Kültür Eserleri > THKK 5 - Halk Eczacılık ve Sağaltma Teknikleri > Mısır ve Mezopotamya’da Tıp

Mısır ve Mezopotamya’da Tıp

Mısır mitolojisindeki birçok tanrının genellikle şifa verici ve sağlığı koruyucu yönü vurgulanmıştır. Bunların içinde en bilinen önemli sağlık Tanrısı Thoth’dur. Mitolojiye göre Mısır’ın gök Tanrılarından biri olan Horus, kötülük Tanrısı Seth ile çatışması sırasında gözünü kaybetmiş. Thoth, Horus’un dağılan gözünü tedavi etmiş ve daha sonra bu “göz”, tılsımlı bir karakter kazanmış. Mısır’da insanları kötülüklerden korumak için birçok şeyin üzerine bu “göz” resmi çizilmiş. Bu “göz”ün zaman içinde biçim değiştirerek bugün hekimlerin reçetelerinin başına yazdıkları “RP” simgesine dönüştüğü düşüncesi, bu simgenin açıklayıcı varsayımlarından biri oluyor.

Eski Mısır’da bir başka sağlık Tanrısı, ancak ölümünden sonra tanrılaştırılmış olan İmhotep’tir. İmhotep, M.Ö. 2700’lerden önce 3. Hanedan zamanında yaşamış ve kral Zoser’in vezirliğini yapmış. İlk hekim olarak kabul edilen bir kişi, aynı zamanda astrolog ve mimardır. Dünyada bilinen en eski taş yapı olan Sakkara Basamaklı Piramit’i, M.Ö. 2630’da İmhotep tarafından kral Zoser için yapılmış. N. Riad’a göre (La médicine an temps des Pharaons, 1955) hekim andının kaynağı Mısır tıp okulu ve İmhotep kültü oluyor. İmhotep ve kültü, Mısır’da M.S. II. yy.a kadar etkili olmuş. Hellenistik döneme kadar “altın çağı”nı yaşayan Mısır tıbbından, günümüzde bilinen birçok hekim etkilenmiş. Bunlardan biri de Hipokrates oluyor. O, üç yıl bu ülkede kalmış ve birkaç külte kabul edilmiş. Hippokrates’in bu dönem sırasında kültlere kabul edilirken okunan anttan etkilendiği ve daha sonra kendi adıyla anılan andı yazdığı biliniyor[1].

***

Mısırlıların tıbbı hakkında, matematikler ve hele astronomileriyle kıyaslanınca, nispeten bol materyale sahip bulunuyoruz ki bunun çoğunluğu sadece reçete koleksiyonlarından ibaret bulunuyor. Bunların dışında elde sistemli bir tıp kitabı bulunmuyor.

Ebers Papirüsü adını taşıyan (M.Ö. 1580-1314), tıp papirüslerinin en uzunu ve içerdiği malzeme bakımından en zengini oluyor. Ancak filolojik mülâhazalar bu tomarın oldukça daha eski eserlerden kopya edilmiş olduğunu gösteriyor. Bu Ebers Papirüs’ü 875 reçete içeriyor. Genellikle hastalıklar sadece adlarıyla zikrolunuyor, bunların teşhislerine ancak bazı hallerde temas ediliyor. Bu papirüste, tedavi ile birlikte, başvurulacak ilâçların hazırlanışları ve kullanılış şekilleri de anlatılıyor. Ayrıca, cerrahî vakalarını da içine aldığına göre, bu tomarın doktorlar kadar cerrah ve eczacılara da hitap ettiği görülüyor.

Ebers Papirüsü ile az çok çağdaş Smith Papirüsü, daha küçük bir tomar olup başında kalbin damarları adlı kitaptan bazı parçalar yer alıyor. Bunun ilk cümleleri, “Doktorun sırları: Kalbin hareketleri ve kalp hakkında bilgi” şeklinde. Buradaki ifade tarzından, eski Mısırlılarda genel olarak ilmî bilginin ve özel olarak tıbbın, belli bazı çevreler dışında, gizli tutulması geleneğinin varlığı intibaını uyandırıyor[2].

Evrimsel aşamada insanoğlu hayvanlık kademesinden çıktığında otlar hakkında bazı bilgileri tevarüs etmiş olmalıydı. Ancak hastaya vermek üzere bunları karıştırıp hazırlama sanatı çok daha sonra gelişmiş olmalıydı. Bu itibarla da tıp, eczacılıktan; tabip, eczacıdan daha eski olmalıydı. İlk tabipler kendi eczacıları olmuşlardı. Meselâ, Galenos’a göre Hippokrates kendi ilâçlarını yapardı. İlkel adamın hastalık sayısı, dolayısıyla ilâçları da azdı. Hastalıkların çoğunun sihir ya da dua, muska veya kurbanla sağaltılacağına inanırdı.

British Museum’da Keops (M.Ö. 3700) zamanına ait olduğu söylenen birçok tıbbî reçete bulunuyor. Bu zamanlama kesin olmaktan uzak. New York Metropolitan Museum’un Mısır (Egyptology) Bölümü’nde bulunan bir taş tabletin de tarihi saptanamamış. Ünlü Ebers Papirüsü’nden eski ya da yeni olabilir. Taş tablette, tütsüleme ya da enhalasyon için buhur reçetesi bulunuyor. Mahiyeti saptanamamış bir değerli taştan söz ediyor: Taş öğütülecek ve hastanın buruna çekeceği buhar dumanı üretmek üzere yakılacak.

M.Ö. 1600’da yazılmış olduğu sanılan Ebers Papirüsü, geniş bir kullanım alanını kapsayan reçeteler divanını içeriyor. Ahd-ı Atik’in “Çıkış” Kitabı’nda da “eczacılık sanatına göre” hazırlanacak birkaç formül bulunuyor.

Ebers Papirüsü’nde zikredilen, mahiyeti saptanmış ilâçlar şunlar oluyor: Yağ, şarap, bira, maya, sirke, terementi, incirler, hintyağı, mür –mürrüsâfi, sakız, günlük, pelin otu, sarı sabır, afyon, çözü otu, nane, anason, rezene, safran, lotüs çiçeği, keten tohumu, ardıç meyvesi, banotu, adamotu, (abdüsselâm), gelincik çiçeği, gentiana, çiğdem, adasoğanı, sedir, mürver ağacı meyvesi, bal, üzüm, soğan ve hurma çiçeği. Bunların yanı sıra mahiyeti saptanamamış daha birçokları zikrediliyor.

 Mısırlılar tarafından kullanılan madenî ve metalik maddeler şunlar olmuş: Demir, kurşun, bitüm, magnezyum oksit (magnezya), güherçile, zincifre, bakır sülfat (göztaşı), kurşun oksidi, çiğ sodyum karbonat ve tuz. Çok ince öğütülmüş halde değerli taşlar da kullanılmış, hastanın malî durumu ya da sosyal statüsüne görü bunlar verilmiş: Zümrüt zenginlere, yeşil porselen de halk tabakasına ait hastalarda kullanılmış.

Hayvanî ilâçlara gelince, kertenkele kanı, domuz dişi, çürümüş et, kokmuş yağ, domuz kulağı rutubeti, süt, kaz yağı, çeşitli kaynaklı hayvanî yağlar, çeşitli hayvan, ezcümle eşek, ceylan, köpek, kedi ve hattâ sinek dışkıları sayılıyor[3].

Londra papirüsü (M.Ö. 1350) az çok tümden sihir yoluyla tedaviye inhisar ediyor[4]. İster uzman, ister genellikle hastalara bakan bir pratisyen olsun Mısırlıların doktor anlamında kullandıkları sözcük Sinu idi. Sinu, tedavi işiyle uğraşan ve mesleği tıp olan adama verilen addı. Bunların dışında bir de Sekhmet rahipleri adıyla anılan din adamları vardı. Bunların da tıp ve tedavi işiyle meşgul oldukları ve bu alanda önemli bir mevkie sahip bulundukları anlaşılıyor[5].

Sihrin başlıca işlevi, insanları her türlü zarar ve kötülüğe karşı korumaktı. Sihir anlayışına göre, insanı çevreleyen her türlü nesne ve olaylar, insanların kendileri gibi, birer ruha sahiptiler. Bu ruhlar insanların günlük hayatına ve faaliyetlerine müdahale ederler. Oldukça yaygın bir kanaate göre, bu tez çerçevesi içinde ve sihir görüşünün gelişmesi sonucunda bu ruhlardan bazıları Tanrı mertebesine yükseltilmiş, bunlardan birer tanesi de, genellikle, belli toplumlar tarafından kendi totemleri veya koruyucu tanrıları olarak kabul edilmiş[6].

Hastalıkların, bazen sadece sihirle, yani üfürükçülük yoluyla tedavi edilmesine karşı çoğunlukla sihir formülü, ilgili tedavide etkili olduğu kabul edilen maddî bir substratum eşliğinde kullanılıyordu. Bu substratum bir ilâç olabilirdi. Ama ilâç olması da şart değildi. Sözlü olan sihir formülü bir taş ya da başka bir cisim karşısında telâffuz edilerek bu nesneler istenilen tesirlerle yüklü hale getiriliyor ve bu surette muska veya daha doğrusu, tılsım diye adlandırabileceğimiz bir şey elde ediliyordu. Böyle bir tılsım ya da muskayı hasta kendi üzerinde taşıyor ve böylece şifalı etkisinin hasta üzerindeki devamlılığı sağlanıyordu.

Muska mahiyetini taşıyan bu tesir yüklü eşya, Mısır tıbbında, bu meslekle hiçbir ilgisi olmayan nesneler olabileceği gibi, sihirli formüllerle esasen şifalı hassalara sahip maddelerin etki kabiliyetlerinin de artırılabileceği düşünülüyordu. Sihir formülleri böylece bir ilâç, hap, merhem yahut lâpa gibi şifalı maddelere tatbik ediliyor ve böylece tedavinin daha başarılı olmasının sağlanması yoluna gidiliyordu (6).

Diagnozla ilgili bir de prognoz kavramı vardır. Hasta, şifaya kavuşmak arzusundadır. Doktordan hastalığının gelecek seyri hakkında bilgi vermesini bekleyecektir. Doktorun bu bapta karara varması, hastalık prognozunu teşkil eder. İptidaî tıptaki prognoz, kehanet mahiyetini taşır[7].

Tıbbî papirüslerde yılan ve akrep sokmalarına karşı ilâç gösterilmiyor. Fakat bunların İsis ve Thoth’a mal edilen ve belirli tapınaklarda keşfedilmiş olduğu ileri sürülen bu sihir formülü ile iyi edilebileceği söyleniyor. Akrep sokmasına karşı bir diğer tedavi şekli de şifâ hassasına sahip heykelcikler yardımıyla şifalı hale getirilmiş sulardan istifade edilmesiydi. Dolayısıyla doktorun müdahale etmek istemeyip tedavisini üfürükçüye ya da dinî tıbba terk ettiği hastalıkların varlığı bundan anlaşılıyor.

Ayrıca, Londra Papirüsü tamamen sihre dayandığı halde Ebers’teki 875 reçeteden sadece on ikisi sihre dayanmakta, Smith Papirüsü’nde ise sihre başvurulmamaktadır[8].

G. Lefebvre’e göre (La Médecine égyptienne. Histoire générale des sciences, Paris 1957) Mısırlıların gerçek anlamda tıp ya da şifâ Tanrıları yoktu. Sadece göz ve diş doktorları hekim sınıf ve gruplarının koruyucu Tanrıları vardı. Örneğin, Horus’un gözünü tedavi etmiş olan Thoth, göz doktorlarının koruyucu Tanrısıydı. Lebebvre’nin kanısınca, tıp Tanrısı kavramı Mısırlılarda ilk kez Helenistik dönemde İmhotep ile belirmiş.

Greko – Romen çağda çok tanınmış olup Yunanlılarca kendi şifâ Tanrıları Asklepios ile bir tutulan imhotep adına Helenistik çağda şifâ mabetleri kurulmuş, buralarda mucizelere de dayanan tedavi olaylarının gerçekleştirilmiş olduğu iddia edilmiş.

Daha önce de anlatmış olduğumuz İmhotep, aslında Üçüncü Sülâle zamanında yaşamış ve büyük mevkiler işgal etmiş, kral Zoser’in saray nazırlığı gibi önemli hizmette bulunmuş bir insandı. Yedi yıllık bir kıtlığı sona erdirmekte büyük himmeti geçtiği gibi Sakkare Basamaklı Piramid’inin mimarı olduğu da anlaşılmış. Kendisi ilkin sadece nüfuzlu ve ünlü bir insanken, Yeni İmparatorluk döneminde yarı – tanrı bir insan olarak kabul edilmiş, sonunda da, belki İran işgali sırasında, ya da Helenistik çağda, şifâ tanrısı mertebesine yükseltilerek Asklepios ile birleştirilmiş. Böylece İmhotep, tarihin, adı bize kadar intikal etmiş büyük hekimlerinin en eskisi olmuş oluyor.

Mısırlılar, mumyalama âdeti dolayısıyla anatomi bilgisi edinmek için çok elverişli durumda iken bundan gereği gibi faydalanamamışlar, şöyle ki bu işlem bir dinî âdet olup bunu sadece bu işle görevli kimseler gelenekler halinde, dondurulmuş merasime uyarak ve belli kuralların dışına çıkmaksızın yapmaktaydılar.

Mumyalamanın meydana getirdiği elverişli şartların asıl meyvelerini Helenistik çağda vermiş olduğunu görüyoruz. Mezkûr çağda ve Roma döneminde de, Yunan doktorları Mısır’ın sağladığı bu olanaktan faydalanarak post mortem (ölümden sonra) insan diseksiyonları yapmışlar. Bu ise kendi ülkeleri ve sair yerlerde yasaktı.

Ebers ve Smith papirüslerinden bize kadar ulaşmış metin parçalarından anlaşıldığına göre, Mısırlıların kanısınca vücutta bir damar veya kanal şebekesi bulunmaktadır. Bunlar vücudun her tarafına dağılır ve içlerinden hava, besin, kan, idrar, ter, gözyaşı, balgam ve fekal maddeler (dışkılar) gibi çeşitli gaz, sıvı ve katı cisimler taşırlar.

Bu damarlar, merkezden çevreye ve çevreden merkeze olmak üzere iki grupta mütalâa edilmiş. İkinciler iç organlara hava taşırlar. Hava, ağızla burundan girerek kalple akciğerlere gitmektedir. Kalpte fazla hava toplanması onun atmasını veya “konuşmasını” ve damarlarda bu atmanın hissedilmesini engelleyen marazî bir haldir.

Buna karşılık merkezden çevreye doğru olan damarların boşaltma işlevini karşıladığına ve bunların idrar ve dışkı taşıdıklarına inanılıyordu. Kalbin işbu “merkez” olduğuna dair hiçbir ifade bulunmuyor.

Mısırlılar, vücudun her yanındaki damarlarda kalbin “konuştuğunu” ve hekimlerin bu “konuşma”yı parmaklarıyla yoklayıp hissettiklerini söylüyorlar, yani nabzı biliyorlardı ama mahiyetini anlamayıp bunu tedavide kullanmamışlardı. Nitekim bu papirüslerden bin yıl kadar sonraki bir çağda yaşamış olan Hippokrates, nabzın atış hızından ve sayılmasından söz etmiyor. Bunu ilkin Helenistik çağda Herofilos denemiş. Gerçi saniye kollu saatlerin icadından önce nabzın sayılması çok güçtü. Hattâ XVII. yy.da Sanctorio nabzı dakik bir şekilde ölçmek için bir sarkaç olarak bunun salınımlarını nabza uydurmak yoluna gitmiş, nabzı senkron salınım yapan böyle bir sarkacın ip uzunluğu ile ölçmenin zamana göre ölçmekten daha kolay ve daha tatmin edici olduğu sonucuna varmıştı.

Mısırlıların zihninde kalp ve nabız atışlarıyla hayat nefesi arasında bir bağlılık vardı ve bu sonuncusunu müteal (transandant) bir mahiyet taşıyordu. Mısırlıların “hayat nefesi” ile Yunanlılardaki pnöma arasında bir fikir devamlılığının bulunup bulunmadığı sorusu doğal olarak akla geliyor.

Eski Mısır tıbbının zengin bir ilâç koleksiyonu vardı. Bu ilâçlar belli hastalık semptomlarına karşı, bu tıpta çeşitli maddelerin karışımından oluşmuş birtakım ilâç ve reçetelerle karşılaşılıyor. Böylece Eski Mısırlılarda bir uzmanlık dalı olarak eczacılığın başlangıcı ile karşılaşıldığı söylenebilir. O zaman kullanılan büyük sayıda ilâç maddesinin son asırlara kadar eczacılıkta kullanılmakta devam etmiş olması, bunların isabetli seçilmiş olmalarına bağlanır. Hearst Tıbbî Papirüsü’nde 89 no.dan 92 no.ya kadar olan reçetelerde, ciltteki kesik kontüzyonlara (yara berelere) karşı küflü ekmek, tuz ve paçavraların tatbiki öneriliyor. Bu reçeteler penisilin tipi modern ilâçları akla getiriyor. Bu aynı papirüste çok karşılaşılan ilâç maddelerinden beri kantar kabağı veya çötredir. Aynı zamanda, bu bitkinin çekirdeği de reçetelerde yer alıyor. Ancak, bunun kantar kabağının kendisi mi yoksa bunun acı bir cinsi olan ebucehil karpuzu (veya acı elma – colocynth) mu olduğu belli olmuyor. Ebucehil karpuzu müleyyin (bağırsakları yumuşatıcı) bir madde olup ilgili reçetelerden bir kısmında bu bitki ya da çekirdeği ağızdan alınmaktadır. Bunlar için de üç reçete de miktarlar dikkatle tasrih ediliyor. Bunların hepsi de müshil etkisine ihtiyaç gösteren tedaviler olduğundan, bunlarda söz konusu olan bitkinin ebucehil karpuzu olması muhtemel görülüyor.

Reçeteler arasında anasonun sindirim sisteminde gaza karşı astrenjan (büzücü, peklik verici) olarak ihtiyaca uygun şekilde kullanıldığı görülüyor.

Kişniş (coriander) ile kimyon da serinletici ve astrenjan maddeler olarak ağızdan alınmakta ve yaralara cilt üzerinden tatbik edilmekte. Aynı maddeler Yunan ve Roma çağı tıplarında önemli yer tutmuşlar. İncir de Hearst Papirüsü’nde hafif müshil ihtiyacına karşı kullanılmış.

 Sarımsak ve pırasa hafif astrenjan ve antiseptik hassalarıyla maksada elverişli bir şekilde böcek ısırmalarına ve cilt tahrişlerine karşı tavsiye edilmektedir. Hearst Papirüsü’nde ardıç, idrarla ilgili rahatsızlıklarda kullanılmaktadır. Gerçekten bu bitki, idrarı artırıcı bir etkiye sahiptir.

Nezlelere karşı önerilen ilâçlar arasında şimdi de kullanılan mentol gibi maddeler zikredilmeye değer. Kokulu sakız ve reçine gibi maddelere bu amaçla başvurulmuş. Genellikle bu maddeler ısıtılıyor ve çıkardıkları buğular hastaya teneffüs ettiriliyor. Bu tedavi şekli Mısırlılardan Dioscorides’e geçmiş ve bu yoldan zamanımıza kadar intikal etmiştir. Nezleli hastalara çok yemek yeme öneriliyordu.

Sindirim sistemi hastalıkları arasında pekliğe karşı hintyağı ve bal gibi maddeler kullanılıyordu. Böylece müshil olarak hintyağı Eski Mısırlıların tıbbından zamanımıza kadar kullanılmaya devam etmiş ilâçlar arasında bulunuyor.

Nadiren gebeliği önlemek amacıyla ve daha çok gebe kalmayı sağlamak için papirüslerde tavsiyelerle karşılaşılıyor. Doğumla ilgili tahminler konusunda Mısırlılardan zamanımıza oldukça zengin bir literatür kalmış bulunuyor. Bu yazılarda örneğin doğacak çocuğun cinsiyetini önceden tayin etmek için bir takım prognozlar veriliyor. Bunların bazısı Yunan tıbbına geçmiş.

Mısırlılar insan sütünü hayvan sütlerine üstün tutuyorlardı. Dünyaya erkek çocuk getirmiş kadının sütünün de kız doğurmuş olanınkinden daha etkili ve şifâlı olduğuna inanıyorlardı. Aristo da aynı şeye inanmaktaydı. Aynı ilâcın Hippokrates koleksiyonuna giren bazı eserlerde, Dioscorides’te, Plinius’ta ve diğer Roma çağı hekimlerinde ve Ortaçağlardan Yeniçağ başlarına kadar birçok Avrupa tıp kitaplarında tekrarlanmakta olduğu kayda değer.

Berlin Papirüsü’nde şöyle bir doğum prognozu ile karşılaşılıyor: Ayrı ayrı iki torba içinde bulunan bir miktar buğdayla arpa, bir kadının idrarı ile her gün muntazaman sulanır. Eğer hem buğday, hem de arpa yeşerecek olursa, o kadın doğuracaktır[9]. Hiçbiri yeşermezse doğurmayacaktır. İlkin yeşeren arpa ise çocuk erkek, buğdaysa kız olacaktır. Aynı prognoz formülü ile Bizans tıbbında ve XVII. yy. sonuna dek Avrupa’da karşılaşılıyor[10].

***

Bütün tarihin en eski belgesi bizi Mezopotamya bölgesinden, Sümerlilerden kalmış bulunuyor. Görünüşe göre burada tıp alanı resmen bir rahip sınıfının elindeydi. Belki de hekimler bu sınıfın statüsüne sahip bulunuyorlardı.

Bu anlamda tedavi yapan üç rahip sınıfı vardı. Bunlardan biri doğruca kâhinler sınıfı idi ve bârû diye adlandırılıyordu. Tabip olan bârû’ların görevi diyagnoz ve prognoz yapmaktı. Ancak, anlaşıldığı kadarıyla faaliyetleri sadece tıp sınırında kalmıyordu, gelecekten de haber veriyorlardı. İkinci sınıf üfürükçü ve efsuncu idi ve bunlara aşipu deniyordu. Üçüncü sınıf ise Â=zû veya Â=sû adlı rahip ya da hekimlerdi. Bunların ihtisası tedaviydi ve faaliyetleri tamamen tıp alanı içindeydi. Böylece, gerçek manasıyla tabip sınıfı bu sınıftır.

Organik faaliyet bakımından Mezopotamyalıların kalbe ve kana önem vermiş oldukları anlaşılıyor. Hayatla ilgili fonksiyonların en önemli merkezi de karaciğerdi. Yani Mısırlıların kalbe verdikleri yeri Mezopotamyalılar karaciğere atfediyorlardı. Daha sonra Yunanlıların kan damarlarının merkezi hem kalp, hem de karaciğer olarak kabul etmeleri, böylece, onlarda belki de bu Mısır ve Mezopotamya görüşlerinin birleşmiş olduğu kanaatini uyandırmaktadır.

Keza Mezopotamyalılar suyun bütün hayatın menşeinde bulunduğuna inanıyorlardı. Sümerce de bizim hekim veya tabip kelimemizin en yakın karşılığı olan Â=zû veya Â=sû’nun manası “suyu bilen adam” oluyor (Â=su, sû=bilen). Su, sihir ve üfürükçülükte de önemli rol oynuyordu. Genellikle vücuttaki sıvıların rüyada rolleri olduğu düşüncesi Eskiçağ kavimlerinde mevcuttu. Belki de bu nedenle –zû’nun bir manası da “rüyaları yorumlayabilen kimse” olarak kabul ediliyordu.

Asurlular zamanında saraya intisap eden tabiplerin göreve başlarken and içtikleri anlaşılıyor.

Mezopotamya tıbbını sihirden ayırmak güç olduğu gibi bu tıbbın dinî görüşlerle de tamamen girift bir durumda olduğu görülüyor. Mezopotamyalılarda yaratıcı tanrı fikri vardı. O, insanı çamurdan yaratmış, yaptığı modelin içine hayat nefesini üfleyerek ona hayat vermişti[11]. Her insanın ömrü boyunca onunla özel şekilde ilgilenen, onu himayesi altına alan bir tanrı bulunmaktadır. Ancak bu himayenin devamı, o ferdin tanrıyı saygıda ve ona karşı görevlerinde kusur etmemesine bağlıydı[12].

***

Sümer hekiminin başlıca madenî maddeleri sodyum klorür (mutfak tuzu), potasyum nitrat (güherçile) idi. Hayvanî madde olarak süt, yılan derisi, kaplumbağa kabuğu olmuş; ama hekimin en çok kullandığı bitkisel maddeler, Çin tarçını, Mersin ağacı, şeytantersi otu, nane olup ağaçlardan da söğüt, armut, köknar, incir, hurmadan da yararlanmış. Bunların tohumları, kökleri, dalları, kabukları, suları ya bütün olarak ya da toz halinde saklanmış olmalı.

Hekim tarafından yazılan bu ilâçların bir kısmı kaynatılarak veya filtre edilerek merhem olarak sürülüyor ya da sulu olarak içiliyor. Bu merhem yapılırken birkaç madde dövülerek toz haline getiriliyor. Kuşumma şarabı içinde eritiliyor. Bu karışım reçine yağı ve sedir ağacı yağı ile karıştırılıyor. Başka bir merhem tarifinde de toz haline getirilmiş nehir çamuru, su ve bal ile yoğruluyor ve üzerine reçine yağı yerine “deniz” yağı (?) dökülüyor.

İçilecek ilâçlara gelince: Hastanın ilâcı kolaylıkla içebilmesi için hep bira kullanılmış. Birçok ilâcın seçiminde güzel kokulu bitkilerin kullanıldığı görülüyor. Reçetenin birinde yara temizleme maddesinin hazırlanması anlatılıyor ki bunlardan tuz antiseptik, potasyum nitrat (güherçile) de büzücü niteliğindedir[13].

***

Sümer, Babilonya, Asur ve Mısır’ın otacıları ve tabipleri, becerilerinin tanrılar tarafından tesis edildiğini ilân etmişlerdi. Bu tanrılar insanlara suyun, ot ve sair bitkilerin ve yağların tedavi edici niteliklerini öğrettikleri gibi bizzat kendileri de bunların uygulayıcıları olmuşlardı. Ve son 5000 yıl içinde her uygar ülkede insanlar tanrısal sağaltma sanatlarına, tanrıların insanlara en büyük armağanı olarak bakmışlar. Tanrısal sanat itina ve kıskançlıkla saklanmış, birçok kuşak boyunca şifahî (sözlü) gelenek yoluyla muhafaza edilmiş. İnsanoğlu yazıyı öğrenir öğrenmez, bilgileri kil tablet ve papirüslere dökmüşler ve ot listeleri tutmuşlar.

Günümüzün İngiliz Pharmacopoeia’sı, eski Doğu Ot Kitabı’ndan çok şey içeriyor.

Eski otacı tıbbı ile sihrin çözülemez biçimde birbirlerine dolanmış olduklarını unutmak, akıl dışı bir iş olur. Ama bütün uzman otoritelerin kesin kanaatlerine göre eski Doğu Otlar Cetvellerini toplayıcıların ilkel tıp hakkında gerçek bilgi sahibi oldukları merkezindedir.

Edwin Smith Papirüs’ü, Mısır’da daha M.Ö. 2000’de, hasta tedavisinde sihri dışlayan otacı ve hekimlerin bulunduğunu belgeliyor; bunlar rahatsızlık ve hastalıkların şeytan işi değil, doğruca doğal nedenlere bağlı olduklarını anlamışlardı. Bunlar teşrihi uyguluyor ve bu nedenlerin aslını öğrenmeye çalışıyorlardı.

Asu, ya da hekimin Doğu’lu prototipi, ister Babilonya’lı ya da Mısır’lı olsun, hep uzun yünlü bir hırka, dolambaçlı bir sarık ve ayaklarına sandallar giyerlerdi. Etrafı dolaşmaya çıktıklarında muhtemelen eşek sırtında giderlerdi ve sihirbaz olarak da harikalar yapan ve mesleğinin simgesi olan asasını, otacı olarak da ilâç kutusunu beraberinde taşırdı. Bu asa, önemli bir nesne olup, sihirbazlar nezdinde kullanımı geneldi. Bir yılana dönüşebilme gücüne sahip olup Allah’’n ona verdiği değnekle Musa, Kamışlar Denizi’nin sularını yarıyor (Çıkış IV/17 ve 21) ve kayadan su çıkartıyor. Kardeşi Harun, asasıyla Nil’in sularını kana dönüştürüyor, kurbağa salgını hâsıl ediyor (Çıkış VII/19, VIII/6).

Sümer otacısına iki kişi refakat ediyordu, biri hastanın üzerinde sihirli sözler söylüyor (okuyor), öbürü de bunun koşulundan çıkan kehaneti yorumluyor. Otacı, bu üçü arasında en az önemlisi oluyordu, şöyle ki ot tabibinin tanrısal sanatı, ne denli garip görünürse de, bu çağlarda sihri beraberinde sürüklüyordu ve ot tabibinin kendisi de sihirbaz ve kehanet yorumcusuna tâbi idi.

Günümüzün hekimi, sihirbazsız ve kehanet yorumsuz olarak araba ile gidip hastalarını ziyaret ediyor ve beraberinde harikalar yaratan asa taşımıyor. Buna rağmen o, büyük selefleri, Aesculapius gibi, baştabip Ninazu’nun oğlu Sümer Tanrısı Ningishzida’nın yılan sarılı sopasının anısını muhafaza edip onu yüceltiyor: Bu asa, büyük mesleklerin simgesi olacaktı (Resim 15)[14]. Ya Çankırı’da Atabey Ferruh hastanesinin meşhur çifte yılan alâmetine ne demeli?… (Resim 15a).

Antikçağın büyük uygarlıklarının, ezcümle Çin ve Hint uygarlıkları, Sümer ve Babilonya, İran ve Asur ile Mısırlılar ve Libyalılarınkinin dinî ve sihrî yazıları, işbu ilkel insanların, otları ve bunların sağaltıcı niteliklerini ilk bilenlerin tanrıların kendileri olduğuna dair inançları hakkında belgelerle doludur. Bunun dışında bu insanlar, bitkilerin özünün, tanrıların oluştukları özlerin bir kısmından ibaret olduklarına inanıyorlardı; bitkilerin usaresi, aynı şekilde tanrı terleme ve sair sızıntılarından ibaretti. Eskilerden bazıları, belli sağaltıcı ot ve bitkilerin tanrıların ruhundan ve de insana faydalı olan ruhlardan bir kısım içerdiklerini düşünüyorlardı; zehirli bitkiler de, Yaratıcıya ve insanla hayvana düşman olan kötü ruhların mekânlarıydı.

Tanrılar, bitkiler ve bunların tıbbî niteliklerini rahiplerine intikal ettirdiklerinde, bunda amaçları âbitlerinin, ister bay, ister fakir, soylu ya da halktan, çıkarlarına kullanılmasıydı. Rahiplerin tanrılardan elde ettikleri “sihir” veya “Doğal sihir” değil, Doğal Bilgi idi. Rahiplerce tedavi edilen cahil hastalar, bu bilginin türünü bilemediklerinden, bunu “sihir” sanıyorlardı[15].

Bir ilâcın etkisi daha müemmen, ya da daha kuvvetli olduğunda, hastaya verildiği zaman bir düstur inşad edilirse, Tanrı ya da Tanrıça, genel inanca göre, otçu tarafından okunan düsturun sözlerini sağlıyor. Böylece de ilâcın kendisi ve bunun nasıl hastaya verileceği ve sağaltıcı etkisi, doğruca tanrılardan geliyordu[16].

İnsan sadece ekmekle yaşayamaz; her ne kadar buğdayın tanrının bedeninden oluştuğuna inanılıyorsa da, bu dahi susuz yaşayamaz. Bütün varlığı ona bağlıdır, dolayısıyla en eski zamanlardan itibaren insanoğlu suya bir sır işi olarak bakmış ve ona doğaüstü ve animistik (bir ruha malik olduğu inancı) güçler izafe etmiş. O, kendisine ve hayvanlara ve de bitkisel yaratıklara hayat veriyor, o, tarif edilemez ve araştırılamaz kökenli olup tanrısal bir öze sahiptir. Mısırlılara göre dünyada en eski şey “Nu” veya “Nenu” tesmiye edilen büyük derinlik (gayya) olup, bundan ilk Tanrı Râ fışkırmış ve o, işbu derinlikte mevcut nutfelerden (tohumlardan) gökleri ve yeri yaratmış. Mısırlılar için su, “Tanrıların babası”, Nil de “hayatın suyu olup sadece yaşayanların hayatını korumayıp ölüleri de yaşama getiriyor. Babilonya’da büyük Dicle ve Fırat suları, kökenlerini en eski gayya “Apsû”dan alıyor; bu sonuncusu da Tanrı Ea’nın meskeni oluyor. Mısır’da olduğu gibi Babilonya’da da su kutsal ve tanrısal olup dolayısıyla Tanrı gibi tapılmış. Bu inancın bugün bile ülkemizde cari olduğu bir vakıadır: “Su gibi aziz ol!” …[17]. Su her tür tıbbî, sihrî ve dinî törenlerde geniş ölçüde kullanılmış ve ruh ve bedenin en yüksek temizleyicisi olarak görülmüş[18].

British Museum’daki bir sihrî papirüse göre tanrılarla bazı bitkisel maddelerin bağlantısı çok sıkı idi. Horus’un gözyaşları, mürrisâfi’ye dönüşmüş. Gebban’ın burnundan akan kanlar da sedir ağaçları, usaresi de “sefi” yağı (?) olmuş…[19]. (Bu bize, bir İslâm inancına göre Peygamber’in terinin (arak) gülsuyuna dönüştüğü efsanesini hatırlatıyor…).

Sümerli, Akkadlı ve Mısırlı otacılar, tarihlerinin daha en erken döneminden itibaren, bedenin, teskin edilip sağaltılması ve de bunun nesiçlerinin beslenmesi için bitkisel yağların değerini öğrenmişler. Gündüz güneşinden derinin korunması, Mısır ve Sudan çöllerinin ve Mezopotamya çıplak ovalarında gece soğuğuna dayanmayı sağlayan yağın işbu koruyucu niteliğini öğrenmişlerdi. Mısır’da bitkisel yağların, bazı ağaçların, ezcümle zeytin, akasya, hurma vs. şeklini almış olan Güneş –Tanrı Râ’nın bedeni ifrazatı (salgıları) olduğuna inanılıyordu. Tanrı ve Tanrıçalara âbitler saf ve muattar (kokulu) yağ veya kokulu merhem sunusunda bulunuyorlardı. Bunlarla birlikte şarap da sunuluyordu. Bu içki, tanrıların gönüllerine hoşluk veriyor ve yağ sürünerek serinletiliyorlardı.[20]

İlkel otacıların hızla kavradıkları şey de, yağın hastaya verilecek ilâcın birinci sınıf taşıyıcı vasıtası olduğu olmuştu. Ebers Papirüsü’nde birçok reçetede bütün bileşenlerin yağ ve bal içinde kaynatılması söyleniyor.

Ebers Papirüsü yağ ve merhemler için on ikiden fazla reçete içeriyor ve kokulu ve tıbbî yağ ve merhem hazırlanması, daha ilk günlerden itibaren otacıların işi olmuş (Resim 16).

Sümerliler ve Mezopotamya’nın daha sonraki sakinleri, insan bedenini saran bütün rahatsızlık ve hastalıkların şeytan ve kötü ruhların işi olduğuna, bunun da ancak sihirli sözlerle def edilebileceğine inanıyorlardı. Ancak, bunlar fayda sağlamadıkları zaman, bizim şimdi “tıbbî tedavi” dediğimize başvuruyorlardı. Muhtemelen en eski tedavi, hastayı, Sümerlilerin “APSÛ” dedikleri büyük su haznesinden çıkarılan ve bir tanrısal unsur olan su ile yıkamaktan ibaretti. İşbu büyük hazne (gayya), otacı ve tabiplerce pîrleri ve de sağaltma sanatının kurucusu olarak görülen Tanrı EA’nın mesken ve mülkü idi.

Bir zamanlar Asur kralı olan Ashurbanipal’in (M.Ö. 668-626) Niniv’deki kitaplığında yer alıp halen British Museum’da bulunan bir tabletin sonraki bir kayıttan, bunun çok daha önceki bir tabletten kopya edilmiş olduğu anlaşılıyor ki bundan, Sümer otacılığının M.Ö. III. binin ikinci yarısında varlığı saptanıyor. Tıbbî tabletlerin kopyaları Ashur Kenti’nde bulunmuş olup bunlar, Niniv’dekilerden birçok yüzyıl eskidir; Boğazköy’de keşfedilmiş olan tıbbî tabletler, Hitit’lerin muhtemelen Sümer ya da Akkad enmuzec-i evvel–ilk örneklerinden (archetype) kopyalara sahip olduklarını ispatlıyor. Sümerlerin, kullandıkları sağaltma sanatının kâşifleri olup olmadıkları, kestirilemiyor. Ebers Papirüsü’nün içeriğine göre, bunların sanatlarının, Mısırlıların kullandıklarıyla çok müşterek bulunduğu anlaşılıyor ve tıp sanatı M.Ö. III. binde “millîleşmiş” gibi görünüyor. Her halükârda kesinlikle Sümerlilerin Mısırlılardan istiare ettikleri, ya da Mısırlıların Sümerlilerden aldıkları söylenemiyor; ihtimal ki, bunların her ikisi de bunu müşterek bir kaynaktan elde etmişlerdir ve bu kaynak, çok daha büyük olasılıkla Afrika değil, Asya olmalıdır.

Mezopotamya ve Mısır yerli halklarınca, halk tıbbı hakkında herhangi bir bilgiye sahip bulunulmuyor ama kesinlikle emin olunan husus, Mısırlı ve Sümerli tabiplerin kendilerini sihir ve büyücülük engellerinden kurtarmış olduklarıdır[21].

Asurlularca bilinen bitkisel ilâçların sayısının 250, madenî ilâçlarınkinin 120 civarında ve teşhis edilememiş sair ilâçlarınkinin de 180 olduğu saptanmış[22] (Resim 17).

Son yıllarda neşredilmiş bulunan sihrî–tıbbî metinler sayesinde artık Babilonya ve Asurlu otacı ve tabiplerin kullandıkları sağaltma yöntemini betimleyebiliyoruz. Adamın biri evinde hastalanınca, ergeç birini mabetten bir “doktor çağırmaya” gönderiyor. ASU ya da doktor, şüphesiz önce, gelen kişiyi sorguya çekiyor ve hasta adam hakkında bütün öğreneceklerini tamamladıktan sonra tıbbî kutusunu alıp içini ilâçlarla ve belki de çakı ve de tüp gibi âletlerle dolduruyor ve eline görev simgesi asasını alıp hastanın evinin yolunu tutuyor. Ama bu işi yalnız yapmıyor. Kendisiyle birlikte, unvanı “Ashipu” olup habis ruhları def etmeyi, büyü ve afsunu bilen bir resmî rahip memur ile “Bârû” ya da Kâhin olarak bilinen bir başka memuru da beraberinde alıyor. Bu sonuncusu fal bilgisinde üstat imiş.

Hastanın evinin yolunu tutmuş bu üç adamdan Bârû, yolda rastladığı her insan, hayvan ve sair şeyi gözlüyor ve bundan fal bakıyor. Ashipa’ya fal sonucunu söylüyor ve bu sonuncusu hasta adamın çevresinden kötülüğü def edecek olan sihirli sözleri inşad etmeye başlıyor. Eve varınca, Asu özenle hastayı muayene edip teşhisini koyuyor, bu arada Bârû, hastanın bedevinin çeşitli uzuvlarının durumuna göre, başının sıcak, soğuk ya da nemli olduğuna, ağzında köpük olup olmadığına göre fala bakıyor…[23].

***

Akkad tıbbî metinler yığını içinde diagnostik (teşhis) ve pronostik (hastalığın sonu hakkında tahmin) tabletleri özellikle ilginç oluyor. Gerçekten tıp, pratik uygulamaları dışında, aynı zamanda ve başlardan itibaren bir müşahede ve istidlâl bilimidir. Metinler, sağaltma sanatının işte bu başlıca veçhesine vakfedilmiş. Eski Babilonyalıların teorik tıbbının dayandığı temel kavramları, deneysel el yordamlarından çıktıkları gibi gün ışığında duruyorlar. Bir araya toplanmış ya da dağınık halde, hastalar ve hastalıklara ait gözlem ya da tahminleri içermeyen hiçbir divan bulunmuyor. Aslında, çeşitli başka disiplinler de tıbba, bazı alanlarında, rekabete tevessül ediyorlardı. Ama bu rakip bilimler daha çok hastalığın süre ve sonucu ile ilgileniyorlardı. Patolojik rahatsızlıklara bir doğaüstü köken izafe eden sihir dışında, ne belirtileri tahlile, ne de sayrılığın sebebini araştırmaya girişiyorlardı. Sadece tıp, sorunu bütünlüğü içinde kavrıyordu.

Belli bir enginlikte bütün çiviyazısı eserleri gibi bu Akkad Kitabı da bir gerçek muamma halinde elimize geçmiş durumda. Bozulmamış birkaç bahse karşılık gerisi çoğu kez küçük parçalardan ibaret ki bunları, her türlü tefsir denemesinden önce okuyacak olanlara, çeşitli sorunlar çıkarıyor. Bereket versin, mevcut çok sayıda suret sayesinde eksikler az çok tamamlanmış. Birçok kraliyet ya da dinî kitaplık, eserden bir suret içeriyor ve bunlardan bazen biri, bazen öbürü, bütünün ortaya çıkmasına yardımcı olmuş. Elde Ninive (Musul civarında bugün Koyuncuk, Asur kenti) veya Assur, Babilon, Uruk, Nippur ve hattâ Hitit ülkesinden gelmiş malzeme bulunuyor. Menşeleri itibarıyla çeşitli oldukları kadar bu tabletler, tarihleri itibarıyla de değişik oluyorlar. Bunların en kalabalığı Ashurbanipal’ın (668-627) emriyle yazılmış. Bunlardan birçoğu daha önce, başkaları da daha sonraki tarihlere ait. En eskisi Babilonya kralı Mardukapaliddin zamanına (721-716), en yenisi de İran Ahmenî krallarından Artaxerxes’in 11. Yılına (453) tarihlenmiş.

Ancak bu menşe ve çağ çeşitliliği hiçbir surette gelenek çokluğunu tazammun etmiyor. Bunlar ister Asur veya Babilonya’dan gelsinler, ister M.Ö. VIII, VII. veya V. yy.a ait olsunlar, bu nüshalar aralarında sadece ufak tefek imlâ farkları arz ediyorlar. Bunlar, aynı bir geleneğin az çok eski, ama daima sadık yansımaları oluyorlar.

Bu geleneğin başlangıcının kestirilebilmesi arzu edilirdi. Münferit ilk tabletlerin tarihinden çok, hiç değilse bunların tedvininki (derleştirilmesininki) merak edilir. Bu bapta başvurulabilecek tek değerlendirme unsurları, biri Assur, öbürü Kassî, sonuncusu da Hitit kökenli üç metinden ibarettir.

Eserin Birinci Kısım’ının bir tür mukaddeme ve sonuncusunun da kadınlara ve süt bebeklerine tahsis edilmiş bir ek bölüm olduğu göz önüne alındığında bu tablodan çıkan terkip ve denge kaygısı, şaşırtıcı oluyor. Esas amacında eser, İkinci Kısım’la başlıyor. Bu alt diziyi oluşturan on iki tablet boyunca, bedenin çeşitli kısımları gözden geçiriliyor ve bunların her birinin arz edebileceği araz sayılıyor. Bedenin bu çeşitli kısımlarının hali, rengi, sıcaklık ya da çırpıntısından ağırlığı şu iki “iyileşme veya ölüm” uç arasında kademelenen pronostikler istidlâl ediliyor[24].

Kitabın müellifi basit fizikî etkenler tarafından sebep olunan sayrılıklarla bir doğaüstü (tanrısal, şeytanî veya sihrî) müdahaleye atfedilenleri tefrik ediyor gibi Akkad tıbbî metinlerin bazı hastalıkları salt doğal sebeplere bağlamaları nadir görünüyor. Eserde bu sonunculardan birkaçı şunlar: Fizikî olanlar: Soğuk, kuruluk, toz, rüzgâr …; Fizyolojik olanlar: Bir çocukta diş çıkarma ya da beslenme tembelliği, cinsî ilişkiler, doğuştan basur; Psikolojik olanlar da: aşk, zihnî karışıklıklar vs.

Bununla birlikte, görünürde bir doğaüstü müdahale veya etkiye bağlı hastalıklar daha çok sayıdadır. Bu halde mutat olarak kullanılan düstur, filânca Tanrının, filânca cinin “el”i oluyor. Bir Tanrının, “el”i, Babilonyalıların düşüncesinde, göreceli soyut bir kavram gibi görünüyorsa da, cinlerin kötülükleri, halk boş inançlarının gizli, kaçak saplantılar ve esrarengiz seslerin nice kez belirttikleri hayallerini dolduruyor.

Her ne kadar daha özel ise de sık olarak dişi cin Lamastu’ya atfedilen rahatsızlıkları var; ama bu cin, kötülükleri dolayısıyla tanrıların yeryüzüne fırlattıkları sukut etmiş melek olup doymaz bir aç gözlü, imkânsız analık dürtülerinin yiyip bitirdiği bir cin olup özellikle gebe kadınlarla yeni doğmuş çocuklara saldırıyor. Onun etrafında dört dönem, erkeklere geceleyin sıkıntı veren, söndürülemez cinsî arzuların kurbanı bakire vampirler, Ardat–lilî ve Lilîtu var;[25] bir de, uyumuş kadınların gizlice ırzına geçen, halk inanışına göre uyku sırasında kadınların koynuna giren erkek şeytan Lilû’yu buluyoruz[26].

Grek tıbbî yazını da, prognostic türünü bilmişti. Hippokrates’in külliyatı, bir prodnwticon’i içeriyor. Bu konuda dikkate alınacak tek husus, Akkat etkisinin izlerinin Grek tıbbî eserinde görünmesi olasılığının, bu sonuncusunun eskiliği oranında daha büyük olduğudur. Şöyle ki Hippokrates’in dehası yavaş yavaş eski gelenekleri unutturmuştu, o kadar ki seleflerinin eserlerinin tamamına yakını kaybolmuştu.

Hippokrates külliyatında, Akkat prognostik’inin aksine, hiçbir zaman hastalığın sebebi zikredilmiyor. Hippokrates, pronostic’inin birinci babında “bilmek gerekir ki hastalıklarda tanrısal bir şey vardır” demekle yetiniyor. İşbu “tanrısal” ifadesi çok mürekkep akıtmış; en doğal yoruma göre bunun, hastalıkların herhangi bir tanrı tarafından gönderilmiş bir ceza olup eserinin gerisinde Hippokrates’in bu antik düşünüş tarzını, Havalar, Sular ve Yerler eserinde, terk ettiğini bilmek gerekir. Mezkûr eserin 22. babında “yerliler işbu güçsüzlüğü tanrıya atfederler… Benim için bu hastalık, bütün öbürleri gibi, tanrıdan geliyor ve hiçbiri öbüründen ne daha fazla tanrısal, ne daha fazla beşerî olup hepsi birbirinin eşitidir ve hepsi tanrısaldır. Her hastalık, öbürü gibi, bir doğal şebeke mebnidir ve doğal sebep olmadan bunların hiçbiri vaki olmaz” diyor. “Her şey tanrısaldır” deyimi, dinsizlik ithamından kaçınmaya yönelik bir önlem gibi görünüyor. Esas düşünce şöyle: Ne sebepsiz hastalık, ne de doğaüstü sebep vardır. Yunan tıbbı, artık her türlü dinî veya metafizik kavramdan arınmıştı. O, Akkat tıbbının içinde debelendiği zincirleri kırmış olup artık müspet bir bilim olmuştu[27].

Akkat diagnostic ve pronostic Kitap’ının ayrıntılarına girmiyoruz.

***

Aşağıdaki Asur tıbbî metinleri, Koyuncuk’tan (Ninive) çıkarılmış çivi yazısı tabletlerin 1923’te R.C. Thompson tarafından yapılmış tercümeleridir.

Baş hastalıkları:

“Bir adamın başı bit ve uyuzla dolu ise kükürt ezip bunu sedir yağı ile karıştıracaksın ve başına süreceksin” (kükürt: kibir ID nâri, ”nehir kibir’i” olup sonuncu sözcük Arapçaya “kibrit” olarak geçmiş. Dicle suyu yakınında çok sayıda kükürtlü su pınarı ve Musul’dan sekiz mil ötede kükürt madeni bulunup Asurluların bunu nehir kıyısındaki rüsuplarından topladıkları şüphesizdir)[28].

“Bir adamın başında bit olup onu gıdıklıyorsa, (biti) yok ettikten sonra (gıdıklanma) duruyor, artmıyorsa, arnoglasson (?) tohumu…, diki (9) tozu, kebere (kapari) tozu, susam tozu, darı tozu, dağlardaki hurma ağaçlarından kurumuş güvercin gübresi… sıcak gülyağı içinde, başına bastırıp oğacaksın, soğumaya bırak, üstüne bağla”[29].

Başta vaki çeşitli hastalıklara değişik ilâçlar tavsiye ediliyor. Ancak ya hastalığın türünün yazılı olmasının gerektiği tablet köşesi noksan, ya da zikredilen ve ilâcın terkibine giren maddeler teşhis edilemiyor. Saçların kırlaşması, dökülmesi… de tedavi ediliyor, kâh birtakım terkiplerle, kâh sihirli sözlerle (“okumak”la). İlâçlarda gülsuyu, gülyağı, sedir yağı, haşhaş tohumu sık görülüyor.

Göz hastalıkları:

“Bir adamın gözleri hasta ve iltihaplı ise, bir bakır tencerenin tufalını kesilmiş süt içinde ezeceksin, göze tatbik edeceksin; bir bronz bıçak ağzı … suda yıkayacaksın … bir kez, iki kez, üç kez gözlerine tatbik edeceksin, bira tortusu içinde lolium (delice otu, çayır otu türü bitki) yoğurup tatbik edeceksin[30].

“Bir adamın gözlerinde kuruluk varsa, bir soğan sürecek, onu bira içinde içecek, gözlerine yağ tatbik edecek…”.

“Hurma çekirdeğini dövüp ezeceksin, gülsuyunda yoğuracaksın, (gözüne) bağlayacaksın…”.

“Bir yeşil kurbağanın bağırsaklarını çıkaracaksın, onu kesilmiş süt içinde ödüyle karıştır, gözlere tatbik et.[31]

“Bir adamın gözleri hasta ise, kurutulmuş kunduzböceğini kesilmiş sütte ezip tatbik edeceksin. Bir adamın gözleri hasta ise buhur (günlük)’ü kesilmiş sütte ezip tatbik edeceksin”.

“Bir adamın gözleri hasta ise, kesilmiş sütte şapı ezip tatbik edeceksin. Bir adamın gözleri hasta ise, lolium, çayırotunu süt içinde kaynatıp tatbik edeceksin”.

“Bir adamın gözleri kanla dolu ise… ve gözlerinin ortası kırmızı ise, gözleri bulanıktır, gülleri inek sütü ya da bir orospunun sütü içinde yoğuracaksın ve üstüne bağlayacaksın. Sabaha çıkarıp arseniki, kesilmiş süt içinde ezeceksin, gözleri rapadi bitkisi (?) bir bronz bıçak ağzı üstünde yağlayacaksın. Mavi yün ve beyaz yün ipliği alıp bunları büküp üstüne bağlayacaksın; şakakları iki taraftan…”.[32] Bir adamın gözleri kanla dolu ise sarı arsenik sülfürünü kesilmiş süt içinde ezip tatbik edeceksin”.[33]

Bu göz işinde, ilâçtan çok “okuma” ve sihirli sözlerle efsun düsturları göze çarpıyor.

***

Devam etmeden önce “ilâç, devâ karşılığında kullandığımız “drog” sözcüğünün etimonu hakkında Alfred Schmidt’in 1924’teki bir mütalâasına yer verelim. Şöyle diyor Schmidt: “Droge” sözcüğünün anlamı henüz sağlamca saptanmış değildir. Bu sözcük muhtemelen Arabî “devâ”dan türemiş olup “doga”, “droga” şeklinde Romen ve daha sonra da Cermen dillerine geçmiş.[34]

Dilimizde “drog” daha çok bitkisel ilâçlar için kullanılmış.

***

“Âlem içre mûteber bir nesne yok devlet gibi

Olmaya Devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” (Kanunî).

Mezopotamya alanında kalmayı sürdürüyoruz. Doğrudan doğruya Küçük Asya’yı ilgilendirmesi itibarıyla bu alandaki tıp tarihinin bazı bölümlerini olanca özetleyerek aktarmaya devam edeceğiz.

Bugün dahi birçok insan ağrı, sancı ve hastalıklar konusunda Bronz Çağı ve çok daha sonra Ortaçağlardan beri revaçta olan inançlardan sıyrılamamıştır: Bunlar, bildiğimiz gibi, tanrılar, kötü ruhlar ve “insanın içine giren” ve hasta adamın bedenini fiilen işgal eden cinler tarafından tevlit edilirler. Bu konuyu tekrar tekrar gelmemizin sebebi, insanımızın henüz bu gibi inançlardan sıyrılamamış olup şifayı Eyüb Sultan’da aramaları keyfiyetidir. Oradaki dualarla bu cinler, def edileceklerdir…

Bu itibarla tıp uzun süre din veya sihirle el ele yürümüş, alınan ilâçların cinlerin hoşuna gitmemeleri ve bunları kaçırmaları suretiyle etkili oldukları görüşü dal budak salmıştı. Dua ve kurbanlar bir yana, hekimin esas rolü, bir tanrıyı yatıştırmaktan çok bir habis kudreti yenmekten ibaretti. Öbür yandan, insan elinin tevlit ettiği veya kazara hasıl olmuş yara ve kırıklarda büyüye fazla gerek olmayıp “cerrah” hazakat ve geleneksel yöntemlerine güvenerek sanatını icra ederdi.[35]

Aşağıda, ilgili maddelerini sıraladığımız M.Ö. 1780’e ait olmakla birlikte çok daha eski mümasil bir kanunun “yeni baskısı”nı teşkil etmesinin muhtemel olduğu Hammurabi kanunları, Sümer ve Akat’ta, cerrahî ameliyatların çok ciddi şekilde icra edilmekte olduğuna delil sayılabilir.[36]

“Şayet bir tabip, bir kimseye bakır neşteriyle ağır bir yara açar (ameliyat) ve ölümüne sebebiyet verir ise yahut bakır neşteriyle göz perdesini açmış ve gözünü mahveder ise, onun (tabibin) ellerini kesmeli”.

“Şayet bir kimse, bakır neşteriyle bir kimseye ağır bir yara yapmış olsa ve bu kimseyi hayata iade etmiş ise yahut göz perdesini bakır neşteri ile açmış ve bu kimsenin gözünü hayata iade etmiş ise, on şekel almalı”.[37]

“Şayet tabip, bir kimsenin kırık kemiğini tedavi eder ise yahut hasta… azayı hayata getirir ise, hasta tabibe beş şekel vermeli.[38]

“Şayet öküz yahut eşek tabibi (baytar) bir öküz yahut bir eşeğe ağır bir yara yapar ise ve onu hayata iade eder ise, öküz ya da eşek sahibi tabibe, ücret olarak 1/6 şekel vermeli.[39]

Tabip (cerrah) müdahalesinin iyi netice vermemesi halinde onun ağır cezaya çarptırılması keyfiyeti, durumu ağır olan bir hastanın tedavi edilme şansını hayli azaltmaktadır. Bu cezaî maddelerin amacı, sanıldığı gibi sadece şarlatanlık veya dikkatsizliği önlemek olmayıp bil’akis mesleğin şerefini kurtarmaktır. Cerrahî ve tababet tanrısal görevlerden olduğuna göre (Mezopotamya’da bu işler Tanrıça Ban tarafından görülür) tanrıların karıştıkları işlerde hata olmamalıdır.

Hammurabi kanunu bu konuda Babilonya tıbbî ahkâmı ile aynı çizgidedir. Burada da tabibin, mutlaka ölecek bir hastaya veya cüz’am gibi, tedavisi mümkün olmayan maraza duçar kişilere herhangi tavsiyede bulunması yasaklanmıştı. Bütün bunlar, deneme imkânlarını ortadan kaldırmakla bilimsel ilerleme yolunu tıkamış, anatomi bilgisi hayli geri kalmıştı. Buna karşılık Mısır’daki tahnit âdeti, insan vücudunu tetkik etme fırsatını vermişti. Yüzden fazla anatomik tabirin metinlerde yer alması, Mısırlıların birçok uzvu tefrik edebildiklerine delil olup anatominin kabası üzerinde lûgatçeleri hayli sıhhatli idi. Buna mukabil, sinir, adale, şiryan ve damarlar hep aynı tek isimle anılırdı. Tahnit dolayısıyla bu insanlar beynin bir zar ile kaplı ve dış yüzeyinin bükümlü olduğunu, kazaya uğraması halinde bedenin çeşitli uzuvlarının kontrol dışı kaldığını deneysel olarak öğrenmişlerdi. Ona az önem vermişlerdi. Onlara göre en önemli uzuv kalp idi: Tahnit sırasında ahşa-i batniye (karında bulunan uzuvlar) ile birlikte çıkarılır fakat sairlerinden farklı olmak itina ile sadra (göğse) yerleştirilirdi. Bir papirüse göre (Ebers Papirüsü) “tabibin ilminin başlangıcı kalbin hareketlerini ve kalbi bilmek…” idi ise de Mısırlılar bunu hiçbir zaman bilemediler, ona bağlı şiryanlardan kan değil de hava, su, sümük, meni ve sair ifrazatın geçtiğini sandılar.

En eski Sümer tıbbî metni, M.Ö. III. binin son dönemlerine ait bir tabletin mistik ve akıl dışı unsurlardan azade bulunması dikkate değer. Öbür yandan Tanrıça Ninisinna, nam-ı diğer Bau’ya yöneltilen bir ilâhide (M.Ö. takr. 1750) kendisine “kara başlı insanların (Sümerlilerin) büyük tabibi” diye hitap edilip önce şifa verme sanatı için dünyanın yaratılışından önce vaz edilmiş Tanrısal kanunları uygulamaya memur olarak kabul etmişler. Sümerliler hastalıkları ifritlere atfedip tedavi, esas itibarıyla, sihirden ibaret olmuş. Sümer’de, Mısır’da olduğu gibi, tabibin sanatı “şifahî âyin” ile sihirbazın “el marifetleri”nden ayrılmamıştı.[40]

Sümer dilinde ayni Sammu sözcüğü hem “sebze – yeşillik”, hem de “ilâç” manasını ifade etmiş. Reçetesi verilen tıbbî terkiplerden nebatî unsurlar büyük çoğunluğu oluşturuyor; zikredilmiş 550 nev’den 250’si bitkisel, 120’si madenî, 150’si hayvanî veya mahiyeti saptanamamış maddelerdir. Ayrıca, önemli olan, bitkisel ilâç sayısından çok, reçetelerde hangi tür ilâçların daha çok önerilmiş olmasıdır: 5580 reçeteden 4600’ü bitkisel kökenlidir. Bunlara kendileri bizzat ilâç olmaktan çok, ilâcın terkip edilmesine vasıta olan üzümden yapılmış çeşitli alkoller, bira, hayvanî ve bitkisel yağlar, mumlar, bal ve süt gibi maddelerin ilâvesi gerekir.

Tetkikler, bitkilerin gelişigüzel seçilmediklerini, Ninive’li tabip ve kimyagerlerin bilgilerinin birçok kuşağın deneyiminin ürünü olduğunu gösteriyor. Narkotik olarak üç haşhaş cinsinden çıkarılan afyon, kendir otu, bellâdonna, adamotu–abdüsselâm (mandragore) ve su baldıranını kullanmışlar. Bu sonuncusundan çok zehirli bir ilâç çıkarmışlar; mide rahatsızlıklarında papatya ile sedefotu tavsiye edilmiş; su içinde hardal kusturucu olup tohumu yutulduğunda müshil etkisi yapar; aynı zamanda iyi bir yara lâpasıdır da; harbak (hellebore) dâhilen ve haricen kullanımda tütsü olarak son derece önem kazanmış. Gülsuyu, bazen İran’dan ithal edilmiş olmakla birlikte Babilonya tapınaklarında da imal edilmiş pahalı, her derde devâ bir ilâç olmuş. Bunlar ve benzerleri bugün bile aynı amaçlarla kullanılmaktadır. Ancak, o devrin tabibinin deneye dayanan bilgisine itimadımız, onun aynı bir ilâca çok değişik vasıflar atfetmesiyle sarsılıyor. Meselâ imhurpani (muhtemelen kadife çiçeği – calendula officinalis) merhem şeklinde akrep sokmasına, diş ağrısına, baş yıkama “şampuan”ı olarak, kulaklar ve gözler için; içecek halinde sarılık, yılan ısırması, nefes darlığı, mide ve damar hastalıklarına ve nihayet cin çarpmasına karşı tavsiye edilmiş. Bu sonuncusu eski eczacılığın sihirle yakın ilişkisini gösterir. Otların tesir derecesi de, toplandıklara mahallere göre değişir; bazı hastalıklara tavsiye edilen alıç dikeni, bu mezardan toplanmalı, bazıları güneş doğmadan koparılmalı. Hayvanî ilâçlar da buna benzer durumlar arz ediyor, domuz başı, fare dili, köpek ve tilki kılı, kara yılan yağı, beyaz inek sütü, tavuk gözü ve kanı gibi. Tıpkı bir Ortaçağ doktorunun altın, tababette ferahlatıcı ilâçtır” demesi gibi onun Babilonyalı selefi ilâçlara göztaşı (bakır sülfat) katmakla kalmayıp bunlara dövülmüş bakır kırmızı demir filizi (hematit) ve lapis lazuli (lâcivert taşı), ezilmiş tuğla veya kiremit ve belli terk edilmiş ev veya tapınak harabesinden toplanmış tozdan karıştırırdı.

Bazı otlar, özü çıkarılmak üzere ezilir, çoğu kez kurutuluş havanda dövülür sonra su veya yağla karıştırılırdı. Oranlar, tabibin takdirine kalmıştı.

Tabip, ilâçları daima gece veya tam güneş doğmadan önce vermeye özen gösterirdi. Haricen tatbikte bunlar merhem şekline getirilip çoğu kez hasta aza bunlarla ovulurdu.

Ağızdan alınanlar da hap veya şurup haline getirilirdi. İlâcı toz haline ifrağ edip hasta kısma serpmek veya onu keçi derisine sarıp tatbik etmekle de (muhtemelen burada lâpalar bahis konusudur) yetinilirdi. Bu arada bunların çoğu hastanın başının üstünde çalı ateşinde yakılıp bunlarla tütsü yapılırdı. Dövülmüş bakır kokusunun burundan çekilmesinin bütün doğum sancılarını giderdiği, bir adamın avucuna bir kırmızı altın pul koymakla sarılığın sağaltılacağı iddia edilirdi. “Ateşli baş ağrısı için dövülmüş ve elenmiş ve gülsuyu ile hamur haline getirilmiş yarım ölçü hardal, hastanın başına sürülüp başı sarılmalı, sargı üç gün kalmalı” gibi o günlerin tavsiyesi bütün devirlerin tipik bir “kocakarı ilâcı” olmuştu. Mezopotamyalı doktor bağırsakların iyi işlemesinin gereğini tamamen idrak etmiş olup yağ ile tenkiye yapmaya her zaman hazır olmuştur. Hazım bozukluklarında da kusmayı sağlamak için çeşitli yöntemlere başvururdu. Bu yolla iç hastalıkların sancısının azaltılacağına inanılır ve bunu takiben de cezrî süt kürü veya pehriz tatbik ettirirdi. Buna karşılık hastalığın gerçek mahiyetini bilmediğinden aynı bir hastalığa düzineden fazla reçete tavsiye eder, birinin etkili olmaması halinde sırasıyla öbürlerini denerdi. Sebep–tesir münasebeti malûm değildi.

Mısır’da da durum aynı idi. Sadece burada madenî terkipler daha değişik ve daha gerçek tedavi hassasını haizdi. Mısırlı kimyager nitron (sodyum karbonat ile sodyum bi karbonatın bir doğal karışımı), birçok alkali, tuzları şap vesaire kullanır ve reçeteleri Babilonyalı çağdaşlarınınkilerden daha etkili olurdu. Tıbbî papirüste ilâç reçetelerinin arasına, onları daha etkili kılacak sihirli sözler muntazaman sıkıştırılmıştı. Bu sözler, “şifahî âyin” diye zikrettiğimiz tatbikatı teşkil edip bunları el marifetlerinin ifası şekline talimat takip ediyordu. Sihirli düstur, bir toprak veya tahta şekil, boncuk dizisi, muska, düğümlü ip veya taş gibi eşyaya yönelik uygun hareketlerle okunur ve böylece kudret kazanmış olan hamail, hastanın vücuduna bağlanırdı; bazen de ilâcın kendisi böyle “kuvvetlendirilir” ve hastaya içirilirdi; bu sonuncu durumda hastanın içine girmiş ifriti iğrendirip onu kaçırarak miktarı hesaplanmış zararlı terkipler de ilâca çoğu zaman katılırdı. Sümerliler aynı azu ve iazu sözcüklerini tabip, kâhin ve kâtip için kullanmakla her üç mesleğin birbirleriyle yakınlıklarını ifade etmiş oluyorlardı. Mısırlılar sihir ve tıp sanatları arasında fark gözetmemekte daha da ileri gitmişlerdi.

O devirde muayyen hastalıklar üzerinde ihtisaslaşarak kendi ülkesinin dışında da nam salmış hekimlerin varlığı biliniyor. Tıp, kadim zamanlarda sair zanaatlardan çok uluslararasılaşmıştı. Bir ünlü Mısırlı hekim, önemli bir hastayı tedavi etmek üzere uzaklara seyahat edebilirdi. Mısırlı Parimachu, Küçük Asya’da kral Tarkhuntash’un hasta yatağının başına çağrılmıştı. II. Ramses, Hitit kralı Hattusilis’in baldızı Bentzesh’i tedavi etmek üzere saray tabibini Hattusas’a (Boğazköy) gönderilmişti. Hekim kadının içine girmiş ifriti del edemeyince Firavun, Tanrı Khonsu’nun kutsal suretini göndermek zorunda kalmış, bunun yardımı da tedaviyi gerçekleştirmişti. Aynı Hattusilis, Babilonya’lı Kadashiman –Enlil II ile bir muahede üzerinde görüştüğü sırada Hitit diyarını ziyaret eden bir Babilonyalı tabibin zorla alıkonulması keyfiyetini izah etmekte güçlük çekmişti. Bu kabil şahsî ziyaretler sık vaki olurdu. Tıbbın evrenselliğini ispat eden keyfiyet de, tıbbî kitapların bir ülkeden öbürüne serbestçe seyretmesiydi; Babilonya tıbbî tabletlerinin Hitit kopyaları Boğazköy’de yerden çıkarılmış olup ilâçların tümü (pharmacopeia) ve bunlara dayanan tarifnameler bir ölçüde bütün Orta – Doğu hekimlerinin malı olmuştu. Tıbbın bu uluslararasılaşması ve Mezopotamyalı tabiplerin büyük ünleri, Avrupalı insanların, (Grekler ve daha sonra Araplar vasıtasıyla) çok sayıda Mezopotamya bitki adının benimsenmesine yardım etmiş. Öbür yandan tabletler, dışarıdan gelmiş bitki adlarını da içerdiklerinden, meselâ ricinus’un (fasulyasından Hintyağı çıkarılan bitki) Elam, hemame–kakule (cardamon)un Anadolu’dan ithal edildiğini ifade ediyorlar. Mısırlı tabiplerin Küçük Asya’yı ziyaretlerine karşılık M.Ö. 1372’de Mitanni kralı Tushratta’nın Firavun Amenhotep III’e, Ninive Tanrıçası İştar’ın şifa verici bir heykelini, mumaileyhin, Firavun’un babasının zamanında Nil kıyılarını ziyaret etmiş olduğunu beyan eden tezkere ile birlikte göndermiş olduğunu kaydedelim. Ancak, her ilâç beraberinde sihir düsturlarıyla birlikte müessir olduğuna, bir ülkenin Tanrısının veya sihir uygulama şeklinin her zaman mücavir ülkede muteber olmadığına dikkat edildiğinde, tıbbın uluslararası karakterinin sınırlı olduğu da görülür[41].

Şimdi biraz da daha yeni zamanların Mezopotamya’sına bakalım. Takaddüm eden devirlerde elde edilmiş bilgiler, geniş ölçüde muhafaza edilmiş olmakla birlikte Asur döneminde bu diyar tababetinin bir duraklama geçirdiği görülüyor. Hâlâ, kötü ruhlar veya büyücüler tarafından tevlit edilmiş hastalıklarla çevreyi “kirleten meczuplar”ın marazının teşhisinde mefulün (üzerinde fiilin icra edildiği kişi) rüyalarının önemine inanılmaktadır. Zaman ilerledikçe, şifaya müessir olmak üzere bir ölçüde telkin yolu kullanılmış, bunu zaman zaman beslenme rejimine (dietetik) müteallik tedbir ve hıfzıssıhha ile ilgili tavsiyelerle etkisi deneyle sabit olmuş ilâç uygulaması takip etmiş. Tanrı Narduh’un anası Ea’nın unsuru olan su, tedavide banyolar, yıkanmalar, kompresler vs. şeklinde birinci derecede önemi haiz olmuş. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi tabip de A-su, yani “suyu bilen, onunla ünsiyeti olan adam” tesmiye edilmiş.[42] (Bazı metinlerde A-su, Assu olarak geçiyor). Her türlü şifanın temelinde yatan öbür unsur da, çoğu zaman küçük meşalelerden tatbik edilen ateştir: Ateş, Tanrı Gibil’e bağlıdır. Şeytanlar ve büyülere karşı da uygun önlemler alınmıştır: Şeytanları hapsetmek için ipler ve düğümler, sihre karşı muskalar, ilençler, inkisarlar, esrarengiz sihirli düsturlar ve mümasili sembolizm.

Kalp, idrakin mihrakı; kan, hayatın kaynağı; karaciğer de onun deveranının menşei olarak bilinmiş.[43]

Mısır’da yine ilm-i nücum ve afsun ile ilgili tababet sisteminin yanı sıra, beden temizliği ve terbiyesi şartlarından emin olunmadıkça etken tevakki (uzak durma) keyfiyeti ve yine temizlikle ilgili olarak çağdaş İbranîlerin de taklit ettikleri sünnet gibi hıfzıssıhha kaidelerinin gelişmesine şahit oluyoruz[44].


[1] Serap Şahinoğlu Pelin. – Mitolojiden ilk hekime: Mısır tıbbı, (Cumhuriyet BİLİM TEKNİK 306 – 30.01.1991).

[2] Aydın Sayılı. – Mısırlılarda ve Mezopotamyalılarda matematik, astronomi ve tıp. Ank. 1991, s.115-117.

[3] Coll. – Pharmacy and medicine thru’ the Ages, ed. Hakim Mohammed Said, Karachi 1980, s.11-12.

[4] Aydın Sayılı. op. cit.  , s.121.

[5] ibd., s. 123.

[6] ibd., s.125.

[7] ibd., s.127-129.

[8] ibd., s.132.

[9] Bu bize mysterionlardaki “buğday başağı” sembolik gösterimini hatırlattı. Bunun için bkz. Kültür Kökenleri II/1, s.136-138.

[10] Aydın Sayılı. – op. cit.  , s. 138-153.

[11] Tıpkı Ahd-ı Atik’teki “Tekvin”, “yaradılış” hikâyesinde olduğu gibi.

[12] Aydın Sayılı. – op. cit.   s.413-415.

[13] S. N. Kramer. – Tarih Sümer’de başlar. Çevr. Muazzez İlmiye Çığ, Ank. 1990, s.50-52.

[14] E. A. Wallis Budge – Herb doctors and physicians in the ancient world. The divine origin of the craft of the herbalist, Chicago 1978, s. V-VII.

[15] ibd. – s.1-2.

[16] ibd., s.9.

[17] Cari su kültü hakkında bkz. Kültür Kökenleri II/1, s.425, 592 – 602, 676 – 689 ve passim.

[18] W. Budge. – op. cit.   s.20-21.

[19] ibd., s.24.

[20] ibd., s.29.

[21] ibd., s.36-38.

[22] ibd., s.40.

[23] ibd., s.51.

[24] René Labat. – Traité akkadien de diagnostics et de pronostics médicaux. I. Transcription et traduction. Leiden (Brill) 1951, s.XIII-XVII.

[25] Bu hususta bkz. Burhan Oğuz. – Türk ve Yahudi kültürlerine bir mukayeseli bakış, İst. 1992, Resim 34 ve ilgili metni.

[26] René Labat. – op. cit.  , s.XXI – XXV.

[27] ibd., s.XXXV – XXXVI.

[28] R. Campbell Thompson. – Assyrian medical texts. Proceeding of the Royal Society of Medicine, 1924, Vol. XVII’den ayrıbasım, London 1924, s.2.

[29] ibd., s.3-4.

[30] ibd., s.22.

[31] ibd., s.23.

[32] ibd., s.24-26.

[33] ibd., s.26.

[34] Alfred Schmidt. – Drogen und Drogenhandel im Alturtum, Leipzig 1924, New York 1978, ilkinin tıpkı basımı.

[35] Jacquetta Hawkes and Leonard Wooley. – Prehistory and the beginning of civilisation in Coll. UNESCO, History of mankind, Cultural and social development, Vol.I, London 1969, s.691.

[36] Avram Yalanti. Hammurabi Kanunu, İst. 1341.

[37] ibd., s.218.

[38] ibd., s.221.

[39] ibd., s.224.

[40] J. Hawkes and L. Wooley. – op. cit.  , s.691-693.

[41] ibd., s.693-697.

[42] Luigi Pareti and all. – UNESCO History of mankind. Cultural and scientific development, Vol. II /1.The ancient world, s.149.

[43] ibd.

[44] ibd., s.150.