Masonluğun getirdiği sembolizm

Şubat 11, 2017
Kültür Eserleri > Türk ve Yahudi Kültürlerine Bir Mukayeseli Bakış > Masonluğun getirdiği sembolizm

Masonluğun getirdiği sembolizm

“… Masonluk, dinî devresi de nazırı itibara alınırsa, Yahudilerin zulüm ve işkence gördüğü çok eski zamanlara kadar uzanan bir maziye malik sayılabilir. O zaman gördükleri itisafın (haksızlığın) tesiri ile birleşmek ihtiyacını hisseden insanlar, gizli gizli oturumlar yapar ve aralarındaki birlik bağlarını, müdafaa sistemlerini görüşür ve ittihatlarının bozulmaması için prensip anlaşmaları yaparak ketumiyete riayet maksadı ile yemin ederlerdi. Zamanla zulmün ve işkencenin başka bölgelere intikali veya hafiflemesi karşısında bu birlikler, bu toplantılar bozulmadı. Yine gizliliğe itina ediliyordu. Fakat artık müdafaa meseleleri yerine, insanlık işleri görüşülüyordu… Tabiî bu kapalı cemiyetlerin hiçbirine bugünkü manası ile Franmasonluk denemezdi…”.[1]

Bu hususlar başkalarınca da doğrulanıyor.[2] “… Masonlukla Doğu ya da Grek Antikçağı arasında mevcut ilişkiler (Yakın-Doğu geleneği ve özellikle Judaism’in burada-esasî dememiş olmak için, çok büyük önemi vardır) bahsinde René Guénon (Le Roi du Monde, 3e. ed., Paris, les Editions Traditionelles 1950, s. 16 infra 3) çok ince bir mülâhazada bulunuyor ve Masonluğun ‘aynı zamanda Süleyman ve Pythagoras’a bağlandığı’ gibi ‘Doğu’dan gelmiş olan Carmes tarikatının bunun kuruluşunu Eliya ve Pythagoras’a bağladığını vurguluyor ve böylece de çağlar boyunca Doğulu ve Batılı geleneksel örgütlenmeler arasında (Masonluk, Batı’da, bu örgütlenmelerin en önemli dallarındandır) vaki olmuş olabilen her biri içine girmeleri belirtiyor[3] diye yazıyor Jean Palou, Masonluk üzerinde önemli bir çalışmanın sahibi.

Bu arada, Masonluğun, kelimenin tam anlamıyla, Avrupa’da doğmuş olması itibariyle bunun bir Hristiyan müessesi olduğunu söylemek için hayli de delil var elde. Nitekim 29. derece ritüelinde “taliplere ‘Jesus Christ fils de Dieu, Sauveur’ yani ‘Allah’ın oğlu İsa, Halaskar’ sözlerini seyahatleri esnasında söylenmektedir. Namzetlerin parolası bu beş kelimenin ilk harflerinden meydana gelen ‘ichtus’ kelimesidir. Hristiyanlığın intişarı sırasında Kilise adamları da amblem olarak balık resmini ve mürur (örgüte-girme) kelimesi olarak balık kelimesini, yani ‘Ichtius’u aldılar. Bundan neşet eden ve yukarda zikrolunan beş kelime ise, Hristiyanlık ilahiyatının zahirî ve bâtınî manalarını ihtiva eden formüldür. O halde Masonluk, sarahatle bize Hristiyanlığı telkin etmektedir”.[4]

Işındağ, bu yöndeki başka delilleri de (Gönül Hristiyanlığı, Kafa Hristiyanlığı…) ileri sürdükten sonra bu kez “… Bütün bunları gözden geçirdikten sonra felsefî sarahate dayanan bir katiyetle diyebiliriz ki 29. derece Ritüeli Hristiyanlık fikirlerini telkin etmemektedir”.

“Hristiyanlık doğmadan evvel doğudaki mistisizm, Yahudilerdeki Mesihçilik, Yunandaki aklî tefekkür ve nihayet Roma’daki evrenselcilik, ortada bir inanç anarşisi halinde idi. İşte bu sırada İsa’nın sesi duyuldu… Dünyaya yeni bir ahlâk geliyordu. Masonluk bundan mülhem olurken asla ne Hristiyanlığı ne de İsa’yı düşünmemiştir… Hemcinsin ıstırap çekmemesini temin için adaleti, eşitliği ve hürriyeti[5] düşünmüştür… Bu kanaatleri ileri süren İsa, Masonluk için bir semboldür. Bunu sembolize etmek için kullanılan ve beş kelimenin ilk harflerinden meydana gelen İCHTUS kelimesini almıştır…” diyor.

İsa Yahudi, balık da bir İbranî sembolü idi…

Bu noktada Kabbala’yı yine devreye sokmadan yapamayacağız.

Yahudi mistisizminin tarihi, Hristiyan Avrupa’daki çok sayıda mistik hareketlerininkiyle kıyaslandığında, bu iki tarih arasında gözle görünmez bir temasın vaki olmuş olduğu kaydediliyor. Bazı ülkelerde, belli dönemlerde aynı etkin eğilimleri görüyoruz; gerçekten Alman Yahudi Hassidisminin esas itibariyle zühdî hareketinin Almanya’da manastır coşkusu döneminde vaki olmuş olması veya Kabbala’nın Provence’da yeşermesinin Cathare’ların yine Provence’daki mistik hareketi döneminde görülmesi bir rastlantısal keyfiyet değildir. Keza İspanyol Kabbala’sı, İspanyol-Hristiyan mistikinin çağdaşı olmuşken Zohar’ın ilk yayılması büyük Alman mistiki Maître Eckhart’ın (1260-1329) hayatı dönemine rastlamıştır.

Bu görünmez temasın dışında, zamanla daha belirgin hale gelen doğruca ilişkiler de oluyordu. Kabbala ile uğraşmış olduğu bilinen ilk Hristiyan bilgin Katalonyalı Raymond Lulle (1235-1315) olup bu kişinin Kabbala’ya bütün bilgilerin kapısı güzüyle baktığı söylenir; yazdığı “De auditu Cabbalistico” adlı kitabında Kabbala, “insanoğlunun rasyonel ruhu tarafından tanrısal olarak ifşa edilmiş bütün gerçeklerin soğurulması (emilmesi)” şeklinde betimleniyor. Onun “Ars magna”sı, yani alfabe harflerinin kullanılması yoluyla bilgiye erişme sanatı ne denli harflerin Kabbalistik kullanımının etkisinde kalmıştı?…

Kabbala’ya çok daha büyük bir ilgi, Rönesans’ın meydana getirdiği yeni İbranî hümanisma ile beraber gelişmişti: Birçok Kabbalistik eser meydana gelmişti.

Bu bir “Hristiyan Kabbalası” yaratma çabalarının arkasında çeşitli nedenler yatıyordu. Bunlardan biri, Kabbala ile Hristiyan akidesi arasındaki gerçek ya da mutasavver benzerlikleri belirgin hale getirerek Yahudileri Hristiyanlığa döndürmekti.[6] Zamanın düşünürleri arasında görülebilen bir başka neden de sihir-büyü ve gizliciliğe olan eğilimdi. Bir üçüncüsü de, Antik Çağlar’ın bütün mistik geleneklerinde (Pythagorasçılar, Mısırlılar vs.) olduğu gibi Kabbala’da da tüm derin bilginin kaynağını keşfetmekti. Örneğin Jean Reuchlin ısrarla Hristiyan dogmasını Kabbala’nın Teslis’inden iştikak ettirmeye çabalıyor; böylece de İbranî tanrısal ismin (Tetragram) seslerinin mistik anlamına çok derinlemesine dalmaya yöneliyor ve bundan S sesinin ilâvesiyle İsa (Jésus) adını istihraç ediyor.

Daha başkaları da var. Kimi, sayıların sihrinden söz ediyor, “büyük kareler” kullanıp bunları nazarlık olarak dağıtıyor. Kimi de (Athanasius Kircher) Kabbala’da İbrahim’in Mısır’a getirmiş olduğu eski sırların kökenini buluyor.

Ve İbranîce ciddiyetle inceleniyor ve de, kutsal, hattâ sihirli diyebilece­ğimiz bir dil olarak telâkki ediliyor.

Müteakip dönemde özellikle Almanya ve İngiltere’de, Rose-Croix ve Franmasonluğa bağlı yazarlarda münferit Kabbalistik doktrin ve ifadelere rastlıyoruz; böylece de bunlarda örneğin sembol isimler ve sonradan kendilerine göre geliştirdikleri Sefirothlar doktrininin İbranî tabirler buluyoruz.[7]

Evet, Masonluk’un kökenleri hususunda, her şey bizi son tahlilde Judaisme irca ediyor. Devam edelim.

Dünyanın, bunun şekil ve nesnelerinin kutsallaştırıldığı zamanda, her meslek teknikleri dışında, işine özgü rituslara sahipti ve böylece her sınaatkâr (zanaatçı) bir işçi ve de bir “sırra vâkıf olan” kişi oluyordu. Meslek bir kutsal düzeye giriyordu ve bütün anlamını Ahd-i Atik’in “ekmeğini alnının teriyle yiyeceksin” yükümüne veriyordu.

Her meslek (iş)in kendine özgü süluku vardı, yani mesleği sadece elin bir uzantısı değil, onu kişinin bir manevî uygulamaya doğru yönelmesini sağlayan bir vasıta olarak görme keyfiyeti bahis konusuydu. Hepsi “sırra vâkıf kişi (inisye)” oluyordu, ancak çok azı Tanrı’nın sevgili yaratığı oluyordu.

Sırra vukuf, rituslarla oluyor, sembollerle ifade ediliyordu. Amacı, Varlık’ın Sukut’tan önceki ilk Hal’ini yeniden elde etmekti.

Dünyanın ilk meslekleri arasında, kullanılan malzeme ister odun, İster kabaca birleştirilmiş ham taş, isterse az veya çok ustaca yontulmuş taş olsun, bina yapıcılığı önde geliyordu, ilk malzeme, ağaç, hafifliğiyle gezginciliğe bağlı oldukça ilkel hayat şekillerini ifade ediyordu. Taş ise, daha baştan beri, mekân ve zaman içinde bir tasallübe (katılaşmaya) işaret ediyordu.

Ocaklarda yontulan taş, nihaî yapıda tam yerini alarak onunla bütünleşiyordu.

Köy köy, kent kent dolaşan, malzemenin seçiminde usta ve bunun yerleştirilmesinde deneyimli hür Lonca arkadaşları, küçük gezici gruplar oluşturuyorlardı.

Operatif Franmasonluk doğmuştu (“franc”=hür; “maçon-mason” da duvarcı-taşçı anlamınadır).

Acil barınak ihtiyacından doğmuş olan bina yapıcılığı mesleği, doğal olarak Hristiyanlıktan çok öncelerine aitti. Franmasonluk (bundan böyle masonluk) bu barınak ihtiyacına intibak edip ilk Hal’e dönüş ilkesiyle Redemption’unkini (İsa’nın acı çekerek insanlığı kurtarması) izdivaç ettirmişti. Masonluk kendini bilinçli olarak Haç işaretinin altına yerleştiriyor; şöyle ki yatay olarak o Tezahür etmiş olanı, yani Hayat ve Ölümü, Masonların bazı sembol şekilleri altında taşa hakkettikleri alpha ile omega’yı temsil ediyor; dikey olarak da manevî Tebcil’e (ululama) iştirak ediyor.

Masonlar, teknik ve manevî inşa faaliyetlerine son verdikten sonra, ocaklarda terennüm edilen sözler de çoktan uçup gitmişti, işçilerin şarkılarının kendisine doğru yükseldiği tanrısal Kelâm (Söz), kaybolmuştu. Bunun yerine sâlihlerin, artık teknik olmayıp tamamen hadsî (intuitive) çalışmayla, bunlarla kutsal sözcükler teşkil etmek üzere bir araya getirmeye çalıştıkları harfler ikame edilmişti.

Spekülatif Masonluk doğmuştu.[8]

“Masonluk, Ortaçağdaki ve Rönesans’taki zanaat teşkilâtının değişik bir biçimde devamı olarak ortaya çıkmaktadır: Bu teşkilâtın yeni biçimde spekülatif unsur operatif unsurun yerini almış; yani beden çalışmasıyla ve elle yapılan duvarcılık zanaatının yerine kafayla, fikirle yapılan, çeşitli yönleri remizler ve sembollerle ifade edilen duvarcılık (masonluk) geçmiştir…”[9]

Masonluğun kökenleri çok açık olmaktan uzaktır; başka türlü de olamazdı:

“Anderson, herhalde daha iyisini bulamadığı, Jehovah’ın kendisine atfetmek cesaretine sahip olamadığı için Masonluğu Adem’e çıkartıyor. Olivier onu yeryüzü Cennet’inde tesis ediyor. Ve bunun beşiğini Süleyman’ın Mâbed’inde görenler hayli kalabalık… Bazıları kendilerini Hindistan ve Mısır mysterionlarının vârisleri, hiç değilse Yunan ve Roma süluk derneklerinin devam ettiricileri addediyorlar…” (“La philosophie de la Franc-Maçonnerie, in Cahiers de la Grande Loge, 14, Haziran 1950, s. 1). Bu cümleler, Masonluğun, yaklaşık dahi olsa, doğum yılını saptama hususunda içinde bulunulan belirsizliği gösteriyor.[10]

FrancMaçon adı hayli çapraşık, çözümü hiç de kolay olmayan bir sorun yaratıyor. Konuyu özetlemeye çalışacağız.

Yaygın olan, tarihî verilere dayalı kanıya göre, françfree, burada hiçbir zaman “hür” anlamında olmadığı merkezindedir. Gerçekte, bunun izahı bambaşka olup duvarcı mesleğinden çıkmaktadır ki keyfiyet, inşaatçı mesleğine özgü bir süluk niteliği anlamındadır. D. Knoop ile J. Jones, İngiltere’de, “freestone mason veya mestre maçon de franche peer” den söz eden 1351 tüzüğüne telmihte bulunuyorlar ki bu yorum başkalarınca da kabul ediliyor: “Free” kelimesi, “bağışıklık-franchise anlamında, “hür” olarak çevrilir. Ama meslek tabiriyle bu aynı sıfat, “stone-taş” kelimesine bağlı olarak şunu ifade ediyor: örneğin kumtaşı gibi yumuşak, kumlu, yontulmaya çok müsait bir taş; bu, “roughstone” ya da sert taşın mukabili oluyor. B. Jones, İngiltere’de, XII. yy.dan itibaren, “malzemesini çok daha derinden bilip mesleğin hendese ilmine sahip” mason-fran ile vasıfsız işçi arasında tefrik yapıldığını vurguluyor. Ayrıca, kadim tüzükler ve sair kaynakların bir “yumuşak taş taşçısı”na telmihte bulunduklarını kaydediyor.

Özet olarak, freemason sözcüğü hiç şüphesiz, Katedral inşacılarının faydalandıkları bağışıklıklardan herhangi birine değil, doğruca taşın niteliğini ifade ediyordu. Ve ekliyor Pierre du Colombier: “Fransa’da… Franc-Mason adı, bütün Ortaçağ boyunca, meçhul gibiydi”. York Locası’nda 293 No. ile kayıtlı 1693 tarihli bir İngiliz masonik yazmada Maçon niteliği Rough Mason, ya da kaba taşçıya karşıt tutuluyor. Ayrıca bir de “teknik” sır var işin içinde: “Hiçbir Maçon, hiçbir kaba taşçıya (Rough Mason) şekil, gönye ya da cetvel gösteremez”. Bu sırlar herhalde bina yapıcılığı mesleğine geleneksel süluk ile ilişkili başka bir meslekî mertebedendiler. Bu arada eski dinî mimarînin temel ilkelerinin şunların içinde bulunduklarını hatırlatalım:

1)Pythagorasçıların Minerve ya da Hikmet’in simgesi olarak kabul edilen ve atalarımızın Teslis’in simgesi yaptıkları eşkenarlı üçgen.

1)Bu üçgenin daireye uygulanmasından ortaya çıkan on iki köşeli poligon ki eskiler buna her tür müzikal ve astronomik oranları içeriyor gözüyle bakarlardı.

Gerçekten Üçgen’den hâsıl olan Nizam’ı, taş yontucularının en yüksek ve en seçkin ilkesi tesmiye ediyor. Kare ve bundan hâsıl olan sekiz köşeli gibi altı köşeli ile on iki köşeli, üçgene dayanır. Ve böylece de iki temel şekil, sekiz köşeli ile altı köşeli ve bundan hâsıl olan on iki köşeli, taş yontucularının eski sanatlarının bütün inşaî sırrını içeriyorlardı. Nürenberg’li yontucular, ustalığa yükselebilmek için bir kilisenin planını sekiz köşeli prensibe göre tertiplemek zorundaydılar. Gothik dönemin kiliselerinde, sivri kemer şeklindeki açıklıklar keyfî olarak çizilmezdi: kavislerin çapı dairenin yarısına tekabül edecekti şöyle ki bu kavislerin kirişleri bir eşkenarlı üçgen oluşturacaklardı.

Yine eski taşçılığın meslek sırlarından biri de gönyeye eşit olmayan kollar verip bunların boyutları 3-4-5 kaidesine uygun dik üçgen meydana getirmekten ibaretti.

Her şey geometriye dayanıyordu ve spekülatif Masonluğun sembolizminde büyük rol oynayan “G” harfi, Geometri‘nin baş harfinden başkası değildir.[11]

Eski Masonlukta Loca, Masonların ezbere bilmelerinin gerektiği, yazılısı olmayan bir ritüele göre açılırdı. 1717’den öncesine ait elde çok az Ritüel bulunuyor. Bunlar bize “çalışmaların dinsel törenlere yabancı bir İbranî tanrısal Ad’a yakarma ile açıldığını” anlatıyorlar. 30 Kasım 1663’de Wakefield Masonlarının genel toplantısı “Çok Aziz ve Şanlı El-Shaddai, Gök ve Yer’in Büyük Mimarı…” ile başlayan dua ile açılıyor. Bu dua, Çırak düzeyinde çalışmaların açılış Ritüel’inde de mevcut olup Loca “Kral Süleyman adına” açılıyor.[12]

“Zanaatla ilgili efsanelerin çoğu kökünü Kutsal Kitap’tan almaktadır. XV. yy.dan kalma Cook Elyazması Yabal, Yubal, Tubalkain gibi, eski Ahit’te sözü geçen kişileri de işe karıştırmaktadır. Şimdi kendisine derin bir sembolik anlam verilen en önemli masal, Hiram efsanesi‘dir”.[13]

Günümüzde cari bazı ritüellere göz atalım. IX. Derece Çalışma Rehberi’nden (İst. 1958) (Pek Muktedir Üstat – P.M., Melik Süleyman’ı temsil eder; Stolkin – St = 1. Nâzır):

“…

P.M….O halde oturunuz, ilk önce size şunu müjdeliyeyim ki, Roz- Kruva Hâkim Şapitrinin kararına uyarak…” Stolkin Birader, erişmeği aradığımız maksat ve gaye nedir?”

St… Üstat Hiram öldü”…

Devam etmeden önce bu (kökenini bilmediğimiz) Stolkin Birader adının, Fetvaların standart Zeyd adını akla getirdiğini belirtelim. Fetva ile Yahudi Responsa arasındaki ilişkiden aşağıda bahsedilecektir. Mezkûr ritüelde, namzet’in ikaaf edilebilmesi için Stolkin Birader’in, onun Hiram’ın katline iştirak etmediğine tanıklık etmesi gerekiyor…

XIV. Derece Çalışma Rehberi’ndeki (İst. 1958) “Talimat”ta şunları buluyoruz: “Şarkta girift iki müselles bulunur… Yedi kollu şamdan her vakitki yerindedir. Üzerinde buhurdanlık bulunan sehpa ve tunçtan bir su kabı da ortadadır. Önlük – beyaz kuzu derisindendir. Ortasına Derece’nin biju’su işlenmiştir. Biju, 45° açılı bir Pergel olup üzerinde bir taç ve kolları arasında ziya saçan bir güneş vardır…”

Mesainin açılışında 3 defa Muktedir (3. M.) soruyor: “Zenginle fakir, asil ile âlim, burada niçin müsavi, dost ve kardeştirler?”

I. Nâzır (I. N:): “Çünkü sütunun kaidesinde resmedilmiş bulunan müselleste, göklerin uçsuz bucaksızlığında olduğu gibi, eşitliğe zorlayan bir kudret vardır”.

3. M.: “Kaç yaşındasınız?”

I. N.: “Seksen bir yaşında ki, bunun cezri, aded-i tâm olan üç’ün murabbaıdır, işte bütün eşya hep böyle sebeplere bağlıdır”.

“Kâtip Birader, terlilerini isteyen Biraderler hakkında Rose-Croix’lar şapitri’nden gelen levhayı okuyunuz!”.

Mason sözcüğü ve bunun sırrı için ancak varsayımlara dayanabiliyoruz. Bu bapta Aberfaill nâzırı Robert Kırk’ın (1691) düşüncesini aktarmak ilginç olabilir: “Mason sözcüğü bir sırdır ki bunun hakkında bildiğimiz az şeyi saklamak istemem. Bu, bir nevi Hahamlık geleneği, Yakin ve Boaz, Süleyman Mâbedi’ne dikilmiş iki sütun ve elden ele intikal ettirilen ve bununla birbirlerini tanıyıp birbirlerine ısınılan bazı gizli işaretlerin bir çeşit tefsirdir.”[14]: “Ve direkleri Mabedin eyvanına dikti ve sağ direği dikti ve onun adını Yakin (pekiştirecek) koydu ve sol direği dikti ve adını Boaz (Kuvvet bunda) koydu” (I. Krallar VI/21).

Üstat’lığa ilk adım sayılan III. derecenin ritüeli, efsane ve sembolizmi, Meslek tabirlerinden gelmeyip aksine, operatif Masonluktan ayrılıyormuş gibi olup böylece de büyük Sırr’lara açılmaktadır. Bunda istisna, pergelle gönye oluyor. Ve bütün bunda, tam mükemmel inisye olarak yeniden yaşaması beklenen Üstat Hiram saf hikmeti teşahhus ettiriyor.[15]

“Ve kral Süleyman gönderip Sur’dan Hiram’ı getirtti. Naftali sıptından dul bir kadının oğlu idi ve babası Surlu bir adamdı, tunç işçisi idi ve Hiram bütün tunç işleri işlemekte hikmette ve anlayışla ve hünerle dolu idi. Ve Süleyman’a gelip bütün onun işlerini yaptı” (I. Krallar, VII/13-14).

Bu Hiram’ın gerçek tarihî hüviyeti ise şöyle beliriyor:

Adı, görünüşte Ahiram’dan kısaltılmış Hiram, Tyr (Sur) kralı, Davud ve Süleyman’ın çağdaşı olup Aviba’al’in oğludur. Tahta 19 yaşında çıkıp 34 yıl hüküm sürmüş (M.Ö. yakl. 969-936). Saltanatı sırasında Tyr, Finike sahillerinin önderi ve tüm Akdeniz’e sıçrayan imparatorluğun başlangıcı bu tarihe bağlı oluyor.

Citium’da (Kıbrıs’ta Larnaka) patlayan bir isyanı bizzat bastırıyor. Daha sonra bu ada kentini, onu, üzerinde Zeus (Baal Shamêm) tapınağının bulunduğu bir daha küçük adayla birleştirerek genişletmişti. Tyr’i ve tapınaklarını tezyin edip seddeler, bentler ve çarşılar gibi büyük imar işlerine tevessül etmişti.

Bütün bunlar denizaşırı ticaretin yükseldiğinin işaretiydi ve yeni büyük teknelere uygun daha geniş liman ihtiyacını ifade ediyordu. Eski tapınakları yıkıp Herakles (= Melkart) ve Astarte’ye yenisini inşa etmişti. Bu inşa programı, İbranî krallarını etkilemiş olmalıydı. Ahd-i Atik Hiram’la Davud arasındaki dostane ilişkilerden söz eder. W, F. Albright, Filistinlilerin gücünün, bir yandan (denizde) Tyr kralları Aviba’al ile Hiram, bir yandan da (karada) Davud’un ittifakıyla kırılmış olabileceğini ileri sürüyor. Davud’a bir saray inşası için sedir ve ustalar getiren Hiram’ın elçilerinin aynı zamanda siyasî ve ticarî işlevlerinin de olmuş olduğu düşünülebilir: “Ve Sur kralı Hiram Davud’a ulaklar ve erz ağaçları ve dülgerler ve duvarcılar gönderdi ve Davud için bir ev yaptılar”. (II Samuel V/11 ve I. Tarihler XIV/1). Davud’un İsrail’in denetimini eline aldığı zaman Hiram’ın krallığının dar bir kıyı şeridine inhisar ettiği sanılır; mamafih, Süleyman’ın döneminde bunun çok daha geniş olması gerekir. Şöyle ki Süleyman’ın Hiram’a terk ettiği Kabul arazisi, Hiram’ın Batı’daki topraklarına mücavir olmuş olmalıydı: “(ve Sur kralı Hiram Süleyman’ın bütün dileğine göre erz ağacı ve servi ağacı ve altın tedarik etmişti), o zaman kral Süleyman Hiram’a Galile diyarında yirmi şehir verdi. Ve Hiram Süleyman’ın kendisine verdiği şehirleri görmek için Sur’dan çıktı ve onlar hoşuna gitmedi. Ve dedi: Kardeşim, bana verdiğin bu şehirler nedir? Ve onlara bugüne kadar Kabul diyarı denildi”. (I. Krallar IX/11-13). Anlaşılan Hiram bunları beğenmemiş ama “kabul” etmişti…

Süleyman’la Hiram arasındaki ilişkilerin eşitlik esasına dayandığında şüphe yoktur ve iki kral arasındaki ilişki ve temaslar sıklaşacaktır. Tyr’in beceri ve başlıca Lübnan sediri olmak üzere inşa malzemesi yardımı, buğday ve yağ karşılığında oluyordu. Hiram Etsyon-Geber’den Ofir’e bir ticaret filosu gönderme yardımına karşılık ticarî imtiyazlar elde etmişti.

Hiram’la Süleyman arasındaki bilmece teatisi de bilinip bu öykü Şeba (Sabâ) kraliçesinin bir öyküsünü hatırlatır: “Ve Şeba kraliçesi Rabb’in isminden ötürü Süleyman’ın şöhretini işitince onu bilmecelerle denemeye geldi” (I. Krallar X/l). Bu, X. yy.dan itibaren tapınılması görünürde artan Baal-Shamêm kültü ile Hiram’ın Süleyman’ın Mâbedi’ni planlama, inşa ve donatma yardımı arasında bir doğruca irtibatın bulunduğunu akla getiriyor. Daha başka Hiram’lara da rastlıyoruz, çeşitli belgelerde.[16]

“XV. yy.dan kalma Cook ve XVII. yy.dan kalma Old Charges‘in Tew elyazmaları gibi eski metinler, tapınağın yapılışından ve Sur’lu kral Hiram’ın “oğlu” olan Hiram’dan söz etmektedirler: Kendisi geometride çok ustadır ve yapı işinin büyük yetkilerle yönetilmesi ona verilmiştir”.

“Zamanımızdaki törenlerde uygulanan usuller, Kutsal Kitab’ın ve duvarcılık, yapıcılık zanaatının bu efsanesini, Hiram’ın acıklı ölümü hikâyesini yaratarak, genişletmişlerdir ve bu hikâyenin yorumu, ustalık (üstatlık) derecesine yükseliş sırasında yapılan törenin özünü teşkil eder. J. A. Joly’nin… 1742’de Avignon’da yazdığı kitaba bakılırsa efsane, en eski anlatış şekillerinden birine göre, şöyledir:”

“Hz. Süleyman’ın, tapınağın yapı işlerini yönetmek görevini kendisine yermiş olduğu Adoniram, Adoram ya da Hiram, o kadar büyük sayıda işçiye para ödemekteydi ki bunların hepsini tanıyamıyordu; bunun üzerine, ayırt edebilmek için, bunların her biriyle başka başka Parolalar, işaretler, Eldeğdirme’ler tespit edip kararlaştırıldı…”.

“Üç kalfa, hakları olmadığı halde Usta gündeliği almak istiyorlardı. Bu parola (Tanrı anlamına gelen) Yehova idi ama onlar bilmiyorlardı. Adoniram’ı yalnızken görünce ondan bu parolayı istemeğe, alamazlarsa onu öldürmeye karar verdiler. Bu amaçla biri Güney’de, öbürü Kuzey’de, üçüncüsü de Doğu’da (Maşrik’te) olmak üzere, tapınağın içinde saklandılar. Adoniram her zamanki gibi Batı kapısından içeriye girmişti. Güney kapısından çıkmak isteyince üç kalfadan biri ona Usta parolasının ne olduğunu sordu. Beri yandan da elinde tuttuğu bir sopayı ya da çekici ona doğru kaldırmıştı. Adoniram: ‘Ben Usta parolasını böyle öğrenmemiştim’ dedi. Bunun üzerine kalfa, elindeki sopayı, ya da çekici onun kafasına indirdi. Fakat kuvvetli vurmamıştı; Adoniram da Kuzey kapısına doğru kaçtı, orada ikinci kalfayla karşılaştı… Doğu kapısından kaçmak için o yana kaçtı, orada sonuncu kalfa ile karşılaştı. Oda Adoniram’a aynı şeyi sorduktan sonra onu öldürdü. Ondan sonra üç kalfa… henüz karanlık bastırmamış olduğundan cesedi hemen götürmeye cesaret edemediler, onu bir taş yığını altında gizlemekle yetindiler. Gece olunca cesedi alup bir dağa götürdüler, oraya gömdüler. Yeri sonra yine bulabilmek için bir de Akasya dalı kesip mezarın üstüne diktiler”.

Hz. Süleyman dokuz gün Adoniram’ı ortalıkta görmeyince, dokuz Usta’ya ‘gidip onu arayın’ diye emir verdi. Bu dokuz usta Hz. Süleyman’ın buyruğunu harfi harfine yerine getirdiler. Uzun araştırmalar yaptıktan sonra içlerinden üçü, onun gömülü olduğu yerin yakınında dinlenmeye gittiler, içlerinden biri daha rahat oturabilmek için akasya dalını tuttu ama dal elinde kaldı. Bunun üzerine üçü de orada toprağın yeni kazılmış olduğunu fark ettiler… ve Adoniram’ın cesedini buldular. Bunun üzerine arkadaşlarına, yanlarına gelmeleri için işaret ettiler”.

“Bunlardan biri cesedi parmağından tuttu ama parmağın derisi soyuldu, elinde kaldı, ikincisi hemen bir başka parmağı tuttu ama bu parmağın derisi de onun elinde kaldı. Üçüncüsü ölünün bileğinden tuttu, ama deri yine ayrıldı. Bunun üzerine ‘Maşnak’ diye bağırdı ki bu, masonlara göre ‘et kemikten ayrılıyor, beden çürümüş’ anlamınadır. Bunun üzerine: ‘Bundan sonra usta parolası Maşnak olsun’ diye hemen anlaştılar. Derhal gidip olan bitenleri Hz. Süleyman’a anlattılar, o da çok üzüldü…”.

“Sonra onu büyük bir törenle oraya (tapınağa) gömdüler. Tören sırasında bütün Usta’lar, içlerinden hiçbirinin eli şeflerinin kanına bulaşmadığını göstermek için beyaz deriden önlükler takıp beyaz deriden eldivenler giymişlerdi”.

Günümüzdeki ritüellerde “beyaz kuzu derisi” önlükle beyaz eldiven, ritüel “Talimat”ının parçasını oluştururlar.

“Hiram efsanesi bugünkü masonluğun sembolik taşlarından biridir ve bu taş, tapınağın yapısına, bugünkü masonların anladıkları şekilde girer”.

“İngiliz masonlarından A. Mackey bunu şöyle anlatıyor: Operatif zanaat (yani duvarcılar – masonlar – tarafından madde halindeki yapıların inşası) bizim için artık son bulduğundan, biz spekülatif masonlar, manevî bir tapınağın inşası için yapılan çalışmaları gönüllerimizde sembolleştiriyoruz: An ve lekesiz bir tapınak ki, her arılığın yaratıcısı olan O’na lâyık bir yuvadır… Mâbed-i Süleyman’ın böylece manevîleştirilmesi, masonluğun bütün öğrettiklerinin başta geleni ve hepsinin en önemlisi, en derinidir”.[17]

XXVII. Derece Çalışma Rehberi’ne (İst. 1959) göre bu ritüelin dekorları arasında önlük, kırmızı deriden olup beyaz renkte olan baveti üzerinde bir Tötonik haç bulunur. Bu haçın uçları “Potencée” tabir olunan şekilde kancalıdır. Bu haçın üzerinde de altından mamul ve uçları çift “Potencée” diğer bir haç bulunuyor. Biju, ortasında İbranî harflerle İ.N.R.İ. harfleri hakkedilmiş olan altın müsellestir. Bu derecenin Mukaddes Kelimesi, İ.N.R.İ; Mürur Kelimesi de “Salomon”dur. Bu arada XXIII. ve XXIV. derecelerin sırasıyla “Tabernakl reisi-Chef du Tabernacle” ve “Tabernakl prensi”; XXV. derecenin de “Tunç yılan Şövalyesi” dereceleri… olduğunu kaydedelim. (Resim 40, 91a ve 91b).

***

Bu cihanşümul konuya çok değişik açılardan yaklaşılabilir. Pythagoras sayılarının mistik’i, bunların sembolleri, tılsımları ve hattâ bunlara dair bâtıl, inançlar (superstitio) üzerinde durmayacağız. Simyager’lerin, Kabbalacıların, Rose-Croix ve Sihirbazların karanlık zincirine bir de mimar ve Duvarcı Ustaları’nın nâzım çizimlerini ve Pythagoras’çıların geometrik sırlarından başkası olmayan sırlarını intikal ettireni eklemeliyiz.

Her ne kadar mimarlar siyah veya beyaz sihirbazlardan daha ketum olmuşlarsa da, Grek Mimarlar Korporasyonları, sonra da, Karlovenjien dönemine kadar barbar istilâlarının karanlığı içinde devam etmiş olan Romalılarınki (Collegia Opificum), Bizans korporasyonları, Karlovenjien döneminin tam örgütlü büyük manastırlarının (Cluny, Corvey, Saint-Gall…) özel atölyeleri ve nihayet Ortaçağın mimarlar ve Duvarcılar Loncaları ve bunların en yüksek hali olan Strasburg Katedrali’nin Büyük Loca’sına itaat eden Duvarcı ve taş yontucuları Büyük Federasyonu’ndan itibaren bir sürekli mecra saptanabilir.

Ortaçağın mimarlar ve operatif duvarcılarının Loncaları, tıpkı kadim Collegia‘lar gibi, meslekî olduğu kadar ritüel sırları Üstat’tan salike intikal ettiren gizli cemiyetlerdi. Keyfiyet, tesadüfen yok olmamış ve özellikle İngiltere’de, British Museum’da veya spekülatif mason localarında (Londra’da 1717’de kurulmuş ve operatif locaların ritüel ve sembollerini büyük ölçüde benimsemiş “felsefî” masonluğunkiler) saklanmış belgelerden anlaşılmaktadır. “Bauhütte”nin (Kutsal İmparatorluk’un Mimar locaları Federasyonu) belgeleri, yazıtsal işaretlerin (taşlar üzerinde, nâzım çizimlere bağlı ama pentagona değil de kare ve üçgen üzerine dayanan duvarcı ustalarının imzaları) (Resim 93) yanı sıra tanınma vasıtaları, parolalar, hareketler vs.yi ve de meslekî sırları zikrediyor. Bu sonuncular kuşaktan kuşağa, Fransa ve İngiltere’deki kardeşlerine koşut olarak mimar ustaların birbirlerine intikal ettirdikleri ve içlerinde en önemlisinin Grundt ya da çizim sanatı olduğu, meslekî sırlardır (Heimblichkeiten). Regius yazması ya da British Museum’un Masonik Şiir’inde (XIV. yy.ın sonu), müptedi ve lonca yoldaşının sadakatle uymalarının gerektiği Üstadın sırrı üzerine şunlar okunuyor: “Üstadın Oda’sının sırlarını, ne de senin locada yapmış olduklarını hiçbir kişiye açmayacaksın; ne işitip gördünse, nereye gidersen git, bunlar hiç kimseye söylemeyeceksin”.

XV. yy.ın sonuna kadarki döneme ait daha birçok belge bu minval üzere beyan ve tembihleri içeriyor.

Sicilya Derneği, bundan fazla bir titizliği icbar etmiyordu. Kadim Collegia‘ların geleneklerinden tevarüs edilmiş semboller arasında, “Işıldayan Yıldız” şeklinde pentagram bulunuyor; bunun ortasında İbranî Yod (ye) ve Onluk’u temsil eden G harfi var; ritüel ise, daha da eski Mısır kalıntılarıyla Pythagorascı ve Eleusis Mysterion’larının ritüelinden geliyor. Grek Ustabaşılarla Pythagorasçı Dernek arasındaki kesin yakınlık ve temaslar, büyük Grek çağının mimarları tarafından kullanılmış orantı, Simetri ve Eurythmie (çizgiler arasındaki orantı) kuramlarının matematik yapısının doğruca Dernek’in matematik disiplinlerinden alınmış olmasıyla izah edilir. Bunların doğruca yankısı Campanus de Novare’nin (XIII. yy.), “Altın Kesifin nasıl Eflâtûnî beş katı cismi mantıkî olarak (rationabiliter) bir usdışı Uyum (irrationali symphonia), yani usdışı bir orantı veya orantılar zinciriyle bağladığını vurgulayan, bir cümlesinde bulunuyor.

Alman mimar Moessel, mumtazam pentagon ve dekagon, yani otomatik olarak Altın Kesit üzerine müesses birkaç temel diyagrama irca ettiği Gotik nâzım çizimleri tahlil etmiş. Grek mimarisinde ise Hambidge’in “dinamik” dörtgenlerinin kullanımı normal gibi oluyor ve bu dörtgenler arasında “altın dörtgen” ve  ve dörtgenleri, çizimlerin çoğunu sağlıyor gibidir. Bu sonuncusu/ insan vücudunun orantılarına benziyor. “Moessel” tipi dairesel diyagramlar, buna karşılık, Rönesans’ın birçok tablosunda (Raphaël) görülüyor.

(Dinî) Reform’un ortaya çıkmasıyla mimar ve Mason Loncaları’nın tekel ve etkinliği kayboluyor; bu Reform, Rönesans’la, yani oranların Eflâtûnî kuramının, beş Eflâtûnî cisim arasında bağlantı olarak Altın Kesit’in rolünün Luca Paciolli tarafından eşsiz Divina Proportione kitabında gün ışığına çıkarılmasıyla rastlaşıyor. Kitabı, yazarın dostu Leonardo da Vinci resimlemişti. Nev-Eflâtûnîye’nin bu yenilenmesi içinde Eflâtûnî akademileri ortaya çıkıveriyorlar. Bizanslı hümanist ve feylosof Gemistos Plêthôn (1355-1450) Floransa’ya, Bizans İmparatorluğu’nda, Justinien tarafından putperest mekteplerin resmen kapatılmasından sonra varlığını sürdüren Pythagorasçı-Eflâtûnî derneklerin geleneğini getirdiğini iddia ederdi. Quattrocento’nun bu akademileri, mistik ritüelli gizli dernek havalarıyla aynı zamanda antik mysterionlara bağlanma iddiasında bulunduklarında Papa II. Paul, 1468’den itibaren bunları Kilise’nin yıldırımlarıyla tehdit eder olmuştu.

Simyagerlere bağlı gizli dernekler arasında Rose-Croix’lar zikredilir; bunların adı ilk kez Jean-Valentin Andreae’nın (1614) Fama Fraternitatis‘inde görülüyor, ancak bunların “Collegium Lucis”lerinin gerçek ve sürekli varlığı hiçbir zaman ispat edilmiş değil. İmparator II. Rodolph’un tabibi Michel Meier (1568-1622) buna rağmen Themis Aurea, hoc est de legibus fraternitatis Rosae Crucis‘ini yayınlıyor ve operatif mason localarının fahir azaları İngiliz Hermetistleri Robert Fludd ile Elias Ashmole’nin Rose-Croix oldukları sanılı­yordu, bunlarla birlikte Francis Bacon’un da olduğu gibi. Michel Meier, onu bir yere oturtmadan en kadim zamanlardan beri mevcut ve Mısır, Eleusis, Orpheus ve Pythagoras mysterionlarına bağlanan bir “Feylosoflar kurulu”ndan söz ediyor. Daha gerçek verilerin yokluğuna rağmen bu türden bir kapalı Hermetik derneğin varlığı başka bir mektupla da ispat ediliyor gibi. Descartes, Ulm’da Faulhaber’in evinde ve Hollanda’da da, en iyi dostu Hegeland’ın şahsında görüştüğü, çağının Rose-Croix’larına (Fludd ve Ashmole’ninkilerine) büyük ilgi göstermişti.

Asırlar boyunca teşekkül etmiş gizli ya da yarı gizli derneklerin hepsi Pythagorasçı Büyük Dernek’e, Orphisme, Eleusis Mysterionlarına bağlanmış olmak iddiasında bulunan gerçek ya da uydurma geleneklerden esinlenmiş gibidirler; Mısır’la bağlantı her zaman ileri sürülmektedir ki Herodotus, Pythagorasçıların keten elbise giyme zorunluğu babında şunları yazıyor: “Bu, Orphik ayinlere uygun olup… (bu sonuncular) Mısır ve Pythagorasçı ayinlerle aynıdır”.

Bazı yakınlaştırmalar gerçekten ilginç oluyor. Bunların arasında, o denli güçlü olmuş olan ve bu yüzden Philippe le Bel ile Clement V’in ortadan kaldırmak için ittifak ettikleri (Temple’ın Büyük Üstadı Jacques de Molay’nin idamı – 1314) Templiers’ler zikrediliyor. Bunlar Franc-Maçon’ların ve korporasyonlarla resmî Lonca’lara bağlı olmayan bağımsız sanatkâr locaların kalıntısı Compagnonnage’ın (işçi derneği) geleneklerinde anılıyorlar. Hâvarî aziz Yohanna’nın adı, koruyucusu olduğu Templiers’lerin ritüelinde de geçerdi; Saint-Jean bayramı (yaz gündönümü), hâlâ Skoç riti Franc-Maçons’larda olduğu gibi Templiers’lerde de en önemli tarih oluyordu, işbu Saint-Jean (Aziz Yohanna) gününde, 1717’de, İngiltere’nin (spekülatif) Büyük Loca’sı kurulmuştu ve Bauhütte’den tevarüs edilmiş masonik sülukun ilk üç derecesi, “Johannit” masonluğu oluşturuyor.

Gerçek intikaller olabilecek rastlantılar arasında, Eleusis’in “küçük mysterion”larında talibin, sülukun başında, çıplak sol ayağını bir koçun postu üzerine koyduğuna işaret edelim; söylendiğine göre birinci derece masonik sülukta, sol ayağın rol oynadığı benzer bir rit varmış.

Birçok katedralin alınlık tablasında (Viyana’daki Saint-Etienne’inkinde olduğu gibi), “ihtişamı içinde” İsa’nın elbisesi, sol dizi, çıplak ortaya çıkaracak şekilde yukarı çekilmiş olup bu istenmiş ve vurgulanmış açılmanın bir anlamı olmalıdır; Kilise’nin bunu nasıl izah ettiğini bilmiyorsak da, Ortaçağın Duvarcı Üstatlarının, nice gotik kilisenin kilit taşlarına “imzaları”nı hakketmiş olanların, sırrını beraberlerinde götürmüş oldukları sembollerden biri olabilir.

Ölçü ve hakkaniyetin ve İsis ve Thôt ile birlikte süluk törenlerinin sahibesi Mısırlı tanrıça Maat, nazarlık olarak, Roma ve Pompei’de Romalı mimarların mezarları ve bazı Gotik “Ustabaşı”ların büstleri üzerinde gördüğümüz gönye‘nin (Pythagoras’ın “hakkaniyet açısı”) aynını haizdi. Bu gönye‘nin günümüz localarının masonik sembolleri arasında olduğunu biliyoruz.[18]

Masonluk hareketinin Hristiyan ülkelerde gün görmesine karşın bunun İbranî-Judaik karakterinin başat olduğunu biliyoruz. Bu bağlamda Mason sembolizminin bizi nerelere kadar geri götürdüğünün mülâhazası ilginç oluyor. Eski Mısır dini ve ona bağlı ritüel sihirde, sayılardan çok sözcüklere bir sihirli nitelik atfedildiğini biliyoruz. Bu “güç sözcükleri”, parolalar, tılsım sözcükleri, büyü sözcükleri… olarak sayılabilir. Buna karşılık, Kitâb-ı Mukaddes ve İbranî geleneğinde, Kalde’de olduğu gibi, sayıların mistik’i, sözcüklerinkini bastırıyor. Bu “kutsal sayılar” kavramını daha önce ayrıntılarıyla irdelemiştik. Bunları tekrarlamayacağız.

Kitâb-ı Mukaddes’in bazı sayılara atfettiği önem, ilkel Kaide etkisine ve sonra da Babilonya esaretine bağlı gibi görünmektedir. Ama işbu doğal sayılacak etki ve bulaşmalar bir yana, Pythagorasçılığın yeniden doğduğu İskenderiye döneminde (M.Ö. III. ve M.S. III. yy.) Yahudi düşüncesi, bir yandan Mısır’ın sözcük sihri, öbür yandan da Pythagorasçı sayılar mistik’i tarafından şiddetle etkilenmişti. İbranî Kabbala, sözcükler, harf ve sayıların mistik’i, bilim, sihir ve nümeroloji karışımı bir “bütün”den ibaret olmuştu. Bunun birçok ayrıntısını daha önce görmüştük (dörtlü Tetragram, Sephirot Onlu’su…).

Zohar, “Mikro-kozmos”tan söz ediyor “Tanrısal Güç kendine bir merkez yaptığında, bir yeni evren, bir mikro-kozmos yaratır”. Ve daha ilerde, Thot Hermés’in “Zümrüt Masa”sı ve Vitruviyus’tan[19] bir yankı olarak da:

“İnsan’ın şekli, üst ve alt şeylerde olduğu kadar, bütün şekilleri özetliyor. Bu şekil, her şeyi özetlediği için biz bunu Tanrı’yı bir Yüce ihtiyar (Ayn Sof) şeklinde temsil etmede kullanıyoruz. Üst dünya, düşünce ile şekil arasında arabulucu insanın nihayet ahengi bulduğu zaman, alt dünyayı ilkah ediyor… Var olan her şey, tek bir ruh tarafından hareketlendirilen bir bedendir” diyor.

Pythagorasçılığın İbranî düşüncesi ve özellikle Kabbala’nın oluşması üzerindeki etkisi kesindir: “Judaismin Pythagorasçı doktrini tarafından fethi Roma döneminin çok öncesinden başlamıştı. Roma İskenderiye’sinin bütün Yahudi yazınının en büyük ürünleri, Pythagorasçı eğilime bağlanır… İskenderiye Judaismi, Farisîlik…, Tevrat’ın Musa dinine kıyasla, yeni karakterler arz eder ki bu sonuncular Pythagoras efsanesinin ifadesi ve de sürükleyicisi olduğu” kavramlarıyla Yahudi dünyasının fethinin işaretleri oluyorlar”.[20]

İş böyle olunca, Masonluk yoluyla girmiş bir takım sembolizmin kökenleri de, hiç değilse bir ölçüde aydınlığa kavuşmuş oluyor.

***

Masonluğun ülkemizle ilgili bölümüne geçmeden önce onun Fransız Devrimi ile olan ilişkisinden kısaca söz edelim.

İhtilâl Fransa’da masonluğu tam gelişme halinde bulmuştu. 1780’de ordunun 72 alayında mason locası vardı. Parlamentoların çoğu, kendi özel localarına sahipti. 1784’de Maşrik-i Âzam’a bağlı locaların sayısı 800 kadar, Büyük Loca’ya bağlı olanların da 170 idi.

İhtilâlin ünlü adları arasında Dr. Guillotin, Bailly, Talleyrand, Brissot, La Fayette, Mirabeau, Cordorcet, Philippe d’Orléan (Philippe Égalité) ve daha başkaları vardı. Bu yüzden de çok kişi, Fransız İhtilâli’ni masonların eseri olarak görme eğilimine girecekti. Ancak, hareketin üç umdesi, “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” ilkesi, localarda bir “alkış haykırışı” olarak kullanılmakla birlikte, masonluğa ihtilâlden sonra girmiştir. Masonluğun bu denli yaygınlığına rağmen Taht ve Kilise’ye karşı herhangi bir mason komplosu bahis konusu olmamıştır.

Özetle Devrim, her sınıftan insanı olduğu gibi, Mason ülküsünü de etkilemiş olmalıdır. Esasen hareketin tohumlarını eken filozofların da, masonların da ülküsü, hak, adalet, eşitlik ve insanların kardeşliği idi.[21] Danton, 10 Nisan 1793’te Convention’da söylediği bir nutukta Skoç Riti’nin 15. derecesine telmihte bulunuyordu: “Böylece, Antik Çağın bir ulusu duvarlarını bir elinde mala, öbüründe düşmanlarını püskürtmek için kılıç tutarak bina ediyordu”. (Mezkûr 15. derece Chevaliers d’Orient veya Chevalier de l’Épeé’dir). Bunu Tevrat’ta buluyoruz: “Duvar yapanlar ve yük taşıyanlarla yükleyenler, herkes bir eli ile işte çalışıyor ve öbür eliyle silâhını tutuyordu” (Nehemya IV/17). Yine ayni baptan olmak üzere çelik tonoz, üçgene bağlı ışın saçan göz sembolizmleri, Ahit sandığı gibi Masonlukta ilişkili kavramlar, ihtilâlci sembolizmleri arasında yer almışlardı.[22]

Ve son bir iki ilginç ayrıntı: Skoç Riti’nin XXI. derecesi sembolik malzemeden yana çok zengin olup çok değerli süluk unsurlarını içerir. Prusya şövalyelerinin toplandığı loca ancak dolunayda içtima edebilirdi şöyle ki bu, ilk Gök’ü, saliklerin varmaya çabaladıkları Gök’ü temsil ediyor. Noahit (Nuh’a bağlı) veya Prusyalı şövalyelerin, Ritüel’lerin başında bulunan öyküsü şöyle başlıyor: “Nuh’un ahfadı, Rabb’in insanlara bir barışma işareti olarak verdiği ve bununla da onlara artık bir genel tufanla intikam almayacağına dair teminat verdiği gökkuşağına rağmen, tanrısal öçten korunmak üzere bir kule inşasını kararlaştırdılar”. Babil kulesi teması ortaya çıkıyor. Öykünün gerisi daha da etkileyici oluyor: “Bir süre sonra, insanlar arasında farklılıklar tesis eden, hattâ bunların hak ve Tanrı’ya ibadetlerini silen Nemrud, burada bir kent kurdu ve bu nedenle de bu Babilon tesmiye edildi. Rabb bu işi Mart’ın dolunayında yapmıştı.

Gerçekten kahraman Nemrud tamamen özel bir geleneğin ortasında bulunuyor ve Ritüel’in bunun adı üzerinde ısrar etmesi çok anlamlı oluyor. Nemrud, kaplan ya da panter gibi şövalyenin simgesi benekli bir hayvana teşbih edilebilen avcıdır (Arapça nimr, İbranîce namar).[23]

Bizim Nemrud’un bir başka “yüzü” de böylece ortaya çıkmış oldu.

XXX. derece Kadosch Şövalyesi derecesi olup “Kadosch” adı (İbranîce ermiş, veli, aziz), Ermişlerin makarrı olan çeşitli Gökler’le ilişkili haldedir. Derecenin ritüelinde her yanında yedişer basamaklı bir çift merdiven bulunuyor ve ikinci yanındaki basamakların adları “Astronomi, Müzik, Geometri, Aritmetik, Lojik, Retorik, Gramer”, yani Ortaçağın yedi Serbest Sanatı ve bunların necmî tekabülleridir.[24]

Bu noktada konudan biraz ayrılarak önemli bir varsayım ileri süreceğiz.

Tanrı’nın şanı, Kavod, yani O’nun Kendini insan’a ifşa ettiği veçhesi, Hasidism için Halik değil, ama ilk Mahlûktur… Kavod, “Shekinah tesmiye edilen büyük nûr” olup aynı zamanda, “kutsal ruh”, ruah hakodesh’dır ki Tanrı’nın kelâmı bu vasıtayla işitilir”.[25]

Yukarda mezkûr Kadosch (Şövalyesi), işbu kodesh’ten mi galattır?

Kommünistik düşüncelere sahip İranlı peygamber Mazdak’i, tahtı ele geçirmek için kullanmış olan Sasanî Kavad, bu adını İbranî Kavod’dan almış olabilir mi? İran-Yahudi kültürel alışverişinin bu denli örneğini gördükten sonra, neden Kavad da “tanrının şanı” olmasın”?…

Ancak bir küçük ayrıntı ekleyelim. “Kavad”, Anadolu dilinde karısını satan adamdır. Biz bu tarifin kökenini şöyle izah ediyoruz: Mazdak, kadınları da, zamanının değer yargıları içinde bir meta olarak gördüğünden, onlar da başta toprak olmak üzere, sair varlıklar gibi bölüştürmüş. Kral Kavad, Anadolu’nun Güney-Doğu’sunun bir bölümünü Bizans’tan aldığında, henüz Mazdak’ın mesleğini benimsemiş halde idi: O dönemin Anadolu adamının toprağın bölüşülmesine ne dediğini bilmiyorsak da, kadınların bölüşülmesi düşüncesini o, fazla sevmemiş olmalı…

Dönelim Mason halisine.

Masonluğun Türkiye’ye girişinin tarihine dalmadan önce, yukarda kendisinden söz ettiğimiz, Jakob Frank’ın tilmizi Schönfeld’in (Moses Dobruşka) masonluk deneyleri bize konumuzla ilgili önemli bilgiler veriyor.

Tenassurunu izleyen on yıl içinde edebî çalışmalarının yanı sıra daha gizli faaliyetlere giriştiğini biliyoruz. Bu faaliyetler mason hareketine bağlı teşekkül­ler içinde olmuş, İngiliz esinli adi mason dernekleri Alman imparatorluğu çerçevesinde de var olup çok sayıda kralî ve aristokratik çevrelerin imparator Joseph II dâhil, desteğinden faydalanıyordu. Ama bunların yanı sıra, bu dönemde, özel bir yapıya sahip bâtınî eğilimli mason tarikatları yeşeriyor. Adi masonlukla bu yeni dallar arasındaki başlıca fark, ideolojik düzeydeydi: birincilerin doktrini daha çok hem Hristiyan ve rasyonalist ve hattâ deist esinli iken, öbürleri mistik ve süluk eğilimlerini haizdi. Jakob Böhme’nin ve daha başkalarının öğretisi olan Hristiyan theosophy’ye, simya ve bir ölçüde de, bir takım sihrî uygulamalara başat yer veriyorlardı. Bu çeşitli unsurlar, kendilerini “Rose-Croix’nın uhuvveti” tesmiye edilmiş mevhum tarikatın (sözde XVII. yy.da kurulmuş) devam ettiricileri olarak görüp bu adı almışlardı. Bu dernekler rasyonalizmle mistik arasında gidip gelen ve bazen de bu iki eğilimin sentezini gerçekleştirmeyi deneyen hayli önemli sayıda soylu ve yüksek memuru çekmişlerdi.

Bu iki eğilim arasındaki no man’s land‘de, “Gerçek Işığın Şövalyeleri-Ritter vom wahren Licht“nin bir yeniden örgütlenmesinden ortaya çıkan “Asyalı kardeşler” bulunuyor. Daha 1780’den önce Schönfeld, bazı akrabaları ve Avusturya’nın varlıklı ailelerinde Yahudi ve Frankist çevrenin bazı mensupları gibi adi masonluğa intisap etmişti. Mezkûr iki derneğe girdiğinde, onların mistik eğilimleriyle özdeşleşmişti. Bu derneklerin temel yazını Judaismden çok bol alıntılarla tebarüz ediyordu. Chevaliers’lerde, Asyalı Kadeşler’de daha çok, Zohar‘dan, Kabbalacı Moses Kordovero’nun Pardes-Rimmonim kitabından… çıkartılmış Tetragram harflerinin mülâhazalarından Kabbalacı öğeler, düsturlar bulunuyor. Bu itibarla, mistik masonluğun tarihinde kendi türünde tek bir kurum bahis konusu oluyor şöyle ki Hristiyan ve Yahudi unsurlarını tezvic ediyor. Asyalı Kardeşlerin Viyana’da faaliyet gösterdikleri zamanda, Dernek’in Yahudi veçhesi her gün daha görünür oluyor. Ancak merkezlerinin Kuzey Almanya’ya intikalinden sonra (1786), Hristiyan eğilim galip geliyor.

Asyalılar tarikatı, sırlarını Yahudilere açan ilk bâtınî topluluk olmuştu.

Bütün bu işler içinde Schönfeld’in, aslında önemli faaliyetleri konumuz dışında kalıyor. Ancak onun, tenassurundan sonra bile, kamu faaliyetlerinin Sabbataycılıkla ilgili olmayan bambaşka bir yönde olduğu bir dönemde gizlice Kabbalacı ve Sabbataycı doktrinlerin yayılmasına, imkânlar nispetinde kendini verdiğini biliyoruz (1781-84). Bu aynı yıllar, mistik ve bâtınî masonluğun (Sıkı uygunluk) tarihinde esas olmuştu. Yeni “Işık Şövalyeleri” tarikatı ve bunun etkisinde kalmış sair dernekler, derhal gizli sihrî uygulamalarla suçlanmışlardı. Işığın Şövalyelerinin basılmış ritüeli çok sayıda Yahudi ve Kabbalacı öğe içeriyor ama bunların arasında Sabbataycı olanlara rastlanmıyor. Sabbatay ancak ritüelin yeni basımında görülüyor.

Kuruluşu sırasında mezkûr tarikat, tenassur etmemiş Yahudi azaya sahip değildi ve Schönfeld, Yahudi (Talmudik ve Sabbataycı) geleneğini bilen tek üyesiydi. Bu itibarla Magon David’in ve Menorah’ın en yüce (üçüncü) “Asyalı salik Şövalye ve Kardeşler’in (Brüder-Eingeweihte) derecesinde sembol olarak kullanılmış olmaları gariptir…[26]

Masonluğun Türkiye’ye girişi

Masonluğun Türkiye’ye giriş tarihini, Kemalettin Apak’ın önemli kitabından aynen aktararak veriyoruz.[27]

İstanbul’da ilk Mason locası 18 inci asırda (23) üncü Osmanlı Padişahı Üçüncü Sultan Ahmet (1703-1730) zamanında açılmıştır ki, Türkiye’de ilk Mason Mahfili budur. Bu loca Fransız obediyansına bağlı olup Galata’da Perşembe Pazarında Arap Camii civarında imiş. Galata ile Azapkapı arasındaki bölgede o zamanlar Frenkler ve bilhassa Venedik ve Cenevizlilerin ahfadından olan levantenler sakin bulunduklarından, bu locanın bunlar tarafından idare edildiği zan olunmaktadır. Maalesef ismi malûmumuz olmayan bu loca Üçüncü Sultan Selim (1789-1807) zamanına kadar çalışmış ve 1789 Fransız büyük ihtilâlinin doğurduğu aksül’ameller neticesi o tarihten sonra kapanmıştır.

1720 Senesinde, yani Üçüncü Sultan Ahmet devrinde Fransaya elçi olarak gönderilen Yirmisekiz Mehmed Çelebi, oğlu Sait Çelebiyi de Kethüda olarak beraberinde götürmüş ve bir yıl kadar Patiste kalan baba-oğul bir hayli yeni fikirle İstanbul’a döndükten sonra Sait Çelebi, İbrahim Müteferrika ile Türkiye’de ilk matbaayı kurmuşlar ve bu sırada İstanbul’daki bu Fransız locasına bazı dostlar ile beraber intisap etmişlerdir.

Türklerden ilk Mason olarak bildiğimiz bu suretle Yirmisekiz Mehmet Çelebizade Sait Çelebidir. Sait Çelebi daha sonra Birinci Sultan Mahmut devrinde 1732 de İsveç’e, 1741 de Fransa’ya elçi olarak gitmiş ve nihayet Üçüncü Sultan Osman zamanında 1755 senesinde beş buçuk ay kadar Sadrazam ve dolayısıyla Vezirlik payesiyle Paşa olmuştur. Binaenaleyh tarihin tanıdığı bu unvan ile zikredersek, Yirmisekiz Mehmet Çelebi Zade Sait Paşa tanıdığımız ilk Türk Masonlarındandır diyebiliriz. Kendisi 1761 de Maraş’ta ölmüştür, (s. 18).

Yine bu ilk Masonlar arasında bildiğimiz bir zat da Kumbaracı Ahmet Paşa’dır (1675-1742) ki, aslen Fransız asilzadelerinden olup ismi Comte de Bonneval’dır. Fransa’dan 14 üncü Louis zamanında gördüğü hakaret üzerine kaçıp evvelâ Avusturya ve sonra da 1729 da, Üçüncü Sultan Ahmed’in zamanında Türkiye hizmetine girmiş, Askerî Mühendishanemizin temelini kurmuş, Müslümanlığı kabul etmiş ve nihayet Kumbaracı Başı ve Paşa olmuştu.

Din-i İslâmdir atây-i müteal

Ulu nimettir sana (Ahmet) (Bu-nevâl)

diye eski ismine bir kelime oyunu ile işaret edilen mührü meşhurdur.

Yine bu ilk Masonlar meyanında Tophanede oturan, zengin ve açık fikirli bir tüccar olan Yusuf Çelebi isminde bir zattan da bahsedilmektedir.

Üçüncü Selim devrini yazan Âsım tarihinin 241 inci sahifesinde şöyle bir kayıt vardır

“Fî zatihi ahkâmı İslâmiyeye mübâlat eylemez mülhid ve bî itikad bir zındık kişveri frengistanda (Fermesonluk) la sihrü” kimya ve şu’bede makulesi tahsil etmiş olan ve bilâhare silâhşoranı hasseye iltihak eden Hasan Ağa…”

İşte bu zat da, tarihimizde Mason olarak mukayyet bulunan ilk Masonlardandır, (s. 19).

Bu ilk devrede İstanbul’da mevcut localar meyanında kuruluş tarihleri sırasıyla 1767 de, yani (26) ıncı Osmanlı Padişahı Üçüncü Sultan Mustafa (1757-1774) zamanında (Saint Jean de Levant) ismindeki Cenova Büyük locasına tâbi bir loca ile 1783 de, yani (27) inci Padişah Birinci Abdülhamit (1774-1789) zamanında Polonya Maşrık’ına bağlı (Aurore de Tsarigrade) isminde diğer bir locanın mevcudiyeti söylenmekte ve bu rivayet Alman kaynaklarına istinat ettirilmektedir.

18 inci asrın sonlarında ve 19 uncu asrın ilk senelerinde (28) inci Osmanlı Padişahı Üçüncü Sultan Selim (1789-1807) devrinde memlekette yine bir teceddüt havası esmeğe başladığından ve Fransızlarla dostane temaslarımız arttığından İstanbul’da Masonluğun yeni bir faaliyet devresine girdiği ve bilhassa Birinci Napoleon zamanında (1804-1814) Türkiye’de bazı Fransız locaları ve yine aynı tarihlerde bazı İngiliz locaları kurulduğu rivayet olunmaktadır. Fakat Abdülmecit zamanına kadar olan bütün bu Masonik faaliyetler tam bir vuzuh arz etmemektedir (s. 20).

Türkiyede Masonluk (31) inci Osmanı Padişahı Sultan Abdülmecit (1839-1861) devrinde bariz bir şekil almış ve hele (1853-1856) Kırım harbi ve onu takip eden senelerde büyük bir inkişaf göstermiştir.

Malûm olduğu veçhile, Sultan Abdülmecit devrinde İngiliz ve Fransızlarla ve bu günkü İtalya’nın çekirdeği olan Sardunya ile ittifak akdederek Rusya’ya karşı Kırım muharebesini yapmıştık. Üç sene kadar süren ve zaferimizle biten bu harp esnasında garbın bilhassa İngiltere ve Fransa gibi iki büyük devleti ile vaki siyasî ve askerî yakınlaşmamız, münevverler arasında da fikrî ve içtimaî sahalarda anlaşmalar doğurmuştu. Bu hal Masonluk sahasında da tesirini gösterdi.

Kırım harbinden evvel Londra’da elçi olarak bulunan Koca Mustafa Reşit Paşa İngiltere’deki bu vazifesi sırasında orada Masonluğa intisap eylemişti. Abdülmecit devrinde altı defa Sadrazamlık mevkiine getirilen Koca Reşit Paşa, Kırım harbi esnasında da İstanbul’da Sadrazam bulunuyordu. Paşanın İstanbul’daki İngiliz Sefiri Lord Rading ile çok yakın dostlukları vardı ve esasen bu Sefir de bir Masondu.

İşte o zamanlar Lord Rading Galata Kulesi civarında Bereketzade mescidi karşısında İskoçya’daki Edinburg Büyük Locasına bağlı bir loca tesis etmişti. İsmi maalesef yine malûm olmayan bu Mahfile İngiliz tebaasının ileri gelenler ile Koca Reşit paşanın itimat ettiği İngilizce bilen bazı Türk münevverleri kabul edilmişlerdi. Bu suretle bu İngiliz locası aristokrat bir mahiyet taşıyordu (s. 21).

Kırım muharebesinin sonlarında 1856 senesinde Beyoğlun’da bir Fransız Mahfili daha kurulmuştu. (Etoile du Bosphore) ismindeki bu Fransız locası, İngilizlerin demin söylediğim Mahfilinin aksine olarak, demokratik bir zihniyetle açılmıştı. Avukat, doktor, mühendis gibi serbest meslek sahiplerinin idaresinde san’at ve bilhassa güzel san’atlar erbabının bir arada toplanmasına çalışıyordu. Bu locanın üstadı, Babı Âlide Hükümet nezdinde Hukuk Müşaviri olan Louis Amiable idi. Müşir Fuat Paşa da bu Mahfilin azasındandı (s. 22).

Ve sair Fransız, İngiliz, Alman, İtalyan locaları. Devam edelim Apak’ı dinlemeye.

Avrupa’da tahsil görmüş münevver bazı Ermeniler de 1861 senesinde, yani Sultan Abdülâziz’in ilk saltanat yılında Fransa büyük Maşrıkı’na bağlı olarak İstanbul’da bir loca tesis etmişlerdi. Bu locanın ismi (ser) idi ki, Ermenice muhabbet, sevgi demek imiş (s. 23).

Yüksek tabakadan birçok Türklerin dahi intisap eylediği bu locanın Türkiye’deki Masonluk tarihinde ehemmiyetli bir mevkii vardır. Memlekette Hürriyet rejiminin kurulması yolunda bu loca azasının kıymetli çalışmaları zamanımıza kadar intikal etmiş bulunmaktadır.

O vakitler henüz Veliaht olan (33) üncü Osmanlı padişahı Beşinci Sultan Murad dahi bu locada Mason olmuş ve 18 inci Dereceye kadar da yükselmişti.

Ser Mahfilinin üstadı, o zaman İstanbul’da İran Büyük Elçisi olan Muhsin Han idi. Muhsin Han bu locayı Sultan ikinci Abdülhamit (1876-1909) devrinde de bütün tehlikelere ve büyük tazyiklere rağmen kısmen idare ve idame edebilmiş, fakat sonraları Sarayın müthiş ve amansız takibatı neticesinde bu loca da 1892 senesinde dağılmak mecburiyetinde kalmıştır.

Ser locasına mensup diğer bazı simalar meyanında Abdülâziz devrinde iki defa Sadrazam olan Keçecizade Fuat Paşa, Abdülâziz ve Abdülhamit devirlerinde yine iki defa Sadrazam olan Meşhur Mithat Paşa, 1877 senesinde kurulan ilk Meşrutiyetin ilk Mebusân Meclisi Reisi ve sonra da Abdülhamit devrinde Sadrazam olan Ahmet Vefik Paşa, yine Abdülhamit zamanında Sadrazam olan Tunuslu Hayrettin Paşa, bilâhare Sultan Reşat zamanında Sadrazam olan İbrahim Hakkı Paşa, Berlin Sefiri Sadullah Paşa, Namık Kemâl Bey, Şair Ziya Paşa, Şinasi, Sultan Beşinci Muradın kardeşleri Şehzade Nurettin ve Kemalettin Efendiler, Sultan Mecit ve Sultan Abdülâzizin ikinci Mabeyincisi Bestekâr Ali Haydar Bey zikredilebilir.

1932 Senesinde İzmir’de Bilgi Matbaasında kitap halinde basıldığını Önsöz’de söylediğim (Türkiye’deki Masonluk Tarihi)nde aynen: “Şair Ziya Paşa Abdülâziz zamanında Mabeyin Başkâtibi idi. Her halde Şehzade Murad Efendiyi Mason yaptıran rehberler meyanında mühim rolü vardı” demiştim. Bir sene kadar sonra 24/6/1933 tarihinde, Şair Ziya Paşanın torunu Doktor Fahrettin Işık kardeşimizden bir mektup aldım. Bu mektupta şöyle deniliyordu:

“… Sultan Muradın Tekrisi meselesinde Ziya Paşanın amil olması muhtemeldir buyrulmuş, bu bir tarihî hakikattir. Şöyle ki; Sultan Murad ve Şehzade Yusuf İzzetin Efendilere hocalık yapan Ziya Paşa, sultan Murada tam bir Masonik felsefe zerk edebilmiş ve bundan sonra Tekrisini yapmıştır. Yusuf izzetin Efendiye de teklif vaki olduğu halde her nedense içtinap etmiştir. Namık Kemâl’in Tekrisi de bunu müteakip yapılmıştır. Bilâhare Sultan Murad’ın Masonluğa intisabında Ziya Paşanın amil olduğunu haber alan Abdülhamid, cülusu sırasında şart olarak ileri sürüldüğü halde, Ziya Paşanın Başkâtipliğe tayininden sarfınazar etmiş ve malûm olan şekilde Paşayı muhitinden uzaklaştırmıştır…”.

Ve İtalyan Büyük Maşrıkı’na bağlı İtalyaRizorta (1884) ve yine II. Abdülhamit zamanında Yunan Maşrıkı’nın Proodos locası. Sultan V. Murat’ın bu Proodos locasında Mason olduğu, hattâ Padişah olduğu zaman biat merasiminde bu locanın Üstadı Kleanti Skilayeri’nin Sultan Murad’ın arabasını at üzerinde takip ettiği mukayyettir (s. 26-27).

Ziya Şakir Bey zikrettiğim (Çırağan sarayında 28 Sene Beşinci Murad’ın Hayatı) isimli kitabında; Murad Efendinin Veliaht iken amcası Sultan Abdülâziz’le beraber Avrupa’ya yaptıkları seyahatte (1867) Londra’da tanıştığı İngiltere Veliahdı Prens Edvard’tan (bilâhare 1901-1910 seneleri arasında İngiltere Kralı olan Yedinci Edvard ki, o zaman İskoçya Büyük Locası Üstadı idi) bir mektup aldığını, bu mektupta: “Buradaki mülakatımız sıralarında size gizli bir cemiyetten bahsetmiştim ve bu cemiyet hakkında da bazı izahat vermiştim. Hattâ sizin de bu cemiyete dahil olmanızın çok münasip olacağını söylemiştim. O zaman alelade bir tavsiyeden ibaret olan bu teklifimi şimdi size daha kuvvetle tavsiye ediyorum. Bu hususta size müracaat vuku bulacaktır. Sakın reddetmeyiniz” denildiğini Murad Efendinin esasen Avrupa seyahatinden önce dahi Masonluk hakkında bir hayli fikir edindiğini, bu fikirleri verenlerin içinde Doktor Kapilyon ile Namık Kemâl ve Ziya Paşanın da bulunduğunu, İngiltere Veliahdının mektubundan sonra Kleanti İskalyerinin (evvelce söylediğim veçhile Proodos locasını Üstadı) kendisini ziyarete gelerek ve Fransız Maşrıkından aldığı mektubu göstererek hususî merasimle Veliahda 18 inci Derecenin verileceğini söylediğini, Veliahdın da bunu memnuniyetle kabul eylediğini, birkaç gün sonra Beşiktaş Sarayının tenha bir odasında Kleanti iskaliyeri ile Giritli Doktor Minos Volonaki, Doktor Yanis Eşamelos ve Bursalı Eyaminonda’dan mürekkep bir heyet huzurunda her türlü merasimden âri şekilde ve yalnız tebliği suretiyle Tekris edilip Şahadetnamesiyle derecesine mahsus silâh, kordon ve önlüğün kendisine verildiğini, bundan sonra Murad Efendiye ecnebi mehafil tarafından fevkalâde ehemmiyet atfedilerek gerek hayatına gerekse resmî vaziyetine çok büyük alâka gösterildiğini, vefatını müteakip Masonluğa ait eşyalarının eski Masonlardan Yusufidi Efendi tarafından uzun müddet muhafaza edildikten sonra bu tarihî eşyanın bir yangında yanıp gittiğini yazmaktadır.

Rumeli ve Makedonya bölgesinde açılan ilk Mason locası 1789 da Fransa büyük ihtilâli sıralarında ve bu itibarla Üçüncü Sultan Selim (1789-1807) zamanında Selanik’tedir. İsmi malûmumuz olmayan bir locanın Cenova Büyük Mahfiline bağlı bir İngiliz locası- olduğu rivayet edilmektedir. Bu mıntıkada bundan başka Sultan Abdülhamid zamanından daha önceye ait diğer bir loca bulunduğunu bilmemekteyiz (s. 35).

Ve Selanik’in İspanyol Perseverantzia, İtalyan LaborLux, Fransız Veritas locaları.

Bunlardan başka bu bölgede, Yanya’da Yunanlıların (Promété) locası mevcut olup Atina Maşrıkına bağlı idi. Bu locanın 1899 yılında faaliyeti tatil edilmişti ki, bunda o zamanki Yanya Valisi Osman Paşanın takibatı da amil olmuştur.

Yine Atina Maşrıkına tâbi olarak Serez’de (Makedonya) adında bir Yunan Mahfili daha açılmıştı ki, bunun Üstadı, aslen Yunanlı olan İngiliz Viskonsülü Doktor Yani idi. Eski Maliye Nazırlarından rahmetli Raşit Erer 1906 da bu locada Mason olmuştu.

Serez’de Meşrutiyetten evvel bir de (Aristotelis) isminde bir Yunan locası bulunduğu bilinmektedir. Rahmetli Muhib Kuran Üstad da 1905 senesinde bu Mahfilde doğmuştu.

Bu bölgede zikrettiğim bu 9 locanın içinde en mühim rol oynayanları Makedonya, Makedonya Rizorta ve Veritas locaları olmuştur. Bunların bir kısmı ilk zamanlarda memleketimize karşı bir vaziyette idiler. Bu cihetle Türk azaları çok uyanık bulunuyorlar ve böylece hem memleket menfaatlerini muhafaza etmeğe, hem de Masonluğun hakikî istikametinden uzaklaştırılmasına meydan vermemeğe gayret ediyorlardı.

Serez’deki Makedonya locası o zamanlar Makedonya’da faaliyette bulunan Yunan komitelerinin amâline hadim bir vaziyet almıştı. Bunu anlayan Türk münevverleri mukabil tedbirlere müracaatla bu locaya intisaba başlamışlar ve nihayet burada ekseriyeti sağlayarak Yunan emellerine hizmete mâni olmuşlardı. Sonraları İzmir’de ticaretle meşgul iken vefat eden Zihnalı Sait, Serez eşrafından Cevdet, mahallî bidayet mahkemesi azasından Süreyya Akif Beyler bu Mahfile ilk giren Türklerdir. Erkânıharp kolağası Yusuf Rasih, müstantik Muhib Beyler ile Serez mutasarrıfı Reşit Paşa bilâhare bunlara iltihak etmişlerdir.

Selanik’teki Makedonya Rizorta locasında bulunan Türkler arasında da, bilâhare Dahiliye Nazırı ve Sultan Reşad zamanında da Sadrazam olan rahmetli Talât Paşa, Kâzım Paşa, Mithat Şükrü Bileda, sonradan Muş Mebusu olan Binbaşı Naki, Manyasîzade Refik, kolağası Kâzım Nami, Drama jandarma kumandanı Hüseyin Muhittin, maliye müfettişi Ferit Aseo’yu zikredebiliriz. Bu locada dahi Türkler, Makedonya Mahfilinde olduğu gibi çalışarak ekseriyeti ellerine almışlar ve hattâ locanın Üstatlığına Naki Kardeşimizi intihap ettirmeğe muvaffak olacak kadar nüfuz tesis etmişlerdi.

Yine Selanik’teki Veritas locasında da ayni durum yaratılmıştı. Bu Mahfilin Üstadı, sonradan Osmanlı Mebusan Meclisinde Selanik Mebusu olan Emanuel Karasu idi ki, Meşrutiyetin ilânını müteakip İstanbul’da zuhur eden 31 Mart Vakası üzerine tahttan indirilmesine karar verilen Sultan ikinci Abdülhamid’e keyfiyeti tebliğe memuren Ayan ve Mebusan Meclislerinden gönderilen heyete dâhildi. Abdülhamid, talihin bu cilvesine pek içerleyerek kendisine tarizde bulunmuştu.

Veritas locasındaki diğer Türkler meyanında, sonradan Bahriye Nazırı olan Cemal Paşa, Faik Süleyman Paşa, İsmail Canbolat, Modyano, Mustafa Doğan, Nesim Mazelyah, Kolağası Doktor Faik, sonradan Babı Âli baskınında vurulan Mustafa Necip, sonradan Osmanlı Mebusan Meclisinde Gümülcüne Mebusu olan ve benim de yakın akrabamdan bulunan rahmetli Hoca Fehmi Efendi vardı. Talât Paşa ve Naki Bey bu Mahfilde de aza idiler ve burada da vazife almışlardı.

Türklerin bu localarda elde ettikleri nüfuzu gösteren bir hadiseyi burada zikretmek isterim: Selanik’teki Makedonya Rizorta locasına İtalyan Maşrıkından bir yazı geliyor. Bu yazıda Türklerin Hristiyanlara mezalim yaptığından bahisle tahkikat icrası ve neticesinin bildirilmesi isteniyor. Makedonya Rizorta’da bu mevzuda uzun uzadıya müzakere ve münakaşalar cereyan ediyor. Nihayet Türk Masonlarının yerinde izah ve müdafaalarıyla, Türklerin Hristiyanlara karşı değil, bilâkis bazı yabancı hükümetlerin tahriklerinden cüret alan Hristiyanların komi­teleri vasıtasıyla Türklere karşı mezalim yaptığı şeklinde bir cevap yazılması temin ediliyor ve bu suretle hakikat da tamamıyla aksettirilmiş bulunuyor.

Selanik’teki Makedonya Rizorta ve Veritas localarının İttihat ve Terakki Cemiyetinin gelişmesinde ve Meşrutiyetin ilânının temin edilmesinde de mühim rolleri olmuştur, İttihat ve Terakki Cemiyeti bu localardan büyük bir kuvvet almıştır. O zamanlar bu localara gerekli vasıfları haiz görülen kimseler kabul edilir ve Mahfilde iyice tecrübe edildikten sonra İttihat ve Terakki Cemiyetine geçirilirdi.

Meşrutiyetin ilânından iki, üç gün sonra Selanik’te bu mühim inkılâbı tesit ve tebcil için bir geçit resmi tertip edilmiş ve bu merasime muhtelif milletlere mensup cemaat teşekkülleri ve İttihat ve Terakki Cemiyeti azaları ve Masonlar dahi iştirak eylemişlerdi. Masonlar bu merasime, kordon ve önlüklerini takmış olarak bayrakları ile ve en önde Veritas locasının Üstadı Emanuel Karasu bulunduğu halde gelmişlerdi. Bütün alay Hürriyet Meydanında toplanmış, nutuklar söylenmiş ve bu esnada Mason bayrağı altında Emanuel Karasu birader de orada toplanan binlerce kişiye hitaben bir nutuk irat etmişti. Bu merasim sırasında Selanik ve Makedonya’daki Masonların grup halinde çekilmiş fotoğrafları, kıymetli bir hatıra olarak bazı eski kardeşlerde mevcut idi (s. 40).

İzmir’de ilk loca 17 Mayıs 1789 da, yani Fransa büyük ihtilâli esnasında ve Üçüncü Sultan Selimin Padişahlığı (1789-1807) zamanında açılmıştı. Bu loca Cenova Maşrıkına tâbi olup İtalyanca çalışırdı, ismi de (Victoire) idi. 1850 senesinde Cenova Maşrıkı Büyük Locaya tahavvül ettiğinden gerek İzmir’deki bu Viktuvar Mahfili gerekse Selanik, Atina ve Tulon’daki Cenova Maşrıkına tâbi diğer Mahfiller Marsilya’ya bağlandılar.

İzmir’de Meşrutiyetten önceki devrede (Orhaniye) adında eski bir locanın daha bulunduğu söylenmekte ise de bu hususta fazla bir bilgi yoktur.

İzmir’de o devrede bir de (Grande Loge de Turguie) yani Türkiye Büyük Locası kurulduğunu söylersem her halde hayretle karşılayacaksınız. 1857 senesinde, yani Sultan Abdülmecit (1839-1861) zamanında ve Kırım Harbinden bir yıl sonra kurulan bu Büyük Locanın kuvvetli bir ihtimalle İngiltere Büyük Locası tarafından vücuda getirildiği ve kendisine bağlı 6 adet locası bulunduğu, bu altı locanın Türkçe, İngilizce, Fransızca, Rumca, Ermenice ve İspanyolca olmak üzere her birinin ayrı bir lisanla çalıştığı kuvvetle iddia edilmektedir. Ve daha birkaç loca.

Meşrutiyetten önceki devrede İzmir’de mevcut localar bu suretle 10 kadardır. Meşrutiyetten sonra İzmir’de yine bazı yabancı localar açılmıştır.

Meşrutiyetten evvelki bu devrede İzmir’den başka Anadolu’nun diğer mahallerinde bulunan localara gelince: Bunlardan biri Kayseri’de, diğeri de Ankara’da olmak üzere 2 tanedir. Bu iki loca haricinde bu devrede Anadolu’da diğer bir yabancı Mahfil bilmiyoruz.

Kayseri’deki loca 1886 yılında, yani Sultan ikinci Abdülhamid zamanında açılmış olup 1906 tarihine kadar faaliyetini idame etmiş ve Meşrutiyetin ilânından iki yıl önce kapanmıştır, ismi (Hakikî Kardeşler) olan bu Mahfilin hangi obediyansa bağlı olduğunu katî şekilde bilmemekteyiz. Ancak bunun İtalyan Maşrıkına merbutiyeti tahmin olunmaktadır. Çünkü o zamanlar Kayseri ve Ankara’da birçok İtalyan mühendisi yol inşaatında çalışmakta idi.

Ankara’daki loca ise yine Abdülhamid zamanında 1898 senesinde kurulmuştur ki, ismi (Veritari Consciata) olup İtalyan obediyansına bağlı idi. Türkçe çalışan bu Mahfilin Üstadı Mühendis Zafiraki Yanopoulo olup, azası arasında ilk Mebusan Meclisinde Ankara Mebusu olan idadi muallimlerinden Kasım Nuri Bey, Ankara eşrafından tüccar Yağcızade Mesut Efendi, Nasip Efendi, muallim Uzun Mehmet Efendi ile bilâhare İzmir’de çok büyük Masonik hizmetleri olan doktor Sadrettin Kasım üstadımızı sayabiliriz. Sadrettin Kasım üstadımız, idadi muallimi Kasım Nuri Beyin oğlu idi. Yani baba-oğul aynı locada idiler. Ankara’daki bu Mahfil hayli uzun bir müddet faaliyetini devam ettirmiş ve ancak Birinci Dünya Harbi (1914-1918) esnasında uykuya girmiştir.

1909 yılından sonra Türkiye’de (İstanbul ve taşra) örgütlenen locaların ayrıntılarına girmeden bunlara intisap eden önemli eşhası zikretmekle yetineceğiz.

Türkiye’de Türk masonluğunun millî teşkilâtını kurmak için ilk hazırlık toplantısı 1908 senesi Ağustos ayında, yani meşrutiyetin ilânından (10-23 / Temmuz / 1908) hemen bir ay kadar sonra Beyoğlu’nda Splandit kahvehanesi üstündeki Tokatlıyan otelinin salonunda Mıgırdıç Tokatlıyan biraderin yardımı ile yapılmıştır. Bu toplantıda, evvelce bahsettiğim İstanbul’daki yabancı localara mensup birçok masonlarla Rumeli ve Makedonya bölgesindeki locaların azasından bazıları hazır bulunmakta idiler. Bu esnada Maliye Müfettişi Ferit Aseo birader Selanik’teki genç ve idealist Türk Masonlarının faaliyetlerini anlattıktan sonra, artık Türkiye’de de yeni ve Millî bir mason teşkilâtı vücuda getirilmesi zamanının geldiğini ve bunun lüzumunu ve usullerini belirten konuşmalar cereyan ediyor.

Malûmunuz olduğu gibi, eski ve kabul edilmiş İskoç Riti üzerine bir yüksek şûra kurulabilmesi için mevcut ve muntazam diğer bir yüksek şûraya istinat etmek ve onun tarafından doğurulmak, sonra da keyfiyet diğer yüksek şûralara bildirilerek muvafakat ve tanınma cevabı almak lâzımdır.

İstanbul’daki İtalyan mekteplerinin müfettişi bulunan ve İtalya Yüksek Şûrasına mensup olan Forti birader, Türkiye’de Türk Masonluğu teşkilâtının kurulması için İtalya Yüksek Şûrasından salâhiyet aldığını ve hemen çalışmaya başlanmasını bildiriyor. Diğer taraftan Viktorya dö Berlin sigorta şirketinin Türkiye mümessili bulunan Davit J. Kohen birader Fransa Yüksek Şûrasının müzaheretini sağlıyor. Bu sırada Mısırlılar da, aramızda mevcut dinî, harsî ve siyasî alâka ve münasebetler dolayısıyla Türkiye Yüksek Şûrasının Mısır Yüksek Şûrası delaletiyle teşkiline teşebbüs ediyorlar.

Bu teşebbüs ve muzaheretler neticesinde, 1908 yılında Belçika Yüksek Şûrası Reisi (Âmiri Hâkimi Âzam Souverain Grand commandeur) olan Belçika ayan meclisi ikinci reisi Profesör Comte Eugène Goblet d’Alviella’nın sahabet ve himayesinde Belçika, Fransa, İtalya, Macaristan ve İsviçre Yüksek Şûralarının teklifi ile ve İngiliz, İskandinavya Yüksek Şûraları hariç olmak üzere sair Yüksek Şûraların tasvibi ile Türkiye’de bir yüksek şûra (Suprême Conseil) kurulması kararlaştırılıyor. Bunun için de 1907 senesi Haziran ayında Brüksel’de toplanan Yüksek Şûralar konferansında mevcudiyet ve intizamı kabul edilmiş bulunan Mısır Yüksek Şûrası vazifelendiriliyor. Mısır Yüksek Şûrası da kendi azasından Prens Aziz Hasan Paşa üstadı geniş salâhiyetlerle bu teşkilâtı kurmağa memur ediyor.

Prens Aziz Hasan Paşa aslen Mısırlı olup, o zamanlar Türkiye’de birinci kolordunun İkinci Selimiye fırkası kumandanı olarak hizmet görüyordu. Yani İstanbul’da bulunuyordu. Fakat her sene Mısır’a gidip geldiğinden Mısır masonluğu ve Yüksek Şûrası ile alâkası devam ediyordu.

Bu esnada, Belçika’da Brüksel Güneş Büyük Şövalye Şapitri azasından Jozef Sakakini birader de, müşahit ve müşavir olarak Prens Aziz Hasan Paşaya yardım etmek üzere İstanbul’a gönderiliyordu. Ayni zamanda mahfil dâhilindeki hizmetler ve meslekî teşrifat için Mısır obediyansından Yakub birader de getirtiliyor.

Nihayet 3 Mart 1909 tarihinde yapılan toplantıda o zamanki mebuslardan, bilâhare dahiliye nazırı ve sadrazam olan Mehmet Talât Sai (Paşa), mebus Mithat Şükrü Bileda, sonra maliye nazırı olan mebus Mehmet Cavit, mebus Dr. Rıza Tevfik Bölükbaşı, mebus Mehmet Arif, mebus Nesim Mazelyah ile ayandan Mehmet Galip, tüccardan Misel Noradunkyan, sigortacı Davit J. Kohen, Avukat Osman Âdil, Hâkim Fuat Hulusi Demirelli ve Mebusan Meclisi Başkâtibi Âsim biraderlere, Yüksek Şûranın teşekkülü için lâzım gelen nisabı teminen 33 üncü derece veriliyor ve usulü dairesinde 1786 Grand konstitüsyonu ile 1875 Lozan Konvan Üniverselinin mukarreratı hükümlerine uygun olarak eski ve kabul edilmiş İskoç Riti’nin Türkiye ve tevabii memleketlerde en yüksek ve hâkim kudreti bulunan Türkiye Yüksek Şûrası, (Şûrayı Âlî-i Osmanî) unvanı ile tesis ediliyor. Aynı gün yapılan vazifedarlar seçiminde de:

Suvren Grandkomandörlüğe: (Âmiri Hâkimi Âzam)

Unvanı ile Prens Aziz Hasan Paşa,

Kaymakamlığa: (Âmiri Hâkimi Âzam Kaymakamı)

Unvanı ile Mehmet Cavit,

Umumî Büyük Müfettişliğe: (Müfettişi Umumî-i Âzam)

Unvanı ile Mehmet Talat (Paşa),

Umumî Büyük Hatipliğe: (Hatibi Umumî-i Azam)

Unvanı ile Mithat Şükrü,

Umumî Büyük Kâtipliğe: (Kâtibi Umumî-i Âzam)

Unvanı ile Davit J. Kohen,

Biraderler intihap olunuyorlar.

Bu suretle Türkiye Yüksek Şûrası 3 Mart 1909 tarihinde resmen teşekkül etmiş bulunmaktadır. Bundan sonra Yüksek Şûramızın kuruluşu, ittihada dâhil diğer yüksek şûralara bildiriliyor ve Belçika başta olmak üzere bütün yüksek şûralarca tebrik ve tasvip cevapları gönderilmek suretiyle Teşekkülümüzün intizamı kabul ve tasdik olunuyor. Yalnız İngilizler bidayette olduğu gibi yine sâkit kalıyorlar. Hatta İstanbul’da Türkiye Yüksek Şûrasının kurulmasındaki gayretleri dolayısıyla Jozef Sakakini biradere kızarak, Mısır, Belçika ve İngiltere masonluk âleminde iyi bir mevki yapmış olan bu biraderin İngiliz masonluğu ile olan alâka ve irtibatını kesiyorlar. Bunun üzerine Sakakini birader ve Türkiye Yüksek Şurasına müessis aza olarak iltihak ediyor.

Biraz evvel söylediğim gibi Belçika Yüksek Şurasının Teşekkülümüzü ilk önce tanıması ve kuruluşa takaddüm eden aylardaki teşvikkâr gayretleri çok fazla memnuniyeti mucip olduğundan, buna karşı bir cemile yapılmış ve Belçika Yüksek Şûrası Reisi Comte E. Goblet d’Alviella biradere Türkiye Yüksek Şûrasının fahrî Amiri Hâkimi Âzamlığı tevcih olunmuştur ki; kendisi vefatı tarihi olan 1932 senesine kadar bu sıfatı (23) yıl samimiyetle muhafaza etmiştir. Bu meyanda yine Belçika Yüksek Şûrası azasından Belçika Şimendiferleri İdaresi müdürü olan Alphons Poppe ve Lüksemburg sanayicilerinden Joseph Yunek biraderlere de hayırhahlıkları hasebiyle Türkiye Yüksek Şûrası fahrî azalığı verilmiştir.

Türkiye Yüksek Şûrasının 18 Mart 1909 tarihindeki toplantısında, demin isimlerini saydığım (12) zata ilâveten, bilâhare İzmir Valisi olan Mebus Rahmi, Hüseyin Cahit Yalçın, Avukat Osman Talât, Jandarma umum Kumandanı Galip Paşa biraderlere de daha sonra 20 Haziran 1909 tarihinde de tüccardan Sârım Kibar ve Kâtipzade Sabri ile Mebus Emanoel Karasu biraderlere 33 üncü derece verilerek bu (7) zat dahi Yüksek Şûra azalığına alınmışlardır. Bilâhare 3 Eylül 1909 tarihinde de Fırka Kumandanlarından Faik Süleyman Paşa biraderlerimiz Yüksek Şûra azalığına kabul edilmişlerdir ki; bu suretle Yüksek Şûranın kurulduğu 1909 yılında ceman (21) biradere 33 üncü derece verilmiş bulunuyordu.

Bu ilk yüksek şûramız, eski sadrazamlardan Prens Sait Halim Paşanın babası ve (48) sene sonra 1909’da ikinci defa olarak Yüksek Şûramızı kuran ve ilk Âmiri Hâkimi Âzam olan Prens Aziz Hasan Paşanın da amcası, Prens Halim Paşanın delaletiyle kurulmuştur. Prens Halim Paşa Mısır’da tekris edilmiş olup Fransa Yüksek Şûrası azasından bulunmakta idi. Bu suretle yine eski ve kabul edilmiş İskoç Riti esasları dahilinde kurulan bu ilk Yüksek Şûramızı, Fransa Yüksek Şûrası tesis etmiş oluyordu. Bu ilk kuruluş, Amerika Birleşik Devletleri cenup jüridiksiyonunun merkezi Çarliston şehrindeki (Müttahit Yüksek Şûralar Validesi) denilen ana Yüksek Şûra tarafından 1869 senesinde tasdik olunmuş idi. Fakat bu ilk Yüksek Şûramız, o zamanki saltanat değişmesi ve biraz sonra da Mısır Hidivleri Hanedanı arasında çıkan ihtilâflar ve rekabetler dolayısıyla faaliyete geçememiş ve bütün müessisleri de bilâhare vefat etmiş olduğundan, ancak tarihî bir hatıra mahiyetinde kalmış idi (s. 55).

Daha 3 Mart 1909 tarihindeki ilk toplantı zamanında, Yüksek Şûraya bağlı 4 loca kurulmuş bulunuyordu ki; bunlar (Vatan, Muhibbâni Hürriyet, Vefa, Şafak) Mahfilleri idi. Biraz sonra Mısır Obediyansına bağlı (Resne) locasının iltihakıyla bu miktar beşe çıktı. Müteakiben Fransız Maşrıkı’na tabi Rönesans locasından ayrılan bazı Biraderler de (Terakki ve İttihat Hakikî MuhipleriLes vrais amis de l’Union et de Progrés) namı altında bir Türk Locası kuruyorlar. Nadra Moutran Birader de mensubu ve Üstadı bulunduğu Mısır Obediyansına bağlı (Uhuvveti Osmaniye-la Fraternité Ottomane) locasının Türkiye obediyansına iltihakını temin ettiğinden, yedi remzî loca tamamlanmış oluyordu (s. 66).

Taşrada, ezcümle İzmir’de 7, Bursa’da 2, İzmit’te 2, Elâzığ’da, Sivas’ta, Malatya, Mersin, Ankara, Manisa, Samsun, Gaziantep’te birer mahfil kurulduğunu görüyoruz (s. 136-7).

1935 yılına kadar olan Türkiye’deki Masonluk tarihinin ana hatlarını vermiş olduk.

Bütün bu tarihî olgular ve bunlarda rol almış çeşitli yönlerden önemli kişilere baktığımızda Masonluğun hiç de küçümsenmeyecek kültürel etkisinin bulunmuş olduğu aşikâr oluyor. Bu etki, semboller âleminde olduğu kadar politik düşünce yönünde de önemli olmuştur.

Daha önce ittihatçı hareket içinde Yahudilerin yeri ve Selanik Mason Locaları’nın rolünü irdelemiş ve gerek bu, gerekse “Dönmeler” vesilesiyle mezkûr kentin mümtaz mevkiini belirtmiştik. Konumuzla ilgili önemi itibarıyla bunun üzerinde biraz daha eğleneceğiz. Daha Bizans çağında Selânik’in Konstantinopolis’e rakip bir kültür merkezi olmuş olduğu biliniyor.

“Selanik’in bütün Rumeli’nin ekonomi ve kültür merkezi haline gelmesi, demiryolu bağlantıları sonucu limanın öneminin artmasından ileri gelmiştir. 1871’de başlayan demiryolu inşaatı 1874’de Üsküp’ü, 1888’de Belgrat üzerinden Avrupa’yı, 1894’de Manastır’ı, 1896’da da İstanbul’u bağlayınca liman dört milyon nüfuslu bir hinterlandın ihracat ve ithalât merkezi oldu. 1896’da 120, 1910’da 150 bin nüfusuyla imparatorluğun en büyük kentlerindendi. Osmanlı dış ticaretinin 1/7 sini sağlıyordu, Avrupa çapına göre basit de olsa, Osmanlı yapısı içinde önemli bir sanayi merkezi haline gelmişti, iki iplik, iki bira, halı, ayakkabı fabrikaları, model un fabrikası, tuğlahane, ipek böceği ve 10 tane sabun imalâthanesi, önemli tütün işletmeleri vardı”.

“… Abdülhamit rejimine rağmen 1904 ve 1906’da grevler düzenlemeleri, ilk sendikaları kurmaları, Osmanlı ölçülerine göre ileri bir bilinç düzeyine erişmiş olduklarını kanıtlar”.

“… Bütün Avrupa devletlerinin konsolosluklarının yanı sıra Avrupa ile yakın ilişki içindeki, birçoğu da Avrupa uyruklu, iş adamları ile gerçek bir burjuvazi kadrosu oluşmuştu. Bunlar gerçekten Avrupai bir yaşam sürüyorlardı. Sürgün yıllarında (1909-1912) Abdülhamid’e tahsis edilmiş olan Allatini ailesinin (bir İtalyan Yahudi ailesi) köşkü, 1895’deki İngiliz donanmasının ziyaretinde İngiliz subaylarıyla 30-40 genç kızın katıldığı bir baloya imkân verecek bir salona sahipti”.

“Kültür hayatı da çok gelişti. 1895’den itibaren 5-6 Ladino (İspanyol Yahudicesi), 3-4 Türkçe, 3-4 Rumca, 2-3 Fransızca, 2 Bulgarca, 1 Romence günlük ya da haftalık gazete yayınlanıyordu. Alliance Israélite Universelle (Evrensel İsrael Birliği)nin Fransızca eğitim veren 7 tesisi vardı. Nüfusun yarısını oluşturan Yahudilerin 50, Müslümanların 32 ve ayrıca Rum, Sırp, Bulgar, Romenlerin kendi okulları vardı. Almanlar okul açtığı gibi, ticaret okulu, kız ortaokulunun yanı sıra 1907’de Hukuk Mektebi’nin açılmasıyla Üniversite düzeyinde eğitime de erişildi. Daha sonra Tıbbiye kurulması hazırlıkları da başlamıştı”.

“Dönemin tanığı Joseph Nehama kentin konferans ve toplanma salgını içinde olduğunu yazıyor. Doruğa 1908 Devrimi öncesinde varılmıştır. Bu toplantılarının çoğu gizli siyasi nitelikli şeylerdi. Makedonya’nın her tarafında çatışma vardı ama bütün bu örgütlerin beyinleri, merkezleri Selanik’te çalışıyordu”.

“Hem Yahudiler, hem de Dönmelerin ileri gelen takımı, Selanik ve çevresinin ekonomisinde büyük ağırlığa sahipti. Sermaye hareketleri kadar ticaret ve sanayi de büyük ölçüde onların kontrolündeydi”.

“Selanik’li bir Yahudi tarihçi (Joseph Nehama) Türk-Yahudi ilişkisini şöyle anlatıyor… ve ekliyor:”

“Yahudiler dünyanın hiçbir yerinde Selanik’teki kadar kendilerini evlerinde hissetmiyorlardı. Küçük Yahudiler kendi mahallelerine sıkışıp yaşamıyorlar… dik durmayı ve muhataplarının gözünün içine bakmayı biliyorlardı. Polonya ya da Çar Rusyası’nda olduğu gibi omuzları düşük… iki büklüm olmuyorlar, ezilmiş hissetmiyorlar…di. Engizisyonun kovmuş oldukları burada efendi durumunda… onlara yönelik hiçbir kin, hiç bir şüphe yok… Asıl engel kendi hahamlarından…” (J. Nehama. – Histoire des Israelites de Salonigue, Selanik 1978, C.VII, s. 562. Zikreden Orhan Koloğlu).

“Fransız Devrimi ile Avrupa’da başlayan özgürleşme eğilimi Tanzimat’la Osmanlı topraklarında da başlayınca hem Yahudilerde, hem de Dönmelerde modernleşme eğilimi belirmiştir. Selanik’tekilerin bu açıdan İstanbul ve İzmir cemaatlerinden daha önce adımlar attıkları görülmüştür. Burada Nehema’nın tam belirtmediği bir noktayı eklemek zorundayız. Yahudilerde modernleşme hahamların güçlü direnci sonucu ağır işlemesine karşılık, böyle bir engeli bulunmayan, devletten de destek gören Dönmelerde daha hızlı gerçekleşmiştir. Bu sebepten, yıllar geçtikçe, Yahudilikten kalmış az sayıdaki geleneklerini bırakmağa, daha hızla Türkleşmeye başladılar. Türkçeyi giderek daha iyi konuşuyorlardı. Bu yüzden de Yahudilerle ilişkileri daha da koptu…” (J. Nehama, op. cit. C. VII, s. 587. Zikreden Koloğlu).

“… Selanik’te çıkan en mükemmel ve Türk haklarının savunucusu gazete olan Yeni Asır, bir dönme, Fazlı Necip tarafından çıkarılmıştır“.

“Kendi aralarında da üç gruba ayrılan (Yakubiler, İzmirliler, Kumososlar),[28] birbirleriyle hiç evlenmeyen, temas etmeyen Dönmeler, 19. yy.ın sonlarında, içe kapanıklığın ırkı tehdit eden etkisini bertaraf etmek için gruplar arası evliliklere başladılar. Bu, 20. yy.ın başlarında Müslümanlarla da evliliğe dönüştü…”

“19. yy.ın sonunda Selanik’te 4000’i Yakubi, 3500’ü Kumosos ve 2500’ü İzmirli olmak üzere toplam 10 bin Dönme vardı”.

“… 1908 öncesinde Selanik Yahudi çevrelerinin dış Yahudi merkezleriyle ilişkilerinde ağırlık, amacı Fransız kültürüne bağlamak olan Alliance Israelite Universelle’dedir (Evrensel İsrael Birliği). Almanya ağırlıklı ve kültürlü Herzl’in Siyonist örgütü ile hemen hemen hiç bağlantı olmadığı söylenebilir. Bunun en önemli bir sebebi, Selanik Yahudilerinin Ladino (İspanyol Yahudicesi) konuşmalarıdır”.[29] Gerçekten “… Siyonizm’in dünya üzerindeki tüm Musevi toplumları tarafından benimsendiğini ya da başka bir deyişle her Musevi’nin Siyonist olduğunu iddia etmek yanlıştır. ‘Orthodoks’ ya da dindar Museviler, Siyonizm’e en az Osmanlılar kadar karşıydılar. Eğer Siyonizm, Yahudilerin Filistin’de yeniden iskân edilmeleri ise, Orthodokslar buna karşı değildi; bu düş her dindar Musevi’nin kalbinde zaten yatıyordu. Fakat bir farkla ki, Ortodokslar bu düşün insanlar tarafından değil de Mesih’in dirilmesi ve onlara Filistin’e kadar rehberlik etmesiyle gerçekleşeceğine inanıyordu.[30] Bu nedenle, Dr Herzl, bir Mesih olamazdı, o bir şarlatan olmalıydı. Kul kısmının dinin tekelinde olan bir takım işlere karışması doğru değildi. Dindar Musevilerden başka ‘Reformcu’ Museviler de Siyonizme karşıydılar. Reformcu Museviler, Yahudiliğin sadece bir din olduğunu ve Yahudilerin Filistin’de ulus olarak yeniden iskân edilmeleri yerine bağrında yaşadıkları ulusların kültürü içinde eriyip onlardan biri olmaları gerektiğine inanıyorlardı…”.[31]

“Selanik’teki Mason locaları konusuna girerken İtalyan masonluğunu öncelikle ele almak zorundayız. Bu, hem ittihatçılara yataklık yapmış olması, hem de kentte kalabalık bir İtalyan kolonisi bulunması sebebiyle gereklidir”.

“Selanik’in demiryolu ve liman bağlantıları sonucu Balkanların merkezi haline gelmesiyle beraber Avusturya, İtalya ve Fransa iş ve sermaye çevrelerinin ilgisi son derece arttı. Her biri kendi çıkarlarına destek verecek gruplar aramaya başladı. Bunların içinde en başarılı İtalyanlar oldu. Fransızlar Alliance okulları aracılığıyla kültürlerini yayma çabasında idiler. Dönmelerin Osmanlı vatandaşlığına bağlılıklarına karşılık, İtalyanlar Yahudileri uyruklarına ve korumalarına alarak bir sızma politikası uyguladılar. 1908’de çoğu Yahudi 1500 kişilik bir kolonileri vardı. Finans ve sanayi girişimlerinin çoğunu ellerinde tutuyorlardı. Üçüncü Ordu’nun un ihtiyacını, Allatini’lerin un fabrikaları sağlıyordu. İtalyan Okulu, hastanesi ve sonra kurulan Dante Alighieri kültür merkezi sayesinde sistemli bir yerleşme politikası izliyorlardı.

“Selanik’te İtalyan mason locasını kuranın ismini ve özelliklerini biliyoruz da, tarihini bilmiyoruz. Baruh Kohen (doğumu 1837) adındaki Volterci, özgür fikirli bir düşünür 1880’den 1905’e kadar kentte, bir havari gibi fikir özgürlüğünü vaaz etti. Önyargısız ve geleneklerden sıyrılmış olarak eleştiriler yaptı, hahamlarla çatıştı ve yerdi. Havariliğini bazı arkadaşlarıyla kurduğu, İskoç ritine bağlı bir İtalyan mason locasında sürdürdü. Bu loca birkaç yıllık faaliyetten sonra kapandı. 1901 Kasım’ında yeniden canlandı ve her inançtan insanları içinde topladı, ittihat ve Terakki’ye yataklık eden loca budur (J. Nehema, op. cit., C. VII, s. 714)”.[32]

Semboller âleminin genelde Samî ve Ön Asya kökenli olduğu söylenebilir, Hindistan arka planı saklı kalmak kaydıyla.

Daha önce başka açılardan irdelemiş olduğumuz bazı sembolleri, bu kez Masonluğun getirdikleriyle izah edelim.

Ağaç ve bundan çıkan odun-kereste, Masonluğun operatif düzeyden spekülatif aşamaya geçişini anımsatıyor şöyle ki bundan masa, iskemle… ve aynı zamanda “merdiven”ler yapılır.[33]

Gerçekten merdiven, evrensel simge olarak, insanın akıl ve yeteneklerinin bilgisizlikten ve durağanlıktan koparak engelleri yenip yükselişini ifade eder, birer birer çıkılan ömür yılları gibi, birer birer çıkılan mason dereceleri gibi. Bu arada özel “Dönüşlü merdiven” (tapınakların üst katına çıkmak için); “Kadoş merdiveni” (Masonluğun yüksek derecelerinde kullanılır, her iki yanında yukarda gördüğümüz yedişer basamaklı taşınır merdiven olup erdemlerle bezenen bir insanın bilimleri de elde edebileceğini simgeler); “Rozkrua merdiveni”; “Teolojik merdiven” (“Yakub’un merdiveni” diye de anılıp simgesel olarak sonsuz ya da bilinmeyen sayıda basamaklı merdiven)ler de vardır, ritüellerde devreye giren.[34] Muhammed de, Yakup gibi, Kudüs’te semaya yükselen bir merdiven görmemiş miydi? Judaismde odunun önemi, Nuh’un gemisiyle başlar. Su üstünde yüzmek suretiyle odun güvenin simgesi olmaktadır.

Taş, mabet inşasında kullanılır, Masonluk da ideal bir insanlık mabedi üzerinde çalışmaktadır. Dayanıklılığın simgesi olarak da taş, Mason için görevde sebatı ifade eder. Taş, doruk noktayı bulmuştur ki bu, sanata hizmet ettiğinde görülür; sanat, insana sözcüklerden daha etkili olarak seslenir, tıpkı sembolizmin Mason’a seslenişi gibi.[35]

Gönye, doğruluk ve dürüstlük kavramları ile maddenin ve bilimsel uygulamanın simgesidir. Spekülatif Masonluk, operatif masonluğun bu âletini şöylece sembolleştirmiş oluyor: Masonluğun amaçlarından biri ham-taş‘ı işleyerek onu küp-taş haline getirmektir…

Masonlukta genellikle dikey kolu üç birim, yatay kolu dört birim uzunluğunda dik gönye kullanılır. Burada üç birimlik kol, Bilim’i; öbürü de Akl’ı simgeler.

Gönyenin dikey ve yatay kolları etkin (aktif) ve edilgin (pasif) öğelerin, olumlu ve olumsuzun, erkek ve dişinin, yani genelde düalist ilkelerin, tez ve antitezin birleşiminden oluşan diyalektik sentez‘in ve böylelikle de “Evrensel Denge”nin simgesi olarak kabul edilir.[36]

Kare ile dairenin mükemmeliyeti gönye ve pergelde yatar. Gerçekten genellikle gönye ile müzdeviç pergel, böylece, önemli bir kozmolojik sembol oluyor: o, daire‘yi ölçmek ve çizmeye yararken gönye de kareyi çizmeye yarıyor.

Evrensel olarak pergelle gönye sırasıyla Gök ile Yer’i hatırlatır. Gönye ile pergeli arasında taşçı Usta, arabulucu rolündedir.

Masonik gelenekte pergelin açı dereceleri, bilginin imkânları ve derecelerini simgeler: 45°, 8.’ye; 60°, 6.’ya ve 90°, rub (çeyrek)’e uygun düşer. Masonluk, pergelin açısını azamî 90° ye sınırlayarak, insanın aşamayacağı sınırları ifade etmiş oluyor. 90°lik açı, Gönye’ye muadil oluyor. O ise ki Gönye, bildiğimiz gibi, Madde’nin sembolüdür; Pergel, Ruh’un ve de madde üzerindeki gücünün simgesidir. 45° ye açılmış Pergel, maddeye tam egemen olunamadığını ifade eder; o ise ki 90°li açı, iki kuvvet arasındaki dengeyi bütünüyle gerçekleştirir: pergel, doğru gönye olur.[37]

Barbaros’un sancağı ve ötekilerdeki pergeli (Resim 47-48) biz, daha önceden, stilize Zülfikâr olarak yorumlamıştık. Hz. Ali’nin dövülme sırasında ucu çatlamış bu kılıcının pergel şeklinde tersimi bize yeni düşünceler ilham etti. Ezcümle: a) Birkaç santimlik bir çatlak, burada doğruca bir pergel olarak resmedilmiş, b) Bunlar, Mühr-ü Süleyman’la müzdeviç bulunuyorlar, c) Genel politikası itibariyle koyu Sünnî görünen Osmanlı idaresi, heterodox İslâm’ın simgesi haline gelmiş Ali’nin bu sembolünü ne ölçüde kabullenebilir?…

Bu mülâhazalar bizi yeni varsayımlara itiyor: filigranda (ya da bilinçaltında) bir Zülfikâr imajı (kabzasının ifadesi) yer alsa bile, bahis konusu olan bir pergeldir, yukarıda “nitelik”lerini saydığımız pergel. Onun bayraklardaki refiki Mühr-ü Süleyman, tek başına, Ahlat mezar taşında (XI. yy.) bulunuyor.

İş kalıyor, bu evrensel olmakla birlikte Samî ağırlıklı sembolün Osmanlı sancağında yer alışının izahına. Bunu başlarda yapmıştık.

Yani, Masonlukla birlikte gelmiş olduğu sanılan “pergel”, çok daha öncelerinden ülkemize varmış olmalıydı.

Politik düşünce açısından da en azından Fransız Devrimi’nin yarattığı yeni düşünce akımlarına Masonların da taşıyıcılık etmiş olmaları melhuzdur. Batı ile bu denli ilişki halinde bulunan bu teşekkülün Batı’nın rüzgârını ülkemizde az ve sınırlı ölçüler içinde dahi olsa estirmemiş olduğu düşünülemez. Kendi çevreleri, bu yeni fikirlerin yayılma odakları olmuş olmalıydılar.

Yukarda söylediğimiz gibi kullandığı bol miktardaki sembollerin genelde Samî-Yahudi kökenli olmasının yanı sıra daha sonra girmiş olan Hristiyan unsurlardan da kısaca söz etmek yerinde olur.

01 Mayıs 1786’da, Berlin’deki kral sarayında Prusya kralı II. Frederik (Büyük) tarafından imzalanan bir Beyanname ile 33 derecelik” Antiqui Accepti Ritus Scotici – Eski Kabul edilmiş Skoç Riti” kurulmuş. XIX. yy.ın ikinci yarısında ABD’de bu ritin 32 yıl süre ile Hâkim Büyük Amirliğini üstlenmiş olan Pike, kaleme almış olduğu, masonluk derecelerinin izah ve tefsirlerini içeren “Morals and dogma” adlı eserinde Eski Kabul Edilmiş Skoç Riti’ni (EKSR) “déchristianisé” etmek, yani Rit’i Hristiyanlık, hattâ Musevîlik temeline bina edilmiş olmaktan çıkarmaya gayret etmiştir. Nitekim masonluğu ve özellikle yüksek dereceleri bu temelde oturtmak isteyenler ve mason olmak için Hristiyan olmayı ilk koşul olarak görenler, Pike’a hücum edip onu “hain”, “Hz. İsa’nın ulûhiyetini inkâr eden kâfir” olmakla suçlamışlar.

Pike’ın, bu girişiminde başarısız kaldığı aşikârdır, şöyle ki:

EKSR’nin 33. derecede durmuş olması, Hz. İsa’nın 33 yaşında ölmüş olmasına bağlanmış. Ama bu sayı, Kabbala’da ve onun ilham aldığı Hindu dininde, daha önce uzun boylu irdelemiş olduğumuz gibi, bir mistik anlam taşımaktadır. 33 sayısı 30+3 olup ilki 3+0=3’e irca edilir ve böylece 33 rakamı iki kez 3’ü, yani iki ayrı aşamada mükemmeli ifade eder.

Mabet’te, başkan kürsüsünün üstündeki sayvanda çifte başlı kartal, 1. Nazır kürsüsünün üstündeki sayvanda da Zümrüd-ü Anka (Phenix) kuşunu içeren levhalar bulunuyor.

Hâkimiyet sembolü olarak tek ya da çift başlı kartal, Hititlerden günümüze kadar birçok imparatorluğun (ve bu arada Prusya-Alman imparatorluğunun) bayrağında, miğferinde yer almıştır. Çifte baş, mason anlamında, mabetlerin yukarda mezkûr iki sütununu da remz eder.

Aktif 33 dereceli Kardeş’ler, göğüslerinin sol tarafında Rit’in büyük nişanını taşırlar ki bu nişan 1786 Anayasa’sında şöyle betimlenmiştir: Kırmızı Tötonik bir haç üzerinde üç altın üçgenin meydana getirdiği dokuz uçlu bir yıldız bulunur. Biju’nun ortasında bir daire içinde çifte başlı kartal vardır. Dairenin çevresindeki kordon, altından, her biri kendi kuyruğunu ısıran iki yılandan oluşmuş bir dairenin içinde olup buna en yakın olan dokuz uçlu yıldızın üçgenlerinin her birinin içinde bir harf bulunuyor ki bunlar birleştiğinde S.A.P.I.E.N.T.I.A. (bilgi) sözcüğü okunur. 33 dereceli kardeşler ayrıca, sağa doğru eğik bir haçı da rozet olarak taşırlar.

Üçüzlü haçın sembolik anlamı şöyle izah ediliyor: bu haç hem masonluktaki üçlü hiyerarşinin son merhalesini, hem üçlü Gnose’u, yani vahiy yoluyla açıklanmış üç büyük dinin ortak temelini oluşturan irfan’ı, hem Kabbala’nın tetragrammonunu, hem de Pithagorasçıların tetraktisini temsil ediyor.

Bu arada haçın kollarının masonların, Kabbala’nın temel doktrinlerinden sayıldığını gördüğümüz “yaratılışa katılmak” görevini hatırlattığı da söyleniyor.

Bu arada bir de “Kutsal kelime” var: “Mi Kamikah Bealim Adonay”. Bu cümle Çıkış XV/11’de yer alıyor: “ilâhlar arasında senin gibi kim vardır, ya Rabb?…”. “Bealim”, “ilâh olarak, bildiğimiz Ba’al, Adonay-Adonai de İbranî “Rabb”dır. Kendisinden istianede bulunduğumuz Paul Naudon’un neşrettiği 1813 tarihli ritüele göre, adayın Musevî olması halinde yemin etmezden önce Sinagoglarda giyilen tefhelini giyer, İbranîce Tevrat’ı göğsünün üstünde ve kavuşturulmuş kolları arasında tutar.[38]

Konuyu, Paul Dumont’un verdiği ilginç bilgilerle[39] kapatacağız. Yazının çevirisini yapmış olan Server Tanilli, başta şöyle bir özetleme yapıyor: “Geçen yüzyıllarda, yüksek rütbeli subaylardan ve sivil kamu görevlilerinden işadamlarına, hukukçu, hekim ve mühendislere, hattâ sarıklı din adamlarına kadar, her türlü ‘anasır’dan pek çok Osmanlı aydını, ülkelerinin çağdaşlaştırılmasının yolunu Masonlukta gördüler…”

Ve devam ediyor Dumont: “Osmanlı Masonluğu, nadiren siyasal bir rol oynadı ve ideolojik çatışmalara ancak bir yardımcı yan güç olarak katıldı. Bununla beraber, Tanzimat’la gelen sosyal ve kültürel kaynaşmanın en anlamlı belirtilerinden biri oldu yine de”.

“… Ancak loca, imparatorluğun özellikle çok sayıda azınlıklarını çatısı altında topluyor. Onlar arasında, önce Yahudi cemaatinin ileri gelenlerinden büyükçe bir grup dikkati çekiyor…”.

Bu yazı üzerine daha fazla yayılmadan makalede verilmiş “İstanbul’da 1909’da kurulan Türkiye Büyük Maşrıkı’nın Amblemi”ni tarif edeceğiz.

Üstte, Fransızca olarak “Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet” yazıları var. Bunun altında da bir büyük daire. Bunun üste gelen çevresinde Osmanlıca “Maşrık-ı Azam-ı Osmanî, Dersaadet” ve alt çevresinde de “Grand Orient de Turquie, Or. Constantinople” yazılı. Bunların ortasında ay-yıldız (ay altta, yıldız da üstte) olup yıldıza, bir pentagram havası yermek üzere, ışınlar çizilmiş. Bu ay-yıldızın arasında da gönye ile pergel ve bunların arasında da Mühr-ü Süleyman yer alıyor. Dairenin altında, onu çevreler vaziyette” Union Force Progrés” ve altında da “İttihat Kuvvet Terakki” yazıları var. Ne türlü etki yok ki bu amblemde?…

***

Her zaman yenilenen ve yenilenecek olan ritüellerde, bir fikri, bir duruma dönüştürmekten ibaret olan tiyatro sanatına müşabih bir harekete geçme vaki olur. Duruma getirmenin, başka deyimle sahneye koymanın bir faal gücü vardır. Seçilmiş olan sahne, düşünce ve hayalin malzemelerini kendisine çeken bir tebellür mahalli teşkil eder. Ritler sahneye, bütün iştirakçilerin kendilerini gördükleri kahramanları sahneye koyarlar. Böyle de kendilerini kahramanla aynı çatışmayı yaşamaya yetenekli bulurlar.

“Mâbed’in Büyük Kommandörü” veya “Jerusalem Mâbed’inin Bağımsız Kommandörü”, Ragon’a göre ekosismin 37. derecesi; Memphis’in 35. derecesi, Misraim’in 42. derecesi ve Eski ve Kabul Edilmiş Skoç Riti’nin 27. derecesi oluyor. Siyah kenarlı kırmızı atkısının üzerine Kommandör haçı asılır. Bu, üzerinde Dile Gelmez Ad’ın iod, He, Vav, He İbranî harflerinin işlenmiş olduğu bir altın üçgendir.

Daha önceki derecelerde olduğu gibi ritüel, Kudüs Mâbedi’ni canlandırır.[40] I.N.R.I., Mâbed’in Büyük Komandörünün kutsal sözüdür. Aynı zamanda Rose Croix Şövalyesi’nin de kutsal sözü olup burada kaybolmuş ve yeniden bulunmuş Kelâm’ı temsil eder. Ayrıca EKSR’nin 25. derecesi olan Tunç Yılan’ın Şövalyesi’nin parolası oluyor.

Bu sözcük, baş harflerden oluşuyor ve Hristiyanlıktan istiare edilmiştir. Pontius Pilatus İsa’nın çarmıhı üzerine “Jésus Nazareus Rex Judeorum” (Nazeretli İsa, Yahudiler kralı) düsturunu özetleyen bu baş harfleri koymuş olmalıydı. Bu baş harflere masonların genellikle atfettikleri mana, “Ignae Natura Renovatur Integra” (Doğa ateşle tamamen kendini yeniler). Burada “zahirî” Hristiyan dinî sibakı içinde bir “bâtınî” yorum bahis konusudur..

Bu baş harflere başka okunuşlar da teklif edilmiştir. Bunlardan en çok bilinenleri şunlardır: “Justum Necare Reges Impios” (Dinsiz kralları öldürmek doğrudur). “Indefesso Nisa repellamus Ignorantiam” (Yorulmaz bir çaba ile cehaletle savaşalım).

Birinci imparatorluk zamanında tahtın ayakuçlarına yan gelip yatmış franc-maçon’lar, Efendilerine şöyle açıklanan bir INRI sunmuşlardı: “Imperator Napoleo Rex Italiae” (Napolean imparator, İtalya kralı)… Ve nihayet bu tetragrama bir başka mana daha verilmiş: Jamin, Nur, Ruah, Jebschah; bunlar dört unsuru, Su Ateş, Hava, Toprak’ı anlatan İbranî kelimelerdir, “ifade eden” yerine “anlatan” demekten amaç, bu unsurları ifade eden kelimelere yakın terimler bularak bunları I.N.R.I. harfleriyle bütünleştirmek olmuş. Böylece su (Maim) “Jamim” olmuş ki bu, İbranîcede denizleri ifade eder. Bu dilde su daima çoğulda iken “lam”, “göl” veya “deniz” tekil olabilir. Çoğulda bir kullanım onu fonetik olarak “su”ya yaklaştırır. Ateş “Eş”tir (Elif, Şın). “Nur”, bir mumun alevi olmaktadır. Ruah kesinlikle havaya, daha doğru olarak Ruh’a tekabül eder. Toprağa gelince, bir unsur olarak, İbranîce ona “Adaman” denir. “Jebschah” sözcüğü (kök: yod-ye, Bet, Şm = kuru) kara, ana karayı ifade eder.

Her halükârda Latin INRI Tetragramını İbranî YHVH Tetragramıyla yan yana getirmek ilginç olur. Her iki tetragramı üç harf teşkil ediyor. Harflerden biri tekrarlanıyor: Latin I ve İbranî He. İbranî Yod (ye) tek başına Tanrı Adı’nı ifade edip gramer bakımından geleceğin öntakısıdır…

Bütün bu yakıştırmalar ve daha başkaları da “Güllü Şövalyelerde “Mabed’in Bağımsız Büyük Komandörleri”ne birlikte neşeli anlar yaşamak olanağını vereceklerdir.[41]

EKSR’nin 29. derecesinin (Skoçya’nın Saint Andre’sinin Büyük Skoç’u) parolaları, Melek’lerin adlarıdır: Ardriel, ateşin meleği; Cosmaran, havanın meleği; Talliud, suyun meleği; Furlac, toprağın meleği. Ritüeller bu adların evirmecelerini teklif ediyorlar: Ledrada, Naramsac, Duillat, Celruf…

Helencede melek “Aggalos-Angelos” olup “haberci” anlamında kullanılmaktadır. Tevrat’ın daha önce görmüş olduğumuz “Septuagint” Helenceye tercümesinde bu sözcük peygamberlere izafe edilmiş. Tevrat İbranîcesinde melek “Malakh” (Mem, Lamed, Alef ve sonda Kaf) olup kralı ifade eden “Melekh” (Mem, Lamed, sonda Kaf) sözcüğüne yaklaşıyor. Bu, fazladan bir elifle kraldır. Talmud’a göre III. yy.ın bir Hahamı “Meleklerin Adları, Babilonya’dan geri dönenlerle birlikte geldi” diyor[42] ki biz bunu daha önce de söylemiştik.

“Nekam”, 29. derecenin kutsal sözüdür (9. 10 ve 11. Seçilmişler derecelerinin de). 30. derecede de mevcuttur. Bu, İbranîcede “intikam” veya “ceza”yı ifade eder. Kökün üç harfi Nun, Kaf, Mem’dir. Bu şekliyle eril olarak veya bir He ekleyerek “Nekamah” olup dişile dönüşür.

Mason İbranîcesi, nadiren gerçek İbranîceye tekabül eder. Bu sözcükte de bunu görüyoruz.

Bunu kutsayan dereceler “intikam mertebeleri” tesmiye ediliyorlar. Seçilmişler derecesinin teması, Hiram’ın katillerinin aranması ve cezalandırıl­ması etrafında eklemleniyor.[43]

“İnallah’ü aziz zu intikam” (Aziz Allah intikam sahibidir)…

Bütün bunlar, hiç şüphesiz, sözcüklere bağlı kalınarak atfedilmiş mana­lardır. O ise ki “Büyük Loca” ve “Aeropage”a[44] kadar gelebilen yolcu, çoktan beri Kabbala ile ünsiyet peyda etmiştir. Bu itibarla bir mananın, bir başkasının kabuğu olduğunu bilir, bir metni birkaç düzeyde okuyabilir. O, Abulafya’nın öğrettiği dokuz düzeyi, Pic de la Mirandole’un öğrettiği dört düzeyi, Moiz Cordovero ve İshak Luria tarafından sergilenmiş yaklaşımları uygulamıştır.

Nekam kelimesinin ilk zikri, Tevrat’ta, Kabil’in öyküsü vesilesiyle vaki olur. Kabil, Lem Yezl tarafından cezalandırılmamış olmakla kalmaz, yerleşir, kadın alır, bir oğlu olur ve bir kent kurar, ilk katil, cinayetinden sonra, ilk inşacı ve Tubalcaim (demirci)lerin atası olur. Bu ahlâki düzeydeki sırr, mantıkî düzeydeki bir başkasıyla birleşir: Bu beşeriyetin dörtte biri Kabil tarafından tahrip edilmiştir. Habil’in ölümünden sonra insanlık üç kişiye iniyor. O halde Kabil’in karısı nereden çıkıyor? Ve hangi nüfus için kent inşa ediyor?

Bu iki sır telif edilebilir mi? Başka bir yaratılıştan çıkmış başka bir insanlık olabilir mi? Kabil, insanlara, Tevrat’a göre, hayvancılığı, musiki ve metalürjiyi öğreten bir kuşağı tevlit edip bir kent inşa etmekle mi görevlen­dirilmişti? Ve niçin Lem Yezl, Kabil’i lanetledikten ve ona toprağın onun için mümbit olmayacağını söyledikten sonra onu koruyor ve yerleşmesine ve müvellit olmasına müsaade ediyor? Ve niçin Lem Yezl, Kabil’e dokunmaya cesaret edeceği yedi kez cezalandırmakla tehdit ediyor? Kısasa kısas ama Kabil’in hayatı, yedi kez fazla ediyor. Niçin?

Vs. nihayet bir başka soru: Bu sorulara yanıt bulmak mümkün mü? Tevrat’ın ilgili bölümünü başka bir düzeyde okumadan önce “Nekam”ın anlamını ihtiyatla elde tutalım, şöyle ki, ifade ettiği “intikam-öç” bunun hakkındaki basit fikrimize uymuyor.

“Yanıt”: “Nekah” (Nun, Kaf, He) İbranîce şunları ifade ediyor: temizlemek, yıkmak, aklamak.

“Yıkmak” fiili, “temizlemek” düşüncesine askerî manasını veriyor: rahatsız edenden kurtulmak, düşmanı ortadan kaldırmak. Aklamak, aynı fikre ahlâkî ve tedaviye değgin manasını veriyor: kendinden, rahatsız olandan kurtulmak; kusuru unutmak. Ve nihayet “Nekah”, ham taşın esas yontulma işlemidir ve “mıyım?”ı, “uygun muyum?”dan tefrik etmekten ibarettir.[45]

Bu arada, Arapça-Osmanlıca-Türkçe “nekahet”in “hastalıktan yeni kalkmış olma” halini yani hastalıktan “kurtulunmuş olduğunu” ifade ettiğini kaydedelim.

İki başlı kartal, Hitit kökenli olup Selçuklularca kabullenilmiş, Haçlılar da bunu Doğu’da bulup ülkelerine taşımışlar.

Merdiven, adım adım tırmanma aracıdır. Bu itibarla ruhanî yükselmenin hayalî desteği olmaktadır. Gökle yer arasında mübadelelerin simgesi oluyor (Yakub’un merdivenini daha önce görmüştük).

Yedi dereceli Merdiven, aynı zamanda evrenseldir: Buddha’nın merdiveni yedi renklidir, Mithra mysterionları yedi metalli bir merdiveni haizdirler, Kadosch’un merdiveni yedi basamaklıdır…

EKSR’nin 30. derecesi Büyük Seçilmiş Şövalye Kadosch adını alıyor. Bunda “Seçilmiş”, yukarıdaki “intikam” derecelerine, “Şövalye”, şövalyelik sülukuna geri gönderiyor. “Kadosch”, yani İbranîce “aziz” ilk kez bu ritte görülüyor. Bu derece aynı zamanda “Beyaz ve Siyah Kartal Şövalyesi” ya da “iki Başlı Kartal Şövalyesi” adını da alıyor.

Origenes “Neşideler Neşidesi üzerine söyleşiler”inde ruhun “Kelâm ile düğününü kutlamak” üzere kat etmesinin gerektiği aşamaları betimliyor. Merdiven, İbranîcede “Sullam” (Samekh, Lamed, sonda Mem) olup Neşideler Neşidesinin Güzeli’nin adı “Sulamit”tir. Kitâb’ın bu bölümü, birçok Hristiyan mistiki olduğu kadar Yahudi mistik ve Kabbalacı tarafından bilginin “en büyük derecesi” olarak görülmektedir.

O ise ki Sulamit siyah (esmer)dir ve Yeruşalim kızlarının onu hor görmelerinden yakınıyor: “Ben karayım, fakat güzelim, Ey Yeruşalim kızları! Kedar çadırları gibi, Süleyman’ın çadır etekleri gibi”.

“Kara olduğuna bakmayın, çünkü beni güneş yaktı. Anamın oğulları bana kızdılar; beni bağlara bekçi ettiler…” (Neşideler Neşidesi I/5-6).

Güneş deriyi karartır. Bu itibarla siyah, en çok aydınlanmış olanın rengidir.

Bir Templiers karargâhında, duvarlar kuzeyde beyaz, güneyde siyaha boyalıdır. Duvar kaplamaları üzerine sekiz uçlu kırmızı haçlar dağıtılmıştır. Doğu’da, Taht’ın üzerine, reisi yukarı dönük bir eşkenar üçgen, bunun içinde de dört İbranî harf, Alef, Dalet, Nun, Yod (ye) bulunuyor ki bu, “Adonai” telâffuz edilir. Dile gelmez Ad (Yod, He, Vav, He) ağza alınamadığından bu “Adonai”, Tanrı’yı ifade etmede kullanılıyor. Manası’ “Benim” veya “Bizim” “Tanrımız”dır. EKSR’inde, Mimar Kardeş derecesinde “parola”dır.

Siyahın, en çok aydınlanmış olanın rengi olması keyfiyeti, Siyah renkle merdiven ve Tempilers’lerce bilinmiş olan İsmailî ve Dürzî bâtınîliği arasında bir bağlantı kurma olanağını sağlıyor.

Musa’nın Madianlı rahip kayınbabası Jelro, İsmailîliğe yakın bir bâtını geleneğe sahip Dürziler tarafından taziz edilmektedir. (Musa’nın karısı esmer olduğundan eleştirilere uğramış olduğunu görmüştük), Orthodox İslâm’ın dışladığı Dürzîler, Kudüs Latin Krallığı döneminde, Templiers’lerin imtiyazlı muhatapları olmuşlardı.

Sembolik merdiven, “Sullam” mistik merdivenin zahirî kabuğu olup Neşideler Neşidesi, bu sonuncusunun en üst derecesidir. Bu merdivenin her basamağının, İbranî geleneğine göre, anlamları var.

Evet, yukarda mezkûr “Adonai”, bütün Yahudi dualarının Tanrı’sıdır. Hayır dualarının en güzeli, Sabbatay Zvi’ninki oluyor: “yasağa izin veren Adonai Tanrı’mız, kutsanmış ol”…

Normların dışında yaşamak ve bütün sınırları aşmak imtiyazı, “Kadosch”a, “Aziz”e, başka deyimle kendinde münhasıran manevî olmayan şeyden tamamen kurtulmuş olana aittir.[46]

Sembolik çift merdiven (Resim 94), gizemli merdivenin görünen kısmıdır. Bir sembol sadece sembolse, “gizemli-esrarengiz” sıfatı kullanılmaz.

Sembolik çift merdivenin her basamağına ve de bunları tutan iki yanlarına İbranîce, birincilere mütenazır (simetrik) basamaklara tekabül eden “Kafa işi sanatlar – Arts libéraux”lara Fransızca ve nihayet merdivenin üstündeki hacme de Latince ad verilmiştir. Bütün bu adlar, tutarlı ve özerk bir “bünye” oluşturmak için birlikte olmayı istemektedirler. Nitekim bu çift merdiven, tepede birleşen iki merdivenden oluşup ayakta durabilmek için hiçbir yere dayanmaya ihtiyacı yoktur..

Söylemiş olduğumuz gibi merdiven, çıkmak ve inmek olanağını sağlar. Yani her iki yönde gidip gelmeye matuftur. Her basamağı diğerleri destekler, ilki altta “Adalet”tir. (Tzedakah-Tsade, Daleth, Kof, He). O ise ki bir “âdil”, bir “Tzadik” olmak için, bütün öbür basamaklarda olanları derunîleştirmek gerektir. Her biri için aynı şey söylenebilir. Her biri, öbürlerinin varlığını özümser ve belirtir. Ve her biri, en geniş anlamında, Sevgi üzerinde durur: Başkasına hayırhah açılma ve bilgiye hayırhah açılma.

Yahudi geleneğinde “Tzadik”, kendini tetebbu ve istiğrak (derin düşünme)ye veren kişidir. O, bu unvanı kendi kendine ve kimseye vermez. Hiçbir; kurumsal yetkiye sahip değildir. “Halk” ona “Tsadik” der çünkü ışın saçar ve kapısı daima açıktır. Herkes gidip ona danışabilir veya bir ihtilâfın çözümü için onu hakem olarak seçebilir. O, tanrısal kelâm tarafından “esinlendirilmiş” “peygamber”den farklıdır. O, bu sonuncusu gibi, “dinle beni zira Tanrı benim ağzımdan konuşuyor” demez…

İkinci basamak “Schor Laban” (Şın, vav, Resch ve Lamed, Beith, nun) tesmiye edilip İbranîce beyaz Boğa demektir.

Beyaz Boğa bizi, boynuzları arasında, Tanrı Hator gibi, güneş kursunu taşıyan Mısır boğası Apis’e götürüyor. Kaybolur olmaz hemen yeniden doğar ve sürülerin arasında beyaz tüyünün alın, boyun ve sırtındaki siyah lekeden tanınır. O, Osiris’le müzdeviçtir. Ancak, Tevrat İbranîcesinde “Schor” sözcüğü (Şın, vav, Resch), kâh boğayı, kâh öküzü ifade eder ki bu keyfiyet onun doğurtganlık sembolü olarak alınmasını men eder. Güç ve doğurtganlık simgesi olarak boğa, Aleph harfiyle sembolleştirilmiştir.

Üçüncü “Mothek” basamağı İbranî “Matuk”tan (Mem, Tav, va, Kof) gelip bu sonuncusu tatlı, yumuşak, hoş manasınadır. Bunun merdivene yerleştirilmesi makul olmaktadır zira kadosh ne denli âdil, ileri ve cesur olursa olsun, bunsuz bir soğuk canavar olurdu. Bir şey vermek, intikal ettirmek için, hoşa gidilmesi de gerekir…

Dördüncü basamak, “Emunah” (Aleph, Mem, vav, Nun, He) “Amen” kelimesinin kökenindedir: iman ve itimadı ifade eder. Bu iki kavram haliyle birbirlerinden ayrılmazlar, itimat kalmazsa, iman biter.

Beşinci basamak “Hamah Scheol” oluyor. Etimolojik düzeyde bu, “üstümüzdeki güneş” olarak tercüme edilip sorun yaratmaktadır. Bunda Scheal (Şın, Aleph, vav, Lamed) kelimesi hemen görülür ki bu sonuncusu (İşaya V/14, Tekvin XXXVII/36) “mezar” ve genişletilerek, ölümden sonra “olan”ı ifade eder. Bu kelimenin “Şın, Aleph, Lamed” sülâsîsi, “sual ermek, sual, arzu” manasını sağlıyor. Daha doğru bir çeviri, “ölüm sonrası “olurdu.

“Ey servilerin zıll-ı siyahında birer yer

Temin edebilmiş bin nice sail-i sâbir”[47]   (Fikret)

Ve nihayet altıncı basamak, “Sebel”, sabır ve bunun üstünde de, Sephirot’lardan bildiğimiz Hochma, Binah ve Tebuna yani anlama-kavrama ki bunlar yeni ve beklenen insan’ı bütün ihtişamı içinde irtisam ettirirler.

Çift merdivenin öbür yamacındaki yedi “bilim” ya da “sanat”, skolastik öğretinin “trivium” ve “quadrivium”una gönderiyor. Bunlar bizi aynı zamanda “Franc-Maçonnerie” sözcüğünün geçtiği en eski metinlere gönderiyor. Bu metinler, Regius ve Cook yazmaları (1390-1425), Franc-Maçonnerie’den, bilim (veya sanatlar)ın beşincisi geometri olarak söz ediyorlar: “Beşincisi geometri olup bu, gökte ve yerde her şeyi ölçme Sanat’ıdır ve Franc-Maçonnerie tesmiye edilir”. Ayrıca, biraz ötede hiçbir bilimin, ne gramer ne retorik (ilm-i belagat)in geometrisiz ayakta kalamayacağı tasrih ediliyor. Dolayısıyla geometri Anlayışı masonik Öğreti’nin, yani hür insanlarınkinin belkemiği oluyor. Geometri, dogmayı dışlar…

Merdivenin iki yamacının bütün basamaklarını anlayıp derunileştirmekle salik, Bilgi’nin “Nec plus ultra” (ötede hiçlik)ine erişmeyi hak eder. Ancak böyle bir salik, henüz doğmamıştır.

Üçgen içindeki “Adonai”nin Adon’u “Tanrı (m)” olup bunun Mısır’ın “Aton”u ile yakınlığını görmüştük (Freud). Güneş kursu Aton çok eski bir hiyeroglif olup III. Amenophis döneminde Tanrılaştırılmış ve IV. Amenophis zamanında da başlıca tanrı olmuştu. Bu sonuncu Firavun, “Aton’un hizmetkârı” demek olan Akhematon adını almış ve onun şerefine bir başkent, şimdiki Tell-Amarna’yı inşa ettirmişti.

Aton reformu (M.Ö. XIV. yy.), tanrı Amon-Ra’yı yerinden etmişti. Kimi yazarın iddialarına rağmen aton doktrini, Heliopolis ve Hermapolis ilâhiyatçı­larının spekülasyonlarından daha monotheist olmamıştı. IV. Amenophis Aton’u, Mısır dininin çapraşıklığından yılmış Asya’lı ulusları inkıyat altına alacak şekilde imtiyazlarla donatmıştı. Reform, biri evrensellik kaygısı içinde bir basitleştirme yönünde olmuştu, işin bir de politik yanı vardı: Amon’un ruhban sınıfının kraliyet yetkesine rakip gücünü kırmak. Ama sonunda Amon, muzaffer çıkacaktı. Musa’nın projeyi yeniden ele aldığı söylenmiştir.[48]

Eninde sonunda iş, çoğu kez Mısır’a dayanıyor. “Merdiven” kavramının da bundan kurtulmuş olduğunu sanmıyoruz.

Gerçekten Piramid Metinleri’nde göğün merdiveni mutat bir kavramdı. Güneş ışınlarından tekrar tekrar tasavvur edilir ve dolayısıyla Re’nin görevine dâhil olurdu. Başka durumlarda o, bir halat veya katı malzemeden merdiven olarak görülür ve bunun dikey ucu djed-sütun[49] olarak temsil edilebilirdi ki bu, Osiris sembolizmine aitti. Merdiven, dirilme ve yukarı çıkma tanrısı Osiris için tasarlanmıştı, (o da herhalde Nec plus ultra’ya tırmanıyordu…) Bu itibarla Osiris’in kendisi, müminler için, göğün merdiveninin sembolü olmuştu. Piramit Metinleri keza basamakları tanrıların kollarından teşekkül etmiş bir merdivenden söz ediyorlar ki ölüler bununla göğe tırmanıyorlar. Ölüler Kitabı’na göre “ışıkların melekleri”, “gök merdiveninin her iki yanında” duruyorlar. Sair şeyler arasında bir merdiven resmi, ölünün mezarında yer alıyor.[50]

Gül-Rose – Croix

Semboller, zamanların fecrinden beri, daima aynı derin anlamla mevcut olduklarından, icat edilmezler. Sadece değişen, bunların, bazen çatışkıya varan, kullanılış tarzlarıdır.

Her ne hal ise Gül, her zaman için çiçeklerin Kraliçesi olarak telâkki edilmiş; o, cins ve rengi ne olursa olsun daima aynı güzelliği nedeniyle sürekli olarak Aşk’a bağlanmış.

“Bülbülden o eğlencede feryâd işitilmez,

Gül solmayı, mehtâb azalıp bitmeyi bilmez”

                                  (Vuslat)

“Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde

Gönlü her yerde bir buhurdan gibi tüter

Ve serin serviler altında yatan kabrinde

Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter”

                     (Rindlerin ölümü – Y. Kemal)

Batı dillerinde gül karşılığı “Rose”, aynı zamanda “pembe” demektir. Her ne kadar bu renk, prizmada ışığın ayrışmasından hasıl olan yedi doğal renk arasında bulunmuyorsa da, sembolik düzeyde beyazla kırmızı karışımıdır. O ise ki beyaz, alınmış ışığın tümünün yeniden dağıtımına (sevgi tezahürü), kırmızı da Yaratılış (Yaratan’ın aşkına yapılmış) ilkesine tekabül eder. Böyle olunca da pembenin neyi temsil edebileceği anlaşılır.

Dinî ve lâdinî bina ve şahideleri süsleyen yuvarlak bezeklere, vitraylara neden gül, daha sonra da gülce, gülbezek (rozas) denmiş? Dünyanın bütün geleneklerinde merkez noktasıyla daire tanrısal varlığı temsil eder. Merkez noktasından, gülçenin esas çatısını teşkil edecek olan tekerin parmakları çıkar ve rosa ile rota, gül ile teker arasında görülen yakınlaşmanın rastlantı olmadığı muhakkaktır. Gülün sembolizmini, etrafında örülmüş inançlar dizisini daha önce oldukça ayrıntılarıyla irdelemiş olduğumuzdan[51] burada daha çok ek bilgiler vermeye çalışacağız. Ama Tannhäuser efsanesini anmadan da geçemeyeceğiz: Tannhäuser büyük bir günahkâr olarak Papa Urbain’in huzuruna gelip gufranını (Tanrı bağışlamasını) diler. Hiddetli Peder elindeki kuru bastonu toprağa sokup “Bu baston gül açtığında ancak sen rahmete kavuşabilirsin!” der. Ama üçüncü gün, bastonda güller açacaktır!…

Roger Bacon’un deyimiyle bilgi tohumunu sözcüklerin samanına karıştırmadan Rose – Croix’lardan nasıl söz edilebilir? Bir gül ile bir işkence aleti nasıl yan yana gelebilir?

Gül ile Haç’ın birliği Hermesçilikte Hristiyanlığı, aşkın ışıması olan Merhamet’in son haddini Bilgi yoluyla mistik necat idealine birleştiriyor. Bu yüce sırr, yeni bağlaşmanın dile gelmez dört “I.N.R.I.” harfleriyle simgelen­memiş mi?

Gül + Haç (Rose + Croix) insanın iç âlemine Haç yoluyla İsa’yı veriyor…[52]

Bir pergel ve cetvelle, bir daireden hareketle tüm dinî sembollerin temsilî şekillerinin çıktığı bir şematik çizim elde edilebilir. Mühr-ü Süleyman da çizilebilir, Trinacria’lar da (Resim 95a). Bunların aynını Osmanlı mangırları üzerinde de görmüyor muyuz (Resim 95b)? Bu trinacria, birbirlerini tanımak için yere balık işaretini çizen Hristiyanların amblemi olmuştu.

Soldaki çizime baktığımızda pentagram, ya da altın sayının simgesi olduğu bilinen beş kollu yıldızın içinde, kıvrık yarıçaplar kullanılarak sağdaki yabangülü (kuşburnu) çiziminin elde edilebileceği görülür. Bunda merkezî noktayı çevreleyen gülün temsili vardır. Bu merkezî noktanın kendisi dahi, Meryem’in amblemi olan bir pentagramın içindedir. Yukarıdaki şemaların içinden bir minyatür beş kollu yıldız meydana çıkıyor ki bu, büyütülmüş olarak aşağıdaki şemada görülür.

Yabangülü bekâreti (Meryem) anımsatıyorsa aynı çizimden Havva ve elma düşüncesine gelinemez mi? Elmayı, sapına dikey olarak kestiğimizde petek gözlerinin aşağıdaki krokide olduğu gibi, beş kollu bir yıldız teşkil ettiklerini göreceğiz.

Gözlemlerimizden başka bir sonuç da çıkarılabilir. Geleneğin, sırrın yolunu açan yüksek bilimin bir anahtarı gibi telâkki ettiği aşağıdaki şemaya bakalım.

İnsan, Pentagram’ın suretinde mikro-kozmos (Agrippa: De Occulta Philosophia, XIV. yy.)

Başından itibaren saat akrebi yönünde giderek altı gezegenin, ezcümle Merih (Mars), Müşteri (Jüpiter) Zühal (Saturne), Uttarit (Mercure), Zühre (Venüs) ve, merkezde ay. Güneşe gelince,