Cumhuriyet, 21.07.1983
Tanzimat’ta, İngiltere ile akdedilen ticaret anlaşmasına göre gümrükler açılmış, İngiliz malları, Osmanlı mülkünü istila etmişti. Yerli zanaat tümden denecek kadar çökmüştü.
Derken 50’li yıllarda bilindiği gibi DP iktidara gelmiş, bunun mülkiyeli (ve üstün zekâlı) Ticaret – İktisat Bakanları, liberal politikayı ülke yararına görme basiretini gösterip gümrük kapılarını açmışlardı. Hiçbir ihraç edecek üretimi olmayan ülkeyi, incik boncuk doldurdu, senesi geçmemişti ki hazinedeki tüm altın ve dövizler erimiş, 2 lira 80 kuruş olan dolar, kara borsada 27 liraya yükselmişti. Doları 9 lira 02 kuruşa getiren devalüasyon da, duruma çare olmamıştı.
Yine 50’li yıllarda Ankara’da bir büyük İtalyan tekstilcisi ile tanışmıştım. Çok tatlı bir adamdı, sekreteri Migliore gibi; pamuk almaya geliyordu buraya. Adam, İtalyan liberal parti yandaşıymış: “Hür bir toplumda hür birey” sloganını diline vird etmişti.
Şimdi düşünüyorum; o çağların “liberalizm”inden farkı olmayan globalleşme – küreselleşme bayraktarlarını. Acaba “hür birey” olarak düşündüğümüzü açıklayabiliyor muyuz? “Hür toplum” olarak da herhangi bir halk- işçi kuruluşu istediği faaliyeti gösterebiliyor mu?…
Evet, adı ne olursa olsun bu liberalizm, yüksek üretimli toplumların düşük üretimlilerini sömürme yönteminin yeni türü oluyor.
Bizim “serbest piyasa ekonomisi” yandaşı liberallerimiz bir yandan dünya liberallerinin bize reva gördükleri kısır kalkınmaya “eyvallah” derken bir yandan da, Batı’nın çoktan terk etmiş olduğu liberalizm türünü ülkemizde uygulamak sevdasındadırlar, düşündüğünü söyleme serbestliğini sadece kendi tekellerinde tutma koşuluyla! Bu kadar çok çelişki (absürt), bir sistemi nereye götürür, düşünmeliyiz.
Liberalizm, genel anlamıyla müşterek amaçları bireyler ve gruplar içinde daha çok serbestlik sağlamak olan yöntem ve politikaların yanında olacaktır. Gelişmenin ilk dönemlerinde liberal güçler, çabalarını devletin müdahalesini sınırlamaya ve devlet politikasını bireylerin ve grupların serbestliğini artırıcı bir araca dönüştürmeye yönelmişti. Ama kısa sürede klasik dönem İngiliz ekonomistleri, büyük toprak sahiplerinin hükümet içindeki egemenliklerini sınırlayıcı, politik reform olmadan ekonomik liberalizmin hiçbir anlam taşımayacağını anlamışlardı. Bu amaçla liberal hürriyetin çok daha eşit dağılımını, tekellerin ilgasını, büyük toprak mülkiyetinden doğan ayrıcalıkların (imtiyazların) kaldırılmasını ve nihayet ussal ilkelere dayanan bir genel yasayı desteklemişlerdi. Bu nedenle liberaller, genel olarak (muhafazakârların karşısında) “ilerici”, yani ekonomik ve sosyal ilerleme yandaşı ve bilim, teknoloji ve pragmatik deneyselliğin dürtücü gücü olmuşlardı. Avrupa’nın geçirdiği 1848 politik bunalımdan sonra liberalizm, zorunlu olarak demokratik, milliyetçi ve sosyalist duygularla uzlaşacaktı. Özellikle endüstri ve iç ve dış ticaretin gelişmesi, liberal tutumun yeni baştan ele alınıp değerlendirilmesiyle sonuçlanmıştı.
YALNIZ ADI KALMIŞ
Piyasa içindeki büyük eşitsizlikler nedeniyle bir kişinin ekonomik özgürlüğü, başkasına baskı şeklinde belirdiğinden liberaller dahi ikiye bölünmüşlerdi. Bir kısmı, devletin suistimallere karşı etkin önlemler almasını isterken, öbürleri devlet müdahalesini kesin olarak reddedip “serbest ticaret” dogmasına asılı kalmışlardı. Bunlar, liberalizmin yarattığı zenginliği kendi içinde bir amaç, liberalizmin kendisini de bir muhafazakâr ideoloji haline getirmişlerdi. Ama hürriyetle eşitlik, hukukla egemenlikler aynı şeyler olmadıklarına göre modern liberalizm, devleti bireylerin ve zayıf grupların yardımına çağırır olmuştu. Bunda, demokratik ve sosyalist hareketlerden çok esinti vardı. İki büyük dünya savaşından sonra, Doğu ile Batı arasındaki soğuk savaş karşısında eski ateş sönmeye yüz tutmuş, liberalizm, özellikle gelişmekte olan ülkelere, Batı Avrupa’nın yarı sosyalist devletlerine çok daha az anlamlı hale gelmişti. Adam Smith’in serbestlik stratejisi için gerekli koşullar, yerlerini çok değişik yenilerine bırakmıştı. Liberal geçinen ülkelerin çoğu, politikalarını bilerek ve isteyerek milliyetçi ve sosyalistik düzeyde tutmaktadırlar: Liberal adam için tüm dünya, içinde serbestçe alışveriş edebileceği bir alandır; burada milliyetçilik söz konusu olamaz. Bu itibarla liberalizmin adı kalmış, kendisi büyük ölçüde başka ekonomik platformlara atlamıştır.
BİZİM LİBERALLER NEYİN TAKLİTÇİSİ?
Bu verilerin ışığında gelelim şimdi bizim liberal, “altta kalanın canı çıksın” deyip koca sınaî birimlerin kurtarılmalarına karşı çıkan takıma. “Piyasa ekonomisi” şampiyonlarının en önde gelen kişisi, Türk ulusunun yazgısını belirleyecek ilk siyasi konuşmasının, sağ ve solunda bazı yabancı misyon mensupları ve iş adamları olduğu halde, Propeller’s Clud’de, yabancı dilde yapıyor ve “Avrupa’nın refah düzeyine ulaşmak istiyorsak onların uyguladığı yöntemi biz uygulamalıyız” diyor.
Sayın Özal, liberalizmin beşiği olan İngiltere’nin dünyada sanayi devrimini ilk gerçekleştiren ülke olduğunu, Adam Smith’in bu devrimin bir ürünü olduğunu, öbür sanayileşmiş ülkelerin, başta ABD olmak üzere sanayilerini kalın gümrük duvarlarının himayesinde, hiç de liberal sayılamayacak bir sistem altında gerçekleştirdiklerini ve ancak bu sanayi yerli yerine oturduktan sonra kendilerine liberal süsü verme yolunu tuttuklarını, bu liberal görüşü özellikle sömürgelerde ve kapitülasyonlarla eli kolu bağlı Osmanlı Devleti’nde uygulandıklarını bilmiyor mu?
Bu gün serbest ticaretin, serbest işçi dolaşımının bayraktarlığını yapan, sanayileşmiş Avrupa devletlerinin oluşturduğu AET, canı istediği zaman Türk tişörtüne kapılarını kapamıyor mu? Türk işçisinin serbest dolaşımına karşı çıkmıyor mu? Nerede kalmış bu “liberalizm?” Bizim liberaller neyin taklitçisi oluyorlar?…
1950’lerde iktidara geldiğinde DP, liberalizmin bayrağını açmış, o dönemin genç ticaret bakanları sabah akşam liberasyon listelerine imza basar olmuşlardı. Yıllarla birikmiş altın ve dövizler böylece çok kısa sürede incik boncuğa harcanmış, köşe başlarında milyonerler türemişti ama devlet de iflâsın eşiğine gelmişti. Gemiyi ilk terk eden bu bakanlar olmuştu. Bunlar, “ispat hakkı” bahanesiyle bir muhalif parti kurup kendilerini böylece sorumluluktan kurtarmışlar, ya da, tarih önünde kurtardıklarını sanmışlardı. Şimdi bu genç bakanlardan arda kalanlar, serbest bölge şampiyonluğu yapmakla meşguldürler.
“Piyasa ekonomisi” dendiğinde, bunun bir iç, bir de dış piyasası vardır. Bu dış piyasanın Mayıs ayının taze önerilerine bakalım: Dünya Bankası “Türkiye enerji alanında yabancı sermayeye açılmalı”, FAO da “bölgenin ekmek sepeti olabilirsiniz” diyor, çok nazik sayılmayacak bir edayla.
Artık alışageldiğimiz bu tür müdahale ve ekonomik baskılar birçok kalkınma projemizin geri bırakılmasına ya da tümden terkedilmesine götürmüyor mu bizi? Liberal görüşlü profesörlerimiz, yaldızlı davetiye çıkarları yabancı sermayenin ancak “kontrol sanayii’ne, yani ülkenin ekonomisini denetim altında tutacak alanlara yatırım yapacağını bilmiyorlar mı? Atatürk milliyetçiliğin “İstiklâl-i tam”a dayandığını hepimiz biliriz. O halde nerede kaldı Atatürk milliyetçiliği?
Hemen görüldüğü gibi, Türkiye’nin bugünkü koşulları içinde, önerilen liberalizm, bir çelişkiler zincirinden başka bir şey olmuyor.
Nitekim Avrupa’nın liberal burjuvazisi, ancak feodali, yani toprak ağalığını bir yana ittikten sonra gelişebilmiştir. Bu iş İngiltere’de, İngiliz soylusunun büyük ölçüde “ilerici” ve yasalara saygılı bir sınıf olmasıyla kansız olarak, Fransa’da da bildiğimiz ünlü Devrimle gerçekleşmiş. Bizim her zaman tekrarladığımız gibi psödo (sözde) burjuvazimiz, köklü bir toprak reformundan yana çıkmayıp feodal güçlerle uyum içinde bulunuyor.
“…AYAK ÇALIMLARINI BIRAKMALI”
Ve nihayet bu liberalizm halka da ters düşüyor, sucuğunda eşek eti, ilâcında noksan aktif maddesiyle…
Bir süre önce, Sayın Selçuk Yaşar İ.Ü. İşletme İktisadı Enstitüsü’nde “Güçlü devlet ve dürüst özel sektör” konulu bir konferans verdi. Bir özel sektör mensubu olarak Sayın Yaşar’ın da sigara yapımı özlemi içinde olması doğaldır. Ama buna karşılık yine söylediği çok önemli şeyler de var, konferansında; tam anlamıyla serbest piyasa uygulamasının sakıncalarına değinip bunun eninde sonunda devletleştirmeyi getirmesinden korkuyor. 24 Ocak kararlarının yalnız o dönemin yönetiminin kararı olmadığını, dıştaki dostların (herhalde Propeller’s Club’de Sayın Özal’ı çevreleyenler olacak) da önerileriyle alındığını…, bu dönemde özel sektörün daha dürüst çalışmaya başladığını ekliyor. Bankaların, sigorta şirketlerinin tekelleşmesi hususunda da “Bunun önlenmesi ve güçlü devlet kuralları içinde yönlendirilmesi şarttır. Özel sektör, oyunları veya Şark’ın ayak çalışmalarını bırakmalıdır. Hesaplar doğru tutulmalı, vergiler tam ödenmelidir…” diyor.
Özel sektörün dürüst davranmadığını bu denli açık yürekle ortaya koyan Sayın Yaşar’ı kutlamak gerekir.