Mein Kampf – Kavgam

Aralık 11, 2017
Kültür Eserleri > Faşizm Alman Kimliği Türkiye İle İlişkiler - Cilt 1 > Mein Kampf – Kavgam

Mein Kampf – Kavgam

Bu Hüseyin Cahit, Hitler’in, ana tezlerini içeren eseri “Mein Kampf”ı, “Kavgam” adı altında tercüme etmiş(225) , bunun ikinci baskısı 1941’de, yani Alman askerî gücünün dorukta olduğu bir dönemde yapılmıştı. Elimizdeki nüsha bu 2. Baskıdır. Hüseyin Cahit, Almanca bilmediğinden bunu bir Fransızca çevirisinden çevirmişti. Keyfiyet, bazı dipnotlarda vermiş olduğu izahattan da anlaşılıyor.

 

Nasyonal Sosyalizm’in (Nazizm) özünü ifade eden bu eserden, işin aslına sadık kalarak özet mahiyette seçmiş olduğumuz bölümleri, sahife numarasını metin arasında belirterek aktardık.

 

Okuyoruz “Kavgam”ı .

 

“Alman Avusturya tekrar büyük Alman vatanına avdet etmelidir. Hem de bu, bir takım iktisadî sebepler dolayısıyla olmamalıdır. Bu kaynaşma, iktisadî bakımdan ehemmiyetsiz, hattâ zararlı olsa bile yine vukua gelmelidir. Aynı kan, aynı bir imparatorluğa aittir. Alman kavmi, kendi evlâtlarını tek bir devlet halinde bir araya toplamadıkça, müstemleke siyaseti faaliyetinde bulunmaya hak kazanmayacaktır. Reich hudutları bütün Almanları ihtiva ettiği zaman, bunları beslemeye kabiliyetsiz olduğu tahakkuk ederse, bu kavmin hissedeceği lüzum ve zaruretten ecnebi topraklar elde etmek için onda hak olacaktır. O zaman, sapan kılıca yerini bırakacak ve harbin gözyaşları müstakbel dünyanın hasatlarını hazırlayacak(S.3).

 

Bilhassa Alman Avusturyalılara gelince, inhitat (kuvvetten düşme) halinde bulunan bir hanedan ile esası selim (kusursuz, sağlam) olan bir kavim birbirlerine pek kolaylıkla karıştırılıyor.

 

Mamafih, elli iki milyonluk bir devlete kendi nişanesini intibah ettirmeye (alâmetini uyandırmaya) muvaffak olabilmeleri için Avusturya Almanlarının en iyi bir ırk olmaları icap eder. Bunda o kadar muvaffak olmuşlardı ki, Almanya’da Avusturya’nın bir Alman devleti olduğu zannediliyordu ve bu, bir hatâ idi. Çok vahim neticeleri olacak bir hatâ; fakat Şark Serhad (sınır) vilâyetindeki on milyon Alman lehinde muhteşem bir şahadet. Reich’a mensub Almanlardan pek azı Avusturya’da Alman dilinin Alman mekteplerinin zaferi için, daha açıkçası, Avusturya’da Alman olabilmek için daimî surette çalışmak icab ettiğini akıllarına getirmiyorlardı (S.7).

 

… Zaruret ve ihtiyaç mabudu hem kucağına aldı ve çok kere beni parçalamak tehditini gösterdi: İradem işte böyle engellerle büyüdü ve nihayet galip geldi.

 

O devredir ki mevcudiyetlerini isimlerinden tanıdığım, Alman kavminin hayatı için müthiş tesirleri hakkında hiçbir fikir beslemediğim iki tehlikeye gözüm açıldı: Marksçılık ile Yahudilik (S.13).”

 

Hitler’in zikrettiği bu iki ‘tehlike’den özellikle Yahudiliğe kafası o denli saplanmıştı ki, aşağıda göreceğimiz gibi, iki lâfın başında bu kavmin denaeti (alçaklığı)nden söz edip duruyor. Solculuğun her türlüsü de yine onun boy hedefi oluyor.

 

Devam ediyor Hitler, bu babda.

 

Gençliğimde Sosyal-Demokrasi hakkında bildiğim şeyler ehemmiyetsiz ve tamamen yanlıştılar… Binaenaleyh Sosyal-Demokrasi’nin faaliyeti benim için hiç de antipatik değildi. O zaman inanacak kadar aptal olduğum veçhile, amelenin mukadderatını yükseltmeye çalışması da beni aleyhinde bulunmaktan ise tarafları olmaya sevkediyordu. Beni Sosyal-Demokrasi’den en çok uzaklaştıran şey, Avusturya’da Cermenliği muhafaza için her türlü mücadeleye muhasım (düşman) bulunması ve Slav yoldaşlara karşı adî bir tekâpu (dalkavukluk) göstermesi idi. Bu Slav yoldaşlar onun bu muhabbet nümayişlerini amelî müsaadekârlıklara merbut oldukları nisbette, memnuniyetle kabul ediyorlar, fakat başka cihetlerde mağrurane bir küstahlık gösteriyorlar ve bu dilencilere lâyık oldukları mükâfatı veriyorlardı. İşte on yedi yaşında iken Marksçılık hakkında henüz büyük bir fikrim yoktu. Sosyal-Demokrasi ile sosyalizme aynı manayı atfediyordum. Burada da mukadderatın sert eli, kavimlerin maruz olduğu bu aldanmaya karşı gözlerimi açtı.

 

Ben Sosyal Demokrat partisini ancak bazı halk nümayişlerinden bir seyirci sıfatıyla tanımıştım. Mezhep hakkında hiçbir fikrim olmadığı gibi, taraftarların zihniyetini de bilmiyordum. Telâkkilerinin ve teşekküllerinin parlak neticeleriyle birdenbire temasa girince, bir sosyal fazilet ve hemcinse muhabbet maskesi altında nasıl bir cereyanın gizlendiğini ve beşeriyetin hiç vakit kaybetmeden dünyayı bundan kurtarması lâzım geldiğini, yoksa dünyanın beşeriyetten mahrum kalabileceğini anlamak için – başka şerait altında ihtimalki on sene lâzımken – bana birkaç ay kifayet etti (S. 23).

 

Eğer Sosyal-Demokrasi’nin karşısında daha temelli bir fırka çıkacak olursa, bu fırka aynı derecede anîf (sert) davranmak şartıyla, mücadele pek hararetli ise bile, galip gelecektir.

 

Şantiyede, fabrikada, içtima yerlerinde ve mitinglerde dehşet ve korku, aynı derecede bir dehşet ve korku kendisine yolu kapatmazsa, daima tam bir muvaffakiyet temin edecektir.

 

Burjuvazi, amelelerin en meşrû surette insanî olan taleplerine bile, gayet beceriksiz ve gayet ahlâksız bir surette, binlerce defalar mukavemet gösterdiği ve böyle bir vaziyetten bir menfaat da elde etmediği ve etmek ümidini beslemediği için, namuslu amele, sendika teşkilâtı ile, siyasete doğru sürüklenmiştir.

 

Amele için sosyal haklarını müdafaa etmek ve daha iyi hayat şartları uğrunda mücadele eylemek vasıtası olacak sendikalarla sınıflar arasında siyasî mücadele partisine âlet hizmetini görecek sendikalar arasında bir fark gözetmeyi öğrendiğim zaman yirmi yaşında idim.

 

Sosyal-Demokrasi sendika hareketinin muazzam ehemmiyetini anladı. Bunu kendi davasına ilhak ederek muvaffakiyetini temin etti. Burjuvazi ise, bu işin kıymetini tahmin edememek yüzünden siyasî mevkiini elden kaçırdı. Filhakika küstahane bir veto ile bu hareketin mantıkî inkişafına manî olabileceğini zannetti. Hâlbuki sendika hareketinin mahiyeti iktizası, vatan fikrini tahrib ettiğini iddia eylemek manasız ve yanlıştır.

 

Bilâkis, sendika faaliyeti, milletin direklerinden biri olan bir sınıfın sosyal seviyesini yükseltmek gayesini takib ederse vatan ve devlet aleyhine hareket etmiş olmaz. İcraatı, kelimenin en iyi manasıyla, millî olur. Müşterek millî bir terbiye için behemehal elzem olan sosyal şartları vücuda getirerek vatanın minnettarlığına istihkak kesbeder. Bunun gibi, halkın fizik ve ahlâkî sefaletlerinin sebeplerine hücum ederek onu sosyal yaralarından iyi eder ve tekrar sıhhat haline getirir (S.26-28).

 

Artık ‘serbest sendika’, herkesin hayatı üzerinde olduğu gibi siyasî ufukta da bir fırtına tehdidi halinde ağırlığını hissettirdi.

 

Serbest sendika, millî iktisadiyatın emniyet ve istiklâline karşı, Devlet’in sağlamlığına karşı, ferdî hürriyete karşı, en korkulacak tedhiş âletlerinden biri oldu.

 

Demokrasi mefhumunu gülünç ve menfur (iğrenç) bir cümle içinde hülâsa eden bilhassa ‘serbest sendika’ idi. Bu sözü, hürriyete bir hakaretti. Uhuvveti (kardeşliği) ise, hiç unutulmayacak şekilde, tezlil (tahkir) ediyordu : ‘Sen bir yoldaş değilsen, kafan kırılacaktır’”(S. 30).

 

Bir gün, eski şehirden geçtiğim sırada, birdenbire uzun kaftanlı, siyah lüle lüle saçlı bir adama rastladım.

Bu da bir Yahudi miydi? İşte ilk düşüncem bu oldu.

 

Linz Yahudilerinde bu manzara yoktu. Adamı, belli etmeden ihtiyatkâra ne tetkik ettim. Fakat bu yabancı çehreyi tetkik ettikçe, yüzünün çizgilerine baktıkça, kendime ilk irad ettiğim sual de dimağımda başka bir şekil alıyordu: Bu bir Alman mıydı?

 

Fakat bu nokta hakkında azıcık şüphem kalmış olsa da, Yahudilerden bir kısmının tavr-ı hali her türlü tereddütü katî surette izale ederdi. Yahudiler arasında teressüm etmiş (şekillenmiş) ve Viyana’da oldukça şümul peyda etmiş bir hareket, Yahudiliğin ırkî vasfını bilhassa göze çarpar bir surette meydana çıkarıyordu: Siyonizmden bahsetmek istiyorum.

 

Hakikatte, Yahudilerin ancak bir ekalliyeti böyle bir vaziyet alınmasını tasvib ediyor, ekseriyeti bunu fena görerek prensibi reddeyliyor gibiydi. Fakat yakından bakılınca, bu zevahir siliniyor, davanın icapları dolayısıyla uydurulmuş kötü sebepler – yalanlar dememek için bu kelimeyi kullanıyorum – serisinden ibaret haline geliyordu. Filhakika, liberal Yahudiler denen kimseler, siyaset Yahudilerini aynı ırktan kardeşleri değil diye reddetmiyorlardı; sadece, Yahudiliklerini alenen itiraf ediyorlar. Amelî ruhtan tehlikeli olabilecek bir mahrumiyet eseri gösteriyorlar diye fena görüyorlardı.

 

Bu, onları birleştiren tesanüdde hiçbir şey değiştirmiyordu.

 

Siyonist Yahudilerle liberal Yahudiler arasındaki bu câlî (yapmacık) kavga çok geçmeden bana istikrah (tiksinti) verdi. Hiç bir hakikate tekabül etmiyordu, bilâkis halis bir yalandı. Bu hilekârlık ise bu kavmin muttasıl (aralıksız) takındığı ahlâkî necabet (soyluluk) ve temizliğe hiç uymazdı (S. 34 – 35).

 

Bu çeşit bir çıbana neşter dokundurulur dokundurulmaz, tefessüh halinde bulunan bir bedendeki solucan gibi nagehânî (ansızın) aydınlıktan kamaşmış gözleriyle küçük bir çıfıt meydana çıkardı

 

Yahudilerin matbuatta, güzel sanatlarda, edebiyatta ve tiyatrodaki faaliyetlerini tetkik ettikçe, Yahudilik aleyhinde birçok itham vakıaları birikti. Artık tatlı sözler, mev’ızalar (öğütler) büyük bir fayda vermez oldular; hattâ hiçbir tesir yapmadılar. Bir tiyatro ilânları sütununa bakmak, duvar ilânlarının reklâm yaptıkları o müthiş sinema ve tiyatro imalâtının muharrir isimlerini tetkik etmek kâfi idi. İnsan uzun müddet için Yahudilerin amansız düşmanı kesildiğini hissederdi.

 

Bu, oralarda halkı telvis eden (bulaştıran, kirleten) bir veba, bir ahlâk vebası, eski zamanların kara vebasından daha fena bir felâket idi. Hem, bu zehir ne külliyetli miktarda imal ve neşrolunuyordu! Tabiî, bu artistik eserleri yapanların ahlâk ve fikir seviyeleri ne kadar aşağı ise, velûtlukları da o kadar fazla idi. Nihayet bu heriflerden biri, bir fışkırma makinesi gibi, pisliklerini beşeriyetin yüzüne fırlatıyordu.

 

Yahudinin tabiat tarafından bilhassa bu utanılacak rolü oynamak için yaratılmış gibi göründüğünü düşünmek pek müthiş bir şeydi. Fakat bu noktada aldanmaya, hayale kapılmaya imkân yoktu.

Güzide kavim dedikleri bu muydu?

 

Hakikat şu ki bütün edebî murdarlıkların, güzel sanatlardaki adî şeylerin, tiyatrodaki budalalıkların onda dokuzu, memleket nüfusunun ancak yüzde biri kadarını temsil eden bir kavmin zimmet hanesine kaydedilmek lâzımdır. Bu, inkâr kabul etmez, böyledir.

 

Yahudinin Sosyal-Demokrasi’nin şefi olduğunu keşfettiğim vakit, gözümden bunlar düşmeye başladılar. Giriştiğim batınî mücadelenin hatimesi (son sözü) bu oldu.

 

Sosyal-Demokrasi matbuatının bilhassa Yahudiler tarafından sevk ve idare edildiğini yavaş yavaş farkettim. Fakat bu hale hususî hiçbir mana atfetmiyorum. Çünkü diğer matbuat hakkında da aynı şey vakî idi. İhtimal ki bir şey dikkati celbedebilirdi. Muharrirleri arasında Yahudiler bulunan tek bir gazete yoktu ki terbiyemin ve kanaatlarımın millî kelimesine verdiği manaya uygun bir surette gerçekten millî olsun.

 

Fakat kendimi zorladım, Marksçı matbuatın yazılarını okumaya çalıştım. Fakat verdikleri istikrah (tiksinme) nihayet o kadar şiddetli oldu ki bu alçaklık koleksiyonlarını imal edenleri daha yakından tanımaya kalktım.

 

Nihayet, onlara kin bağladım.

 

Bütün bunların iyi tarafı da vardı: Şefleri, hiç değilse Sosyal-Demokrasi’nin propagadancılarını daha iyi tanıdıkça, kavmim benim için daha muazzez (değerli, aziz) bir hale geliyordu. Bu aldatıcıların şeytanî mahareti karşısında esas diyalektiğine galebe çalmak için ben az mı zahmet çekiyordum? …

 

Eğer Yahudi, bu dünya kavimleri üzerinde Marksçılık imanı sayesinde zafer kazanırsa, başına giyeceği taç, beşeriyetin cenaze tacı olacaktır. O zaman seyyaremiz, milyonlarca sene evvel yaptığı gibi tekrar esir (eter) içinde dolaşmaya başlayacaktır. Üzerinde artık insan kalmayacaktır.

 

Kendimi Yahudiye karşı müdafaa etmekle Allah’ın eserini müdafaa için harb ediyorum(S.36-41).

 

Avusturya monarşisinin tepetaklak yuvarlanmasını, burjuvaların pek az basiretli gözlerinde bile muhik (haklı) gösterebilecek müesseselerin başında, hepsinden ziyade evsafı arasında kudreti ihtiva etmesi lâzım olan müessese bulunuyordu. Parlamento yahut Avusturya’da denildiği gibi, Reichsrat.

 

Avusturya devleti içindeki Alman unsuru, Reichsrat’ın ona temin edeceği mukadderata tâbi idi. Gizli ve umumî rey usulünün kabulüne kadar, parlamentoda hafif de olsa, hâlâ bir Alman ekseriyeti vardı. Bu, insanı düşündürecek bir vaziyet teşkil ediyordu. Çünkü millî bakımdan Sosyal-Demokrasi’nin meşkûk (şüpheli) tavrı onun Almanların menfaati mevzu-u bahis olduğu ahvalde, daima Alman temayüllerine (eğilimlerine) mümanaata (engel olmaya) sevk ediyordu: Bu, ecnebi kavimler arasındaki taraftarlarını kaybetmek korkusundan ileri geliyordu. Demek ki Sosyal-Demokrasi, daha o zamanlar bile bir Alman partisi diye telâkki olunmazdı. Fakat rey-i âm (genel oy) usulünün ihdası, sayı itibariyle bile Alman üstünlüğüne nihayet verdi, “Almanlığı imhaya” (Cermenleştirmekten çıkarmak) yol, şimdi açıktı.

 

Bugünkü Garbî Avrupa’da demokrasi, Marksçılığın mübessiridir (müjdecisidir). Marksçılığı demokrasisiz tasavvur etmeye imkân yoktur. Demokrasi, bu dünya vebası için “kültür” sahasında, sarî hastalık bu saha üzerinde intişar edebilir. Bütün ifadesini o sâkit (susmuş) cenin halindeki parlamentoculukta bulur. Bu parlamentoculukta her türlü ilâhî kıvılcım, yoğrulmuş olduğu çamura can vermekten maatteessüf hali (boş) kalmamıştır.

 

Bu meseleyi bana Viyana’da bulunduğum zaman tetkik ettiğimden dolayı kaderime pek minnettarım. Çünkü Almanya’da aynı devirde bu meseleyi pek fazla bir kolaylıkla halledivermem çok ihtimal dâhilinde idi. “Parlamento” denilen bu müessesenin bütün gülünçlüğünü iptida (başta) Berlin’de hissetmiş olsaydım, şüphesiz tefrite (ifrata) düşecektim ve zahiren gayet âlâ sebeplerden dolayı, halkım ve Reich’in selâmetini imparatorluk şevket ve kudretinin ve fikrinin takviyesinde görenlerin arasına geçmiş olacaktım. Halbuki bu adamlar zamanlarını bilmedikleri için bu selâmeti tehlikeye düşürüyorlardı (S. 47 – 49).

 

Fakat hükûmet şefi ağır mesuliyetleri ne kadar az deruhte ederse, pek esef edilecek derecede kabiliyetsiz ve kendilerini milletin hizmetine lâyemutluğa (ölümsüzlüğe) lâyık enerjiler arzetmeye namzet hisseden kimselerin sayısı da o kadar çok artacaktır. Hiçbir şey onları saflara geçmekten men edemez. Sıra ile dizilip beklerler. Kendilerinden evvel bekleyenleri endişe ile sayarlar, gayeye vâsıl olmak için muhtaç oldukları saatlerin miktarını bile hemen hemen hesap ederler. Göz dikilen mevkilerde bir münhal vukuu, ateşli bir surette temenni olunur. Kendi saflarında seyreklik vücuda getiren her türlü rezaletten memnun olurlar. Mamafih, içlerinden biri müktesep bir vaziyete dört elle yapışacak olursa, bunu müşterek bir tesanütün kudsî anlaşmasında bir inkıta (durma) gibi his ve telâkki ederler. O zaman, epeyce kızıp darılırlar, o yüzsüz adam nihayet düşüp de sıcak sıcak duran mevkiinden istifadeye umum için yolu açık bırakmadıkça rahat etmezler. Bir kere düşen, eski mevkiini tekrar kolay kolay ele geçirecek halde değildir. Çünkü bu değersiz şahsiyetlerden biri mevkiini terke mecbur olur olmaz, yapacağı şey, bekleyenlerin safları arasına kendisini karşılayan avazların ve sövüntülerin müsaadesi nispetinde, tekrar sokulmaktan ibarettir.

 

… Parlamento rejimi, eski Avusturya için hakikî bir mikrop üretme ‘kültürü’ idi.

 

Objektif surette gözden geçirilince, parlamento prensibi kadar yanlış bir prensip olamaz.

 

Halk mümesilleri efendilerin intihapları ne tarzda vukua geldiği ve bilhassa makamlarını ve yeni mevkilerini ne yolda elde ettikleri meselesini geçelim. Her birinin muvaffakiyeti koca bir kavmin arzu ve temennilerinin ancak hakikaten gayet cüz’î bir kısmını tatmin ettiği pek bedihidir (açık, bellidir). Halk kitlesinin siyasî zekâsının kendi kendiliğinden umumî ve sarih siyasî telâkkilere yükselecek ve bunları fiile çıkarmaya kabiliyetli adamları kendiliğinden bulacak derecede inkişaf etmediğini düşünmek ve teslim etmek kâfidir.

 

Bizim daima ‘efkâr-ı umumiye’ dediğimiz şey, fertlerin şahsî tecrübelerine ve bilgilerine ancak gayet az miktarda istinat eder. Efkâr-ı umumiye, büyük kısmı itibariyle hariçten tahrik ve tevlit edilmiştir. Bunu “havadis” denilen şey çok kere pek dikkate şayan bir ikna kuvveti ile ve sebat ile tevlit etmiştir. Nasıl herkesin dinî karakterleri terbiyenin mahsulü ise ve bunlar insanın kalbinde uyuklar bir haldeki dinî temayüllerden ibaret ise, halk kitlelerinin efkâr-ı umumiyesi de ruhun ve müfekkirenin çok kere muannidane (inatla) ve derin bir surette hazırlanmasının neticesidir.

 

İşte bu suretledir ki birkaç hafta içinde bazı isimleri tılsımlı bir surette yoktan ortaya çıkarıyorlar ve büyük reklamlarla bunlara işitilmemiş ümitler bağlamaya ve hakikî kıymeti haiz bir adamın bütün hayatınca ümit edemeyeceği kadar geniş bir şöhret temin etmeye muvaffak oluyorlardı. Bir ay evvel kimsenin işitmemiş olduğu isimler her tarafta neşrediliyor, beri tarafta ise devletin hayatına veya âmme hayatına taallûk eden resmî ve pek malûm vakıalar canlı canlı gömülüp unutturuluyordu. Hattâ bazen bu isimler öyle murdarlıklar münasebetiyle zikrolunuyorlardı ki, daha ziyade muayyen bir alçaklığın yahut hıyanetin hâtırasına bağlı kalmaları icap eder gibi görünüyordu. Namuslu bir adamın lekesiz esvapları üzerine, sanki sihirli bir değneğin daveti ile en çirkin iftiraları birdenbire yüzlerce kova ile boşaltmaktan ibaret olan bu denaati (alçaklığı) bilhassa Yahudilerde yakından tetkik etmek lâzımdır. O zaman gazetelerin o tehlikeli haydutlarına lâyık oldukları hürmet gösterilebilir. İşte ‘efkâr-ı umumiye’yi imal eden çete. Sonra bu efkâr-ı umumiyeden, dalgaların köpüğü içinden Venüs’ün doğması gibi, parlamento azaları doğacaktır.

 

Parlamento müessesinin mekanizmasını teferruatıyla tasvir etmek ve ne kadar hayalî olduğunu göstermek için ciltler doldurmak lâzımdır. Fakat onun heyet-i mecmuası gözden geçirilmek istenmeyip de yalnız faaliyetinin neticesi tetkik olunursa, en paradoks bir ruh ile düşünülse bile, mevzu ve gayesinde bir manasızlıktan ibaret telâkki edilmesi için kâfi malûmat elde edilmiş olduğuna hükmedilebilir.

 

Demokratik parlamentoculuk hakikî Alman demokrasisi ile mukayese edilince, insanın bu yol üzerinde tehlikeli bir surette ve çılgınca kendisini kaybetmiş olduğu daha çabuk ve daha kolay anlaşılacaktır.

 

Parlamentoculuğun en göze çarpan vasfı şudur: Bir miktar erkek (bir müddetten beri kadınlar da intihap ediliyor) seçiliyor. Diyelim ki beş yüz kişi. Artık her şeyde katî kararı almak vazifesi bunlara düşüyor. Binaenaleyh fiiliyatta, yegâne hükûmet onlar demektir. Bir kabine tayin ediyorlar. Hariç nazarında devlet işlerinin idaresini bu kabine deruhte ediyor. Fakat bu yalnız zevahirden ibarettir. Hakikatte, bu sözde hükûmet, evvelce bütün meclisin muvafakatini yalvarmadan bir adım atamaz. Fakat o zaman da kendisini hiçbir şeyden mesul tutmaya imkân yoktur. Çünkü nihaî karar daima parlamentonundur. Hükûmet ekseriyetin iradelerinin icra memurundan başka bir şey olmayacaktır. Siyasî kabiliyeti hakkında adilâne bir hüküm vermek için ya ekseriyetin fikir ve mütalâasına uymak, ya da ekseriyeti kendi fikir ve mütalâsına celbetmek için kullandığı hüner ve marifete bakmak icap eder. Fakat bu suretle hakikî hükûmet mevkiinden her ekseriyetin nezdinde hakikî bir dilenci mevkiine düşer. Artık hükûmetin, zaman zaman mevcut ekseriyetin tasvibini istihsal eylemekten yahut daha iyi bir istikamet tutacak yeni bir ekseriyet teşkil etmekten başka bir işi olmayacaktır. Buna muvaffak olursa, bir müddet daha “hükûmet etmek”, kendisi için imkân dairesine girecektir; yoksa çekilip gitmekten başka işi kalmamıştır. Hükûmetin mütalâasının isabeti bunda hiçbir rol oynamaz.

 

İşte bütün mesuliyet mefhumu bu suretle fiiliyatta ilga edilmiştir.

 

Bu halin neticeleri pek basit surette görülüyor:

 

 Muhtelif mesleklere mensup ve muhtelif kabiliyetlerde bu beş yüz halk mümessili, gayri mütecanis ve çok kere âciz bir topluluk vücuda getirir. Çünkü bu millet güzidelerinin aynı zamanda müfekkire veya akıl güzideleri olduklarını da zannetmeyiniz. Ümit ederim ki hiçbiri de zekâlarıyla temeyyüz etmemiş (farklı olmamış) müntehiplerin (seçicilerin) rey varakalarından yüzlerce devlet adamının doğacağı iddiasına kalkılmayacaktır. Dehânın, rey-i âm (umumî oy) ulusünün semeresi olabileceği yolundaki manasız fikre ne kadar itiraz edilse azdır! Evvelâ, bir millet ancak müteyemmen (uğurlu, kutlu) günlerde hakikî bir devlet adamı çıkarır, yüzlerce değil. Sonra halk kitlesi mümtaz dehalara sevki tabiî ile düşmandır. Bir intihap vasıtasıyla bir büyük adam “keşfetmek”, bir dikiş iğnesinin gözünden devenin geçmesinden daha zordur. Dünya dünya olalı fiile çıkarılan şeylerin kâffesi ferdî harekât ile elde edilmiştir. Hâlbuki kıymetleri daha ziyade adî derecede beş yüz kişi, milletin en mühim meseleleri hakkında kararlar veriyorlar ve öyle hükûmetler kuruluyor ki bunlar her hususî meseleyi halletmeden evvel bu mübarek meclis ile itilâf etmek (anlaşmak) mecburiyetinde bulunuyorlar. Demek ki siyaset, beş yüzler tarafından yapılıyor.

 

Sair bütün meseleler hakkında da böyledir. Tetkik ve halledilecek hususlar, amme hayatının bütün sahalarına taallûk ettiği halde meclisin terekkübü (terkibi) hiç değişmediği için daima âciz ve cahillerden müteşekkil bir ekseriyettir ki terazinin kefesini bir tarafa meylettirir. Hâlbuki bu kadar muhtelif meselelerin mevzu-u bahis olması onları tetkik ve halledecek mebusların daimî surette tenevvû etmelerine (birkaç çeşit olmalarına) lüzum göstermek icabederdi. Çünkü aynı adamların, meselâ, ticarî menfaatlara ait bir mesele ile umumî politikaya müteallik bir meseleyi tetkik ve halletmelerine müsaade etmeye imkân yoktur. Bu olabilmek için bunların hepsinin birkaç asırda ancak bir tane zuhur eden cihanşümul dehalar olması lâzım gelir. Heyhat! Bunlar çok kere birer as bile değildirler, mahdut meraklılardır, mağrur ve müteazzim (azametli) kimselerdir, adetâ en kötü cinsten bir fikir âlemi alüfteleri (fahişeleri)dirler! İşte bu efendilerin en büyük mütefekkirler tarafından bile uzun uzun teemmül (etraflıca düşünme) ve mülâhazadan sonra halledilebilecek meseleler hakkında çok kere inanılmayacak bir hafiflikte söz söylemeleri ve karar vermeleri bundan ileri geliyor. Sanki masanın üstünde bir ırkın mukadderatı değil de bir ‘tarots’ (iskambil falı), yahut ‘idiot’ partisi varmış gibi, bütün bir devletin, hattâ bir milletin istikbaline dair son derece mühim kararlar ittihaz ettikleri görülür.

 

Bizim şimdiki demokratik parlamentoculuğumuz âkil ve hâkim kimselerden mürekkep bir meclis vücuda getirmeyi katiyen düşünmez, daha ziyade, fikir bakımından sıfır olan kimselerden mürekkep bir trup teşkil etmeye bakar. Bunların muayyen bir istikamete doğru sevk edilmeleri, her unsur ne kadar mahdut (sınırlı) kafalı ise o kadar kolay olacaktır. Kelimenin şimdiki fena manasıyla bir ‘parti politikası’, ancak bu surette yapılabilir. Fakat sicimleri elinde tutan kimsenin mesuliyetleri deruhte etmek mecburiyetini hissetmeden ihtiyatkârane geride kalabilmesi için kullanılacak yegâne çare budur. Bu suretle, memleket için her meş’um (uğursuz) karar, herkesçe malûm bir ahlâksız herifin hesabına yazılmaz, bütün bir partinin omuzları üzerine yükletilir.

 

İşte bu suretle tatbikatta her türlü mesuliyet ortadan kalkar. Çünkü mesuliyet muayyen bir şahsa tahmil edilirse (yüklenirse) de gevezelerden mürekkep bir parlamentocular grubuna atfedilemez. Binaenaleyh, parlamento rejimi her şeyden evvel, açıkça hareket etmekten korkan sinsi ruhların hoşuna gidebilir. Mesuliyet zevkine malik doğru ve temiz adam, bundan daima nefret edecektir. Onun için demokrasinin bu şekli, daima gizli projeler hazırladığı cihetle, şimdi ve daima, aydınlıktan korkmak için o ırkın en sevgili âleti haline gelmiştir. Bu derecede murdar ve kendisi kadar hilekâr bir müesseseye ancak Yahudi kıymet atfedebilir (S. 52-57).

 

Hiçbir zaman bu halk mümessillerinden biri yüksek bir hakikate kanaat getirip de sonra onun hizmetine girecek değildir. Hayır, hiçbiri böyle hareket etmeyecektir. Yalnız, böyle bir ihtida hareketiyle yeni bir intıhap devresi için mebusluğunu kurtarmayı ümit ederse, o başka. Onun için bu hamiyet nûmuneleri intihabatta muvaffakiyet ümitleri daha iyi gibi görünen yeni bir parti yahut yeni bir temayül aramaya kalkmak için eski partinin yakındaki intihabatta fena bir mevkiye düşebileceğini hissetmiş olmaları lâzımdır. Bu vaziyet değiştirmelerine onları muhik (haklı) gösterecek gayet ahlâkî bir takım sebeplerden mürekkep hakikî bir tufan takaddüm eder. Mevcut bir parti, ezici bir hezimete uğrayacağını tahmin ettirecek derecede halkın gözünden açık bir surette düşerse, daima büyük bir muhaceret başlar, Parlamento sıçanları partilerinin gemisini terkederler.

 

Zamanımızın züppeleri ve kalem haydutları bilsinler ki, bu dünyanın büyük inkılâpları hiçbir zaman bir kaz kalemi bayrağı altında yapılmamışlardır!

 

Hayır, yalnız her defasında onun nazarî sebeplerini serdetmek, kaleme terettüp etti.

 

Siyasî yahut dinî sahada büyük tarihî çığları hareket ettiren kuvvet tâ en eski zamanlardan beri, yalnız ağızla söylenen sözün tılsımlı kudreti olmuştur.

 

Bir kavmin büyük kitlesi daima sözün kudretine inkıyad gösterir. Bütün büyük hareketler, halk hareketleri, insan ihtiraslarının ve ruhî haletlerin bürkânî (delil ve kanıtla ilgili) indifaları (püskürmeleri) olmuşlardır ki bunları ya o zalim sefalet ilâhı yahut halk kitlelerinin sinesine atılan sözlerin meşaleleri kabartmışlardır. Fakat hiçbir zaman estetikçi ediplerin ve salon kahramanlarının limonata fıskiyeleri bu işleri görememişlerdir.(S.65-67)

 

Şüphe yok ki, her zaman birtakım vicdansız fertler bulunur ve bunlar dini, kendi bulanık siyasî alışverişleri için (çünkü böyle başka bir şey mevzu-u bahis olamaz) bir âlet diye kullanmaktan çekinmezler. Fakat dini yahut mezhebi, kendilerini suistimal eden birkaç habisten dolayı mesul tutmak da mümkün değildir. Bu adamlar kaba sevk-i tabiîlerini tatmin için başka herhangi bir müessese olsa, muhakkak ki onu da suistimal ederlerdi.

 

Parlamentodaki böyle bir boş herife siyasî spekülasyonunu, iş olup bittikten sonra, muhik (haklı) göstermek için bir fırsat verilmesi kadar hoş bir şey olamaz. Onun ferdî ahlâksızlığından din yahut mezhep mesul tutulup da bunlara avaz avaz hücum edilince, bu yalancı herkesi şahit tutmaya kalkar; kendi hatt-ı hareketinin ne kadar muhik olduğunu, dinin ve devletin kurtulmasından dolayı kendisine ve belâgatına şükredilmesini söyler. Aptal olduğu kadar hafızası kısa olan âlem bu kadar hızlı bağıran bir adamın, kavganın asıl sebebi olduğunu farketmez yahut bunu artık hatırlamaz. Alçak herif de, hedeflerine varmış olur (S.72-73).

 

Bir memleketin mesaha bakımından ehemmiyeti, yalnız başına haricî emniyetin esaslı âmilidir. Bir kavmin malik olduğu yerler ne kadar geniş ise, kendisinin tabiî himayesi de o kadar büyüktür. Mahdud (sınırlı) bir yer işgal eden kavimlere karşı daima daha çabuk ve daha kolay ve daha müessir ve daha tam askerî neticeler elde edilir, arazisi geniş olan devletlere karşı iş aksinedir…

 

Nüfusumuzun fazlasıyla kolonize edilecek yeni yerler kazanılması, bilhassa, hal değil de istikbal düşünüldüğü vakit, namütenahî derecede çok muhassenatı (üstünlüğü) haizdir.

 

Evvelâ, bütün milletin temeli olmak üzere sağlam ve selim bir köylü sınıfı muhafaza etmek imkânına ne kadar ehemmiyet verilirse azdır. Şimdiki dertlerimizin çoğu şehir nüfusu ile köylü nüfusu arasındaki hatalı nisbetin neticesinden başka bir şey değildir. Küçük ve orta köylülerden mürekkep sağlam bir kitle, öteden beri her zaman sosyal rahatsızlıklara karşı en iyi bir tahaffuz (korunma) çaresi vücuda getirmiştir…

Mamafih, böyle bir arazi politikası bugün artık meselâ Cameroun gibi bir tarafta yapılamaz. Onu hemen münhasıran Avrupa’da tatbik etmek mümkündür…(S.86-87).

 

1914 senesi Ağustos günlerinde Alman amelesi hareketini Marksçılık ile aynı şey telâkki etmek, misli görülmemiş bir manasızlıktır. O zamanlarda, Alman amele bu zehirli sirayetin kucağından kendini kurtarmak yolunu bulmuştu. Çünkü böyle olmasaydı hiçbir veçhile kavgaya iştirak edemezdi. Mamafih, Marksçılığın şimdi ihtimal ki millî olduğunu düşünebilecek kadar ahmaktılar. Bu hal, bu uzun seneler esnasında, devleti idare eden memurlar içinde hiçbirinin bu mezhebin cevherini tetkik ve tetebbü zahmetini ihtiyar etmediğini ispat eder. Böyle olmasaydı bu kadar saçma bir şey zihinlere pek zorlukla sokulabilirdi.

 

Katî gayesi Yahudi olmayan bütün devletleri yıkmaktan ibaret olan ve daima böyle kalan Marksçılık ağına düşürmüş olduğu Alman amelelerinin 1914 Temmuz’unda, uyandıklarını ve gittikçe daha büyük bir süratle vatanın hizmetine koştuklarını dehşet içinde görmüş olacaktır. Birkaç gün içinde halkın bu alçak aldatılışının bütün hileleri ve dumanları bir rüzgâr istikametinde etrafa savruldu. Birdenbire, müdür Yahudiler sürüsü münferit ve metrûk bir halde kaldılar. Altmış seneden beri halk kitlelerine telkin ettikleri şeylerden sanki hiçbir iz kalmamış gibiydi. Alman milletinin amele sınıfının fena çobanları için bu çok kötü bir dakika oldu. Fakat şefler kendilerini tehdit eden tehlikeyi görür görmez tâ kulaklarına varıncaya kadar insanı gözden uzak tutan yalancılık mantosuna büründüler ve millî şevk ve galeyanı rezilâne taklit ettiler.

 

Halkı zehirleyen bu Yahudilerin bütün hilekâr cemiyetlerine karşı tedbir almanın tam sırası idi. O zaman hiç tereddüt etmeden yükselebilecek feryat ve tazallümlere (zulümden şikâyet) zerre kadar ehemmiyet vermeden onların davalarını görmek icabederdi. 1914 Ağustos’unda milletler arası tesanüde dair Yahudi gevezeliği Alman amelelerinin kafalarından birdenbire kayboldu. Ve birkaç hafta sonra bunun yerine Amerikan şarapnelleri hareket halinde bulunan kıtaların neferleri üzerine kardeşliğin takdislerini (kutsamalarını) boşaltıyordu. Alman amelesi, millî hissiyata avdet ettiği bir sırada dikkatli bir hükûmet için milletin düşmanlarını merhametsizce mahvetmek bir vazife teşkil ederdi. En iyileri cephede öldükleri sırada hiç olmazsa, geride mikrobu mahvetmek lâzımdı.

 

Fakat bunu yapacak yerde, haşmetpenah imparator eski canilere elini uzattı ve milletin en dessas (hileci) katillerini rahim (acıma, esirgeme) ve müsamaha ile gördü. Onlarda bu surette kendilerini toplayabildiler (S.106-107).

 

…Demir şansölye (Bismarck) Marksçılık aleyhindeki bu harbin (mücadelenin) mukadderatını burjuva demokrasisinin hüsnüniyetine tevdi etmekle lahanayı keçiye emanet etmiş oluyordu.

 

Fakat bütün bunlar ateşîn bir fütühat iradesiyle canlı, Marksçılığa muhalif yeni bir felsefî telâkki eksikliğinin zarurî neticesi idiler.

 

İşte bu suretle Bismarck’ın mücadelesinin neticesi elîm bir hayal sukûtu olmuştur.

 

Fakat Cihan Harbi esnasında yahut bunun başlangıcında, ahval ve şerait başka türlü mü idi? Maatteessüf hayır!

 

Devletin hükûmetinin o devirde Marksçılığın müşahhas misali olan Sosyal-Demokrasi’ye karşı vaziyetini değiştirmek düşünceleri içine daldıkça bu felsefî mektebin yerine konabilecek bir mezhep bulunmadığını daha kuvvetle teslim ediyordum. Marksçılığın mahvedildiğini farzedersek, halk kitlelerine gıda olarak ne verilecekti? Taraftarları arasına, müdir (idareci) sınıfların az çok kaybetmiş olduğu ameleler sürüsünü alabilecek hiçbir fikir hareketi mevcut değildi (S. 109-110).

 

İyileştikten sonra hastahaneyi terkedip de depo taburuna verildiğim zaman, şehri az kalsın tanımayacaktım. Kızgınlık, nevmidi (ümitsizlik), sövüp sayma, ne derecelere kadar ileri gitmişti! Depo taburunda bile manevî kuvvet gayet aşağı idi. Cepheden gelen askerlere adî talim zabitlerinin gösterdikleri muamele de buna son derecede sebep oluyordu. Bu zabitler henüz cephede bir saat bile kalmamışlardı ve bu yüzdendir ki eski askerlere uygun gelecek bir vaziyet tanzim edemiyorlardı… Kalemler Yahudilerle dolu idi. Kâtiplerin hemen hepsi Yahudi idi. Her Yahudi, kâtipti. Güzide kavmin bu asker kaçaklarının bolluğuna şaşıyordum. Onların sayısını cephedeki nadir Yahudilerin miktarı ile mukayeseden kendimi men edemiyordum.

 

Vaziyet iktisadî bakımdan daha fena idi. Yahudi kavmi hakikaten ‘vücudu elzem’ kesilmişti. Örümcek, Alman kavminin kanını yavaş yavaş emmeye başlıyordu.

 

Millî ve hür iktisadiyata son öldürücü darbeyi indirmek için lâzım olan âlet, harp cemiyetleri yoluyla temin edilmişti.

 

Hudutsuz bir merkeziyete lüzum olduğu iddia ediliyordu.

 

Bu suretle, daha 1916-1917 kışından itibaren, istihsalin hemen kâffesi hakikatte Yahudi maliyesinin kontrolu altında bulunuyordu.

 

Halkın kin ve gazabı ise kime teveccüh ediyordu?

 

O sırada dehşet içinde gördüm ki, tam vaktinde bir çaresi bulunmazsa, yakın bir felâket bir izmihlâle (yok olmaya) müncer olacaktır.

 

Yahudi’nin bütün milleti yolduğu ve hâkimiyeti altında ezdiği sırada halk, “Prusyalılar” aleyhine kışkırtılıyordu. Cephede pek malûm olan bu propaganda gerilerde hiçbir aksülâmele (tepkiye) tesadüf etmiyordu. Prusya’nın yıkılması Bavyera’nın bir yükselmesini tevlit etmekten çok uzak kalacağı, bilâkis, birisi düşerse diğerini de uçuruma sürükleyeceği hiç de takdir edilmiyor gibiydi.

 

Bu hareketler beni son derece müteessir ediyordu. Bunları ancak Yahudilerin dâhiyane hileleri telâkki edebilirdim. Umumî dikkati kendilerinden çevirerek başka noktalara in’itaf ettiriyorlardı (döndürüyorlardı). Bavyera ile Prusya böyle kavga ettikleri sırada Yahudi, onların gözü önünde hayat vasıtalarını çalıp alıyordu? Bavyera’da Prusya’ya tân ettikleri (sövdükleri, yerdikleri) sırada, Yahudi, inkılâp teşkilâtı yapıyor ve aynı zamanda hem Prusya’yı, hem Bavyera’yı yıkıyordu.

 

1917 Mart’ının başında tekrar alayında bulunuyordum.

 

Cephe, o ebedî kavgaya katî bir hâtime çekmek (son vermek) için son hazırlıkları görüyordu. Garp cephesine doğru bitip tükenmez asker ve malzeme nakliyatı yapılıyordu. Ordu, büyük taarruz için talimat alıyordu. İşte o zaman, Almanya’da, bütün dünyanın en büyük alçakça hareketi vukua geldi.

 

Almanya galebe etmemeliydi. Son saatte Alman bayraklarına bağlanmış göründüğü dakikada, bahardaki Alman hücumunu daha tasavvur halinde iken birdenbire boğacak gibi görünen bir çareye başvuruldu. Zafer, imkânsız hale sokulmak isteniyordu.

 

Cephane grevi yapıldı.

 

Eğer bu grev muvaffak olsa idi, Alman cephesi yıkılacaktı. Vormärts’ın artık zaferin Alman bayraklarını takibetmemesi yolunda temennisi bile çıkacaktı. Cephane yokluğu yüzünden cephe birkaç hafta içinde delinecekti. Bu suretle taarruz ortadan kalkacaktı. İtilâf Devletleri kurtulacaktı. Fakat beynelmilel sermaye, Almanya’ya hâkim kesilecekti ve kavimleri aldatma yolundaki Marksçılık hareketinin esaslı gayesi elde olunacaktı (S.121-122).

 

İşte Alman cephane grevlerinin tesiri böyle oldu. Müttefik kavimlerin zafere itikatlarını kuvvetlendirdi ve müttefik cephesinden o ezici ümitsizliği kaldırdı. Sanki binlerce Alman askeri bu grevi kanlarıyla ödemeye mecbur oldular. Hâlbuki bu menfur (nefret edilen) grevin müşevvikleri (teşvik edicileri), o sefil herifler, inkılâpçı Almanya’nın en yüksek hükûmet mevkilerine namzet bulunuyorlardı.

 

1918 senesi yazı ortasında cephe üzerine mağmum (gamlı) bir bitkinlik yayıldı. Memlekette nifak (bozuşukluk) vardı. Niçin? Muhtelif kıtalarda türlü türlü şeyler hikâye ediliyordu. Artık harbin bir gayesinin kalmadığı, yalnız akılsızların artık zafere inanabilecekleri söyleniyordu. Daha ziyade mukavemet etmekte halkın hiçbir menfaati olmadığı, yalnız kapitalistlerin ve monarşistlerin bundan fayda gördüğü iddia olunuyordu. Bu şayialar gerilerden geliyordu ve cephede de münakaşa ediliyordu.

İşte eski cephe askerleri Ebert Scheidemann, Bart, Liebknecht ve hempaları efendiler lehinde pek az bir temayül gösteriyorlardı. Asker kaçaklarının, orduyu hesaba katmadan, memlekette nüfuz ve kudreti birdenbire benimsemeye ne hakları olabileceğine katiyen akıl erdirilemiyordu.

Daha başlangıçtan itibaren, benim şahsî fikrim kararlaşmıştı.

 

Halkı aldatan beş para etmez bu bir sürü sefil politikacılardan son derecede nefret ediyordum. Çoktanberi açıkça görüyordum ki, bütün bu harp içinde hakikatte milletin nef’i (çıkarı) ve hayrı hiç mevzu-u bahis değildi; onlar, boş ceplerini doldurmaya bakıyorlardı şimdi, onları bu uğurda bütün halkı fedaya ve icap ederse, Almanya’nın itmesine bile müsaadeye hazır görünse de artık ipe çekilmek için olgun hale gelmiş gibi telâkki ediyordum. Onların arzularına ehemmiyet vermek birkaç hırsız nef’ine halkın çalışkan kısmının menfaatlarının feda manasını ifade ediyordu. Almanya feda edilmeden bunu yapmaya imkân yoktu (S.124-125).”

 

Şimdi bir an için Hitler’in sözünü kesip Alman Nazizm’inin önde gelen iktisat kuramcısı ve dersleriyle Hitler’i etkilemiş olan Gottfried Feder’in (1883-1941) kişiliğini anlatacağız.

 

Bir inşaat mühendisi olan Feder, 1919’da bazı sosyalist öğelerde de içeren Manifest zur brechnung der Zinsknechtschaft (Faiz boyunduruğunu kırmak için manifesto) adlı yapıtıyla tanındı. Feder’in aynı yılın Eylül ayında Münich’te, Alman İşçi Partisi’nin bir toplantısında yaptığı konuşma, Adolf Hitler’e, siyasete atılma kararı vermesinde esin kaynağı olmuştu. Düşünceleri daha sonra, Mart 1920’de açıkladığı Nazi Partisi’nin (NSDAP – Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi) 25 maddelik programında ve ‘Nazi hareketinin kateşizmi’ olarak değerlendirildiği Der deutsche Staat auf nationaler and sozialer Grundage (1923; Alman Devleti’nin Ulusal ve Toplumsal Temelleri) adlı yapıtında da yer aldı. Feder, 1924-1936 arasında Reichstag (Parlamento) üyesi, Nazi Partisi’nin Ekonomi Konseyi Başkanı (1931), Alman Ekonomi Bakanlığı Müsteşarı (1933) ve Devlet Konut Dairesi Başkanı (1934) olarak görev yaptı. Nazi politikasının yürürlükteki ekonomik sisteme uyum sağlamasından sonra parti işlerindeki etkinliği azaldı ve 1936’dan sonra adı anılmaz oldu (AB).

 

Dönelim tekrar Hitler’in söylediklerine:

 

“Bir gün, âmirlerimden zahiren siyasî vasfı haiz olup “Alman Amele Partisi” namı altında yakında bir içtima akdedilecek ve bu içtimada Gottfried Feder tarafından söz söylenecek; bu cemiyetin mahiyetinin ne olduğunu anlamak emrini aldım. Bana bu içtimaa gitmeyi, cemiyetin ne olduğunu anlamayı ve sonra bir rapor vermeyi emrediyorlardı.

 

O sırada ordunun siyasî partilere karşı gösterdiği merak pekâlâ akıl erecek bir şeydi. İhtilâl, askere siyasî faaliyet ibraz etmek hakkını vermişti. Hele tecrübesiz olduğu zaman, asker bu hakkı bol bol kullanmıştı. Merkez ile Sosyal-Demokrasi, askerlerin sempatisi ihtilâlci fırkadan ayrılarak millî harekete ve millî yükselişe doğru döndüğünü esefle gördükleri zamandır ki askerden rey vermek hakkını almak ve her türlü siyasî faaliyetten kendisini men etmek vesilesi bulunmuştu.

 

Akşam, Münih’te eski Sternecker birahanesinin Leiberzimmer’ine girdiğim zaman, yirmi, yirmibeş kişi gördüm çoğu, halkın aşağı muhitlerine mensup idiler. Feder’in konferansı bence kurslar zamanından beri malûmdu. Onun için cemiyeti tetkik ve müşahedeye kendimi daha iyi hasredebilirdim.

 

Bende yaptığı tesir ne iyi oldu, ne fena. Mevcut birçokları gibi, yeni bir cemiyet. O zaman herkesin içinde bir parti kurmak istidadını hissettiği bir devre idi. Çünkü kimse o zamana kadar vukua gelen tekâmülden memnun değildi ve artık mevcut partilere itimat edemiyordu. Bu suretle her tarafta bu cemiyetler birden fışkırıyorlar ve bir müddet sonra gürültüsüz, patırtısız ortadan kalkıyorlardı. Müessisler (tesis ediciler) çoğu bir cemiyet vasıtasıyla bir parti, hattâ bir hareket yaratmak için lâzım olan şeyler hakkında ufacık bir fikirden bile mahrumdular. İşte bu cemiyetler, gülünç bir küçük dükkân ruhu içinde, hemen daima tabiî bir ölümle dünyadan kalktılar(S.135-136).

 

Harpten evvel Alman nüfusunun fevkalâde surette artması her günkü ekmeğin istihsali meselesini bütün şeflerin ve bütün siyasî ve iktisadî icraatın birinci plânına geçirdi ve bu da gittikçe daha had bir şekil altında oldu. Maatteessüf, yegâne iyi hal çaresini kabule imkân görülmedi: Gaye, daha az zararlı çarelerle elde edilebileceği zannına düşüldü. Avrupa’da yeni topraklar elde etmekten vazgeçip, bunu telâfi için dünyanın iktisadî surette fethini hülya etmek en son tahlilde zararlı olduğu kadar da ölçüsüz bir sanayileşme hareketine bizi götürmek zarurî idi.

 

Bu telâkkinin ilk neticesi – hem de en mühim neticesi – köylülerin hayat şartlarının zayıflaması oldu. Bu geri çekilme ile mepsuten mütenasip (doğru orantılı) olmak üzere, günden güne büyük şehirlerin proletaryası çoğalıyordu. Nihayet muvazene artık tamamen bozulmuş hale geldi.

 

İşte o zamandan itibaren zenginlerle fakirler arasında şedit bir ayrılık zuhur etti. İhtiyaç ile sefalet birbirlerine o kadar yakın surette yaşadılar ki, bu vaziyetin neticeleri bu yüzden çok daha hazin olmaktan başka bir şekilde kendilerini gösteremezlerdi. Müzayaka (yokluk) ve işsizlik insanları avuçlarına almaya başladılar; memnuniyetsizlik ve acılık hatıralarından başka bir şey bırakmadılar. Netice, sınıflar arasında siyasî rabıtanın (bağlantının) kesilmesi olmuştur gibi görünüyor.

 

Paranın saltanat sürmesi maatteessüf, paraya karşı en şiddetle dikilmesi icap eden otorite tarafından da tasdik ve kabul olundu: Haşmetpenah imparator, kendi maliye bayrağı altında asalet sınıfını bilhassa topladığı zaman müessif (esef edilecek) bir harekette bulunmuş oldu. Şüphesiz ki Bismarck’ın bile bu noktadaki tehditkâr tehlikeyi takdir etmemiş olduğunu, imparator lehinde hesaba katmak lâzımdır. Fakat böyle yapmakla, yüksek faziletler fiiliyatta para kıymetine boyun eğmiş oluyorlardı. Çünkü kan asaleti bir kere bu yolu tutunca, malî asalete yerini terk etmek mecburiyetinde kalacağı pek aşikâr idi. Malî muameleler muharebelerden çok daha kolaylıkla muvaffak olurlar.

 

İktisadî tefessühün (bozulmanın) mühim bir hadisesi şahsî mülkiyet hukukunun batî (yavaş) surette dağılması ve umumî iktisadiyatın tahvilâtlı sosyeteler mülkiyetine doğru tedricî bir yürüyüşü olmuştur. Ücretliler karşısında mülkiyetin terkedilişi ölçüsüz bir nisbet aldı, borsa muzaffer olmaya başladı ve ağır ağır, fakat muhakkak ve emin surette, milletin hayatını himayesi ve kontrolu altına aldı.

 

Alman servetinin beynelmilelleştirilmesi tahvilât usulü vasıtasıyla yoluna konulmuştu. Doğrusu aranırsa, Alman sanayiinin bir kısmı hâlâ bir azim ve karar ruhiyle, kendisini bu mukadderata karşı himayeye çalışıyordu. Fakat bu mücadeleyi kendisinin has ve en sadık şerikinin (ortağının) , Marksçılık hareketinin yardımıyla idare eden müstevli (istilâ eden) kapitalizm sisteminin müşterek hücumuna kurban bir halde nihayet mağlup düştü.

 

‘Ağır sanayi’ye karşı devam eden harp, Alman iktisadiyatının Marksçılık tarafından beynelmilel hale sokulmasının aşikâr bir başlangıcını teşkil etti ve Alman iktisadiyatı ancak bu Marksçılığın inkılâp esnasında elde ettiği zafer ile tamamen tahrip olunabildi.

 

Ben bu satırlları yazdığım sırada, Alman devletinin demiryolu şebekesine karşı umumî hücum nihayet muvaffak oldu. Bu şebeke artık beynelmilel maliyenin eline geçti. Bu yüzden, “beynelmilel” Sosyal Demokrasi, en mühim gayelerinden birine vâsıl olmuştu (S.146-148).

 

Hangi ırkın yahut hangi ırkların en iptida insan medeniyetini hâmil bulunduklarını ve binaenaleyh beşeriyet kelimesiyle anladığımız şeyi gerçekten tesis ettiklerini bilmek noktası üzerinde münakaşa etmek boş bir teşebbüstür. Meseleyi hale taallûk eden noktasında vaz etmek daha basittir. Bu noktada verilecek cevap da kolay ve açıktır. Bunun insan medeniyeti namına önümüzde bulunan şeylerin kâffesi, güzel sanat, ilim ve teknik mahsullerinin kâffesi, hemen hemen münhasıran ârîlerin yaratıcı faaliyetlerinin semeresidir. Bu vakıa, onların yüksek insaniyetinin yegâne müessisleri olduğu hükmünü haklı olarak vermeye bizim için imkân temin eder. Binaenaleyh, ‘insan’ adı altında anladığımız iptidaî tipi onlar temsil ederler. İrsî beşeriyetin Prométhé’sidir. Dehanın ilâhî kıvılcımı eskiden beri hep onun nurlu alnından fırlamıştır (S.184).

 

Bu dünyada halis ırk olmayan herşey, rüzgârın sürükleyip götürdüğü bir saman çöpünden ibarettir. Fakat tarihî vukuatların kâffesi, iyi manada olduğu gibi fena manada da, ırkın beka sevk-i tabiîsinin bir tezahüründen ibarettir.

 

Arîliğin hâkim ve faik ehemmiyetinin derin sebeplerinin neler olduğu sorulacak olursa, bu ehemmiyetin ârîlerde bir sevk-i tabiînin haiz olduğu kuvvet ve şiddetten ziyade tezahür etmesinin şeklinden ibaret olduğu yolunda bir cevap verilebilir (S.188).

 

Yahudî, ârî ile en bariz tezadı vücuda getirir. Dünyada belki başka hiçbir nev’i yoktur ki onda beka sevk-i tabiîsi güzide denilen kavimde olduğu kadar inkişaf etmiş olsun. Bunun en iyi delili bu ırkın zamanımıza kadar payidar kalmış olmasıdır. Son iki bin sene içinde, samimî istidatlarında, hareketlerinde ilk Yahudi kavmi kadar az değişmeye maruz kalmış bir kavim var mıdır? Yahudiler kadar hangi kavim büyük büyük inkılâplara karışmıştır? Böyle olmakla beraber, beşeriyeti zararlara uğratan muazzam felâketlerden onlar yine aynı halde çıkmışlardır. Bu vakıalar ne büyük ve mamütenahî derecede muannid (inatçı) bir yaşama iradesine, nev’i ikamede ne büyük bir sebata delâlet ediyorlar!

 

Yahudilerin fikrî melekeleri binlerce sene esnasında inkişaf etmişlerdir. Yahudi bugün “kurnaz” addediliyor. Fakat bir manaca o, her zaman kurnaz olmuştur. Fakat Yahudilerin zekâsı batınî bir tekâmülün neticesi değildir. Bu zekâ, ecnebilerin kendisine verdiği hayat dersinden istifade etmiştir. İnsan müfekkiresi, müteakib basamakları atlamadan, tam açılma derecesine kendiliğinden erişemez. Yükselmek için attığı her adımda, mazinin arzettiği temel üzerine istinad etmesi lâzımdır. Bu, kelimenin bütün şümullü (kapsamlı) manasıyla anlaşılmaktadır; yani, umumî medeniyetin arzettiği temele istinad etmek iktiza eder (gerekir).

 

…Yahudi, hiçbir zaman kendisine has bir medeniyetin sahibi mevkiinde bulunmamış olduğu için, onun fikrî mesaisinin temelleri daima başkaları tarafından temin edilmiştir. Zekâ ve idraki, daima etrafındaki medenî âlem mektebinde inkişaf etmiştir.

 

Bunun aksi hiçbir zaman vukua gelmemiştir.

 

Çünkü Yahudi’de kaba sevk-i tabiîsi daha zayıf değil, bilâkis sair kavimlerdekinden çok daha kudretli olmasına, fikrî melekeleri sair ırkların manevî mevhibelerinden (vergilerinden) hiç de geri kalmadığı intibaını kolayca verebilmekte olmasına rağmen, medeniyet verici bir kavim olmak için en esaslı mütekaddim (takaddüm etmiş – daha eski) şartı tatmin etmez: Yahudi’de idealizm yoktur (S.191-192).

 

Yahudilerin dinî mezhebi, evvelâ Yahudi kanının halisliğini idameye çalışan bir derstir ve Yahudilerin kendi aralarındaki münasebetlerini ve bilhassa dünyanın sair kısımlarıyla, yani Yahudilerin gayretleriyle besleyecekleri münasebetleri tanzim eden bir kanunnamedir. Fakat Yahudilerin gayrileriyle olan münasebetlerinde ahlâk meselesi değil, yalnız fevkalâde âdi ve hasis iktisadî meseleler mevzu-u bahis olmaktadır (S.195).

 

İlk Yahudiler Almanya’ya, Romalıların istilâsı anında gelmişlerdir ve, daima olduğu gibi tâcir sıfatıyla gelmişlerdir. Büyük muhaceretlerin tevlid ettiği altüst olmalar esnasında, Yahudiler zahiren ortadan kalkmışlardır ve bundan dolayıdır ki, ilk Cermen devletlerinin teşekkül ettikleri günler, Orta ve Şimalî Avrupa’nın yeni ve kat’î surette Yahudileşmesinin başlangıcı telâkki olunabilir. O zamandır ki Yahudiler ne vakit ârî kavimlerle karşılaştılarsa bir tekâmül başladı ve daima aynı halde yahut müşabih halde kaldı.

 

İlk sabit müesseseler doğar doğmaz Yahudi birdenbire orada meydana çıkar.  Tüccar sıfatıyla gelir ve başlangıçta, milliyetini gizlemeye pek ehemmiyet vermez. O hâlâ Yahudidir, belki de kısmen Yahudidir. Çünkü ırkının misafiri bulunduğu kavmin farkına delâlet eden haricî alâmetler henüz pek bârîzdir. Çünkü memleketin lisanını o zamanlar daha iyi bilmez, çünkü diğer kavmin millî vasıfları pek göze çarptıkları için Yahudi kendisini ecnebi tüccardan başka bir sıfatla ileri sürmeye cesaret etmez. Pek çok uysal olduğu ve kendisini kabul eden tecrübesiz bulunduğu için, Yahudilik vasfını muhafaza etmek ona hiçbir zarar vermez, hattâ birtakım muhassenat (üstünlük sebepleri) bile arzeder. Ecnebiye karşı mültefit davranabilir.

 

Yavaş yavaş, Yahudi iktisadî hayata sokulur. Fakat müstahsil sıfatıyla değil, mutavassıt sıfatıyla. Binlerce sene zarfında tecrübe ile inkişaf etmiş olan ticarî mahareti ona, henüz pek az yontulmuş bir halde bulunan, hudutsuz bir namuskârlığı haiz olan ârîlere karşı büyük bir üstünlük verir. O suretle ki az vakit içinde ticaret, onun inhisarı olmaya başlar. İptida para ikraz eder, her zaman olduğu gibi, murabahacı faizi alır. Fiiliyatta memlekete faizle parayı sunan odur. Bu yeniliğin teşkil ettiği tehlike iptida fark edilmez. Hattâ arzettiği muvakkat muhassenattan dolayı memnuniyetle kabul olunur.

 

Yahudi artık tamamen hazarî hale gelmiştir. Yani şehirlerde ve kasabalarda hususî bir mahalle işgal eder ve gittikçe kuvveti artmak üzere, devlet içinde bir devlet vücuda getirir. Ticareti ve para işlerini kendisine ait bir imtiyaz gibi telâkki eder ve bunları insafsızca istismar eyler.

 

Para işleri ve ticaret çok kere Yahudi’nin katî bir inhisarı haline girmiştir. İşbirliği, murabahacı faizleri nihayet bir mukavemet uyandırmaya başlar. Yahudi’nin tabiî küstahlığı şiddet kesbedince, nefret tevlid eder ve zenginliği kıskançlık doğurur. Yahudi, toprağı ve araziyi de kendi ticaret mevzuları arasına sokunca ve bunları satılır ve pazarlığa tâbi tutulur bir meta halinde tezlil edince (alçaltınca) tahammül taşar. Yahudi, hiçbir zaman toprağı kendisi ekip biçmediği ve ona gelir temin eden bir mal addetmediği ve yeni sahibinin en yüzsüzce taleplerine boyun eğmek şartiyle üzerinde köylünün oturmasına beis görmediği için, tahrik ettiği antipati, açıktan açığa bezgin olununcaya kadar ziyadeleşir. İstibdadı, hırsı ve tamaı o derece tahammül edilmez bir şekil alır ki, kanları emilmiş kurbanlar kendisine karşı fiilî tecavüze kalkarlar. Bu yabancıya daha yakından bakılmaya başlanır. Kendisinde gittikçe daha iğrenç vasıflar ve hal ve tavırlar farkedilir. Nihayet Yahudi ile ev sahipleri arasında aşılmaz bir uçurum vücut bulur.

 

Fakat bu vaziyet değişecekti. Bin seneden fazla bir zaman zarfında Yahudi kendisine misafirperverliği bahşeden bir kavmin lisanını o kadar mükemmel surette tasarruf etti ki, şimdi kendisinin Yahudi kaynağı üzerinde o kadar ısrar etmeyerek  ‘Almanlık vasfını’ birinci plâna çıkarmayı göze alabileceğini düşündü. Birdenbire bu iddia ne kadar gülünç ve manasız görünürse görünsün, o, “Cermen” ve binaenaleyh bugün Alman haline inkılâp etmek cesaretini kendinde bulur. İşte bunun üzerine tasavvur edilebilecek en habis iğfallerden biri vücuda geldi. Yahudi, bir Almanı vücuda getiren vasıflardan yalnız onun dilini, hem de çok fena bir surette, almış olmaktan başka bir şeye malik olmadığı vesair hususlarda hiçbir zaman Alman nüfusuyla kaynaşmadığı için, onun Almanlıktan bütün nasibi konuştuğu lisana münhasır kalmıştır. Hâlbuki ırkı vücuda getiren şey dil değildir, kandır…(S.196-199).

 

Bu andan itibaren, amelenin vazifesi, Yahudi kavminin istikbali için cidal etmektir (savaşmaktır). Amele, farkında olmadan, yıkmakta olduğunu zannettiği kudretin hizmetinde bulunur. Amele zahiren sermayeye hücuma sevkediliyor. İşte sermaye lehinde onu en kolaylıkla böyle boğuşturuyorlar. Aynı zamanda, daima beynelmilel sermaye aleyhinde bağırıyor. Fakat hakikatte düşünülen şey, millî iktisattır. Millî iktisat, nâşı (cesedi) üzerinde beynelmilel borsa muzaffer olabilmek için, yıkılmak lâzımdır.

 

Bakınız Yahudi bu maksadı temine nasıl çalışıyor:

 

Ameleye sokuluyor, mukadderatına acımış, hattâ hissesine düşen sefaletten isyan duymuş gibi riyakârlık gösteriyor. Bu suretle amelenin itimadını kazanıyor. Amele hayatının tazammun ettiği bütün hakîkî veya hayalî mihnetleri (zahmetleri) tetkike ve amelede hayat şartlarını tadil için şiddetli bir arzu uyandırmaya çalışıyor. Bir ârînin kalbinde daima uyuklayan sosyal adalet ihtiyacını Yahudi maharetle tahrik ederek nihayet ona daha talihli bir mukadderattan müstefid olanlara karşı bir kin haline kalbediyor ve sosyal fenalıklar aleyhinde açılmış kavgaya sarih bir felsefî manzara veriyor; Marks mezhebinin temellerini atıyor(S.204).

 

İşte 1914 Ağustos’unda muharebe meydanına hücuma azmetmiş bir kavim, koşmadı. Bu, ancak Marksçı sulhperver mezheplerinin kavmimizi tehdid eden felc ilerlemelerine karşı millî beka sevk-i tabiîsinin son bir çırpınması idi…(S.211).

 

Marksçılık, yıkıcı emellerini dolambaçlı surette takip ederek, mahva azmettiği millî ruhun teveccühünü kazanmaya muvaffak olmadığı müddetçe demokrasi ile birlikte yürüyecektir. Fakat, eğer bizim parlamentocu demokrasinin sihirbaz kazanı içinde, yalnız teşriî heyette bile olsa, Marksçılığa ciddî surette hücum edecek bir ekseriyet pişebileceğine kanaat getirirse, o zaman parlamentocu hokkabazlık oyunları derhal nihayet bulur. O zaman, kızın enternasyonalin bayrakları, demokratik şuura edecek yerde, proleterya kitlelerine ateşli bir müracaatta bulunacaklardır; kavga birdenbire parlamentoların durgun salonlarının havası içinden fabrikalara ve sokağa intikal edecektir. Bu surette, demokrasi derhal tasfiye olunacaktır. Parlamentolarda bu halk havarilerinin uysal müttefiklerinin yapamadığı iş, tahrik edilmiş proletarya kitlelerinin çekiçleriyle halledilecektir. Tıpkı 1918 sonbaharında olduğu gibi, proletarya kitleleri dünyanın Yahudiler tarafından fethi keyfiyetini Garp demokrasisinin malik olduğu vasıtalarla durdurmayı düşünmenin ne kadar saçma bir iş olduğunu parlak bir surette burjuva âlemine göstereceklerdir (S.241).

 

İman insanı hayvanî ve sakin bir hayatın üstüne çıkarmaya yardım ettiği gibi varlığını takviye ve temin etmeye de hizmet eyler. Şimdiki beşeriyetten terbiye ile teyit edilmiş bulunan, amelî bakımdan ahlâk ve hüsnühal prensipleri olan dinî prensipler kaldırılsın; dinî terbiye ilga edilip de yerine buna muadil olacak bir şey konmasın; o zaman, bunun neticeleri kendi varlığının temellerinin derin bir sarsıntısı şekli altında görülecektir…

 

Tabiîdir ki ‘dinî’ kelimesinin tamamen umumî tarifinde esaslı mefhumlar yahut kanatlar mündemiçtir. Meselâ ruhun ölmezliği, ebedî hayat, yüksek bir varlığın mevcudiyeti… gibi kanaatlar. Fakat bütün bu düşünceler, ferde ne kadar kanaat verirlerse versinler, onun tenkidî bir suretle tetkikine maruz bulunurlar. Nihayet bir gün gelir ki iman, hissiyat ve akıl üzerinde kanun kuvvetini iktisap eder. İmana gedik açan, dinî telâkkilerin tanınmasına yol hazırlayan âlettir.

 

Sarih bir akide olmadan dindarlık hissi, iyi tarif edilmemiş olan bin türlü şekille, insan hayatı için sadece kıymetsiz olarak kalmaz, umumî perişanlığı da artırır.

 

Völkisch (ırkçı) vasfı hakkında da ‘dinî’ vasfı hakkında söylenen şeyler söylenebilir. O da muhtelif esaslı mefhumları muhtevidir (içerir). Fakat bunlar çok büyük ehemmiyeti haiz olmakla beraber, o kadar taayyün edilmemiş (belirginleşmemiş) şekiller altında bulunmaktadırlar ki, alelâde bir kabul edilmiş fikir seviyesi üstüne yüklenebilmeleri için bir siyasî partinin kadrosu içinde esaslı prensip olarak göz önüne alınmaları lâzımdır…

 

…Bir siyasî program, umumî mefhumlardan hareket edilerek inşa edilmelidir. Muayyen bir siyasî mezhep bir felsefî sistem üzerine kurulmalıdır… Beynelmilel Marksçılık da zaten mevcut umumî bir felsefi telâkkinin Yahudi Karl Marx tarafından sarih bir siyasî mezhebe kalbedilmesinden başka bir şey değildir. Evvelce bu zehirlenme keyfiyeti olmasa idi bu mezhebin harikulâde siyasî muvaffakiyeti imkân dairesine girmezdi. Karl Marx, sadece, çürümüş bir dünyanın bataklığı içinde bir peygamber gözünün isabeti ile bilhassa zehirli olan maddeleri tanıyan yegâne adam olmuştur. O, bu maddeleri yakaladı ve bir sihirbaz gibi onları bu dünyanın hür milletinin müstakil hayatlarının mahvı için azîm (büyük) miktarda kullandı. Ve bütün bunları da kendi ırkının lehine yaptı(S. 243 – 245) . Son asır esnasında “Cermenleştirmek” kelimesinin çok kere gayet iyi bir niyetle, ne kadar boş yere kullanıldığını görmek, esef edilecek bir keyfiyettir. Gençliğimde, bu tâbirin inanılmayacak kadar yanlış birçok fikirler telkin ettiğini hâlâ hatırlıyorum. O zamanlar, tâ panjermanist muhitlerde bile, Avusturya Almanlarının, hükûmetin yardımıyla, Avusturya Slavlarını Cermenleştirebilecekleri mütalâasının dermeyan edildiği işitiliyordu. Cermenleşmenin hiçbir zaman insanlara tatbik edilemeyeceğini, yalnız toprağa tatbiki kabil olduğunu kat’îyen anlamıyorlardı. Umumiyetle, bir kelimeden anlaşılan mana, Alman dilini cebren kabul ve alenî surette istimal ettirmekten ibaretti. Bir zenciye yahut bir Çinliye Almanca öğreterek ve artık dilimizle konuşmasını ve belki de bir Alman siyasî partisi lehinde rey vermesini temin ederek onu bir Alman yapmak kabil olabileceğini düşünmek, akıl ve hayale sığmaz bir muhakeme hatasına düşmektir. Bizim nasyonal burjuvalarımız bu yoldaki Cermenleştirmelerin hakikatten Cermenlikten çıkmak demek olduğunu görmüyorlardı…

 

Fakat millî denilen muhitler yalnız Avusturya’da değil, Almanya’da da aynı derecede yanlış muhakemelere tâbi oldular ve bugün de tâbi olmaktadırlar. Birçok Alman tarafından talep edilen Lehistan politikası, Şark’ın Cermenleştirilmesine meyyaldir. Bu siyaset de, maatteessüf buna benzer bir safsataya istinat ediyordu. Orada da Leh unsurlarına sadece Alman dilini zorla kabul ettirmekle onları Cermenleştirmeye muvaffak olacaklarını ümit ediyorlardı.

 

Amerikalıların cehaletleri hasebiyle, memleketlerine gelen murdar Yahudileri o berbat Almancalarına bakarak Alman ırkından zannetmeleri yüzünden Alman ırkına gelen zararı düşünmek, insana kâfi derecede dehşet vermiyor mu? Halbuki, Şark’tan gelmiş bu kitle içindeki pis muhacirlerin çok kere Almanca konuşmaları gibi sırf ârızî ve tesadüfî bir halin onların Alman kaynağından çıktıklarını ve hakikaten kavmimize dahil bulunduklarını ispat edebilmesi kimsenin aklına gelmeyecektir(S.248-250).

 

…Bilhassa bir sporu, boksu, hiç ihmal etmeye gelmez. Hâlbuki bu spor bir sürü gûya “ırkçı”lar zararında kaba ve âmiyane (âdice) bir şeydir. Bu hususta “kültürlü” muhitlerde ne kadar yanlış fikir ve mütalâaların intişar etmiş olduğu tasavvur edilemez. Delikanlı eskrim öğrensin, sonra zamanını düello etmekle geçirsin, işte bu, tabiî ve muhterem görülüyor da boks behembal kaba oluyor! Niçin? Bunun kadar kavgacılık ruhunu inkişaf ettiren, şimşek kadar serî kararlar vermeye lüzum gösteren ve bedene çelik yumuşaklığını ve sertliğini veren hiçbir spor yoktur. Gençler için bir fikir ihtilâfından doğmuş bir kavgayı yumrukla halletmek, iyice bilenmiş iki kılıç ile halletmekten daha vahşiyane değildir. Hücuma uğramış bir adamın, mütecavizleri yumruklarıyla defetmesi, kaçıp da polisi imdadına çağırmasından daha zelilâne (hakirane, alçakça) değildir (S.263).

 

Bütün neferleri birer general olan bir ordu, hepsi de general istidat ve kabiliyetlerine malik olsalar bile ne işe yarar? Bunun gibi, saf “mümtaz ve güzide kimseleri cem edecek bir parti, bir mezhebin müdafaası uğrunda ne fayda temin eder? Hayır, alelâde neferlere de ihtiyaç vardır. Böyle olmazsa, dâhilî bir disiplin elde etmeye imkân bulunmaz.

 

Bir teşkilât, mahiyeti itibariyle, ancak zeki ve yüksek emir ve kumanda ile payidar olabilir. Buna, daha ziyade hissiyatın rehberlik ettiği kitlenin hizmet etmesi icap eder. Zeki oldukları kadar da iktidarlı iki yüz kişiden mürekkep bir heyet, zamanla, nihayet daha az kabiliyetli yüz doksan adamı ile yüksek terbiye ve tahsilli on kişiden mürekkep bir heyetten daha zor sevk ve idare edilebilir bir hale gelir.

 

Sosyal demokrasi bu halden büyük bir istifade temin etmiştir. Halk tabakasına mensup olup askerlik hizmetinden yeni kurtulmuş bulunan hadsiz hesapsız insanlar üzerine hâkimiyetini teşmil işi, onlara ordu disiplini kadar sıkı bir disiplin tahmil eyledi. Sosyal demokrasi teşkilâtında da zabitler ve neferler vardır. Alman amelesi, askerliği terk edince nefer, Yahudi münevver ise zabit oluyordu. Sendika müstahdemleri hemen hemen küçük zabitlere muadil bir heyet vücuda getiriyorlardı. Sizin burjuvanıza her zaman baş silktiren şey, yani yalnız cahil denilen kitlelerin Marksçılığa girmeleri keyfiyeti, hakikatte Marksçılığın muvaffakiyetinin ilk şartını vücuda getiriyordu. Burjuva partileri, o yeknesak münevverlikleri içinde disiplinsiz ve bir fiil ve harekete geçmekten âcîz bir kitle vücuda getirdikleri halde Marksçılık daha az münevver bir insan malzemesi ile mücahit bir ordu teşkil ediyordu ve bu ordu vaktiyle Alman zabitlerine nasıl körü körüne itaat etmişlerse, şimdi de Yahudi şefe itaat gösteriyordu. Psikoloji meseleleriyle hiçbir zaman ciddî surette meşgul olmamış Alman burjuvazisi, … Bilâkis, taraftarlarını sırf “münevver” muhitlerden toplayan siyasî bir hareketin bu yüksek, daha çok kıymeti haiz bulunduğunu ve iktidar mevkiine erişmek hususunda kültürsüz kitleye nispette daha çok şansları olduğunu zannetti. Hiçbir zaman anlaşılmadı ki, bir siyasî partinin kuvveti, katiyyen azalarının her birinin zekâsında ve fikrî istiklâlinde değildir, daha ziyade azanın manevî kumandayı takip hususunda gösterdikleri itaat ve disiplin ruhundadır. Katî ve müessir olan şey, bizzat şeflerdir. İki kuvvet karşılaştıkları zaman zafer, askerlerinden her birinin en fazla strateji tahsili almış olduğu tarafta tecelli etmez. En iyi kumanda ve en çok disiplinli, en körü körüne itaatli, en çok temkinli efrad hangi tarafta ise o muzaffer olur…(S.293-294).

 

Bize, Berlin’in Nasyonal Sosyalist bir gazetesinin yaptığı gibi bizzat Marksçılığın, edebiyatı ile ve bilhassa Karl Marx’ın en başlı eserinin icra ettiği tesir ve nüfuz ile bu iddianın aksini ispat ettiğini söylemesinler. Yanlış bir dava uğurunda hiçbir zaman bu kadar sathî bir delil ileri sürülmemiştir. Marksçılığa tesir ve nüfuzu temin eden şey, hiç te Yahudi mütefekkirinin gayretlerinin yazı vasıtasıyla ifade edilen mahsulü değildir, bilâkis, seneler esnasında amele kitlelerini ele geçirmiş olan o harikulâde şifahî propaganda dalgasıdır. Yüz bin Alman amelesi içinde, vasati olarak, yüz tanesi görülmez ki Karl Marks’ın bu eserini bilsin. O eser, proleter kalabalığı içinde bu hareketin taraflarından ziyade, münevverler ve bilhassa Yahudiler tarafından bin kere daha fazla tetkik ve tetebbu olunmuştur.

 

Filhakika, bu eser hiçbir zaman büyük kitleler için yazılmamıştır; münhasıran dünyayı fethedecek Yahudi makinesini idare eden ekip için yazılmıştır. Sonra, bütün bütün mahrukat (yakacak) ile yani matbuat ile o makineyi ısıttılar. Çünkü Marksçı matbuatı bizim burjuva matbuatımızdan ayıran şey budur. Marksçı matbuatta propagandacılar yazı yazarlar. Burjuva matbuat ise kendi propagandasını muharrirlere tevdi ederler. Yazı odasına hemen daima bir tetebüden çıktıktan sonra adı sanı bilinmez sosyalist muharrir, hitap ettiği âlemi herkesten iyi tanır. Fakat yazı odasından çıkıp büyük halk kitlesi ile karşılaşan burjuva kâtip, bu kitlenin yalnız kokusunu duyunca hastalanır. Yazı dilini kullandığı zaman ne kadar âciz ise, söz söylemekten de o kadar âciz kalır (S.304).

 

Bizim Alman mütefekkirleri, amelî ruhtan o kat’î mahrumiyetleri ile, zannediyorlar ki bir muharririn behemehal bir hatipten ziyade zekâ ve dirayete malik olması lâzımdır. Bu fikir ve mütalâayı bahsi geçen Nasyonal gazetenin bir makalesi pek hoş bir surette ortaya koymaktadır. Bu gazete, büyük şöhreti haiz bir hatibin nutukları okunduğu zaman, çok kere hayal sukutu hasıl olduğunu yazıyordu.

 

Bu bana, harp esnasında elime geçen başka bir tenkidi hatırlatıyor. Bu tenkit, o zaman sadece Mühimmat Nâzırı olan Lloyd George’un nutuklarını pertavsız (büyüteç) ile tetkik ederek ahlâkî ve ilmî bakımdan bunların ikinci derecede şeyler oldukları ve adî, âmiyane sözlerden ibaret bulundukları neticesine varıyordu. Sonraları bu nutuklardan bazılarını broşür şeklinde elime geçirdim. Bizim Alman kalem şövalyesinin bu psikoloji şaheserleri ve halk kitlelerinin ruhları üzerinde tesir yapmak sanatı karşısında bu derece anlayışsız kalmasından dolayı kahkahalarla güldüm. Bu adam bu nutuklar hakkında sırf kendi bezgin müfekkiresi üzerinde hasıl ettiği tesir bakımından bir hüküm veriyordu. Halbuki büyük İngiliz demagogu nutuklarını sırf dinleyicilerinin kitlesi üzerinde ve daha geniş bir mana ile, bütün aşağı tabakadan İngilizler üzerinde, azamî bir tesir yapmak gayesiyle tertip etmişti. Bu nokta-i nazardan İngiliz nutukları birer şaheserdi. Çünkü halkın derin tabakalarının ruhu hakkında şaşılacak bir vukufa şahadet ediyorlardı. Onun içindir ki tesisleri muazzam olmuştur.

 

Bir Bethmann Holweg’in kekelemeleri ile nutuklar bir mukayese edilsin! Zahiren, onun nutukları şüphesiz ki daha ince idiler. Fakat hakikatte bu adamın hiç tanımadığı kavmine hitap etmekten âciz bulunduğunu gösteriyorlardı. Mamafih, bir Alman yazıcısı kuş beyni ile İngiliz nâzırının zekâ ve dirayetini, kitleler üzerinde tesir yapmak için hesap edilmiş o nutuklarını, bilgi fazlalığından korumuş olan kendi ruhu üzerinde yaptıkları tesir ile ölçmeye kalktı ve zarifane gevezelikleri kendisinde daha iyi bir saha bulan bir Alman devlet adamının zekâ ve dirayeli ile mukayese etti. Lloyd George, dehası itibariyle Bethmann-Holweg’e müsavi olmak değil, ondan bin defa daha üstün olduğunu nutuklarına karşı kavminin kalbini açacak şekil ve ifadeyi vermekle ispat etti. Bunlar, kendi iradesine kavminin ve şartsız itaat etmesini temin eylediler. Bu İngiliz büyük kabiliyet ve iktidarını ispat eden şey, iptidaî lisanı, ifadelerinin basit şekli, sade ve anlaşılması kolay misallerin istimalidir. Çünkü bir devlet adamının kavmine karşı irat ettiği nutku bir üniversite profesörü üzerinde hasıl edeceği tesir ile değil, bizzat kavim üzerinde yapacağı tesis ile ölçmelidir. Bir hatîbin dehasının ölçüsünü yalnız bu miyar temin eder(S.306-307).

 

…Komünist Partisi dostlarımız çok kere, bize hakikî birer müfreze halinde geldiler. Kendilerine o akşam her tarafı parçalamak ve bu meseleye artık nihayet vermek yolunda talimat verilmiş bulunuyordu. Çok kere, bütün bunların vukua gelmesine kıl kaldı. Yalnız bizim idare heyetinin hudutsuz enerjisi ve kendi zabıtamızın sert cidal kabiliyetidir ki, muarızlarımızın emel ve tasavvurlarına set çekmiştir. Bize karşı galeyana gelmek için her türlü sebepler mevcuttu.

 

Bizim duvar ilânlarımızın kızıl rengi bile onları içtima salonlarımıza celbediyordu. Bolşeviklerin kızıl rengine müracaat ettiğimiz vakit alelâde burjuva dehşet içinde kaldı ve bunu pek şüpheli bir şey gibi telâkki etti. Nasyonal Almanlar bizim esas itibariyle bir nevi Marksçılık müdafaa ettiğimizi, tohum halinde birer sosyalist olduğumuzu işar ediyordu(yazı ile bildiriyordu). Çünkü bu kalın kafalar o güne kadar hakikî sosyalizm ile Marksçılık arasındaki farkı anlayamamışlardı. Bilhassa, içtimalarımızda ’Madamlar ve Mösyöler’e hitap etmeyip sadece ‘vatandaşlar’a hitap ettiğimizi ve birbirimize bir parti arkadaşı muamelesi ettiğimizi anlayınca, muarızlarımızdan çoğu kişi Marksçı zannettiler. Çok kere, tavşan postuna girmiş bu ahmak burjuvaların paniğine kahkahalarla güldük. Kaynağımız, niyetlerimiz, gayemiz hakkında bir muamma gibi kafa patlatılmasına güldük.

 

Duvar ilânlarımız için kızıl rengi uzun uzun esaslı ve sağlam surette düşündükten sonra sol taraf mensuplarını hiddetlerinden köpürtmek, onların nefret ve galeyanlarını tahrik etmek, onları hiç olmazsa sabotaj yapmak fikriyle içtimalarımıza gelmeye mecbur bırakmak için tercih ettik. Çünkü sözlerimizi bu adamlara duyurmanın yegâne şekli bu idi.

 

…İptida (önce), taraftarlarına bize hiç ehemmiyet atfetmemek ve içtimalarımıza gitmemek emrini verdiler. Bu yasağa umumiyetle riayet edildi. Fakat yavaş yavaş, içlerinden bazıları memnuniyete (yasağa) rağmen içtimalarımıza geldi ve adetleri, yavaş yavaş da olsa, artmaya meyleylediği, mezhebimizin üzerlerinde tesir yaptığı göze çarptığı zaman şefler yavaş yavaş sinirlendiler, endişeye düştüler(S.311).

 

Kavminin çektiği azap ve sıkıntı hakkında esaslı malûmat sahibi bir adam çıkıp da, neden ıstırap çekildiğini pekâlâ bildiği için, onu teskine ciddî surette teşebbüs etti mi, erişilecek gayesi tespit ve buna götürebilecek yolu tercih eder etmez, dar, hattâ bazan pek dar kafalar halkın nazarını kendisine celbe muvaffak olmuş bu adamın hareketlerini dikkatli bir surette nezaret altında tutacaklardır. Ben bu adamlara her şeyden alâkalarını kesen, fakat küçük bir ekmek parçası bulmaya muvaffak olmuş arkadaşı uzun uzun ve büyük bir dikkat ile tetkik eyleyen serçelere teşbih ederim. Hiç beklemediği bir zamanda, birdenbire, elinde bunu alırlar.

 

İşte bir adam ki yeni bir yol tutuyor: Derhal, bu yolun sonunda bulmayı ümit ettikleri bir ganimet veya nimet peşinde dolaşan bir takım işsiz güçsüz, haylazlar peyda olurlar.

 

Bunlar, başka bir yolun nerede bulunabileceğini tahmin eder etmez kendilerini, kabilse, gayeye daha sür’atle eriştirebilecek başka bir adam aramaya hararetle teşebbüs ederler.

 

Eğer yeni hareket esaslı bir şey ise ve güzelce muayyen bir program kararlaştırmışsa, o zaman, aynı gaye uğurunda cidal ettiklerini (savaştıklarını) iddia eyleyen bu cins adamlar peyda olurlar. Fakat Allah esirgesin, onlar mevzu-u bahis olan hareketin safları arasına mertçe girmekten ve onun takaddümünü (önceliğini) teslim etmekten müçteniptirler (içtinap ederler – kaçınırlar). Bilâkis onun programını çalarlar ve onun üstünde, kendi hesaplarına, yeni bir parti tesis ederler.

 

Bundan başka, iyi malûmat almamış bulunan çağdaşlarına, kendilerinin de öteki parti gibi aynı şeyi istemiş olduklarını ve ondan çok evvel buna teşebbüs ettiklerini iddia edecek kadar da yüzsüzdürler. Bu suretle, umumî istihkar (hakir görme) altında pek haklı olarak ezilip gidecek yerde bilâkis müsait bir ziya altında kendilerini göstermeye muvaffak olurlar.

 

Yüzsüzlük bilhassa şunda kendini gösteriyor: Yeni bir parti teşkil etmek suretiyle bir ayrılma sebebi teşkil etmiş olan bu unsurlar(tecrübemizle biliyoruz), ittihat ve vahdet lüzumundan bahsederler. Hem bunu muarızın (itiraz edenin) arkasından yetişmenin hakikaten imkânsız olduğu anlaşıldığı bir zamanda yaparlar.

 

İşte ırkçıların parça parça dağılmaları bu suretle vukua geliyor. Herhalde, 1918’de ve 1919’da ‘ırkçı’ adını taşıyan birtakım gruplar, partiler ilk, bir silsile halinde tesis edilmişlerdi ve müessislerin bunda hiç mesuliyetleri olmamıştı. Sırf vukuatların inkişafı neticesinde bu vaziyet tahaddüs etmişti (vâki olmuştu). İçlerinden biri ağır ağır tebellür etmiş ve 1920’den itibaren gayet güzel muvaffakiyetler elde etmişti. Bu, Nasyonal-Sosyalist, Demokratik İşçi Partisi idi(NSDAP). Müessislerin esaslı mertliklerini şu vâkıa gayet parlak surette ispat ediyor: İş başında bulunanların eserini daha az bir muvaffakiyet ihtimali arzeder gibi görünen kendi hareketlerini fesih ve hiç kayıtsız şartsız diğer harekete kalp ve ilhak ederek fedakârlıkta bulunmaya kendi kendilerinden karar vermek gibi cidden hayran kalınacak bir iş yaptılar.

 

Bu sözler bilhassa Julius Streicher hakkındadır(226) . O, partinin en yaşlı mücahididir. Nürnberg’te o zaman bunun adı, Alman Sosyalist Partisi (D.S.P.) idi.  N.S.D.A.P. ile D.S.P. birbirlerinden tamamen müstakil surette teşekkül etmişlerdi. Fakat gayeleri aynı idi. D.S.P.’nin en yaşlı şampiyonu, şimdi söylediğim gibi, Nürnberg’te profesör bulunan Julius Streicher idi. Başlangıçta o da vazifesinin kutsal vasfına ve hareketinin istikbaline iman getirmiş bulunuyordu.

 

N.S.D.A.P.’nin kuvvet itibariyle üstünlüğünü idrâk eder etmez D.S.P. lehine ve Wergemeinschaft (Amele Cemiyeti) lehine olarak türlü türlü faaliyetten vazgeçti ve taraftarlarını D.S.D.A.P’nin safları arasına girmeye mecbur etti…

 

Evvelce ne kendilerine has fikirlere, ne de kendilerine has gayelere malik olmayan haris-i cah (mevki hırsına sahip) bir takım insanlar N.S.A.P’nin muvaffakiyetlerinin artık inkâr kabul etmez bir hal aldığını görünce, tam bu dakikada, birdenbire içlerinde bir “istidat” hissediyorlardı.

 

Birdenbire, ortaya birtakım programlar çıktı ki tamamen bizimkinden kopya edilmişlerdi. Bizden alınmış fikirler müdafaa ediliyor, senelerden beri uğurunda mücadele etmiş olduğumuz gayelerden bahsolunuyor, N.S.D.A.P’nin çoktan beri takip etmekte olduğu yollar tutuluyordu… (S.329-331).

 

Eski devletin kuvveti başlıca üç sütun üzerine istinad ediyordu: Monarşik şekil, idare memurları heyeti ve ordu 1918 inkılâbı devletin şeklini kaldırdı, orduyu dağıttı ve memurlar heyetini partilerin ifsat ve irtikâbına terk etti. Denetim otoritesi denilen şeyin direkleri bu suretle yıkılmış bulunuyordu.

 

Otoritenin istinat ettiği birinci temel daima halk nezdindeki mergubiyettir (rağbettir). Mamafih yalnız buna istinat eden bir otorite yine son derece zayıf sayılır. Emniyeti ve istikrarı meşkûktür (şüphelidir). Onun için otoritelerini ancak halk nezdindeki rağbetlerinden alabilir. Bunun temelini genişletmeye ve bunun için de hükûmet nüfuz ve kudretini kuvvetli surette tesis etmeye mecburdurlar. Binaenaleyh, her otoritenin ikinci temelini iktidar ve nüfuzda görüyoruz.

 

Bu otorite birincisinden hüküm derecede daha müstakar ve daha emindir. Fakat hiç de gürbüz değildir. Eğer halk nezdinde muhabbet ile kuvvet birleşirse, bir müddet müttehit bir halde edebilirse, o zaman, daha sağlam temeller üzerinde yeni bir otorite, ananenin otoritesi teşekkül edebilirdi. Nihayet, halk nezdinde muhabbet, kuvvet ve anane birleştiği takdirde, bundan çıkan otorite sarsılmaz gibi telâkki olunabilir.

 

İnkılâp, bu üç yardımı imkânsız hale soktu. Ananeden her türlü otoriteyi çekip aldı. Eski imparatorluğun yıkılması, eski hükûmet şeklinin bir kenara atılması, eski hükümranlık alâmetlerinin ve imparatorluk timsallerinin imhası ile anane, birdenbire yırtıldı. Bundan dolayı devlet otoritesi gayet şiddetli surette sarsıldı.

 

Hattâ devlet otoritesinin ikinci sütunu bile artık mevcut değildir. İnkılâp yapabilmek için devletin teşkilâtlı kuvvet ve kudretinin müşahhas misalini, yani orduyu fethetmek mecburiyeti hissedilmişti. Evet, ordunun kemirilmiş enkazını bile inkılâba mücadeleler unsuru olarak kullanmak lâzım geldi.

 

Cephe orduları ihtimal ki aynı derecede mücrim bir mevkie düşmemişlerdi. Fakat dört buçuk sene kahramanca harb etmiş oldukları yerlerden uzaklaşınca onları maksad-ı re’sin (başlıca amacın) inhilâl hamızları (eritme asitleri) gittikçe daha fazla nispette kemirdiler. Nihayet, terhis merkezlerine vâsıl olunca itaat tanımaz oldular. Nefer şûralarına sözde o ihtiyarî (isteğe göre) itaat işte bu idi.

 

Herhalde askerlik hizmetini günde sekiz saatlik bir hizmet gibi telâkki eden bu âsiler üzerinde hiçbir otorite istinad ettirilemezdi. Artık ikinci unsur, otoritenin sağlamlığını her şeyden evvel temin eden şey de aynı  surette bertaraf edilmiş oldu. İnkılâp artık ilk unsuru, yani halk nezdinde muhabbeti muhafaza ediyordu. Otoritesini bunun üzerine oturtabildi. Hâlbuki bu temel harikulâde emniyetsizlikler arzediyordu. Şüphesiz ki inkılâp bir darbede eski devlet binasını yıkmaya muvaffak oldu. Fakat ahvalin derinliğine göz gezdirilecek olursa teslim etmek icap eder ki bu netice, ancak kavmimizin normal muvazenesinin samimî bünyesinin daha evvel harp tarafından kemirilmiş olması hasebiyle elde edilmiştir.

 

Hey’et-i mecmuasıyla göz önünde tutulan her kavim, üç büyük sınıf halinde bir varlık arzeder.

 

Bir taraftan, en yüksek bir grup ki vatandaşların güzidelerinden mürekkeptir, iyidir, bütün faziletlerle mücehhezdir (donatılmıştır) ve hepsinin üstünde de, cesaret ve fedakârlık ruhu ile dikkate şayandır. Buna zıt olarak diğer uçta bir grup vardır ki, en kötü insanlardan mürekkeptir; içinde bütün hodgâm (bencil) sevk-i tabiîlerinin ve bütün fazihatlerin (ayıpların) mevcudiyeti yüzünden menfur (nefret edilen) bir vasfı haizdır. İki uçtaki bu iki grup arasında üçüncü sınıf vardır ki büyük ve geniş orta sınıftır. Ne birincisinin parlak kahramanlığına, ne ikincisinin âmiyane ve caniyane zihniyetine iştirak etmez. Söylemek icap eder ki bir hey’etin yükselme devreleri, münhasıran en iyi vatandaşlardan mürekkep en son sınıfın gayret ve hamleleriyle husule gelirler.

 

Normal ve muntazam inkişafın yahut basit bir hal devresinin orta sınıflara hâkim oldukları zaman husule geldikleri ve devam ettikleri görülür. Bu sırada müfrit sınıflar kımıldamazlar yahut yükselmezler.

 

Bir sosyal hey’etin yıkılma devreleri en fena unsurların hükûmete gelmeleri üzerine tahaddüs eder(hasıl olur).

 

Bu bakımdan, dikkate şayandır ki, büyük kitle yahut orta sınıf – ona bu tâbiri vereceğim – ancak iki müfrit sınıf bir mücadele içinde birbirleriyle çarpıştıkları zaman kendisini gösterebilir. Bu büyük kitlenin daima, müfrit, müfrit partilerden birinin zaferinden sonra, galiba cemîlekâr bir surette inkıyad arzetmesi dikkate şayandır. Eğer en iyileri galip gelmişlerse, onların icraatına mümanaat etmeyecektir(karşı koymayacaktır). Çünkü merkez kitlesi hiçbir zaman cidale girişmez.

 

Dört büyük sene, yalnız müfrit grupların en ileri muharebe meydanlarında müthiş surette zaiyata uğramakla kalmamışlardı. Fenaların grubu da aynı müddet zarfından harikulâde bir surette masun kalmıştı.

 

Binaenaleyh, harbin sonu şu tabloyu arzediyordu :

 

Milletin kalabalık orta sınıfı kendi kan vergisini muntazam surette ödemişti. En iyilerden mürekkep müfrit sınıf nûmune teşkil edecek bir kahramanlıkla hemen hemen kendini feda etmiş bulunuyordu.

 

Fenalardan mürekkep müfrit sınıf bir taraftan manasız kanunlardan diğer taraftan askerî kanunun gayrikâfi surette tatbikinden yardım görerek, maatteessüf, tam bir halde mevcut duruyordu.

 

Sosyal bedenimizin gayet iyi muhafaza edilen bu murdar parçası, o zaman inkilâbı yaptı. Bunu ancak memleketin en iyi unsurlarından mürekkep ileri parçasının artık mümanaat edemeyecek (karşı koymayacak) halde bulunması sayesinde yaptı: Çünkü o parça ölmüştür. Binaenaleyh, Alman inkılâbına ‘halkçı’ sıfatını verirken pek büyük bir itirazî kayıt dermeyan etmek lâzımdır. Bu kabil cinayeti bizzat Alman kavmi irtikâp etmiştir. Onu yapanlar asker kaçaklarından, pezevenklerden, ilh… Mürekkep muzlim (kara, uğursuz) eclâf (edepsiz, yüzsüz) ve eşirradan (en kötü kimselerden) ibarettir.

 

Cephelerdeki kanlı mücadelenin bitmesini selâmlıyorlardı. Doğdukları memleketin topraklarında tekrar dolaşabilmekten, karılarına ve çocuklarına kavuşmaktan memnun oluyorlardı. Fakat onların inkılâp ile hiç müşterek noktaları yoktu. İnkılâbı sevmiyorlardı. Hele müşevviklerini (teşvik edenleri), teşkilâtçılarını hiç sevmiyorlardı. En çetin mücadelelerle devam eden dört buçuk sene esnasında, onlar parti sırtlanlarını unutmuşlardı. Partileri terkip eden heriflerin hepsi kendileri için yabancı adamlar olmuşlardı. İnkılâp Alman kavminin yalnız küçük bir kısmında gerçekten hafifçe sevilmişti… Onlar inkılâbı, birçok kişinin hâlâ düştükleri hatâ gibi, haddizatında sevmiyorlardı. Arzettiği imkânlardan dolayı seviyorlardı. Fakat yalnız halkça mergup olmak (istenilen, sevilen olmak) bu Marksçı haydutlarda otoriteyi uzun müddet muhafaza için kâfi gelmiyordu. Buna rağmen, genç cumhuriyet kısa bir kargaşalık devresinden sonra yeniden kısas kanunu tatbik eden ve iyiler partisinin son unsurlarından mürekkep olan bir kudret tarafından birdenbire bağlara vurularak istenirse ne pahasına olursa olsun, otoriteye muhtaçtı.

 

İnkılâbı yapmış adamların o zamanlar en çok korktukları şey, kendi kargaşalıklarının kasırgası içinde, ayaklarının altından sağlam zemini tamamen kaybetmekle ve birdenbire, bu gibi ahvalde bir kavmin tarihinde müteaddit defalar vukua geldiği üzere, bir tunç pençe tarafından yakalanıp başka bir sahaya naklolunmaktan ibaretti. Ne pahasına olursa olsun, cumhuriyete kuvvetlenmek lâzımdı.

 

Binaenaleyh, halk nezdindeki muhabbetinin azlığı yüzünden, hemen çarçabuk, yeni bir teşkilâtlı kuvvet yaratmaya mecbur oldu. Bunun üstünde daha sağlam bir otorite tesis edebilmek istiyordu.

 

1918 – 1919 senelerinin Kânûnuevvel, ve Şubat günlerinde, inkılâp elebaşlarının ayakların altındaki toprağın gevşediğini (hissedip) istedikleri zaman etrafında onlar için pek zayıf bir garanti olan halkın muhabbetini silâh kuvvetiyle tahkim etmeye hazır kimseler aradılar.

 

“Militarizm aleyhtarı” cumhuriyet, askerlere muhtaçtı. Fakat kendisinin otoritesinin ilk ve yegâne temeli, yani halk nezdindeki itibarı ancak bir pezevenkler, hırsızlar, yankesiciler, asker kaçakları, ilh …. Sosyetesine kök salmıştı. Biz bu güruha, kötülerin müfrit sınıfı adını verdik…

 

İçinde inkılâpçı düşünce parlayan ve inkılâbı yapmış olan sosyal tabaka, ne bu inkilâbı müdafaa için asker temin etmeye kabiliyetli idi, ne de bunu yapmaya müstait (istidatlı) bulunuyordu. Çünkü bu sosyal tabaka, hiçbir suretle, Cumhuriyetçi bir devlet teşkil etmeyi istemiyordu… Parolası, ‘Düzeni ve Alman cumhuriyetinin binası’ değildi, daha ziyade “Cumhuriyetin yağması’ idi.

 

O zamanı ilk defa olarak, bir kere daha asker gömleğini sırtlarına geçirmeye, bir tüfeği yakalayarak fikirlerince “sükûnet ve asayiş” hizmetine girmeye, vatanlarını tahrip edenlere karşı, başlarında demir miğfer, yürümeye hazır genç Almanlar bulundu.

 

Bunlar serbest heyetler halinde fedaî sıfatıyla toplandılar, inkılâba şiddetli bir kin beslemekle beraber, onu müdafaaya, binaenaleyh fiiliyatta takviyeye kalktılar. Bu surette hareket etmekle dünyanın en iyi imanına tâbi oluyorlardı.

 

İnkılâbın hakikî teşkilâtçısı, onun hakikaten sicimini çeken adamı beynelmilel Yahudi, o zaman vaziyeti pekiyi takdir etmişti. Alman kavmi, Rusya’da olduğu gibi, Bolşevik bataklığının kanlı çamurları içine sürüklenmeye henüz olgun bulunmuyordu.

 

Bu, büyük kısmı itibariyle, Alman münevverleri ve Alman işçilerini birbirlerine gittikçe daha fazla yaklaştıran ırk vahdetinden ileri geliyordu. Halk tabakalarının ve kültürlü unsurlarının birbirlerine büyük nisbette nüfuz ve hülûl etmiş olmalarının da bunda tesiri vardı. Bu, Avrupa’nın Garb’ındaki memleketler için müşterek bir hadise ise de, Rusya’da tamamen meçhul bir şeydi. Filhakika, o memlekette münevver unsurların çoğu Rus milletinden değildirler yahut hiç değilse, Slavlıkla hiç alâkaları yoktu.

 

Harpten evvelki Rusya’da yüksek münevver tabaka kendisini halk kitlesine raptedecek mutavassıt bir unsurun yokluğu hasebiyle, her an mahvedilebilirlerdi. Hâlbuki bu kitlenin fikrî ve ahlâkî seviyesi inanılmayacak derecede aşağı idi.

 

Rusya’da büyük kitlenin cahiller ve ümmiler kalabalığını büyük münevverler zümresine karşı tahrik mevkii elde edilince bu memleketin mukadderatı tayin edilmiş oldu ve inkılâp muvaffakiyet kazandı. Umumî Rus Yahudi diktatörlerinin müdafaadan mahrum bir kölesi oldu. Yahudi diktatörler ise bu diktatörlüğe, “halk diktatörlüğü” adını verecek kadar mahir davrandılar.

  

Gönüllü kahramanlar hakkında askerî kanun bittabî lüzumsuzdur. Bu kanun, yalnız kavmi sıkıntı içinde bulunduğu bir dakikada kendi hayatını cemaatın hayatından daha kıymetli addeden korkak ve hodgâma(bencillere) karşı iyidir.

 

…Bir kaçaklar ordusu, bilhassa 1918’de, geri mıntıkaya yayıldı. 7 Tesrinisaniden (Kasım’dan) sonra birdenbire karşımızda meydana çıktığı görülen ve inkılâbı yapan o büyük caniyane teşkilâtı vücuda getirmeye yardım etti.

 

Bizzat cepheye gelince, doğrusu aranırsa, onun bu teşkilât ile hiçbir ilişkisi yoktu. Cephedekilerin hepsi bittabî ateşli bir sulh arzusu besliyorlardı. Fakat inkılâp için en ciddî bir tehlike teşkil eden keyfiyet de işte asıl bu vaziyet idi.

 

Çünkü mütarekeden sonra Alman orduları, kendi doğdukları memlekete yaklaşmaya başladıkları zaman, o zamanki inkılâpçılar, dehşet dolu zihinlerinde yalnız şu suali evirip çevirmekle meşgul idiler : ‘Cephedeki kuvvetler ne yapacaklar? Askerler buna cevaz gösterecekler mi?’

 

Bu haftalar esnasında hiç olmazsa zahiren inkılâbın gayet mutedil (ılımlı) görünmesi lâzımdı. Yoksa birkaç Alman fırkası tarafından yıldırım sür’atiyle birdenbire parça parça edilebilirdi.

 

Çünkü eğer o zaman tek bir general, kendi sadık ve merbut (bağlı) fırkası tarafından o kızıl paçavraların hepsini kurşun darbesiyle yere sermek. ‘asker şûraları’nı kurşuna dizmek, muhtemel mukavemetleri mayın yahut humbara topları ile kırmak kararını vermiş olsa idi, dört haftaya kalmadan bu fırka, altmış fırkası doğurabilecek derecede efrad ile kabarırdı.

 

Sicimleri ellerinde tutan Yahudileri bilhassa bu düşünce en çok titretiyordu. Bu korku onları inkılâbı oldukça mutedil bir yürüyüşte tutmaya sevk etti. İnkılâp, bolşevizm halinde tereddi etmemek (soysuzlaşmamak) lâzımdı. Bilâkis, ahval ve şerait icabı, müraiyane (yaltanarak) bir sükûn asayiş rejimi taklidi yapmak lâzımdı.

 

Yalnız, inkılâp asayiş ve sükûn unsurları tarafından yapılmamıştı. Daha ziyade, kıyam, sirkat (hırsızlık) ve yağma unsurları tarafından yapılmış bulunuyordu…

 

Sosyal Demokrasi, tedricî çoğalmasıyla şiddetli inkılâpçı parti vasfını gittikçe kaybetmişti. Bu, zihnen inkılâptan başka bir gaye kabul etmiş olmasından yahut şeflerinin onunkinden başka bir gaye kabul etmiş olmasından yahut şeflerinin onunkinden başka niyetler beslemelerinden ileri gelmiyordu. Katiyyen!

 

Fakat nihayet, bu niyetlerden ve artık icraata geçmeye kabiliyetsiz taraftarlar heyetinden başka bir şey kalmamıştı.

 

On milyon azası bulunan bir parti ile artık bir inkılâp yapılamaz.

 

Bu kadar ehemmiyeti haiz olan bir harekette, artık insanın önünde müfrit bir parti yoktur; büyük merkezî kitle, binaenaleyh tembel bir kalabalık vardır. Bu münasebetle Yahudiler tarafından sosyal demokrasiler vücuda getiren ayrılıktan da bahsetmek lâzımdır. İzah edelim; Sosyal demokrat partisi kitlesinin tembelce ataleti hasebiyle, millî müdafaaya bir kurşun bloku gibi yapıştığı sırada, bu partiden bir radikal faal unsurlarını çıkarmak yolu bulundu. Bunlar hücum kıtaları halinde teşkilâtlandırıldı. Bu kuvvetler bilhassa müthiş birer müsademe kuvveti vücuda getirdiler.

 

Müstakil parti ve spartakist cemiyet, inkılâpçı Marksçılığın hücum taburlarını teşkil ettiler. Vazifeleri birkaç defa on seneden beri bu rol için hazırlanmış olan Sosyal-Demokrat Partisi kitlesinin artık istismar edebileceği eseri ikmal etmekti.

 

Marksçılık korkak burjuvaziyi bu hususta tam hakikî kıymetiyle takdir etti ve ona açıkça “ayak takımı” muamelesi yaptı. Eski ve yıpranmış bir nesilden mürekkep olan bir siyasî teşekkülün yerlerde sürünen itaat ve hürmeti, hiçbir zaman ciddî bir mukavemet arzetmeyeceği bilindiği için, kendilerine zerre kadar ehemmiyet verilmedi.

 

Sosyal demokrasi ordusunun küllî kuvveti, fethedilen vaziyeti işgal ediyordu. Müstakbel hücum taburları ile Spartakistler bir tarafa atıldı.

 

Mamafih bu, kavgasız olmadı. Sebebi de yalnız en hümmalı surette hücum kıtalarının ümitleri boşa çıkmasından ve bu sebeple etraflarını yağmada devam etmek istemelerinden, onların coşkun gürültü ve patırtılarının inkılâbın sicimlerini ellerinde tutanları ürkütmesinden ibaret değildi.

 

Çünkü altüst olma keyfiyeti vukua gelir gelmez, bu yüzden iki taraf teşekkül etmiş gibi görünüyordu. Yani sükûn ve asayiş partisi ile kanlı tedhiş grubu. Binaenaleyh, burjuvazimizin bütün silâh ve ağırlıklarıyla beraber sükûn ve asayiş taraftarlarına teslim olmalarından daha tabiî ne olabilirdi? Bir defa olarak, bu sefil siyasî teşkilât icraata geçmek fırsatını buluyordu. Bunu söylemek ihtiyacını duymadan, bilâkis sükûn içinde, kendileri için ayaklarını dayanıklı bir zemine basmak ve bir dereceye kadar, en çok nefret ettikleri, fakat kalplerinin derinliklerinde bundan da daha çok korktukları kudret ile mütesanit (dayanışmış) hale girmek imkânını bulmuşlardı. 1918 Kânunuevvelinde (Aralık’ında) ve 1919 Kânunusani’de (Ocakta) vaziyet demek ki şu şekilde kendini gösteriyordu.

 

İnkılâbı en fena unsurlardan mürekkep bir ekalliyet yapmıştı. Bunun derhal arkasından bütün Marksçı unsurlar yürüyorlardı. Bizzat inkılâp mutedil (ılımlı) bir sima muhafaza ediyor ve bu da mutaassıp müritlerin husumetini (düşmanlığını) celbediyordu. Bu mutaassıplar el humbaraları atmaya, mitralyözleri işletmeye, resmî daireleri işgal etmeye, hasılı mutedil inkılâbı tehdit eylemeye başlıyorlardı. Bu tehlikelerin, zihinlere telkin ettikleri korkuyu izale etmek için, yeni vaziyet taraftarları ile eski vaziyet taraftarları arasında, artık müfritler aleyhindeki kavgayı müşterek surette idare gayesiyle, bir mütareke akdolunmuştu. Netice şu oldu: Cumhuriyet’in düşmanları haddizatında Cumhuriyet’e karşı mücadele etmek üzere teşkilât vücuda getiriyorlar ve bütün bütün başka sebeplerden dolayı Cumhuriyet’in aleyhinde bulunan kimselerin galebelerine yardımda bulunuyorlardı.

 

Yavaş yavaş bir taraftan barikatlardaki muharipler, spartakistler diğer taraftan mutaassıplar ve nasyonalist idealistler, bütün kanunlarını kaybettiler. Bu iki müfrit partinin birbirlerine karşı yıpranmaları ile mutenasip olarak merkez kitlesi, daima olduğu gibi, muzaffer kalıyordu. Burjuvazi ve Marksçılık müktesep (elde edilmiş) vakıalar sahası üzerinde birbirleriyle buluştular. Cumhuriyet de, o andan itibaren, kuvvet bulmaya başladı. Mamafih bu hal burjuva partilerini, bilhassa intihabattan evvel, daha bir müddet monarşik fikirlere dönmekten ve eski zaman adamlarının zihinleriyle kendi taraftarlarının dev bilişlerini aynı tertip içinde birleştirmekten men edemedi.

 

Bu, namuskârane bir hareket değildi. Çünkü burjuvazi esas itibariyle çoktan beri monarşi ile alâkasını kesmişti. Yeni ahval ve vaziyetin murdarlığı onun üzerine in’ikâs etmeye (yansımaya) ve onu kendi ahlâk fesadına hassas bulundurmaya başlamıştı.  Hey’et-i umumiyesi itibariyle burjuva politika hissi bugün kendisini Cumhuriyet partisinin kokmuş çamuru içinde hâlâ hatırasını muhafaza ettiği geçmiş devlet şeklinin temiz kalmış kayası üzerinde olduğundan daha rahat hisseder.

 

“Muhafazakâr” partilerinin korkaklarının derin sebepleri, evvelâ kavmimizin en iyi ve en faal unsurlarının ortadan kalkmış olmasıdır. Bunlar cephede öldüler. Bundan başka, temel olarak eski devleti yegâne kabul eden bizim burjuva partilerimiz, fikir ve kanaatlerini ancak fikir sahasında ve fikir silâhlarıyla müdafaa edebileceklerine emin idiler. Çünkü kuvvet kullanmak hakkına yalnız devlet malikti. Bu kanaat, yalnız gittikçe artan bir tereddinin (soysuzlaşmanın) nişanelerini taşımakla kalmaz. Bundan fazla olarak, siyasî muarızlardan birinin çoktan beri bu nokta-i nazarı terkederek bu siyasî gayeler uğrunda, hattâ cebir ve şiddet tarikiyle, azamî derecede mücadele edeceğini açıktan açığa ilân ettiği bir devirde, hiç kabule şayan değildir. Marksçılık, burjuva demokrasi âleminde bu demokrasinin neticesi olarak zuhur ettiği anda mücadeleyi “yalnız fikrî silâhlarla” çekilecek bir manasızlıktı. Çünkü bizzat Marksçılık daima bir silâhın kullanılması yalnız uygun olup olmamak mülâhazalarına tâbi olduğu ve o silâha müracaat hakkı muvaffakiyet ile muhik (haklı) gösterdiği nokta-i nazarını müdafaa etmişti.

 

Burjuva partiler, inkılâptan sonra bile, sokakta en müessif surette teslimiyet arzettiler. Cumhuriyet’in müdafaası hakkında kanun mevzu-u bahis olduğu zaman, Cumhuriyet iptida (başta) ekseriyet bulamadı. Fakat nümayiş yapan iki yüz bin Marksçı karşısında bizim burjuva devlet adamları öyle bir korkuya konuldular ki başka türlü hareket ederlerse hiddetten köpürecek halk kitlesi tarafından Reichstag’dan çıktıkları zaman bellerinin kemiği kırılacağı düşüncesinden korkarak bu kanunu, kanunî kanaatleri hilafına kabul ettiler. Fakat maatteessüf korktukları başlarına gelmedi. Çünkü kanun kabul edilmişti.

 

Binaenaleyh, yeni devlet hiçbir millî muhalefet yokmuş gibi inkişaf etti. O devirde Marksçılığa ve onun ayaklandırdığı kitlelere muhalefet cesaretini gösteren yegâne teşkilâtlar iptida fedaî heyetleri, sonra kendi kendini himaye teşkilâtları, vatanperver muhafızlar ve nihayet ekseriyeti itibariyle eski muhariplerden teşekkül etmiş ananeler ligleri idiler (Freikorps’lar: Eski ordudan, bilhassa zabitlerle talebeler arasından toplanmış grupmanlar. Selbstchutz, Einwohnerwehr: 1848 senesinin millî muhafızlarına benzer teşkilâtlar…).

 

Nasyonal Sosyalist Partisi tesis edildiği zaman, ilk defa olacaktır ki, gayesi, burjuva partilerde olduğu gibi, mazinin mekanik surette iadesinden ibaret olmayıp bugünkü devletin manasız mekanizmi yerine ırkçı bir organik devlet ikame etmekten ibaret bulunan bir hareket meydana çıkmış oluyordu.

 

Genç hareket, ilk günlerden itibaren, fikirlerini manevî vasıtalarla neşretmek lâzım geldiğini, fakat bu propagandanın, icabında kaba kuvvetle takviye edilmesinin iktiza ettiği nokta-i nazarını kabul etti(S.333-344).

 

Bizim muhtaç olduğumuz şey, cür’etkâr yüz, iki yüz fesatçı değildi; idealizme meftun yüz binlerce mutaassıp mücahit idi. Gizli müzakerelerle değil, kudretli kitle nümayişleri ile çalışmak lâzımdı. Hareket hiç de hançer yahut zehir yahut revolver ile galip gelmezdi. Yalnız sokağı fethetmekle muvaffak olabilirdi. Biz Marksçılara Nasyonal Sosyalizm’in sokağın müstakbel hâkimi olduğunu ve günün birinde devletin de hâkimi olacağını anlatmalıydık.

 

…Marksçılık herhangi bir şefin yüksek dehası sayesinde muzaffer olmamıştı. Burjuva âleminin acınacak ve hudutsuz zaafı, korkakça çekilişi dolayısıyla muvaffakiyet kazanmıştı. Bizim burjuvazimize karşı serdedilecek en acı muaheze (tenkit), inkılâbın ufacık bir dimağ bile icap etmemiş olması, buna rağmen burjuvaziyi inkıyat altına almış bulunmasıdır. Bir Robespierre, bir Danton, bir Marat karşısında teslimiyet arzedilmesine akıl erebilir. Fakat o cılız Scheidemann yahut şişman Erzberger yahut Friedrich Ebert ve daha hadsiz hesapsız siyasî cüceler karşısında dört ayak çökülmüş olması bir rezalettir. Filhakika, tek bir kafa bile görülmedi ki inkılâbın dâhisi addedilebilsin. Vatanın felâketi içinde, yalnız inkılâpçı tahtabitleri, götürü ve toptan “Spartakist” kalp malları vardı…(S. 350).

 

Propagandanın vazifesi taraftar toplamaktır. Teşkilâtın vazifesi azalar kazanmaktır.

 

Bu hareketin taraftarı, onun gayelerini tasvip ve tasdik ettiğini beyan eden adamdır. Aza, o uğurda mücadele eden kimsedir.

 

Taraftarı propaganda bulur ve harekete celbeder. Aza, teşkilat tarafından yeni taraftar toplamak için bizzat harekete geçmeye sevk ve icbar olunur. Sonra bunların içinden yeni azalar çıkarlar. “Taraftar olmak”, yalnız bir fikri pasif surette kabul etmeye lüzum gösterir. “Aza” olmak, bu fikrin faal surette temsil edilmesine, müdafaa edilmesine ihtiyaç gösterir. On taraftar arasından ancak iki aza çıkabilir. Taraftarlık sadece bir tasdik gayretini tazammun eden aza olmak için doğru bulunan fikri temsil etmek ve bol bol neşreylemek cesaretini haiz bulunmalıdır.

 

Propaganda bütün bir kavme fikir doldurdu mu, teşkilat bir avuç adam ile bütün neticeleri istihraç edebilir. Propaganda ile teşkilât, binaenaleyh, taraftarlarla azalar, buna göre muayyen mütekabil bir vaziyette bulunurlar. Propaganda ne kadar iyi çalışırsa hakikî azalar o kadar mahdut olabilirler. Taraftarların sayısı ne kadar çok olursa, azaların adedi o kadar az olabilir…

 

Gerçekten muazzam, dünyayı alt üst edebilecek çapta her harekette propaganda, evvelâ bu hareketin fikrini yaymalıdır. Propaganda yeni fikirleri vazıh hale sokmaya, bunları halka telkin ve hâkketmeye çalışmak lâzımdır. Böyle bir propaganda bir “bel kemiği”ne malik olmak icap ettiği için, mezhebin sağlam bir teşkilâta istinat ettirilmesi iktiza eder. Teşkilât azaları, propaganda tarafından celbedilmiş taraftarları arasından seçer. Propaganda ne kadar şiddetle ileri vurursa, bu teşkilât o kadar sür’atle çoğalır. Propagandanın arkasında bulunan teşkilât ne kadar kuvvetli ve kudretli olursa o kadar sür’atle çoğalır. Propagandanın arkasında bulunan teşkilât ne kadar kuvvetli ve kudretli olursa, propaganda o kadar iyi çalışabilir (S. 374-375).

 

Hareketin çarçabuk büyümesi bizi 1922 senesi içinde, bugün hâlâ kat’î surette halledilmemiş bir mesele hakkında bir vaziyet almaya mecbur etti.

 

Şu suallere cevap vermek mevzu-u bahisti.

 

1- Sendikalar elzem midir?

 

2- Nazi Partisi, kendisinin korporatif oluşunu mu ilân etmeli, yoksa azalarını herhangi bir sendika kadrosuna sokmamalı mıdır?

3- Sırf Nazi bir sendikanın evsafı ne olmalıdır?  Böyle bir sendikanın vazifeleri ve gayeleri ne olacaktır?

 

4- Bu, fiile nasıl çıkarılacaktır?

 

…Ahvalin bugünkü görünüşüne nazaran, kanaatince, sendikalardan sarf-ı nazar edilemez. Bilâkis, onlar milletin iktisadî hayatının en mühim müesseseleri arasındadırlar. Ehemmiyetleri yalnız sosyal mahiyette değil, millî mahiyettedir. Çünkü halk kitlelerinin hayatî ihtiyaçlarının edildiklerini gören ve aynı zamanda dürüst bir sendika teşkilâtı sayesinde bir nevi terbiye de alan bir kavim, hayat mücadelesinin, bu yüzden umumî mukavemet kuvvetinin fevkalâde surette artmasına şahit olur.

 

Sendikalar her şeyden evvel ticaret odalarının müstakbel iktisadî parlamentolarının köşe taşı sıfatıyla elzemdirler.

 

İkinci meselenin halli de aynı surette kolaydır. Eğer korporatif düzen mühim ise, Naziliğin bu hususta yalnız nazarî değil, amelî bir surette de bir mevki alması lâzımdır. Fakat “Nasıl?”. İşte bu daha zordur.

 

Şimdi üçüncü suale cevap vermek lüzumu hasıl oluyor.

 

Nazi korporasyonu bir sınıf mücadelesi organı değildir, bir meslekî temsil organıdır. Nazi devlet, hiçbir “sınıf” tanımaz. Fakat yalnız siyasî bakımdan, tamamen müsavi hukuk ile ve binaenaleyh, aynı umumî vazifelerle burjuvalar tanır…

 

Nazi manasıyla korporasyon, bazı adamların grupmanı sayesinde, kendilerini yavaş yavaş sınıf haline kalbetmek ve sonra halk cemaatinin içinde müşabih surette vücuda getirilmiş diğer teşekküllerle mücadeleye girişmek vazifesiyle mükellef değildir. Biz bu vazifeyi esas itibariyle korporasyona veremeyiz. Fakat korporasyon Marksçı mücadelenin âleti olduğu zaman, kendisine böyle bir vazife tevdi olundu.

 

Korporasyon, hadd-i zatında “sınıf mücadelesi” ile müteradif (eşanlamlı) değildir, onu kendi sınıf mücadelesi için bir âlet yapan Marksçılıktır. Hür ve müstakil millî devletlerin iktisadî temellerini yıkmak, millî sanayilerini ve millî ticaretini yok etmek için ve hür kavimleri bu sayede devletlerin üstündeki cihanşümul Yahudi maliyesinin hizmetine tâbi bir esaret altına almak için beynelmilel Yahudi âleminin kullandığı silâhı Marksçılık yaratmıştır.

 

Nazi korporasyonu, bu sebepten, millî iktisadî hayata iştirak eden muayyen grupların teşkilâtlı toplanmaları sayesinde, millî iktisadın emniyetini yükseltmek, millî halk bedeni üzerinde tahripkâr bir surette tesir icra edecek her türlü mâniaları bertaraf etmek lâzımdır…

 

Nazi korporasyonu için grev, millî istihsalin bir tahribi ve sarsılması vasıtası değildir, antisosyal mahiyeti dolayısıyla halk kitlelerinin iktisadî terakkilerine mani olan bütün engellere karşı mücadele sayesinde millî istihsali çoğaltmak ve sürmek vasıtasıdır…

 

Nazi amele, millî iktisadın refahının, kendi maddî saadeti demek olduğunu bilmelidir.

 

Nazi patronu bilmelidir ki, amelenin saadeti ve memnuniyeti, kendi iktisadî refah ve saadetinin vücudunun ve inkişafının en birinci şartıdır (S. 383- 386).

 

Hiçbir İngiliz, Amerikan yahut İtalyan devlet adamı yoktur ki hiç bir zaman “Cermanofil” sıfatıyla vaziyet almış olsun. Her İngiliz devlet adamı, en evvel, tabiî olarak, İngilizdir; her Amerikalı evvelâ Amerikalıdır. İtalyanofil bir politikadan başka bir siyaset yapmaya meyyal hiçbir İtalyan bulunmaz. Binaenaleyh, falan veya filan ecnebi milletinin nüfuzlu devlet adamlarının Cermanofil hisleri üzerine ittifaklar bina etmek iddiasında bulunan bir adam ya bir eşektir, ya da bir yalancıdır. İki kavmin mukadderatının zincirlenip bağlanması için elzem olan şart,  karşılıklı bir hürmet veya sempati değildir, iştiraktan iki tarafın da elde edecekleri menfaatların manzarasıdır (S. 398)(227) .

 

Ruhbilimcilerinin (psikiatrların) paranoit bozukluklara düçar olduğunu söyledikleri Hitler, gerçekten bu illetin bütün arazını, ezcümle herşeyden kuşkulanma ve kuşku sanrıları (hezeyanları) göstermesi, onun işbu kuşkularının başlıca odakları Yahudiler, Marksistler, her türlü komünistler ve sosyal demokratlar olup, bunlara karşı insanlık dışı tepkileri ve yine iyice kafasını takmış olduğu “kavim”, “üstün ırk – Cermenlik” kavramları ile XX.yy tarihinde acı bir yer almıştı. Onun düşünce ve ülkülerinin ürünü “Kavgam”ı, Hüseyin Cahit’in 1940 yılları Türkçesiyle çevirmiş olduğu nüshadan konumuzla ilgili bölümler aktarmış olduk. Bunda, birçok lafazanlık arasına sıkışmış gerçeklerin de varlığı, bizi günümüzde yaşadıklarımızla karşılaştırmıştı…

 

(225) Adolf Hitler . – Kavgam, “Mein Kampf” . Terc. Hüseyin Cahit Yalçın.

(226) Julius Streicher (1885-1946), 1930’lardaki Yahudi kırımının en acımasız elebaşlarından Nazi siyaset adamı. – I. Dünya Harbi sırasında Alman ordusunda hizmet ettikten sonra Nürnberg’de ilkokul öğretmenliği yaptı. 1921’de Nazi Partisi’ne katılarak Güney Almanya’daki ilk Nazilerden biri oldu. Hitler’le yakın dostluk kurdu. 1925’te Gauleiter(bölge önderi) olarak Franken’e atandı. Nazilerin 1933’te iktidara gelmelerinden sonra bölgeyi Nurnberg’deki merkezinden yönetti. Yahudi karşıtı haftalık Der Sturmer gazetesinin kurucusu(1923) ve yayın yönetmeni olarak ülke çapında nüfuz kazandı ve büyük servet edindi. Der Sturmer’in Yahudilere yönelttiği kaba sövgüler, Hitler’in ırkçı politikasının odak noktalarından birini oluşturdu; gazetenin 1935’te başlattığı genel kampanya, Nürnberg yasalarının kabul edilmesiyle sonuçlandı. Streicher’in sorumsuz davranışlarının yanısıra cinsî yaşamındaki aşırılıklar ve sadist taşkınlıkları, partideki arkadaşlarının çoğunu kendisinden uzaklaştırdı. Hitler’in koruması altında olduğu için savaş yılları boyunca Der Sturmer’in yayın yönetmenliğini sürdürdü. Almanya’nın yenilmesinden sonra 23 Mayıs 1945’te ABD askerleri tarafından Bavyera’nın Waldring yakınlarında yakalandı. Nürnberg’deki Uluslararası Askerî Mahkeme’de öbür Nazi üst yöneticileriyle birlikte savaş suçlarından yargılandı ve 1 Ekim 1946’da, insanlığa karşı işlediği suçlar nedeniyle asılarak idama mahkûm oldu(AB).

(227) Tarafımızdan belirtildi.