unsurlarıdır. Halkımız imkân bulursa doktor ve tıbbî ilâçların yanı sıra çeşitli kimselere (Hoca, Ocaklı, İzinli) de başvurmakta ve çeşitli ev ilâçlarını uygulamaktadır. Her hastalığa karşı pek çok çeşitli ev ilâçlarına rastlamak mümkündür. Tespit ettiğimiz ilâçları aşağıda vermekteyiz. Bazı cönklerde, koşma, destan, ağıt, taşlama gibi halk ürünlerinin yanında bazı halk ilâçlarını da görmekteyiz ki yazımızın sonunda böyle bir cönkten alınan ilâçlar o günkü ifade tarzına sadık kalınarak verilmiştir…”.
Bu sonunculardan bir iki örnek vermekle yetiniyoruz (cönk 1271/1855 tarihli):
“Âdeme bit üşe (yani bit düşse), zırnık zift ile halt edip (karıştırılıp) gövdesine sürseler cümle bit kırıla, halâs ola”.
“Bir evde sinek çok olsa, şatı yakıp tütsü etseler cümlesi kırıla”.
“Fareleri kırmak için at tırnağını evin köşelerinde birkaç gün tütsü ede, perişan mendebur olalar”.
“Ayvayı bal ile pişürüle südü olmayan avredin memesine sarsalar, çoğala”.
“Gebe avret üçüncü ayda, ayva yiye, veledi güzel ola, yaprağını yakub kül olmadan kara iken dövüp göze sürme gibi çekse gözü ürüşan (?) ede.”.
“Halk ilâcı yapımında kullanılan kimyon, anason, raziyane, çörek otu, zencefil, karabiber, keten tohumu, tarçın, kilermeni, katran, sinameki vs. gibi attariyenin, sarımsak, soğan, pırasa, maydanoz gibi eskiden beri şifalı olarak bilinen bitkilerin benzer maksatlarla İbn-i Sînâ tarafından eski tababette kullanılmış olduğunu görmekteyiz… İbn-i Sînâ, “Kanûn fi’ttib” adlı eserinde verdiği bazı ilâç terkiplerine halk ilâçlarında da rastlamak mümkündür. Eski tıpta kullanılan maddelerin ve bunları uygulama usullerinin halkın zihninde yaydığını, el’an tatbik edildiğini, eski devirlerden beri şifalı olarak bilinen bitkilerin çok yaygın kullanıldığını görmekteyiz”.
***
Sivas’ta eczacı Müjgan Üçer Hanım, kent ve çevresinin, yukarda gördüğümüz gibi tıbbî folklorunu iyice tetkik etmiş, bu arada bize, oralarda cari bizim Asklepios’umuz “Lokman Hekim” efsanesi hakkında da, ilginç bilgiler veriyor[29].
“Türk ve Müslüman dünyamızda Lokman Hekim’den, öğüt şeklinde menkıbe ve efsaneler anlatılır, ondan misaller verilerek halkımızın sağlıklı ve düzenli yaşaması için adeta ışık tutulmak istenir. O, bir sağlık sembolüdür. Eski tababette hemen her ağrı ve acil hastalıklarda en çok kullanılan ilâca “Lokman ruhu” denilmekle Lokman Hekim’in önemi anlatılmış olur”.
”Efsanelere göre Lokman, Güney illerimizden Antalya, Ceyhan, Tarsus’ta tabiplik etmiş, uzun ömür yaşamış, mezarı da Tarsus’ta Ulu Cami bitişiğinde imiş…”[30].
Müjgan Üçer’in Sivas’ta yaşlı kimselerden Lokman Hekim’e dair derlediği bazı bilgiler de şunlar oluyor:
“Lokman Hekim kırlarda gezinirken otlar, ağaçlar, kurtlar, kuşlar, hangi hastalığa iyi geldiklerini ona söylerlermiş (bu efsane Amasya’da da biliniyor)”.
“Lokman Hekim’e fakir bir kimse sormuş: ‘Ne yiyeyim de hasta olmayayım?’. ‘Ne bulursan ye’ demiş. Zengin biri aynı şeyi sorunca “”gam yeme de, ne yersen ye” diye cevap vermiş”.
“Lokman’ın ‘sarımsağın tohumunu bulsaydın ölüme çare olurdu’ dediği de rivayet edilmektedir.
“Şalgamı pek şifalı bulan Lokman ‘yılda bir defa yemeğini yemeli, şayet yenilmezse, hiç olmazsa şalgam tarlasının kenarından geçilmeli’ dermiş…”
***
Şimdi de, konumuzla ilgili birkaç gazete haberi:
Kahramanmaraş’ta, sütü kesilen Fatma Altıparmak adlı genç bir anne, boynuna ip bağlanıp koyun gibi maydanoz tarlasında otlatıldı. Kızının boynuna ip bağlayıp otlatan Saadet Altıparmak, yöntemin çok eski yıllardan beri uygulandığını savundu… (Hürriyet 16.07.1997).
Bir diğeri: Uzmanlar, bitkisel kökenli ilâçların daha yararlı olduğu konusunda birleşirlerken, çağımızın hastalığı haline gelen “stres – gerilim”e çare bulan ilâçlar, Anadolu’da bol bulunan kediotu bitkisinden yararlanılarak yapılıyor. Çeşitli araştırmalar, “valeriana” türlerinden biri olan kediotu’nun yara tedavisi, histeri nöbetleri ve psikolojik hastalıkların tedavisinde kullanıldığını ortaya koydu (Milliyet 27.02.1986).
“Tüm çalılıklar, otlaklar, dağlar ve tepeler, birer eczanedir” (Paracilsus, 1493 –1541).
Kedilerimizi “cin çarpış”a döndüren bazı kediotlarının varlığı, en azından yedi yüz yıldır biliniyor. Bu konuda bilgi veren ilk kaynak olan Albertus Magnus (XIII. yy.) kedilerin kedinanesi’ne (nepeta çatarial) özel bir ilgi gösterdiklerini yazıyor. 1500’lerde Nettesheim’li Agrippa da bu garip bitkiye dikkati çekiyor: “Dişi kediler nepeta’dan (kedinanesi’nden) çok hoşlanıyor. İnanışa göre kedi bu bitkiye sürtündüğünde dölleniyor, yani bu ot erkek kedinin işini görüyor.”
Katlénkruid (Eski Almancada “kediotu”) adı, ilk kez 1600 yıllarında Dodonaeus tarafından ortaya atılmış. “Dişi kediler bu ottan büyük zevk alıyor, otun kokusu çok hoşlarına gidiyor, bitkiye sürtünüyor, üzerinde yuvarlanıyor ve yapraklarını büyük bir iştahla yiyorlar”.
J.P. de Tournefort’un 1700’de kaleme aldığı “Institutiones Rei Herbariae” adlı yapıtında şunları yazıyor: “Kediler bu bitkiden uzak duramaz bir kez kokusunu aldı mı bitkinin yanından, yöresinden ayrılamaz, uzun süre bu ota sürtündükten sonra bitkiyi tümüyle yiyip bitirir”.
Kedilerimizde bugün bile herhangi bir huy değişikliği gözlenmemiş; mezkûr bitki, kedilerin bir nevi “uyuşturucu”su olmuş, ona ayni “keyf”i vermiş.
Ülkemizde “kediotu” olarak bilinen bitki ise tıpta da kullanılan valeriana officinalis, 1485’ten beri tanınıyor. Pembe beyaz çiçekleri olan bu bitkinin kökünden elde edilen kediotu esansı (Essence de valérianne) histeri, epilepsi (sar’a) gibi hastalıklarda kullanılan, sinirleri yatıştıran bir halk ilâcı olmuş[31].
***
Rize’nin İkizdere ilçesi kırsal alanında yetişen likarpa adlı bitkinin birçok hastalığa iyi geldiği mahallen söyleniyor. Ihlamur gibi kaynatılarak içilen likarpa, özellikle solunum yolları, dolaşım ve sinir sistemi rahatsızlıklarına birebirmiş. Yöre halkı likarpanın marmeladını da yaparak astım – bronşit rahatsızlığı olan ve bu yüzden nefes darlığı çeken hastalara yediriyor[32].
***
Chelidonium majus, kırlangıçotu, Bolu’da temreotu ya da siğil çiçeği adlarıyla anılır. Bursa – Uludağ, Karadeniz Bölgesi, Bolu, Kastamonu, Safranbolu, Sinop ve Samsun dolaylarında gölgelik ve rutubetli yerlerde yetişir. Meyvesinin bileşiminde alkaloidler ve türevleri bulunur. Toprak üstü kısmı ve sarı renkli usaresi, idrar ve safra artırıcı, müshil, yatıştırıcı ve uyutucu etkiler yapar. Göz hastalıklarında kullanılır. Yüksek miktarda alınırsa zehirli olabilir. Hayvanlar yediğinde ölümle sonuçlanan zehirlenmeler yapar. Taze sütü, dıştan siğillere karşı kullanılır. Taze bitkiden elde edilen süt günde 3-4 kez siğilin üzerine sürülürse, siğil düşer[33].
***
Ege Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Farmakognozi Anabilimdalı Başkanı Prof. Dr. Tekant Gözler, “Türkiye bitkisel ilâç sanayisini kurmamakla hem yaşamsal, hem de ekonomik çok şey kaybediyor” diyor. Almanlar, Türkiye’nin hemen her yerinde yabani olarak yetişen devedikeninden hayat kurtarıcı ilâç yapıyor. Anadolu’da “Meryemana dikeni” ve “sütlü kengel” adlarıyla anılan devedikeninin tohumlarından elde edilen “Silimarın” ve “Silibinin” maddesinden yapılan ilâç, dünyanın en öldürücü mantar tiplerinden “Amanitu” mantarının zehirini, 48 saat içinde kullanıldığı takdirde, etkisiz hale getiriyor[34].
Meyvesinin uç kısmında 15 mm kadar uzunlukta beyaz renkte ve düşücü bir tüy demeti bulunur. Bu meyveler aktarlarda “devedikeni tohumu” adı altında satılır. Karaciğer hastalıklarına karşı ve safra artırıcı olarak tozu balla karıştırılarak ya da haşlanıp suyu çıkarılarak kullanılır. Toprak üstü kısmı idrar artırıcı, romatizma ağrılarını azaltıcı, yatıştırıcı ve iştah açıcı olarak etkilidir. Gövdesi, kabuğu soyulduktan sonra taze olarak yenir (BL).
Bu noktada Tekand Gözler’in söylediklerine ekleyeceklerimiz var.
Bitkiler, böcek ve bakteriler, ilâç sanayicilerinin katlanarak artan ilgisini çeker oldular. Ama doğa ile klinik deneyler arasında yol, henüz uzun görünüyor.
1645’te Fransız botanikçi Flacourt tarafından betimlenmiş olan Madagaskar’ın cezair menekşesi, uzun süre, açlığı giderici olarak tüketilmiş. Sonra, 60’lı yıllarda, kanser karşıtı faziletleri sayesinde yeniden ün kazanmış.
Bir maddeler karışımı olmayıp tek bir aktif prensibi içeren “modern” ilâçlardan bazılarının da varlıkları, doğal biyolojik çeşitliliğe borçludurlar. Morfin, kinin, dijitalin vs. Amerikalı farmakolog Norman Farnsworth’a göre, bitkilerden çıkan toplam 119 ilâç sürekli kullanılmaktadır. Eczanede satılan üç ilâçtan ikisi doğal kökenli olup işbu “yeşil eczacılık”ın yılda 30 milyar dolarlık bir ağırlığı bulunuyor[35].
Tıbbî hatmi (althaea officinalis) Anadolu’da oldukça yaygın olup, sulak yerlerde yetişiyor. Bitkinin bütün kısımlarında yumuşatıcı, idrar söktürücü, öksürük kesici ve ağrı dindirici bir helme bulunuyor. Türkiye’de hatmi çiçeği yerine gülhatmi çiçeğinin kullanılması daha yaygın olup hatmi kökü ayrıca mide, bağırsak, ağız ve boğaz ülserlerinde ve yaraların tedavisinde kullanılır (BL).
***
Kısa bir süre için bitkilerden ayrılacağız, yine halk hekimliği alanında kalmak üzere: Minekop ve eşkina balıklarının kafataslarının üstünden çıkarılan ve “balıktaşı” adı verilen, 6–7 gr.lık taşlar, ayrıca satılıyor. Yıllardan beri Karadenizli balıkçılar, böbrek rahatsızlıklarını gidermek için, bu taşlardan iki tanesini alıyor, limon suyunda eritiyor ve günde birer kaşık içiyor ve böylece böbrek taşını düşürüyormuş[36].
***
Dönelim bitkilerimize…
“Vanlılar yeşil bitkileri ve doğayı çok seviyor. Fakat bilmedikleri için bazen zararlı otları da yiyorlardı. Güzelavratotu dedikleri bitki de bunlardan. Çok zehirli bu bitkiyi kadınlar güzelleşmek, güzel görünmek için yiyorlar. Bu ve benzeri otları yiyip zehirlenen hastaların midelerini yıkayarak kurtardık…” diye anlatıyor, Dr. Tarık Kaya[37].
“Belladon” olarak da bilinen güzelavratotu, Türkiye’de özellikle Kuzey Anadolu dağlarında yaygın olarak yetişiyor. Yapraklarında ve köklerinde ağrı kesici, spazm çözücü, sakinleştirici, ter, süt ve mide salgılarını azaltıcı etkilere sahip olan atropin ve hiyosiyamin alkaloitleri bulunuyor (AB).
***
Lâden, eskiden kadınlar tarafından yüzlerine ben taklidi yaptıkları maddenin adıdır. Lâden, bir cins çamlarda hâsıl olan kırmızımtırak siyah kokulu bir nevi zamktır. Tababetle ilâç olarak da kullanılan lâden için “Kamûs-ı tıbbî’de (müellifi Şerafeddin Mağmumî, Mısır’da Osmanlı Matbaası 1329/1913, Lâbenum maddesi)” münebbis (uyarıcı) ve mukassa (balgam söktürücü) hassalıdır. Nezle ve dizanteride dâhilen tethim (tütsü) ve luka (yakı) şeklinde kullanılır” izahatı vardır[38].
Labada’nın (lapadon Rumex patentia) köklerinden kuvvet verici ve müshil olarak, taze yapraklarından ise çıban ve egzama tedavisinde yararlanılıyor. Ayrıca, yaprakları sebze olarak yeniliyor.
Kuzukulağı (Rumex acetosu) da ülkemizde yaygın bir bitki olup halk hekimliğinde lapa halinde çıbanları olgunlaştırmak için üzerine sarılır. Romatizma, gut, böbrek hastalığı olanların kuzukulağı yemeleri zararlıdır. Kökleri enfüzyon halinde %5 ağızdan idrar artırıcı, safra söktürücü ve ateş düşürücü olarak kullanılır. Ispanak gibi yemekleri, yapıldığı gibi salata olarak da yenir.
İstanbul’da, özellikle 30’lu yılların ilk yarısında, Florya, Halkalı, Sefaköy (o zamanki adıyla Safraköy) ve Küçükçekmece dörtgeni arasındaki geniş alan tamamen hali (boş) av sahaları idi. Kopoyları, tazıları salıp tavşana çıktığımızda çoğu kez kadınlar da bizlere katılır ve biz eli boş dönsek dahi onlar sepetler dolusu labada, kuzukulağı, radikya, pazı ve mantar toplarlardı. Bunlar akşam sofrasını, salata ya da haşlama olarak süslerlerdi.
***
Gaziantep’te saban boyunduruğu, yaba, kürek sapı gibi ziraat aletleri imalinde kullanılan hafif ama o nispette dayanıklı palangoz ağacının yaprakları, cilt üzerinde sıcaktan hâsıl olan sürklerin (kızartıların) tedavisinde de işe yarıyor. Sürklü hastalar, soğuk su ile yıkanırken palangoz yaprağı sürklerin üzerine sürüldüğünde, kızartıları gideriyor. Bundan başka palangoz yaprakları büyük bir leğen içinde kaynatılıyor, leğenin üzerine tahta konuyor, hastalar bunun üzerine yatırılıp üzeri yorganla örtülerek terletiliyor.
Sıtmalı çocukların sağaltılması için söğüt yaprakları iyice kaynatılıyor, kaynamış yapraklar bir tülbende yayılıp bütün vücuda sarılıyor. Mesamattan vücuda yayılan şifa ile sıtma kesiliyor.
Yine sürklerin tedavisinde, soğuk su ile yıkanmadan sonra, susam kökü kızartıların üzerine sürülüyor.
Kırlarda yetişen burcabahar otu, kabızı gidermekte kullanılıyor. Bu otta süt bulunuyor. Bu, bir incir üzerine damlatılarak incir yeniyor. Burcabahar halk arasında en iyi müshil sayılıyor.
Pir yavşanı, ya da payavşanı da kırlarda yetişen bir ot olup, sancıya tutulanlar bu otu suda kaynatıp o suyu içtiklerinde sancıdan kurtuluyorlar. Bundan başka, pir yavşanını kaynatıp suyunu içenler, mide bulantısından kurtuluyor, bunların iştahları da açılıyor.
Vücudun çeşitli yerlerinde sızısı olanlar sabunlu sıcak su ile yıkanıyor, çörek otu kavrularak dövülüyor ve yıllanmış zeytinyağı içine konuyor. Bu yağ, sızılı kişinin başından aşağıya kadar sürülüyor, hasta giydiriliyor, yel değmeden yatağa yatırılıyor ve iyice terletiliyor. Böylece bütün sızılar geçiyor ve vücut ipek gibi oluyor[39].
***
“Sinameki” adı, Arabî “senâ-i Mekkî ”den gelip (“sena-sinâ” çeşitleri olan ot manasında) bu bitkinin sıcak bölgelerde 500 kadar türü bulunuyor. Sinamekilerin (cassia acutifolia) kurutulmuş yaprakları müshil olarak kullanılıyor. Bu yapraklar reçine, flavon türevleri, etkili madde olarak serbest ya da glikozit halinde antrasen türevlerini içeriyor (BL).
Bu “sinameki” sözcüğü halk ve özellikle İstanbul şoförleri arasında, biraz aşağılayıcı manada olmak üzere, miskin, ağır hareketli… kişileri tanımlamakta kullanılıyor: “Amma sinameki herif …”…
***
Şimdi de, ithal malı bir kök alım satımı babında vaki bir ihtilâfın kısa ayrıntısını görelim. Ankara’da vaki bu anlaşmazlık, Şer’iye mahkemesine intikal etmiş: “Budur ki Abdülgaffar bin Hacı Bekir nâm kimesne (kimse) mahfil-i kazada Yahya Halife ibn Mustafa nâm kümesne mahzarında (huzurunda) bundan akdem (önce) mezburdan çöp-i çînî deyü bir miktar kök almış idim, işbu kök bundan alduğumdur deyü izhar edüb amma çöp-i cînî değil imiş deyü red olunmasın murad iderim deyicek ehali-i vukufîden hekim Hayim Yahudi ve Yahudi Yasof ve attar taifesinden Sat oğlu ve gayrı, çöp-i çînîdir nihayet eğüsi değildir deyü cevap verdiklerinde…”. Dava, XVI. yy.ın ikinci yarısında görülmüş.
Mezkûr kök, Japon adalarında ve Çin sahillerinde yetişen bir tür bitkinin kökü olup eski tıp kitaplarında mukavvi ve mukabbız olmasına binaen ishal ve bazı hastalıkların tedavisinde kullanıldıkları yazılıdır. Hâlâ Ankara’nın yaşlı attarları arasında çöpçini adı ile bilinmektedir[40].
***
Hıristiyan Anadolu’da “otçuluk”un önemini vurgulayan bir özel addan söz edeceğiz.
βοτανιατηζ, Synnada’da[41] 571 tarihli bir Hristiyan mezar taşında görülen bir sözcük. Bu, “otlarla tedavi eden kişi” manasında, antik botanicoz, herbarius gibi[42].
***
Mısır Çarşısı, konumuzun bir yerde ilgi odağı oluyor. Ondan ayrılmak kolay değil. Bu kez Balıkhâne nâzırı Ali Rıza Bey’in burasının tarihine dair verdiği tamamlayıcı bilgileri dinleyeceğiz.
Mısır Çarşısı esnafı vaktiyle ilâç da satarlardı. Sıhhiye Dairesi son zamanlarda ilâç satışlarını sınırladı. Bu çarşıdaki dükkânlara ufak bir gemi modeli, bir devekuşu yumurtası, bir fener, bir püskül gibi işaretler koyarlardı. Yakın zamana kadar Büyük Çarşı esnafı, Beyazıt’taki dükkânlarda bu gibi işaretleri koyarlardı. Bunların sebebi, meselâ bir adam Mısır Çarşısı’nda bir şey alır da, aldığı şey iyi çıkarsa, nereden aldın diyenlere “Mısır Çarşısı’nda fenerli yahut yumurtalı dükkândan” diyebilmek içindi.
Mısır Çarşısı, Yenicami’nin kurucusu Turhan Valide Sultan tarafından makas biçiminde, Yenicami mimarı Kasım Ağa’ya yaptırılmıştı. Bu çarşı ve cami yeri Bizans zamanında Musevîlerin semti idi. Musevîler çarşı yaptırıldıktan sonra kaldırılıp Hasköy’e götürüldüler.
Rivayete göre, Valide Sultan’ın bu çarşıyı yaptırması, cami imam, müezzin ve hademelerinin Mısır Çarşısı’nda satılan attariye eşyası ile geçindirilmeleri içindi. Dükkânlar vakıftı. Çarşıda satılan eşyanın hepsi vaktiyle Mısır’dan getirildiği için Mısır Çarşısı ismi verilmişti.
Beyazıt etrafındaki Kökçülerkapısı da vaktiyle meşhurdu. Bu kökçüler şimdiki eczacıların yerine geçerdi. Doktorlar ilâçlarını burada yaptırırlardı. Kökçüler kendilerine lâzım olan otları İstanbul civarından, İzmit, Bursa ve diğer yerlerden getirirlerdi. Yaralar ve çıbanlar için türlü ilâç bulunurdu. İlâçları “Nüzhetül ebdam fi tercüme-i âfiyet” kitabından yaparlarmış…
Eskiden kan almak, diş çıkarmak berber esnafına aitti. Bu sanatta ihtisası olanlara Saray Başhekimi izinname verirdi. Bundan bir örnek:
“İstanbul’da Mahmutpaşa’da Sultan Odaları karşısında dükkânı olan ve diş çıkarmakta bulunan Aleksan’a bu sanatlarda maharetli olduğundan tarafımızdan izin ve ruhsat verilmiştir…”
Bir diğeri; “Mahmutpaşa civarında Sultan Odaları’nda berber Aleksan oğlu Lütfi, kan almak ve sülük yapıştırmak ve diş çıkarmakta mahareti olduğundan fesine cerrah âleti olan “kerpeten” işareti takmasına izin verilmiştir. Gerektir, bu sanattan başka sanata girmeyecek ırz ve edebiyle olduğu halde kimse tarafından müdahale edilmeye 1810[43].
Çocuğun geceleri huysuzluk etmeyip rahatça uyuması için “Körükçüoğlu macunu” yedirir veyahut haşhaş şurubu içirirler. Birkaç aylık olunca, arkasında ufak ufak kabarcıklar belirmişse derhal “Hacamatçı kadın”a götürüp hacamat ettirirler, pis kanı çıkarmak lüzumuna inanırlar[44].
***
Bazı otların sihri ve ispençiyarî değeri, daha başka birçok şey gibi, bitkinin bir semavî prototipinden, ya da bunun ilk kez bir tanrı tarafından koparılmış olmasından ileri geliyor. Hiçbir bitki, ancak bir emmuzece (archetype) ortak olması ya da bitkiyi lâdinî mekândan tecrit ederek, onu kutsayan hareket ve sözlerin tekrarlanmış olmasıyla değer kazanıyor.
Hindistan’da, Kapitthaka (Feronia elephantum) otu, cinsî iktidarsızlıkları sağaltıyor, zira ab origine – işlerin başında Gandharva onu Varuna’ya, cinsî gücünü yeniden vermek için kullanılmıştı. Bu itibarla, otun ritüel toplanması, fiilen Gandharva’nın eyleminin bir tekrarı oluyor.
“Paris Papirüsü”nde yer alan uzun bir yakarma, toplanmış otun istisnaî statüsünü belirtiyor. “Sen Kronos tarafından ekildin, Hera tarafından koparıldın, Ammon tarafından muhafaza edildin, İsis tarafından doğuruldun, yağmurlu Zeus tarafından beslendin; sen, Güneş ve çiğ sayesinde geliştin. Sen, bütün tanrıların çiğisin, Hermes’in kalbi, ilk tanrıların tohumu, Güneş’in gözü, Ay’ın ışığı… sın…”
Böylece hitap edilen ve koparılan ot, bir kozmik ağaç değerinde oluyor. Bunun iktisabı, böyle bir güç hayat ve kutsallık kabında bulunan erdemlerin temellüküne muadil oluyor. Çevredeki dünyanın değeri, ancak ona bir semavî dünyada bir prototip izafe edilebildiği ölçüde, bilinebiliyor[45].
Bu bağlamda belleğimiz bizi günümüzün Sivas’ına taşıdı.
“Madımak’la beraber tarlalardan toplanan evelik, yemlik, guşguş, ebegümeci, ısırgan, gelin parmağı, sarmaşık, livik bitkilerinden yedi cinsi bir araya getirilerek yapılan yemeğin şifalı olduğu bilinmekte, gök gürlemeden bu bitkilerden yiyenlerin o sene hasta olmayacağına inanılmaktadır”.
“Madımak’ın kırlardan toplanması, pişirilmek için ayıklanması oyalayıcı, sabır isteyen işler olduğu halde “madımak et gibi gıdalı derler, şifa olsun diye yerler” sözüyle önemi belirtilmekte, toplama ve ayıklama işlemlerinde komşular birbirlerine yardımcı olmaktadırlar”.
Madımak, oyunlara, türkülere, manilere konu olmuş. Oyunu, bitkinin toplanış hareketlerinin taklidi şeklinde oluyor[46]. Aslında bütün halk oyunlarında günlük hayat canlanır.
Antik çağlardan itibaren bugün, dış biçimi değişmiş olmakla birlikte, çok şey yaşıyor. Bunlardan biri de, işbu köyce madımak toplanmasının, gerçi artık “neşeli” sayılabilecek ritüeli oluyor. Ayrıntılarına girmiyoruz[47].
***
Yine birkaç ot.
Payyavşanı: Kırlarda yetişen, ıslatılmış çiçekleri ishalin tedavisinde, kök ve saplarından elde edilen sarımsı suyu, kir çıkarmakta kullanılan yabani bir bitki (Gaz.).
Cülâb: Sürgün şerbeti, müshil.
DLT’e de bakalım.
“İlrük: Safra ve balgamı söktüren bir ot tohumu, üzerlik tohumu …” I/105.
“Çayşu: ‘Filiz herç’ denilen bir ottur; göz ağrısı için kullanılır” I/423.
***
Aliye Varümlü, Adana’nın Saimbey ilçesinde kullanılan şifalı bitkiler hakkında çok ilginç bilgiler veriyor. Hoşgörüsüne sığınarak bunları aktarıyoruz. Kaynak şahısların kişilikleri de ayrıca dikkate değer, şöyle ki bunlarda geleneklerin gücü belirmiş oluyor.
Aşağıda alfabetik olarak verilen bitkiler pek çok derde deva olarak kullanılmaktadır. Bunları, bugün yaşları 45’in üzerinde bulunan çeşitli kaynak şahıslardan derledik. Bugün 70 yaşlarında bulunan Ayşe VARDAR, yöremizde “Doktor Ayşe” olarak bilinmektedir. Pek çok yerden tedavi için bu hanıma geldikleri görülmektedir.
Bitkilerin bazıları bölgemize mahsus adlar taşımaktadır; bunların her yerde bilinen adları da ayrıca verilmiştir. Derlemenin sonunda, hangi hastalığa karşı hangi bitkinin kullanıldığı ayrıca yer alacak.
Kaynak şahısları hakkında şu kısa bilgileri vermeyi uygun buluyoruz. Her şahsın sonunda yer alan sayılardan birincisi o şahsın kaç madde verdiğine; ikincisi de o şahsın verdiği maddenin numarasına işaret etmektedir.
Bekir AMBARCI: Tülü köyü, 76, okur – yazarlığı yok, 1 (17),
Hürü BAŞER: Saimbeyli, 45, okur eski yazıyı okuyabilmektedir – yazarlığı yok, 2 (43,44),
Mustafa BAŞER: Saimbeyli, 82, Bütün ilâçları denemiştir. Tapanlı Mustafa Çavuş diye bilinir. 9 (5,10,12,18, 22, 23, 26, 30, 48).
A Ayşe DİRİCAN: Himmetli Köyü, 60, okur – yazarlığı yok, ebe, 7 (13, 20, 25, 33, 34, 38, 48).
Elif METLİ: Saimbeyli, 65, okur – yazarlığı yok, 4 (1,4,14,16),
Sıdıka ÖZDER: Himmetli köyü, 57, okur – yazarlığı yok, 5 (21, 24, 37, 41, 49),
Ayşe VARDAR: Saimbeyli, 70, okur–yazarlığı yok. İlâçlarının hepsini denemiştir, ebe, 21
(2, 3, 6, 7, 8, 11, 15, 19, 27, 28, 31, 32, 35, 36, 39, 40, 42, 45, 46, 47, 50).
1. AĞ ÇAM SAKIZI (Ak çam reçinesi): Çamların gövde ve olgunlaşmış dallarında bulunur. Çeşitli şekillerde kullanılır:
a. Su ile içilirse ciğerlerde bulunan her türlü hastalığa, yaraya ve vereme iyi gelir.
b. Ağacın kabuğu ile iç gövdesi arasından alınan parçalar kaynamakta olan suyun içine atılır, suyun yüzüne çıkan reçineler alınarak bir bez üzerine sürülür. Bu ilâca “Ağ çam cibarı” denilir. Bu cibar vücuttaki sızı olan yerlere, kaburga çatlaklarının bulunduğu yerlere sıkıca sarılır. 7-10 gün bekletilen cibar sızı ve ağrıları giderir.
2. AĞ PANCAR (Ak pancar): Karaciğerde su toplanması neticesinde karında meydana gelen şişlikleri almak için kullanılır. Ağ pancar rendelenerek suyu çıkarılır. Bu su aç karna içilirse şiş hemen alınıverir.
3. ALIÇ ÇEKİRDEĞİ: Çekirdekler kavrulup dövüldükten sonra kahve gibi pişirilip içilirse kadınlardaki şiddetli kanamayı keser.
4. ARDIÇ CÜLEĞİ: Su içinde iyice kaynatıldıktan sonra bir müddet dinlendirilir; sabah ve akşam birer bardak içilir. Tok karna içilen bu su, nefes darlığına iyi gelir.
5. AT ÇIĞLIĞI OTU: Bahçe ve bağ kenarlarında bulunan bu ot, toplandıktan sonra iyice temizlenir, yıkanır ve salata şeklinde doğranır. Üzerine tuz ve limon ilâve edilerek yenilir. Midedeki ani sancıları kestiği gibi uzun müddet tedavi gerektiren mide hastalıklarını da tedavi eder.
6. BEYAZ DUT: Pişirilerek sarılırsa boğaz ağrılarını keser.
7. BEYAZ SOĞAN: Elde yara olduğu ve iltihabını belli etmediği zamanlarda, beyaz soğan köze gömülüp iyice pişirilir; sonra ele sarılır. Bir müddet sonra elde iltihap olup olmadığı ortaya çıkar. Şayet varsa, ona da bamya haşlanarak sarılır ve hemen iltihabı çekerek yarayı kurutur.
8. BEYAZ SOĞAN VE TATLI ELMA: Kalp hastalığına ve nefes darlığına iyi gelen bir ilâçtır. Soğan ile elmanın birbirine eşit olması ve ayrı ayrı kaplarda kaynatılması şarttır: çünkü ikisi bir arada kaynatıldığında sertleşmektedir.
9. BOZ ARDIÇ YAPRAĞI: Temizlendikten sonra küçük küçük doğranarak su içinde iyice pişirilir. Biraz un ilâve edilerek soğumaya bırakılır. Elde edilen ilâç yılan, akrep, vs. gibi zehirli hayvanların sokmalarından hemen sonra kullanılırsa zehiri anında çekiverir.
10. CEVİZ: Taze ceviz dalının dış yüzeyi soyulup ufak ufak doğranır. Tepsi ağacının taze dalı da aynı şekilde soyularak doğranır. Biraz kurşun yontulur, bir cam parçası unu çıkıncaya kadar dövülerek bunların içine katılır. Hepsi birden iyice ezildikten sonra yumurtanın beyazı ile iyice karıştırılır. Elde edilen terkip delinmeyen yaranın üzerine sarılır. Bu ilâç delinmeyen en kuvvetli (!) yarayı bile çok kısa zamanda deler.
11. ÇAVŞIR OTU: Bahçe ve tarla kenarlarında, kırlarda bulunur. Bahar ve yaz aylarında yetişir. Kurutularak saklanılırsa her mevsimde kullanılabilir. Çocuğu olmayan kadınlara bu ot kaynatılarak içirildiği takdirde, önemli bir rahatsızlığı yoksa, kısa bir müddet içinde çocuk sahibi olabilir.
12. ÇINAR DALI: Genellikle dere kenarlarında bulunan çınar ağacının yeni sürmüş filiz dallarının kabukla öz arasındaki kısmı su içinde iyice kaynatılarak çay şeklinde içildiğinde böbreklerdeki taşları birkaç gün içinde eriterek düşürdüğü tecrübeler sonucu görülmüştür.
13. ÇINAR HOZARLAĞI (Çınar kozalağı): Sulu dere kenarlarında yetişen çınar ağaçlarında bulunur. Demir havanda iyice dövülerek pişirilir. Lapa haline geldikten sonra yılan, akrep gibi her türlü zehirli hayvanın soktuğu yere sarılır. Lapa, zehiri çekerek yaranın kısa bir müddet içinde iyileşmesini sağlar.
14. EBEGÖMECİ: Şiddetli geçen kışların dışında her mevsimde bahçe ve tarlalarda bulunur. Doktorlar tarafından da tavsiye edilen ebegümeci, ciğerlerin su toplamasına, karnın sağ tarafında meydana gelen şişliklere ve halk dilinde ‘ilengercik’ denilen karın kasları sertliğine karşı iki şekilde kullanılır:
a. İyice temizlendikten sonra küçük küçük kıyılır, sebze gibi haşlanır, kavrulur ve yemek şeklinde yenilir.
b. Temizlenip su içinde haşlandıktan sonra biraz un ilâvesiyle özleşmesi sağlanır. Özleşen ebegömeci sertlik olan bölgeye dayanılabilecek bir sıcaklıkta sarılır. İlâç, bu bölgede yedi sekiz saat bekletilmelidir.
15. ER KURTARAN OTU: Kramplarda, şiddetli sancılarda su içinde kaynatılarak çay şeklinde içilir. Rahatsızlığı hemen geçirir. Ölmek üzere olan bir adamı kurtardığı için bu adın verildiği söylenmektedir.
16. GARGARA OTU: Bahçelerde, ağaç diplerinde bulunan bu ot, başı kara olan yaralara haşlanarak sarılır. Haşlarken iyice özleşmesi için un ilâve edilir. Bu tür yaraları kesinlikle iyi eder.
17. GARAMİK AĞACI: Sık meşeliklerde yetişen bu ağacın kökünden bir parça alınarak iyice ezilir ve 25 – 30 dakika kaynatılır. Ateşten indirildikten sonra tamamen soğumadan dize veya sızı olan herhangi bir yere sarıldığında sızıyı keser, romatizmayı tedavi eder. Sarılan yerden sarı bir su gelir.
18. GELİNCİK AĞACI: Genellikle suyu bol olan gölgelerde yetişen ve üzerinde pembe – kırmızı tonlu çiçekleri bulunan bir ağaçtır. Bu ağacın kökü çıkarılarak kabuğu soyulur, su içinde iyice kaynatıldıktan sonra çay şeklinde içilirse siroza iyi gelir.
19. GICI OTU: Pınar başlarında çiçek şeklinde bulunan bu otun üzeri kırmızı renklidir. Su içinde iyice kaynatılarak çay gibi içilirse bronşite iyi gelir.
20. GÜMÜŞ OTU: Bağ ve bahçelerde kaya diplerinde bulunan bu ot iyice temizlendikten sonra kaynatılarak suyu içilir. Bu otun, böbrek taşlarını düşürdüğü denenerek görülmüştür.
21. HEBİL: Karındaki şişliklere iyi gelen hebil, kavak gibi uzun boylu ağaçların üzerinde sarmaşık şeklinde bulunur. Kullanılışı şöyledir:
a. Kaynamış su içine atılarak iyice haşlanır ve biraz un ilâve edilerek indirilir. Bir müddet dinlendirildikten sonra tamamen soğumadan karna sarılır. Beş – altı saat bekletilen hebil, karındaki yarayı tedavi eder.
b. Sıcak su içinde on dakika kaynatıldıktan sonra indirilir ve beş dakika kadar dinlendirildikten sonra çay şeklinde aç karna içilir.
22. INDIZ: Ormanı bol olan dağlarda bulunan ındız ağacının başında bulunan meyvesine de ındız adı verilir. Indız ezilerek bir gün su içinde bekletilir. Islatılma neticesinde ortaya sapsarı bir su çıkar. Bu su kaynatılarak pekmez haline getirilir. Sabahları aç karna bir fincan içilen ındız pekmezi bağırsaklarda bulunan kıl kurdunu döker.
23. ISIRGAN OTU: Bahçe ve bağ kenarlarında bulunan ve insan tenine değdiği zaman kabartan bu ot iyice kaynatıldıktan sonra (10 dakika kadar) çay gibi içildiğinde ilerlememiş kanser hastalığını tedavi eder.
24. İT BURNU: Dağlarda ve bağ kenarlarında bulunan, ufak boylu, fakat bir ağaç görünüşündedir. Bu ağacın olgunlaşmış her dalında pek çok meyvesi bulunur; kavuniçi rengindedir. Her türlü iç hastalıklarına iyi geldiği gibi, kökü temizlenerek kaynatılıp pekmez haline getirildikten sonra mayasıl olan yere sürüldüğünde mayasılı ve kaşıntıyı tedavi eder.
25. İT ÜZÜMÜ: Bağ ve bahçelerde bulunan it üzümü ufak boylu bir ottur. Bu otun üzerinde oldukça küçük ve çok sık şekilde siyah üzümler bulunur. Bu üzümler iyice dövülüp un haline getirildikten sonra damarlar üzerinde bulunan ve patlamayan tehlikeli yaraların üzerine sarılır. Yarayı patlatarak iyileştirir.
26. KARA ARDIÇ CÜLEĞİ: Karnın sol tarafında meydana gelen ağrı ve sertlikler için kullanılır. Un haline gelene kadar demir bir havan içinde dövüldükten sonra çavdarlı un veya nişasta ile iyice pişirilir. Ağrı olan yere iyice soğumadan sarıldığı takdirde ağrıyı keserek sertliği yok eder. Bilindiği üzere sol taraftaki bu sertlik ay şeklinde ilerler.
27. KARA ÜZÜM: Çekirdekli kara üzümün kurusu son derece dikkatli ezildikten sonra, içine bir miktar zeytinyağı katılarak bir bez üzerine yayılır. Hazırlanan bu karışım kırılan yere sıkıca sarıldığı takdirde kısa bir müddet içinde kaynaştırır.
28. KAVAK YAPRAĞI: İyice kaynatıldıktan sonra, karında meydana gelen şişlere sarılırsa şişi hemen alır.
29. KEKİK: İlkbahar ve yaz aylarında dağlarda bulunabilen kekik çok güzel bir kokuya sahiptir. Yeşilken kullanıldığı gibi, kurutularak da yıllarca saklanabilir. Çay şeklinde demlenerek içildiğinde midedeki bütün ağrıları keser. Bir yıl bekletilmiş kekik ise, su ile kaynatılıp çayı içildiğinde bütün sancılara iyi gelir. Kekik, normal çaya az miktarda ilâve edilirse çaya çok güzel bir koku ve tat da verir.
30. KEKİK YAĞI: Çeşitli kullanılma yerleri vardır:
a. Baş ağrılarında alın ve kulak altlarına sürülür veya koklanır. Ağrıyı kısa zamanda keser.
b. Diş ağrılarını kesmesi için de bir pamuğa sürülerek çürük dişe üç defa konulur. Bu dişin bir daha ağrımadığı bilinmektedir.
31. KEPEK: Ayağa taş gibi sert cisimler düştüğü zaman yoğurt kepek ile birlikte su katılmadan pişirilir. Piştikten sonra hafif ılıkken yaraya sarılırsa ağrıyı kesip ezik olan yeri iyileştirir.
32. KEPEK YAĞI: Su bardağı üzerine bir parça tülbent konulur. Onun üzerine de aldığı kadar kepek doldurulur. Kepeğin üzerine de yanmakta olan bir köz tülbende değmeyecek şekilde yerleştirilir. Köz kepeği yaktıkça bardağın içine sarı renkli bir su akmaya başlar. Bu su el ve yüzdeki yaralara sürüldüğü zaman kısa bir müddet zarfında yarayı iyileştirir.
33. KIZIL YARA OTU: Balta, keser, bıçak ve benzeri kesici aletlerin açtığı yaralarda kullanılan bu ot hem kanı durdurur, hem de yaranın çok kısa zamanda iyileşmesini sağlar. Dağlarda bulunan bu ot, küçük parçalar halinde kıyılıp içerisine un ilâve edilerek haşlanır. Daha sonra özleştirilerek yara üzerine dayanılabilecek sıcaklıkta sarılır. Bir çiçek şeklinde olan bu ot kurutularak kışın da kullanılabilir.
34. KURŞUN OTU: (Demir delen otu); Çeşitli kullanılma yerleri vardır:
a. İçi iltihaplı, başı beyazlaşmamış yaralara pişirilerek sarıldığında iltihabı çekerek yarayı iyi eder.
b. Vücut içinde kalan kurşun çekirdeklerini çıkarmakta da kullanılır. Kıyılarak su içinde haşlandıktan sonra biraz un ilâve edilerek özleştirilir ve ılıkken yara üzerine sarılır. Bu ot, bağ ve bahçelerde bulunur.
35. KÜŞNE: Zorlamalarda kullanılır. Bu, çok ağır yükleri kaldırma veya uzun yol yürüme sonunda kolda, ayakta veya vücudun herhangi bir yerinde meydana gelen şişlikler bu şekilde tedavi edilir: Küşne çekilerek un haline getirilir. Biraz su ile iyice pişirilerek içine bir miktar un katılır. Ocaktan indirildikten sonra tamamen soğumadan yaraya sarılır ve yaranın kısa bir müddet sonra iyileşmesini sağlar.
36. LİMON: Bir yumurtayı iyice çalkaladıktan sonra su koyarak üzerine bardak doluncaya kadar limon suyu konulur. Daha sonra bardağın ağzı bir kâğıt parçasıyle kapatılarak yedi gün bekletilir. Yedinci günün sanonda bu su süzülerek içilir. Bu tedavi üç hafta içinde üç yumurta kullanılarak tekrarlanır. Bu ilâcın kadın hastalıklarına çok iyi geldiği bilinmektedir.
37. MANTUVAR ÇİÇEĞİ: Dağlarda bulunan güzel kokulu ve sarı renkli bir çiçektir. Taze ve kurutulmuş olarak kullanılır. Kurusu, yıllarca bozulmadan saklanılabilir. Ölülerin yıkandığı suya atılır. Bu otu kullanmanın ölüyü iki üç gün kokmadan koruyabileceği söylenmektedir.
38. MAYASIL OTU: Dağlarda, çay olarak içilen dağ çayı şeklinde bulunur. Suda iyice kaynatıldıktan sonra mayasıl olan yere sürülür. Mayasılı tedavi edip kaşıntıyı önler.
39. MELENGİÇ YAPRAĞI (Sakız ağacı yaprağı): Taze iken yenilebilen melengiç yaprakları, beş on dakika kadar kaynatıldıktan sonra çay şeklinde içilir. Bu çay şeker hastalığına iyi gelmektedir. Kendine has bir tadı ve şekeri olan bu yaprağın çayını içerken şeker kullanmak gerekmez.
40. MENEKŞE KÖKÜ: Kök, ezilene kadar iyice dövülür, sonra haşlanarak delinmeyen yaranın üzerine sarılır. Yarayı hemen deler.
41. MEZLA AĞACI (GÖKNAR): Çeşitli kullanılma yerleri vardır:
a. Reçinesi ağızda çiğnendiği zaman midede birikmiş suları aldığı gibi ülser tedavisinde de önemli rol oynar.
b. Ağacın dallarında bulunan hozarlak (kozalak) demir havanda un haline gelinceye kadar dövülüp pişirilir. Karındaki ağrıları kesmek için karına sarılır.
c. Çay şeklinde kaynatılıp içildiğinde mide ülserini ve muhtelif ağrıları keser.
42. NAR KABUĞU: Tetiri yaprağı, tatlı elma (limon tuzu görünüşünde acımsı bir kimyevi madde), su değmedik petekli bal, tuz, sumak ve nar kabuğu bir arada kaynatılır. İyice kaynadığı bir sırada bir bezle alınıp yaranın üzerine bastırılır. Çok sıcak olmasına rağmen fazla acı vermediği bilinir. Bu şekilde yaralar yakılır. Bu çeşit yaralara halk arasında “yakma yara” adı verilir. Tıp dili bu tür yaralara “kanser” demektedir.
43. OĞUL OTU: Bağ kenarlarında ve dağlarda bulunur. Tane olarak kullanıldığı gibi kurutularak da saklanabilir. Su ile iyice kaynatılır. Bir müddet dinlendirildikten sonra çay gibi içilir. Bu çay kalp hastalıklarına ve nefes darlığına iyi gelmektedir.
44. ÖKSÜRÜK ÇAYI: Dağlarda, bağ ve bahçe kenarlarında bulunur. Dağ çayına benzer, fakat boyu biraz daha kısa ve rengi koyudur. Taze olarak kullanıldığı gibi kurutularak da uzun müddet saklanabilir. Su içinde kaynatılır. On dakika kadar dinlendirildikten sonra içildiğinde öksürüğü keser.
45. PAPATYA: Çayır ve otlaklarda bulunan papatya tamamen sarı ve bir kısmı beyaz olmak üzere iki çeşittir. Bir çok hususiyetleri olan bu çiçeğin bazı kullanılış yerlerini şöyle gösterebiliriz.:
a. Doğum sonrası çayı yapılarak kadınlara içirilirse sancıyı hemen kesiverir.
b. Aynı şekilde su içinde kaynatılarak içildiğinde şeker hastalarına iyi gelir.
46. PÜREN OTU: Dere kenarlarında ve sulak yerlerde bulunan, yeşil renkli ve güzel kokulu bir ottur. Kaynatılıp içildiğinde şeker hastalarına şifa verir.
47. SARARMIŞ SALATALIK KABUĞU: Çok şiddetli boğaz ağrılarında salatalığın kabuğu soyularak boğaza çiğ çiğ sarılırsa ağrıyı hemen keser.
48. SARIMSAK: İki diş sarımsak şeker ile iyice dövüldükten sonra delinmeyen yaraya sarıldığında yarayı sabaha kadar, hiç acıtmadan bir nohut büyüklüğünde açar.
49. TETİRİ: (Sumak ağacı): Akdeniz iklimi taşıyan dağlık bölgelerde, bağ ve bahçe kenarlarında bulunur. Her türlü şişkinliklerde; kol, bacak ve ayak incinmelerinde; çeşitli iltihaplı yaraların kurutulmasında kullanılır.
a. Su ile haşlanır, biraz un ilâve edilir, sonra dayanılabilecek sıcaklıkta yaraya veya incinen yere sarılır.
b. Haşlanmış tetiri yapraklarına tuz ilâve edilerek ayağa sarıldığı zaman, ayak kokmasını ve terlemesini giderir, parmaklar arasında bulunan mantarları iyileştirir[48].
[1] Michéle Nicolas. – Fransız hekim Dr. Pitton de Tournefort’un Doğu gezisi hakkında, in SANDOZ DERGİSİ, 1995/4.
[2] Hayri Ertem . – Boğazköy metinlerine göre Hititler devri Anadolu’sunun florası, Ank. 1974, S.1-13.
[3] ibd ., s. 19.
[4] ibd., s. 29-32 .
[5] ibd ., s. 34-55 .
[6] ibd., s. 80-82.
[7] ibd ., s. 89.
[8] ibd ., s. 92.
[9] ibd., s. 89.
[10] ibd., s. 92.
[11] 1. Kitap, s. 67.
[12] Emin Derman. – Şifalı bitkiler ve tatbik edildiği hastalıkları, İzmir 1966, s.3-15.
[13] Ayşegül Demirhan – Mısır Çarşısı drogları, İst. 1974, s.1-3.
[14] Turhan Baytop – Türkiye’nin tıbbî ve zehirli bitkileri, İst. 1963, s.III., Önsöz’den.
[15] ibd., s.1-5. (Giriş).
[16] Nereden öğrenmiş bunları ?…
[17] Hayatizade Mustafa Fevzi Efendi. – Yabani bitkiler sözlüğü, I. Cilt, Ank. 1974; Yabani bitkilerin tıpta ilâç olarak kullanılışları, II. Cilt, Ank. 1978. Çev. Hadiye Tuncay, s. XIII. Tuncer’in Önsöz’ünden.
[18] ibd., s. XVI.
[19] Bu “akrabadin” ilerde irdeleyeceğiz.
[20] Hayatizade, op. cit. , s. XIX.
[21] Anonim. – Tıpta kullanılan bitkiler ve ilâç reçeteleri, Çev.: Hadiye Tuncer, Ank. 1966.
[22] Bu, aslında “ocaklı” kadındır.
[23] Filiz Görgün. – Doğaya çağrı, Bitkilerle sağlık ve güzellik, İst. (t.y.), s.9-11.
[24] ibd., s.13.
[25] İhsan Hınçer – Şeker hastalığını iyileştiren halk ilâçları, in TFA 348 Temmuz 78.
[26] Müjgân Üçer. – Sivas’ta attar dükkânları, şifalı bitkiler ve ev ilâçları, in SF 18, Temmuz 1974; 19 Ağustos 1974; 20 Eylül 1974.
[27] Yani 50’li yılların ikinci yarısına kadar.
[28] Tarafımızdan belirtildi.
[29] Müjgan Üçer. –Sivas’ta Lokman Hekim, in SF 21, Ekim 1974.
[30] Mezkûr kentlerin Hıristiyanlık döneminin önemlileri olduğu dikkati çekiyor.
[31] Cumhuriyet BİLİM TEKNİK 22, 25.07.1987.
[32] Milliyet. –04.11.1998.
[33] Cumhuriyet BİLİM TEKNİK 35, 31.10.1987.
[34] Hürriyet. – 30.01.1999.
[35] Cécile Guérin . – Les médicaments sortent du bois, in Le Courrier de l’UNESCO. Mai 2000 .
[36] Cumhuriyet, 27.01.1986 – Hürriyet, 23.05.1985.
[37] Hürriyet. – 23.05.1985.
[38] Mehmet Zeki Pakalın. – Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İst. 1971.
[39] Enver Sadık Koçak.- Gaziantep’te nebati boyalar ve nebatlarla tedavi, in TFA 85, Haziran 1956.
[40] Halit Ongan. – Ankara’nın 1 numaralı Şer’iye Sicili, (1583-1584), Ank. 1951, s. 24-25 ve infra 8.
[41] Synnada bir Phrygia kenti, her yönüyle Suhut, Afyon oluyor. Adın türetiliş öğeleri de şöyle: SW (a) – Na –ada, “Kutsal – Ana – tapınıcısı”. Bilge Umar. – Türkiye’deki tarihsel adlar, İst. 1993.
[42] Louis Robert. – Noms indigénes dans l’Asie – Mineure Greco – Romaine, Paris 1963.
[43] Balıkhane nâzırı Ali Rıza Bey. – Bir zamanlar İstanbul, İst. (t.y.) Tercüman 1001 Temel Eser (Kitap “On üçüncü asr-ı hicrîde İstanbul hayatı” başlığı ile 1922’de yayımlanmış), s.46-47.
[44] ibd., s.111.
[45] Mircea.Eliade . – Traité d’histoire des religions, Paris 1964, s.253-254.
[46] Müjgan Uçer. – Madımak, in SF5, Haziran 1973.
[47] Bkz. Burhan Oğuz. – C.I, Beslenme teknikleri, s. 450-451.
[48] Aliye Varünlü . – Saimbeyli’de kullanılan şifalı bitkiler, in HALK KÜLTÜRÜ 1984/4.