Lâdinî yaşam

Şubat 11, 2017
Kültür Eserleri > Türk ve Yahudi Kültürlerine Bir Mukayeseli Bakış > Lâdinî yaşam

Lâdinî yaşam

Buraya kadar dinî ve dine sıkıca bağlı mistik alanda dolandık. Şimdi de günlük yaşamın bazı veçhelerini irdeleyeceğiz. Gerçi, yukarda ifade ettiğimiz gibi, dinî ile lâdinî alanın sınırı hayli belirsiz olup geleneksel toplumlar, organik hayatı (yiyip içme, cinsî hayat…) bir dinî ayin (sacrament) olarak yaşarlar. Bu “sacrament”lere tarikatlarda çok rastlanır.[1] Gerçekten bunlar, o çağın adamı için Hayat’ın bizzat temsil ettiği kuvvet’le “aynı kurbanı yeme”ye yarayan bir takım ayinlerdir. Bu kuvvet ve Hayat, son gerçeğin epiphany’lerinden başka bir şey değildir.

Bilgi, zamana ve mekâna kucak açar ve âdemoğlunun isteklerini yerine getirmede alabildiğine yardımcı olur. Olur, ama “Talih, kaza, kader” gibi sözcüklerin ifade ettikleri hususlara ve denli etkili olurlar? Talihi denetim altında tutmada, kazalardan korunmada, yazgıyı hayırlıya yöneltmede bilgi yetersiz kalıyor. Bu eksikleri tamamlamak amacıyla dininkilerden çok daha evirgen, daha sınırlı ve kesin bir ritus faaliyeti meydan buluyor. Buna da anthropologlar ittifakla “sihir” (magic) adını veriyorlar. Bu ritus faaliyeti, yerleşmiş bir superstition’lar sisteminin gereği oluyor. Bunun dışında, iş tehlikenin bertaraf edilmesiyle bitmiyor. Olumlu yönde de etki aranıyor.

Handjeri[2]superstition“u “din hususunda yanlış inanç” diye tarif edip “ukul-ü zâife taassuba müptelâdır”, “itikad-ı bâtıl, muhalif-i din-i sahihtir” dedikten sonra “nemekdanın (tuzluğun) sofra üzerine dökülmesinden teşe’üm etmek mahz-ı taassuptur, itikad-ı bâtıldır” diye ekliyor. Yani bunda şeamet görenler onun nazarında “zayıf akıllı” olanlardır. Handjéri, bu “superstition” kavramının dinin “yanlış” kanadını teşkil ettiğini söylemek istiyor. Ama “yanlış-doğru” çizgisi hakkında da hiçbir şey eklemiyor, tıpkı öteki lügatçılar gibi… Kaldı ki bu “yanlış”lara “resmî Kitâb”larda çok sayıda rastlayacağız.

İşin içine bir de “hurafe” sözcüğü karışıyor. Lügat Naci, “hurafe = Arap’ın İzre kabilesine mensup bir şahıstır ki güya bir aralık kendisini cin taifesi kapıp götürmüş olduğundan avdetinde nakl-i garaib etmeğe başlamış ise de mübalâğada iltizam-ı itidal etmediğinden kendisine kimse inanmamıştır. ‘Hurafât’ bunun cem’idir ki saçma sapan rivayât ve akvale ıtlak olunur. ‘Hurafe’ bu manada kullanılmaz” diyor.

“Hurafe”, cinlerin götürüp geri saldıkları adamın adı olduğuna göre hurâfat ile bâtıl itikat anlamdaş oluyor.

Dinî vakıa için günümüze kadar yapılmış tanımlamaların hepsi bir müşterek tabana oturtulmaktadır: her tanımlama, kendine göre kutsal‘ı, mukaddes‘i ve dinî yaşamı cismanî’ye (dine müteallik olmayan, lâdinî-profane) ve dünyevî (lâik) hayata mukabele etmektedir. Ama “kutsal” kavramının sınırlarını çizmeye gelince, güçlükler kendilerini gösterir oluyorlar. Nasıl olmasın ki bu çizgi kültürden kültüre hayli değişik düzeyde oluyor. Kimi kültürde ve bu arada Türk kültüründe, bugünün düşünce sistemine göre dinle hiçbir ilişkisinin bulunmamasının gerektiği nesne ve faaliyetler (ağaç, su, taş… çeşitli ziyaretler…), dinî alan tarafından tamamen yutulmuş olarak karşımıza çıkıyorlar. Bununla birlikte söz konusu sınır ne kadar kaygan olursa olsun bunun bilinci daima mevcuttur: bir “başkalık”ın etkisi, kendisinden üstün kuvvet ya da kuvvetlerin varlığı hayatını sinsice tehdit etmekte olup bunlardan gelmesi melhuz tehlikeleri bertaraf etmek ve yapabilecekleri iyiliklerden faydalanmak üzere bunlarla uzlaşma yolunu aramış olan âdemoğlu, bu bilince varmıştır. Bu itibarla âdemoğlunun insanüstü güçlerle ilişkiler manzumesi, dinin bir ilk tanımlaması olarak kabul edilmiştir. Buna göre din, insanoğlunun bir müstakil faaliyeti ya da ruhunun tek yanlı bir belirtisi olmayıp insanoğluyla doğaüstü güçler arasında karşılıklı ve hayatî etki sürecini kapsar.[3]

Dinin kökenini kabile veya aşiret bilincine bağlama eğilimleri görülmüştür. Bu takdirde örneğin, Samî Tanrı’nın sadece kabile birliğinin timsali olması gerekir (ki Yahve de az çok böyle olmuştur). Bu arada üretim düzeyinin düşüklüğü oranında kişinin sosyal grupla dayanışmasının kuvvetli olacağı da göz önünde bulundurulmalıdır (Musa dininde de, İslâm’da da kişi, sosyal grupla özdeşleşmiştir). Böylece de dinin içeriği sensus communis ile özdeşleşmektedir.

Atalar-ölüler kültü

Kültürel gelişme için atalar kültünün önemi burada beliriyor: kesin, tavizsiz ritüel yardımıyla grubun manevî ve zihnî özvarlığı, yüz ya da bin yıllar boyunca toplandığı gibi muhafaza edilmeye çalışılmaktadır. Aile veya akraba kültü kabile veya ilkel devlet kültüne dönüştüğünde, şahsın dinî kaderi, topluluğunkiyle sıkıca bağlı hale gelir. “Babalar ekşi üzüm yeseler, çocukların dişleri kamaşır” atalar sözü Ahd-ı Atik’e kadar geri gidiyor: “Artık o günlerde: babalar koruk yediler ve oğulların dişleri kamaştı, demeyecekler” (Yeremya XXXI/29), “Babalar koruk yediler ve oğulların dişleri kamaştı, diye İsrail diyarı için bu meseli söyleyerek ne demek istiyorsunuz?” (Hezekiel XVIII/2)…

“Yahudi ve Hristiyan geleneğinde atalar kültü ile ilgili az da olsa bazı bilgilere rastlanmaktadır. Ahd-ı Atik’te, bazı ölülere ulûhiyet nispet edildiğine dair ifadeler mevcuttur (İşaya VIII/19). Ayrıca Ahd-ı Atik’te sık sık geçen ve insan şeklindeki ev tanrılarının tasvirlerinin ismi olarak kullanılan Terafim’in (I. Samuel XIX/13) aslında ataların imajı olduğu ileri sürülmektedir. Diğer taraftan Ahd-ı Atik’te ölülere yiyecek takdimi ile ilgili bilgiler de vardır (Tesniye XXVI/14)…”[4]

İslâm dininin, ölülere tapınılmasının, onları bir nevi putlaştırılmasının şirkin bir çeşidi sayıp kesinlikle yasaklamasına rağmen süregelen türbe ziyaretleri ve buralarda metfun kişilere çeşitli sunularda bulunulması, ülkemizde, Çin’den başlamak üzere büyük bir coğrafî alanın kolayca vazgeçilmeyen bir âdeti olarak yorumlanacaktır. Bu hususta birçok ayrıntıyı daha önce vermiş bulunuyoruz.[5]

Bu kez “resmî” din yoluyla girmiş bazı inançlara değinelim.

“Sizi yarattık, sonra size suret verdik, sonra meleklere ‘Âdem’e secde ediniz’ dedik. Secde ettiler. Yalnız iblis secde edenlerden olmadı”. (Hakk Teâlâ ona): Ben sana secde etmeyi emretmiş iken seni alıkoyan ne? dedi. O da: ‘Ben ondan hayırlıyım (şerefliyim). Beni ateşten yarattın da onu çamurdan yarattın!’ dedi”. (VII/10-12).

“İnsanlardan bazıları cinlerden bazı kişilere sığınıyor. Bunlar da onların azgınlıklarını artırıyorlardı” (LXXII/6).

“Biz insanı kuru çamurdan, biçim verilmiş kara balçıktan yarattık. Ondan evvel cini, dumansız ateşten yarattık” (XV/26-27).

“(Süleyman adamlarına dönerek) Ey ulular! dedi, onlar bana teslim olarak gelmeden evvel kim bana (Sebe’ Melikesinin) tahtını alıp getirebilir? Cinlerden bir ifrit: Onu ben sana yerinden kalkmadan evvel, getiririm!… Kitaptan ilmi olan zat: Sen gözünü yumup açmadan sana onun tahtını getiririm! dedi. Süleyman tahtın yanıbaşında olduğunu görünce…” (XXVII/38-41).

“Süleyman’a da rüzgârı (münkad-boyun eğmiş-kıldık). Sabahleyin bir aylık yol, akşamleyin bir aylık yol alırdı. Ona erimiş bakırı pınar gibi fışkırttık. Cinlerden de bir kısmı Tanrı’sının izniyle onun önünde ilerlerdi… Onlar ona dilediği gibi kaleler, heykeller, büyük havuzlar kadar lengerler, yerinden kalkmaz kazanlar yaparlardı” (XXXIV/12-13).

“Biz de ona rüzgârları müsahhar kıldık. (Rüzgâr), tatlı tatlı eserek onun emrini dilediği yere götürdü. Şeytanlardan, her kalfayı, her dalgıcı (ona münkad ettik)” (XXXVIII/36-37)…

Şeytan, iblis, cin, ifrit’in Allah tarafından yaratılmış oldukları böylece “resmen” belgelenmiş oluyor. Hal böyle olunca da hak ile bâtıl, din ile hurafe arasındaki çizgiler iyice silik hale geliyor. Bu keyfiyet, İslâm’da olduğu kadar Musa dininde de böyledir.

Gerçekte, doğal çevrenin tayin edici etkisi bir ulusun sadece dinî mizacında değil, aynı zamanda ilahiyat, eskatologya (âhiret bahsi), mitoslarında da kendini hissettirir. Samî dinlerin çoğunda ay tanrısının tefevvuku, güneşin yakıcılığı olmadan rahatça gezinme olanağını veren gecenin serinliğini, göçerin yeğlemesine bağlanır. Ağzında da hep gecenin terennümü yok mudur (Ya leyil)? Babillilerin tanrılarının en büyüğünü (kralını) “Yüce Dağ” diye tesmiye etmeleri bütün kültürlerinin babası sayılan Sümerlilerin tanrılarını, göçtükleri Babilonya ovalarında dağlık anavatanlarında yaptıkları gibi, tazim etmek istemeleriyle ilişkili olabileceğini hatıra getiriyor.

“Talmud’da (Sanhedrin 42a), dolunayın duası için önerilen düsturda, ayın yenilenmesi ile Mesihî kurtuluş arasında anlamlı bir koşutluk bulunur…” derken Scholem[6] yukarıdaki faraziyeyi doğrulamış oluyor. Kabbalacılara göre, Mesihî necattan önce ay, yani Schekina, ışıksal gücünü yeniden elde etmiş olsa bile, yeniden boşluğa ve yoksunluk içine düşüyor. Ancak kurtuluşla ay, ilk haline geri dönecektir; bu iddia “Ve Rabb kendi kavminin kırığını sardığı ve vuruşunun yarasını iyi ettiği gün ay ışığı güneş ışığı gibi ve güneş ışığı yedi kat, yedi gün ışığı gibi olacak” (İşaya XXX/26) ayetine dayanıyor. Yani, yaratıldığı zaman ay, güneş kadar parlakmış da bunun gücünden kaybetmiş olması, sürgünün bir simgesi olmuşmuş. Ayın devrî olarak küçülmesi, Kabbalacılara göre, doğruca her şeyin sürgünü, her varlığın özünde olan kusur ve eksikle ilişkilidir.

“Sürgünü” dediğimizde bundan Schekina’nın, yani Tanrı’nın dünyadaki meskeninin (dünyada icra ettiği faaliyeti içinde Tanrı’nın kendisi)[7] sürgününü anlayacağız. Schekina’nın kendisi dahi, rütbesini kaybetmiş, ışığı çalınmış ve bir kozmik sürgüne gönderilmiş “Kutsal Ay”dır. O zamandan beri, ay olarak ancak ışığı yansıdığında parlıyor.[8]

Talmud geleneğine göre cinler cuma akşamı alacakaranlıkta yaratılmış olup, bu arada Sebt-Sabbat araya girdiğinden bunlar beden muhafaza edememiş özdek dışı varlık olarak kalmışlar. Bundan çıkan, herhalde Tahmudik kaynaklardan uzak olmayan sonuç da cinlerin o günden beri bir beden aradıkları ve bunun için de insanlara asıldıklarıdır. Bir başka düşünce de şu oluyor, bu bapta: Habil’in kardeşi tarafından katlinden sonra Âdem artık karısına ‘yaklaşmayı’ istemeyince dişi cinler, Sukkube’ler ona gelmişler ve onun tarafından kabul görmüşler. Âdem’in tevlit gücünün fena kullanıldığı ve çarpıtıldığı bu birleşmeden Nig’e Bne Adam (âdemden gelen “zararlı ruhlar”) tesmiye edilen bir Cinler ırkı doğmuş. Kabbalacılar işbu cinlere değgin dölleme kavramlarını kirlenme ve sair uygulamalar, özellikle istimna (mastürbasyon) ile vurgulamışlar ve Zohar‘da, Cinler kraliçesi Lilit’in (Resim 34), ya da sarayına dâhil olanların, dişi arkadaşı olmayan erkeği uyarmaya çalıştıklarını, onu cinsî fiili icra etmeye ittiklerini, boşluğa düşen spermadan itibaren kendi lehlerine bir beden yaratmaya çalıştıklarını göstermişlerdir.

Yukarda anlatmış olduğumuz ölünün etrafında on Yahudi’nin yedi kez halka halinde raks etme ritusu aslında, cinlerden olan gayri meşru çocukların ölüye yaklaşıp bedenini kirletmesini veya başka zarar vermesini önlemeye matuftur. Bu gayri meşru çocuklar, adamın meşru çocuklarına da zarar verebileceklerinden Kabbalacılar, çocukların ve özellikle erkek çocukların cenazede ölünün arkasından gitmelerini kesinlikle yasak ederler.[9]

İçinde dünya harikalarından bahsettiği Tuhfe‘sinde Ebû Hâmid, birçok doğaüstü şey arasında, Süleyman’ın emriyle cinlerin inşa ettikleri “tunç kent”i uzun uzun hikâye ediyor, onu almak için nasıl Mûsâ b. Nusayr’ın boş yere çaba harcadığını, dev karıncaların ordunun ilerlemesini engellediklerini… anlatıyor.[10]

Bu her iki Türk ve Yahudi kültürlerindeki cinler konusunun önemine binaen, derinlemesine irdelemeye girmeden önce, yine bununla ilgili ve her iki tarafta da sık görülen “Mühr-ü Süleyman”ı ele alacağız.

Mühr-ü Süleyman

“Mâgen David”, “Davud’un kalkanı” da denen bu aynı merkezli ve bir birine göre ters konmuş iki eşit kenarlı üçgenden oluşmuş altı uçlu yıldız, daha Bronz Çağı’ndan itibaren, muhtemelen süs, muhtemelen de sihrî işaret olarak Mezopotamya ile İngiltere gibi birbirinden uzak diyarlar ve birçok uygarlıkta kullanılmıştır. Demir çağına ait örnekler Hindistan’dan İspanya’ya kadar, Roma fethinden önce, biliniyordu. Ara sıra, lamba ve mühürler gibi Yahudi masnuatında, herhangi özel ve belirgin anlamı olmadan görünür. En eski müsellem numune, Sidon’da bulunmuş MÖ. VII. yy.a ait bir mühür üzerindedir. İkinci Mâbed döneminde, altılı yıldız çok kez Yahudi ve Yahudi olmayanlar tarafından beşli yıldızın yanı sıra kullanılmış olup Capernaum (II. veya III. yy.) Havrasında onu, beşli yıldız ve svastika (Hint Güneş simgesi – Hitlerin amblemi) ile yan yana görüyoruz. Bunun tezyini amaç dışında kullanılmış olduğunu düşünmek için bir neden bulunmuyor.

Bütün Ortaçağ boyunca, işbu altılı yıldız, özellikle Hıristiyan ve Müslüman ülkelerde süsleme motifi olarak sürüyor. Arap kaynaklarında, sair hendesî süslerin yanı sıra “Mühr-ü Süleyman” adı altında geniş ölçüde kullanıl­mış ve birçok Yahudi grubunca benimsenmiştir. Bu ad, altılı yıldızı (hexagram) erken Hristiyan, muhtemelen Yahudi-Hristiyan sihri ile Grek Süleyman’ın vasiyetnamesi gibi sihir kitabı ile irtibatlandırır. Talmud, bu yıldızın, cinlere hâkimiyetinin nişanesi olarak, başlangıçta görünen Tanrı’nın adı yerine Süleyman’ın yüzük ya da mührüne hakkedildiğini yazıyorsa da bunun hangi dönemde vaki olduğu açık değildir. Mamafih, Hristiyan çevrelerinde IV. yy. Bizans muskaları, yıldızın adı olarak “Mühr-ü Süleyman” lâfzını kullanıyorlar.

Arap sihrinde mezkûr “mühür”, geniş ölçüde kullanılıyordu ama başlarda bunun Yahudi çevrelerinde kullanımı, nadir hallere inhisar ediyordu. O zaman dahi altılı ve beşli yıldızlar birbirlerinin yerini tutuyordu ve ad, her ikisini de ifade ediyordu. Tılsım olarak X. ile XIV. yy.lar arasında yaygın olan mezuzah‘ın (vefk) birçok sihrî rivayetlerinde çok mutat olarak geçerdi. Sihri İbranî yazmalarında, geç Ortaçağlarda, altı köşeli bazı nazarlıklar ve bu arada büyük rağbet görmüş olan yangınları söndürme amacıyla tertiplenmiş olanlar da kullanılmaktaydı.

Sihrî gücü haiz “Davud’un kalkanı” kavramı başlarda bu işarete bağlı değildi. Kavramın, Davud’u ilk koruyucu silâh yapmış kişi olarak takdim etmiş olan İslâm’dan mı, ya da Yahudi sihrinin derunî geleneğinden mi neşet etliğini söylemek güçtür. Bir Davûd kalkanını zikreden en eski metin, 12. yy.ın Hasidei Ashkenaz’ı arasında mutat olan “Metatron meleğinin sihrî alfabesi”nin izahında bulunuyor. Ama burada 72 adın kutsal Ad’ı, işbu koruyucu kalkan üzerine hakkedilmiş olduğu söylenir. “Magen David – Davud’un kalkanı” tabirinin “72 adın büyük Ad’ı” ifadesinin yerine geçme nedeni açık değildir.

1300 ile 1700 arasında Davud’un kalkanı ve Mühr-ü Süleyman tabirleri, ayırt edilmeden, özellikle sihrî metinlerde kullanılmıştır.

Su ve ateş düşman unsurlar arasında ahengi ifade eden bir simya simgesi olarak altı köşelinin kullanımı, XVII. yy.ın sonlarında yaygın olmuşsa da Yahudi çevrelerini etkilememiştir. Ama başka bir sembolizm Kabbalacı çevrelerden çıkmış olup burada “Davud’un kalkanı”, “Davud’un oğlunun”, Mesh’in “kalkanı” olmuş. Bu kullanımın orthodox çevrelerde mutat olup olmadığı henüz kesinlik kazanmamıştır. Ancak işbu işaretin Sabbatay Sevi’nin muakkıbları arasında büyük rağbette olduğu muhakkaktır. Davud’un kalkanı, Sabbataycı necat hayalinin bir gizli simgesine dönüşmüştü.[11]

Uzağa gitmeden, çok kullanacağımız Arap-Osmanlı “tılsım” sözcüğünün kökenine değinelim. Buna Araplarda tilasım (çoğ. tâlâsim) şeklinde buluyoruz. Araplar bunu Greklerden, “kutsal nesne” demek olan telesma’dan almışlar. Ancak müşterek köken, İbranî tselem, “suret” olmalıdır.[12]

Resim 52a’da görülen muskada, dört köşede, Cennet’in dört ırmağının adları yazılı. Bu Mühr-ü Süleyman, dallarında on dört harf grubu ile “ilerle, sen ve arkamda olan bütün ulus” cümlesini içeriyor. Burada mutluluk ve özgürlüğüne kavuşma sözcüklerinin baş harflerinin Kabbalacı becayişi okunuyor. İki daire arasında Âdem, Havva, cinler kraliçesi Lilith, Hasdiel, Senoi, Sansenoi, Samangelo adları ve de “meleklerine yolun üzerinde seni muhafaza etmeleri için, seni koruma görevi verildi. Amen. Salah” cümlesi bulunuyor.[13] “Selâh”, Arap-Osmanlıca “iyilik, barış, rahatlık, dine bağlılık” anlamınadır… Senoi, Sansenoi gibi adlar da Ashab-ı Kehf’in Mernuş, Zebernuş, Sazenuş… gibi kafiyeli adlarını anımsatmıyor mu?… Aslında Efesus’un yedi uyuyanının adları da (Akeletes – Tiometes – Probatios – Sabatios – Enkenios -Stephanos – Kuriakos) birbirleriyle kafiyeli olarak sıralanıyor.[14]

Kimine göre bu mühür “mikro-kozmosun yıldızı” ya da kendini sürekli olarak inkâr edebilen bireyin manevî potansiyelinin bir işaretidir. Aslında beşer ruhunun şuur ile şuur dışının bir “birleşmesinin” sembolü olup (ateşi ifade eden) üçgen ile ters üçgenin (su) birbirlerine girmeleriyle belirtiliyor[15].

Su üçgeninin kaidesi tarafından kesilen ateş üçgeni , havayı belirtir. Buna karşılık ateş üçgeninin kaidesi tarafından kesilen su üçgeni , toprağa tekabül eder. Altı köşeli de toplanan bütünü, evrenin elementlerinin tümünü teşkil eder.

Yıldızın, maddenin dört temel özgü niteliğinin uygun şekilde yerleştirildiği dört yanal ucu ele alındığında dört elementle ikişer ikişer karşıt nitelikler arasında tekabüllerin belirdiği görülür (Resim 52b).

Ateş sıcakla kuruyu; su yaşla soğuğu; toprak, soğukla kuruyu; hava, yaşla sıcağı terkip eder. Bu terkiplerin tahavvülü, maddî varlıkların çeşitlerini hâsıl eder. Böylece de Mühr-ü Süleyman, mukabillerin sentezi ve kozmik vahdetin ifadesi gibi belirir.

“Nar ü bâd ü âb ü hâk’ten halkoldum.

Kendi kendim ana rahminde buldum,

Devir tamam oldu, dünyaya çıktım,

Bu ibret nâmesin cihandan aldım!”

(Bektaşî Ahû Dede)

“Çar anasır, dört kitap

Bad ü ateş hâk ü âb,

Haşr ü neşr, soru hesap

Tefsir-i âyet bendedir”

(Muhyiddin Abdal – XVI. yy.).

Yine hermetik[16] geleneklere göre mezkûr mühür, yedi temel metali de, yani metallerin tümünü ve de göğün tümünü özetleyen yedi gezegeni içinde toplar. Merkezde altınla Güneş bulunur; üst uç gümüşle Ay’dır, alt uç, kurşunla Zühal’dir; sağ üst uç bakırla Zühre, sağ alt uç, cıvayla Uttarid; sol üst uç, demirle Merih, sağ alt uç, kalayla Müşteridir. (Resim 52c)

Bu altılı yıldız esası üzerinde elementler, nitelikler çeşitli semboller dizisiyle metaller ve gezegenler arasındaki tekabüller oyunu çoğaltılabilir. Simyanın bütün düşünce ve işi, çevrede bulunan kusurlunun, ortada bulunan ve altınla Güneş’in simgelediği tek bir mükemmelliğe dönüştürülmesinden ibarettir. Bu keyfiyet de Mühr-ü Süleyman’da ifadesini bulur.[17]

Resim 52d, ve Resim 52e’deki Kultepe Ishtar’ı, baş aşağı üçgenin dişil prensibi ifade eliğinde şüphe bırakmıyor. Böyle olunca da mührü temsil eden çift üçgen, dişil ve eril prensiplerin izdivacı, yani tevhit sembolü oluyor demektir (Kutsal izdivaç, hieros gamos).

Resim 52b’de, dört yanda bulunan “Çar anasır-dört unsur” Ahû Dede ile Muhyiddin Abdal’a hayat vermemişler miydi?..

“Ama göz, bir kabul olarak, bir üçgen şeklinde şemalaştırılırsa, birbirine ters olarak üst üste konmuş ve merkezde bir yuvarlak noktası olan iki üçgen bir müşterek gözbebeği ile bir çift gözden başkası olmaz. Bu son derece tutulmuş bir şekildir…”[18] diyor Westermarck, bunun (ilerde irdeleyeceğimiz) nazarlık olarak kullanılması hususunu irdelerken.

Mühr-ü Süleyman üzerinde uzunca durmuş olmamızın nedeni ona, XI. yy.a ait Ahlat Selçuklu mczartaşında (Resim 52f), Barbaros’un sancağında (Resim 52g) Viyana şehir müzesinde bulunan bir Türk sancağında (Resim 52h)[19] ve nihayet 1920’lerin ürünü bir kilim üzerinde (Resim 52i)[20] rastlamamızdır. Bu yakın zamanların kilimi bize, bu Mühr-ü Süleyman geleneğinin günümüze çıkmış olduğunu gösterir. Bunun dışında, Barbaros’un mührünün, yine aşağıda göreceğimiz gibi nazara karşı bir tılsım olarak kullanılan göz şeklinde oluşu (Resim 52j) sancağın üzerindeki “Mühür”ün de bu amaçla konulmuş olduğu varsayımına ağırlık kazandırıyor.

Vahiy dinlerinin en eskisi olan Zerdüşlîlik, İran’ın güç ve refahı sayesinde geniş bir nüfuz ve itibara sahip olmuş, bunun başlıca akidelerinden bazıları Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm ve gnostik inançların çoğunluğunca benimsenmiştir. Arşakî’ler, ya egemen, ya da komşu olarak Yahudilerle yakın ilişki halinde bulunmuşlar, Zerdüştîlikle beş asır temasla zenginleşmiş Yahudilikten Hristiyanlık, Parth’lar çağında, ortaya çıkmıştır. Sasanîlerle birlikte yayılan Manihaism de, eclectic bir din olarak, Yahudi-Hristiyan ve gnostik gelenekler yoluyla Zerdüştî akidelerin temel unsurlarını kabullenmişti.

İslâm’ın ilk yıllarında kelb “tahir”di, değildi diye bir konu yoktu, köpeğe karşı ters tavır takınılmazdı. Ama İran’da Zerdüştîlerin bu hayvana gösterdikleri dikkate değer saygı Müslümanlara sırf öbür dinin saliklerini tedirgin etmek amacıyla, köpeği horlamaya sevk etmişti; gelenek yerleşti.[21]

Kanımızca, Ahlat’taki şahidiye Mühr-ü Süleyman’ı yerleştiren Selçuklu (belki de İranlı) taşçı, bunu herhalde, Yahudi unsuruyla uzun asırlar iç içe yaşamış İran’dan almış olmalıydı. Bunun büyük olasılıkla nazara karşı kullanılmış olması bizi işbu “nazar” ve “cin” kavramlarına götürüyor.

Bu “mühr”ün esas itibariyle Yahudi ve Arap olduğunda şüphe yok. Hexalpha (altı dallı yıldız) merovingien paralarında görülüyor ve savaş tılsımı olarak kullanılıyor. Ama bütün bunlara rağmen hâtem-i Süleyman, özgül olarak Arap ve Yahudilerce kullanılmış. Bu itibarla Ortaçağ ona, her şeyden önce bir sihir aleti diye bakmış. Bu haliyle buna ilk kez Paris’in sihir papirüsü‘nde rastlıyoruz; burada bahis konusu olan, bir “cinlenmiş-cine tutulmuş” kişinin ağzına mühr-ü Süleyman bastırılarak kurtulmasıydı. Bu arada bu hexalpha’nın, biracılığın simgesi olmuş olmasını da zikredelim; şöyle ki, biranın köpüklü gücünü hapseden biracının sanatı, sihirli mührü ile cinleri kavanozlara hapseden Süleyman’ın ilmine benzetilmiş.

Arap efsaneleri, Süleyman’ın müseddes‘inin büyülü nitelikleriyle doludur. Bunlardan birine göre Süleyman, üstünde bu şeklin hakkedilmiş bulunduğu bir yüzük taşırmış; bir gün, odalıklarından birine yaranmak için, cinin birine bu kadının babasının heykelini yaptırmış; bu heykel aslına o denli benzemiş ki kadın buna ilâh gibi tapar olmuş. Bu yaptığından dolayı Süleyman’ı cezalandırmak isteyen Allah, Şeytan’a yüzüğü alma müsaadesi vermiş; Süleyman derhal gücünü kaybetmiş. Allah ona, yüzüğü bir balığın karnında bulma iznini vermiş. El-Bûni’nin ifadesine göre bu işarette (mühr-ü Süleyman’da) “Allah’ın büyük Adı” varmış. Talmud da, rahiplerin Kral’ı Süleyman’ın, üzerinde Ad’ın hakkedilmiş olduğu bir yüzüğe sahip bulunduğunu ve bu halkanın etkinliğiyle cinlerin kralı Aschmedaz‘ı, hiçbir zaman demirin dokunmadığı Mâbed’in taşlarını yontan esrarengiz “kurtlar”ı kendisine getirmeye zorladığını anlatıyor.

İşbu vefk mahiyetindeki mührün kökeni hakkında bir başka öykü de geçiyor; bazı Yahudi cemaatlerinde var olan bir geleneğe göre bu suret, Şeytan’ın öz mührü olup Süleyman bunu ondan kapmışmış.

Bütün bu efsanelerin arkasında, böylece, “yukarda olanın aşağıda olduğu gibi olması”nı isteyen bir sihir geleneğinin öğretilerini buluyoruz. Keza Şeytan’ın mührünün, hayli tuhaf bir “sihri homeopati”[22] ilkesiyle, uğursuz kuvvetlere karşı koymaya yaraması bekleniyor.[23] Aşağıda, aynı şekilde, “nazar”ın “çıktığı” gözün kendisini, nazara karşı kullanıldığını göreceğiz.

Cinler

Ana Tanrıça bereketi sağlar. Bu fiilin aslında iki yönü vardır. Biri bunun doğruca gerçekleştirilmesi, öbürü işbu yapılanın korunması. Yapılan korunmayıp insanoğlunun elinde eninde sonunda bir şey kalmazsa, ilâhî varlığın anlamı ne olabilir.

Evet, mahsul bol ve haşata hazır hale gelmek üzeredir. Ama ya bu arada “nazar değerse”? Ya bir büyü, ürünü çürütecek olursa?…

“Muska, tılsım, herkesin elinin altında bulunan talih ya da mutluluktur. Bunların anî etkinlikleri, sihrî olmak itibariyle, taşıyanı herhangi bir kerem veya lütuf niyazından muaf tutar. Filân küçük eşya, filân resim, filân ibare, işte ‘hap şeklinde’ saltıklık”.

“Vefk (pantacle)ler[24] birkaç basit sembolizm halinde yansıtılmış saltıklıktır: onlar bir sistemin, dünya sisteminin bir kestirme yoludur; onların çözümlenmesi necata muadildir. Başka deyimle, insan bireyi şeklinde tecessüt etmemiş, fakat düsturlar ve şekiller suretiyle basitleştirilmiş mikro-kozmos’tur bunlar…”[25]

“İlâhlar öldü, ama tılsımlar kaldı. Bunlar her türlü inançsızlık şekillerine dayanıp kalmış, böylece de hayatiyetlerinin ebedî olduğunu kanıtlamışlardır. Sadece arabasının ya da uçağının hızına güvenen kişi aracına bir bebek asıyor, İsrail ve Assur peygamberlerinin, çadırlarının derisine teraphim’ler asmaları gibi…”[26]

Daha önce gördüğümüz gibi resmî din, cin’i, şeytan’ı bidatten saymamaktadır. Muhammed, insanlara olduğu gibi, cinlere de gönderilmiş peygamberdi.[27]

“Etsin diye halkı böyle ifsat

İblisi de biz mi ettik icat?”…  (Tokadîzade Sekip bey)

Bu tabiatüstü (supra-natural) “varlık”lar, çeşitli şekillere bürünerek insanoğluyla temas ederler. En çok hayvan kılığına girerler: kedi, köpek, yılan vs. Bundan ötürü gece köpek taşlamak “günah” olup yukarda söylediğimiz gibi “bir kedi öldürmenin yedi yıl azabı vardır”.

Bu cin kavramının büyük ölçüde Samî alandan Anadolu’ya taşınmasında Afrikalı (çoğunlukla Sudanlı) kölenin, İstanbul “köşk”ünün “Arap bacısının dahli olduğunu sanırız. Oraların Müslüman halkı arasında bugün cinlere tapanlar bile vardır: Şaban ayının ortasında bunlara kurbanlar kesilir ve kanları emilir.[28]

Anadolu’nun cinlere inanışı ve bunlarla ilgili çeşitli sembolizminde Afrika-Sudan etkisinden daha önce genellikle Mezopotamya-Filistin Samî alanınki gelir şöyle ki daha önce zikretmiş olduğumuz cinlerle ilgili Surelerde Musa dininin rüzgârı derhal sezilir. Bu sonuncusunun da nasıl “Ahit öncesi” çağların kalıntılarını taşıdığı hemen fark edilir. Bu arada Kayseri-Kültepe’ye (Kaniş) yerleşip burasını merkez yaparak bin yıldan fazla bir süre Küçük Asya’yı iktisadî ve doğal olarak, siyasî hegemonyaları altında tutmuş olan Samî Asurluları zikredelim. Günümüzde Kayseri’de yapılan bakır tabakların ortasında çoğunlukla Mühr-ü Süleyman bulunur (Resim 52k)

Musa dininin nasıl bu peygamberin Yahve ile antlaşmasına takaddüm eden inanç ve âdetlere bulaşmış olduğu bilinen bir keyfiyettir. Nitekim S. H. Hooke “Biz şimdi, her zamankinden çok, Passover (Fısıh bayramı) ya da kurban müessesesi gibi İbranî kültlerinin bireysel unsurlarını, İbranîlerin eski Samî çevrelerinde mevcut olan daha geniş bir ritüel uygulamalar bütününe bağlayacak durumdayız… Mezopotamya’nın eski dini, İbranî ulusunun ilk çevresinde en önemli etkenlerden biri olduğuna göre, bu derslerin amacı için Mezopotamya ritüelinin bir genel tasviri esas olmaktadır” dedikten sonra devam ediyor: “İbranî ulusunun Mezopotamya kültürüne borcunun, Mezopotamya’ya dinî müesseseler ve yasa konularındaki çok daha büyük borcunun bir parçası olduğunu artık görebiliyoruz”.

“Hitit”, yazısı denen metinlerin çözülmesinin ve böylece ele geçmiş yeni kaynaklar üzerindeki son araştırmaların Kuzey Mezopotamya’da, Babilon ve Mısır’ınki ayarında bir üçüncü büyük kültürel etkinin, ezcümle Hitit ve Hurrî uygarlıklarının varlığını gösterdiğini burada eklemek yersiz olmayacaktır”.

Mısır veya Babilonya’daki türden o denli farklı, “Erken İbranî tarih yazıcılığının özel karakterinin Hitit etkisine borçlu olduğu ileri sürülmüştür ve daha ileri bilgi, bu aynı etkinin, din alanını da kapsadığını gösterecektir. Eski (erken) İbranî âdetlerinin Hurrî koşutları ileri sürülmüştür”.

“Bu itibarla bu alandaki bütün güncel araştırma yönü, İbranî ulusunun, tarihinin başlangıç aşamalarında, M.Ö. II. binin ortasında Yakın Doğu’da egemen olan küitür kalıbının ne denli etkisinde olduğunu vurgulama eğilimindedir. Ancak M.Ö. VIII. yy.da büyük peygamberlik hareketinin başlangıcında İbranî dini işbu egemen kültür kalıbından kopup din tarihine kendi belirgin katkısını şekillendirmeye başlamıştır”.[29]

Biz daha önce böyle bir çalışmayı yapmış olduğumuzdan çok uzun olacak ayrıntıları buraya derç etmeyeceğiz.[30]

Gerçekten Hitit, Hurrî ve sonradan Türk Anadolu ve Mezopotamya-Filistin Samî alanlarının müşterek kültürel yapıları arasında boğa, ay, hilâl, yıldız ve bunlara bağlı boynuz-çengel-kıvrıntı kültlerini irdelemiş ve bunların Selçuklu ve Osmanlı kültürlerindeki uzantılarını saptamıştık. Bu arada boğa kültünün phallic anlamı ve bunun mümbitlikle bağlantısı belirtilmişti. Bittabi bütün bunların, irdelemekte olduğumuz “cin”, “nazar”… konularıyla ilişkileri söz konusudur.

Kazılardan hamail olarak kullanılmış olduklarından şüphe bulunmayan hayli küçük eşya elde edilmiştir: delinmiş kemikler, delik beyaz ve siyah taşlar, deniz kabuklarından gerdanlıklar, hilâl şeklinde küpeler vs… Megiddo mezarları, kanın rengi olan kırmızının sihrî değerini belirten eşyalar arz etmiştir; mercan bunlardan olup nazara karşı ayrıca mavi tersimat ve özellikle göz boncuk (Horus gözü), yılan şeklinde hamailler kullanılmıştır. Kurs ve hilâl şeklinde muskalar (nazarlıklar) her zaman taşınmış, Samîler hilâl sembolizmine daima büyük değer atfetmişlerdir. Ziynet eşyaları başlarda her şeyden önce hamaildi, İbranîce taca (efser) nezer, yani “takdis” denmekte olup Süryanî dilinde de küpe, kedosho, “bir aziz nesne” manasını taşır[31].”… Ve Gideon kalktı ve Zebah’ı ve Tsalmunna’yı öldürdü ve develerinin boyunlarında asılı olan hilâlleri aldı” (Hâkimler VIII/21). Daha önce kral Hizkiya’nın, Musa’nın yapmış olduğu tunçtan yılanı parçaladığını görmüştük. Anlaşıldığına göre VIII. yy.a kadar Mâbed’de Yahve kültüne Kudüslüler bir de yılanınkini eklemişler.

“Ve elinin üzerinde alâmet ve gözlerinin arasında sana anılma olacak…” (Çıkış XIII/9). Ahit’ten sonra el üzerine ve iki göz arasına dövme suretiyle “Yahve’nin işaretini taşır olmuş, İsrailoğulları. Daha sonra bu “işaret”, sünnet şekline dönüşmüş.

Dövme daima bir sihrî kökene sahip olmuştur; sonradan bu saf sihre bir de tıbbî sihir mülâhazaları karışmış. Günümüzde, özellikle Güney-Doğu illerimizde bir süs öğesi gibi görünmesine rağmen aslında bir daimî hamail mesabesindedir.

İbranîlerin vefk (pantacle) geleneği her şeyden önce, tanrısal ve melekî Ad’lar üzerine oturur. Bu itibarla işi yine biraz gerilerden alıp bu tanrıların ve sonra da Tek Tanrı’nın doğuşunu sergilemek ilginç olacaktır. Gerçekten ilginç bir olay geçmiş gibidir: mutlak bir tek tanrılığa doğru çok bariz bir eğilim, artık melekler âlemine mal edilmiştir.

Musa döneminden önce İbranî klanlar totemik ve çok cinli idi ve “kutsal güç”, İbranî el, Babilonya îlû, Arap ilâh ile ifade edilirdi. Klanların tanrıları, elohim‘leri vardı ve Musa’nın işi, ulusal tek tanrılığı ve Yahve’nin “kıskançlığı”nı çok sayıda elohim ve ev putlarının, teraphim‘lerin, üstüne yerleştirmek olmuştu.

Bu intikal nasıl olmuştu? Bu bapta tarih hâlâ karanlık ve tartışmalı. Başlarda kısaca irdelemiş olduğumuz gibi Sina’nın Güney’inde dolanan ve Musa’nın sık görüştüğü Medianlı kabileler vardı; bunlardan bir kadın, Sephora, İsrail’e sünneti getiriyor ve İbranî klanlarının dinî oluşmasında Kenianlılar kabilesi esas rolü oynamış gibidir. Musa’nın kayınbabasının adı Kenianlı Hobab olup Şaul, Amalekîleri tahrip ederken bunlar arasındaki Kenianlıları bağışlamıştır. O ise ki Kenianlıların çok eski tanrısı Yahve olmuş ve bunlar ona İsraillilerden önce tapınmışlardır.

Musa bunu bildi ve ahit, Sinâ’nın büyük Elohim’i, dağın korkunç tanrısı, yıldırım ve fırtınanın efendisi arasında vaki oldu.

“İmza töreni”, bazı teşrifatla oldu: “Yahve’nin işareti”, yani yukarda zikrettiğimiz dövme. Bunu Kabil’in ahfadı Kenianlılarda olduğu gibi Hierapolis tanrıçasının âbidleri Suriyelilerde de görüyoruz. Levililerle bu, hitan’a dönüşecektir.

Herhangi bir “şerik”e tahammülü olmayan işbu “kıskanç” Tanrı’nın baskısıyla, eski baal’lar, bundan böyle, O’nun hizmetkârı haline gelip Melekler ve Cinlere dönüşeceklerdir.[32]

Bu sibak içinde, çöllerin kanatlı yılanları Seraphim‘ler, böylece İsrail Tanrı’sının hizmetine gireceklerdir: “Cenup[33] hayvanlarının yükü. Dişi ve erkek arıların, engerek yılanı ile yakıcı uçan yılanın çıktığı…” (İşaya, XXX/6).

Yılanla da aşağıda çok işimiz olacak.

Evet, yılanlara, yani bu cinlere karşı da muskalarla korunulurdu, şöyle ki bu muskalar sayesinde onlara hükmedilirdi veya onlar yatıştırılırdı. Ama bunlar daima yarı hayvan, kanatlı görünümlerini koruyacaklardır: “Kral Uzziya’nın öldüğü yıl, Rabb’i yüce ve yüksek bir taht üzerinde oturmakta gördüm ve etekleri mabedi dolduruyordu. Kendisinden yukarda Seraflar duruyordu; her birinin altı kanadı vardı…” (İşaya VI/1-2).

Mekke Arapları, İslâmiyet’ten önce, cinlerle Allah arasında bir nesep karabeti bulunduğunu söylerler (“Onlar Tanrı ile cinler arasında da hısımlık iddia ettiler…” XXXVII/153) ve onları Allah’ın şerikleri ve mertebesine çıkarırlardı (“Onlar Allah’a cinlerden de ortaklar yaparlar. Cinleri yaratan O’dur…” VI/100).

Cinler, her zaman için Arap dünyasında mevzilerini korumuşlardır.

“Cin kelimesi cenne aslındandır. ‘Sakladı’, ‘gizledi’ manasındadır… Arapçada ‘cin’ kelimesinin manası çok vâsidir. Cebbar hükümdarlara, satvetli rehberlere de ‘cin’ denilir. Bunlar kudretli, satvetli olup avam ile temas etmemeleri dolayısıyla herkesin gözünde saklı gibidirler… Tebrizî der ki: ‘Araplar sert ve zeki insana cin ve şeytan derler’. Şeytan kelimesi mecazi manasında insan hakkında kullanıldığı gibi cin kelimesi de aynı manada insan hakkında kullanılır…”[34]. Bugün biz “cin gibi adam”, “şeytanın gözü”, ifadelerini az çok aynı anlamda kullanmıyor muyuz? Bu son ifadeye koşut olarak “anasının gözü” tabiri de çok kullanılmaktadır. Buradaki “göz”, aslında kadının ferci manasında olup nazarlıklarla bolluk, mümbitlik, doğurganlık sembollerinin bununla ilişkisi dikkat nazara alındığında tabirin şekli izahını bulmuş olur.

Simavna’lı Şeyh Bedreddin, “Varidat”ında bu konulara değinmiş. Ona biraz kulak verelim: “Huriler, köşkler, ırmaklar, ağaçlar, meyveler… ve benzerlerinin hepsi hayalde gerçekleşir, duyumlarda değil. Cin de öyledir ve adı bunu doğrular.[35] Çünkü duyumlardan gizlenmiştir. Onu gören, dışta gördüğünü sanır. O ise hayal kuvvetiyle görmüştür; gördüğü gerçek değildir”.[36]

Çok gerçekçi görünüyor Bedreddin. Devam edelim onu dinlemeye.

“Cennet sözcüğü de cenne‘den türemiş olup o dahi ‘gizlenme’ kavramını içerir şöyle ki ağaçlarla ve daha çok, hurma ağaçlarıyla örtülmüş yerlere, bahçelere de ‘cennet’ denir”.[37]

“Bilesin ki cin, melekten, şeytandan ve iblisten daha geneldir. Hepsi de ruhlar âlemindendir, cisimler âleminden değil. Bunlar, tümde ve cüzde bulunan kuvvetlerden başka bir şey değildir. Bu kuvvetlerden Ulu Tanrı’ya doğru götürenler ‘melekler’, ondan uzaklaştırıp dünyayı yönetenlere de ‘şeytanlar’ adı verilir…”.[38]

İslâm öncesinde çölün satyr ve nymph‘leri olan cinler İslâmiyet’te gördüğümüz gibi, “resmiyet” kazanıyor. Buna rağmen Mutezile arasında bile cinlerin varlığından şüphe edenler çıktığı gibi feylosoflar, ezcümle Fârâbî, İbn-i Sina, İbn Haldun bu konuda haylice septik kalmışlardır.[39]

Arap tarihçileri cihan hâkimleri olarak “kâfir” Nemrut’tan başka “mümin” İskender’le (Hz.) Süleyman bin Davud’u zikrederler. Bu sonuncusu, gelmiş geçmişlerin en muhteşemi olmakla kalmayıp onun özellikle sihir – kehanetle ilgili insanüstü kudretleri belirtilmiştir. O, tam “cin gibi” bir padişah, “şeytanın gözü” bir şahsiyettir. Allah onu gizli bilgilerle donatmış, ona kuş ve sair hayvanların dillerini öğretmişti. “Davud ile Süleymana ilim verdik… Süleyman Davud’a varis oldu ve: Ey Nâs! dedi, bize kuşların dili öğretildi… Süleyman’ın cinden, insandan, kuşlardan müteşekkil ordusu toplandı…” (XXVII/15-18). Kaldı ki Allah, daha önce, “kuşları Davud’a musahhar” kılmıştı (XXI/79).

“Ve Allah Süleyman’a, deniz kıyısında olan kum gibi, ziyadesiyle hikmet ve anlayış ve yürek genişliği verdi” (I. Krallar IV/29). “Süleyman’a da kasırga gibi esen şiddetli rüzgârları müsahhar kıldık. Rüzgâr onun emriyle mübarek kıldığımız yere doğru eserdi…” (XXI/81 ve XXXVIII/36). Bu arada Süleyman’ın, Finikelilerle ortak olarak büyük ölçüde deniz ticareti yaptığını ve bundan azim kazanç sağladığını da zikredelim. Rüzgâr ona lâzımdı…

Süleyman’ın sihir kudreti, üzerinde Allah’ın “ism-i âzamı”nın hakkedildiği bir tılsımlı yüzükten ileri geliyordu. Tahta çıkmasından az sonra, Hebron ile Kudüs arasında bir vadide bulunurken rüzgârlar, su, cinler ve hayvanlar üzerine hâkim olma iktidarını, bu dört şeyin âlemine vekâleten hükmeden dört koruyucu melekten almıştı. Her biri ona kıymetli bir taş verdi ki o, bu taşları tunçtan ve demirden yapılmış bir yüzüğe geçirdi, iyi cinlere verdiği emirlerini tunçla, kötü cinlere verdiklerini ise, demirle mühürlüyordu.

Küçük Asya’da Cyzikos (Kapudağ)da bulunmuş madalyonların birinin bir yüzünde, başında Hristiyan halesiyle, at üstünde, Süleyman peygamber sapı istavrozlu bir mızrakla, devrilmiş bir dişi şeytanı delip geçiyor; öbür yüzünde ise “kem göz” var, Phtonos diye adlandırılmış. Bu göz, kısa, üçgen şeklinde üç bıçakla delinmekte. Bunlara “kurban bıçağı” adı verilmekte. Ayrıca, altta uzanmış halde dişi şeytanın cesedinden çıkmış gibi iki aslan, bir leylek, bir yılan, bir akrep göze saldırmakta. Mezkûr bıçakların demirden olmamaları gerekir. Mısır’da, tahnitçiler cesetleri sadece çakmak taşından bıçaklarla yararlardı. Demir tabusu bütün şiddetiyle hâlâ cariydi. Samîlerde sünnet de uzun süre bir taş bıçakla yapıldı. Aşağıda taş kültünü irdelediğimizde Yahve’nin, kendisine tahsis edilmek üzere inşasını emrettiği mezbah vs.de demir kullanılmamasını tembih ettiğini biliyoruz (Tesniye XXVII/5-6). Demirden yalnız cinler değil, meğer Yahve de hoşlanmazmış!

Mühr-ü Süleyman üzerinde âdem otu’nun bulunduğu rivayet edilir. Âdem otu (adamotu – adam kökü – kankurutan – Abdüsselamotu – mandragora officinarum) çok sayıda inanca konu olmuş, bazen insana benzeyen köklerin aldığı garip şekil, buna yardımcı olmuştur. Musevî geleneğine göre cennette yetişir. Helen ve Romalılar bundan iksirler yapmışlar, insanı âşık ettiğine, kısırlığı giderdiğine, parayı çoğalttığına inanmışlardır.[40]

Konuyu Samî alanda yine gerilerden ele alalım. 2000 yılından önce bir nevi koruyucu melek, Lam(m)a bilinirdi Sümer’de (Akkadçada lamassu olmuştu). Çoğu kez udug ile birlikte zikredilir: “senin lütufkâr udug’un önünde gidiyor, senin lütufkâr lamma’n arkanda gidiyor”. Lamma, herkesin, kral dâhil, koruyucusuydu. Heykelleri yapılan, birçok insan adının terkibine girerdi.[41]

Udug Sümer sözcüğü bize Divanü Lugati’t-Türk’te geçen ıdhuk’u hatırlattı: “ıdhuk: kutlu ve mübarek olan her nesne. Bırakılan her hayvana bu ad verilir. Bu hayvana yük vurulmaz, sütü sağılmaz, yünü kırkılmaz; sahibinin yaptığı bir adak için saklanır” (1/65). Halen, “karışık” bir kişi için “idüğü belirsiz” deyimi kullanılmaktadır. Sürdürelim Limet’yi dinlemeyi.

Sümerliler, cin ve şeytanlara fazla önem vermemiş gibidirler. Buna karşılık Samî Babilonyalılar ve Asurlular işbu uğursuz güçlerden bölükler tahayyül etmişler. Bunlar hakkında yapılan tasvirler ilginç, korkunç ve bazen de çok şairanedir. Mezopotamya adamı ve kâtiplerinin hayallerinde canlandırdıkları gibi bunlar geceden, rüzgârdan, çölden fırlayan ya da ateşli hastalıkların hâsıl ettikleri korkulara, düşlere ve sanrılara tekabül ederler. Vuran bir kapı, sükûnette ayak sesleri, ovada rüzgâr, hayal gücünü seferber eder. Bu cin – şeytanların saldırılarını betimleyen lügatçe basmakalıp olup hepsi kurbanlarını “yakalarlar”, onları hareketsiz hale getirip ortadan kaldırırlar. Cin – Şeytanlar listesinde bir de lilû, lilîtu ve ardat lilî adlarına rastlıyoruz ki bu, yukarda sözünü etmiş olduğumuz İbrani dişi şeytan-cin Lilith’in ninesi olmaktadır… (Resim 34)

Dönelim şimdi Prof. Hooke’nin söylediklerine.

Eski İbranî dininde ritüel hâkimdi ve Ken’an kültürü üzerinde Mezopotamya’nın etkisi başattı. Artık elimizde, üçüncü Ur sülâlesinden (M.Ö. 2300 civarı) Selefkî dönemine kadar olan zamanı kapsayan büyük sayıda ritüel metin bulunuyor. Bu malzemenin tetkiki, bize daha ilk çağlardan itibaren rahip ve kâtiplerin, başlıca kült merkezlerinde, çeşitli ritüel tiplerini örgütleyip bunları tedvin etmekle meşgul olduklarını gösteriyor. Bunlar arasında sihirli söz, büyük, afsun metinleri, Babilonya’nın şeytan ve kötü cinlerine ait toplamalar bulunuyor. Ayrıca fal metinleri, kehanet ve habis ruhları defetme metinleri ve diş ve baş ağrısı gibi hastalıklardan kurtulmak için kısa metinler var. Biz bütün bunları, Ninive’de büyük bir “kitaplık” kurmuş olan Assurbanipal’ın diyanetkâr faaliyetine borçluyuz. Kâtibi Şadunu’ya bir emirnamesinde, mektupta yazılı birçok ritüel serisinin suretini istiyor: “… Nisan ayı günleri için kadın şarkıcı­ların kraliyet muskalarını, Taşritu[42] ayının şarkıcı rahiplerinin muskasını… topla”. Kralın mektubu, bu minval üzere, çeşitli muska metinlerinin toplanması emrini içeriyor.[43]

Amme ritüelleri arasında başlıca mevsim ayinleri yer alır: Mezopotamya site-devletinin toplumsal yaşamında merkezî yer tutan Yeni yıl festivali vardı. Her ne kadar tarım ile bağlantılı olsa da yine bu öncekinden ayrı bir varlığını sürdüren Tammuz festivali vardı. İshtar festivali ise bir hieros gamos‘u temsil etmekle Yeni Yıl festivali‘nin merkezî unsuru oluyordu. Kamerî festivaller arasında ay-tanrı Sin’e bir dua, ayrıca ay tutulmasına da bağlanıyordu. Hammurabi döneminde ayın 7’si ve 15’inin bir ritüel anlamı vardı, bu sonuncu gün şabattum veya şapattum olarak bilinirdi ve sözcük, değişik bir mana ile İbranî ritüeline intikal etmişti.

Ay ya da güneş tutulmasıyla ilgili bir mufassal ritüel, buna bağlı bir mitosla birlikte, kral bizzat buna iştirak ederdi ve kutsal lilissu davulu meydana çıkarılırdı.[44] Bu lilissu sözcüğünün yine yukarıdaki kötü (ayı ve güneşi esir almış) (dişi) cin-şeytanı hatırlatmış olmasının dışında günümüze kadar böyle ay-güneş tutulmalarında (cinleri kaçırmak için) gürültü çıkarıldığını (teneke vurmadan silâh atmaya kadar) zikredelim.

Ken’an ülkesinin eski ritüeli hakkında geç Grek yazarlardan Lucian ve sairlerinin verdikleri bilgiye göre Tammuz-Adonis geleneği Filistin’de geç çağlara kadar sürmüştür. Bu keyfiyet, aşağıda söyleyeceklerimiz açısından önem arz ediyor.

Ras Shamra, Ugarit olarak adlandırılmış bir eski kent olup Teli-Amarna mektuplarında ve çağdaş Asur kaynaklarında bundan söz ediliyor. Kazılar burasının, muhtemelen prehistoryaya kadar geri giden bir uygarlık kalıntılarından yana zengin olduğunu kanıtlıyor. Konumu itibariyle beklendiği gibi mevki, birçok kültürün, ezcümle Ege, Hitit, Hurrî, Mezopotamya, Mısır ve Ken’an kültürlerinin çok ilginç bir karışımını arz ediyor.[45]

Bu metinler arasında şöyle bir olaydan söz ediliyor: Koşer’in Baal’a isyanı. Bu ad, bir semantik zincirlemeye götürebilir mi?: Kasher, ya da Kosher-Koşer, başlarda Tevrat’ta “uygun”, daha sonra da, Hahamlık yazınında münhasıran ritüel olarak doğru ve kusursuz nesneler anlamına kullanılmış. Çoğu kez de, kaşer olmayan veya terefah‘a karşıt, izin verilen besin maddesini ifade ediyor. Keza Tevrat tomarlarının (tefillim) doğru yazıldığını göstermede kullanılır.[46]

Ve hızlı yılan Leviatan, yedi başlı kıvrık ejderha ve bunların sakladıkları sihrî eşyalar…

Baal öldüğünde 70 yaban öküzü, 70 boğa, 70 koyun, 70 geyik, 70 yaban keçisi ve 70 eşek kurban ediliyor.[47]

Adonis’in bir yaban domuzu tarafından öldürüldüğünü biliyoruz. Aleyan-Baal ile irtibatlandırılan bu domuz metinlerde hnzr olarak geçiyor…[48]

Ve mâbed inşasının mitolojik evveliyatı…

“Ve Rabb evinin şimale doğru olan kapısının girilecek yerine beni getirdi ve işte, Tammuz için ağlayan kadınlar orada oturmakta idiler” (Hezekiel VIII/14). Hezekiel’in çağında bile Tammuz kültünün Mâbed ile bağlantılı olması, halkın Yahve’yi Tammuz’la bir tutmuş olması ihtimaline işaret eder.[49]

Taş Kültü

Daha önce öyküyü yazmıştık: “Ve Yakub sabahleyin erken kalktı ve başı altına koymuş olduğu taşı aldı, ve onu direk olarak dikti ve tepesine zeytinyağı döktü. Ve o yerin adını Beyt-el[50] koydu; fakat başlangıçta şehrin adı Luz idi. Ve Yakub adak adayıp dedi: Eğer Allah benimle olursa ve selâmetle babamın evine dönersem, o zaman Rabb bana Allah olacak ve direk olarak diktiğim bu taş Allah’ın evi olacaktır ve bana verdiğin her şeyin mutlaka ondalığını[51] vereceğim” (Tekvin XXVIII/18-22).

Kutsallaşan bu taşa Greklerin Baitulos (Betyle) adını verdiklerini de biliyoruz. Sadece Hristiyan çağı metinlerinde bulunan bu tabirin esas itibariyle “meteoriti ifade etmiş olduğu sanılır. Semavî bir taş olarak Baitulos, ayrıntılarına girmeyeceğimiz mitosa mal olmuştur. Ayrıca sağaltıcı ya da sihrî veya kâhince etkiye sahip olduğuna inanılıyor. Betyle-meteorit “işlenmemiş taşlar kategorisine giriyor ve bunlar çok eskiden beri fetişist kült eşyaları olarak daha sonra doğaüstü güçlerin makarrı ya da sembolü olarak telâkki ediliyorlar. Bunlar, günümüz arkeologlarının deyimiyle soyut (anikonik) ilâhlardır.[52]

Hititler buna na-huvasi derlerdi. Pantheon’un bütün büyük tanrılarına birer özel mabet inşasının maddî olanaksızlığı karşısında, kentlerinde çok sayıda betyle ya da kutsal dikme taş dikip üzerlerine, ilgili tanrının adını yazarlardı. Elde, dinî reformu sırasında kral Tudhaliya IV tarafından emredilmiş kült binaları sayımından çıkan birçok betyle listesi bulunuyor. Bir nevi mabet ikamesi olan bu taşlar, her birinin adını taşıdığı tanrıya çeşitli ayin ve sunulara konu olurdu. “Betyle’lerin kullanımı, Osmanlı dönemine kadar uzanmıştır. Samî dünyada betyle’lerin kullanımı ile bir yakınlaştırma yapmaktan insan kendini alıkoyamaz[53]

Kur’an, “… Dikili taşlar[54] üzerinde boğazlanan (hayvanların etini yemek), zarla, kısmet paylaşmak haramdır”[55] (V/4), diyor.

Başlarda gördüğümüz gibi Kâbe, İbrahim tarafından bina edilmiş olması itibariyle, hacc ritusları, İbrahim ve İsrail’in vaz etmiş oldukları kaideler dairesinde coşku ve sadakatle icra ediliyordu. Ancak asırlar ilerledikçe Tek Tanrı’ya tapınmanın safiyeti bulaştı. İsmail’in ahfadı, hepsi Mekke vadisinde oturamayacak kadar kalabalıklaştı ve başka yerlere yerleşenler, beraberlerinde kutsal yerin çevresinden taşlar alıp götürdüler ve bunların onuruna rituslar icra ettiler. Daha sonra da, komşu putperest kabilelerin etkisiyle, bu taşlara putlar eklendi. Ve nihayet hacılar Mekke’ye put getirmeye başladılar. Bunlar önce Kâbe’nin yakınına dikildi. Bundan böyle Yahudiler Kâbe’yi ziyaret etmez oldular.[56]

Yani, bu insanların ruhuna işlemiş bulunan taş kültü tepmiş!…

Arapların ilkel ibadetleri, taş, kayalar, ağaçlar ya da kuyu ve pınarlarda oturduklarına inanılan ilâh ya da ruhlara yönelikti. Bu taşlar mezbah olarak iş görürler ve zebihaların kanı sürülür veya üstlerine dökülür ve bu arada kabile erleri taşın etrafında raks ederlerdi.[57]

Aslında İslâm dini, uzun bir gelişmenin sonucuydu. Başlarda tapınılan nesneler arasında taşlar ve ağaçlar mütebarizdi. Bunlar bazen ilâh olarak değil de bunların evi ya da makam olarak telâkki edilirlerdi. Daha sonra, soyut nitelikler muhtemelen yabancı etkilerle bunlara bağlanmış ve semavî cisimlerle herhangi bir ilişkilerinin olduğu düşünülmüş. Bunlar başlarda tarımsal toplulukların tanrıları olduklarından göçebelerden fazlaca ciddi itibar görmemiş gibidir.

Mekkelilerin komutanı Ebû Sufyân’ın Uhud savaşında beraberinde Lât ve Uzzâ putlarını getirmiş olması, İsraillilerin, Avâmir-i Aşere’nin yazılı bulunduğu iki taş levhayı muhafaza ettikleri tahta sandığı (ark) savaşa beraberlerinde taşıdıklarını anımsatıyor.[58]

Herodotus bize Mısırlı tahnitçilerin bir çakmaktaşından bıçakla çalıştıklarını ve her şey bittikten sonra yetmiş gün süreyle tahnitçinin “atölye”sinde bekledikten sonra cenaze sahibine teslim edildiğini yazıyor.[59]

Her ne kadar neolithik çağın âleti çoktan beri meskûn mahallerden yok olmuşsa da, eskilerin, sihrî işlemleri için kesici taşlar kullanmış olmaları ilginçtir. Yukarda mezkûr Mısırlı tahnitçi pekâlâ bronzu da, demiri de biliyordu. İbranîler, sünnette, taştan bıçaklar (sûr veya sor) kullanıyorlar, taştan hançerler, Mâbed’lerin eşyaları arasında bulunuyordu.

Aslında “taş”lar arasında da tefrik yapmak gerekiyor, önce prehistoryanın âleti, neolithik’in çakmaktaşı,[60] baltalar vs. Bunlar bazen değerli taşlardan yapıl­mış, cilâlı olarak, akik, zümrüt, yeşim taşı, türü…’nden, öbürleri fosil denizkestanesi meteorit, mercan vs. yani her zaman için sihrî değeri bilinmiş taşlardır.

Eskiler prehistorya âletlerini, yıldırım taşları tesmiye etmişlerdi. Bu arada “beytel ya da betyle‘lerin, işbu semavî kökenlerinin dışında, her zaman için bir phailik manası olduğunu… kaydedelim. Arkadia’nın dağı Cyllene’de, bir taş şeklinde tapılan Hermes, bir ayaklık üzerinde dikine konmuş bir phallus’la temsil edilmiş. Phallus, Dionysos mysterionlarında, dölleyici tanrı Osiris’in Mısır rituslarında, Suriyelilerde, Finikelilerde, Romalılarda… boy gösterirdi. Bu külte, çok eski zamanlardan beri Asya’da, Hindularda (Lingam) rastlanır. İnsanın cinsî uzuvları aşağıdaki binalarla simgelenirdi”:

Dölyatağı (rahim) şekli: mağaralar, kuyular, üstü kapalı geçitler, labirentler; Phallus: dikine konmuş küçük sütunlar, menhirler, bethel’ler, obeliskler, kuleler, phallik eller, Lagash, Nippur ve Gudea’da Asur-Babilonya kazılarında çok sayıda ele geçmiş ağaç, kil ya da taş koniler… Bunların phailik ve adağa değgin manaları aşikâr olup ve Mezopotamya kazılarında bulunan çok sayıda kil koniler, bunların kullanımının ne denli yaygın olduğunu gösterir”.[61]

Kayalara ve taşlara büyük bir kutsallık, “dinî” değer atfedilmesi herhalde bunların sonsuza dek bozulmadan kendilerini koruyabilmeleri ve son tahlilde de zamandan bağımsız bir var olma şekline sahip bulunmalarıyla izah edilebilir. İnsanoğlu bitkilerin devrî kaderini, doğum, yaşam, ölüm, yeniden doğma keyfiyetlerini paylaşırdı. Böyle olunca da insanın hayatı tahıllarınkinin eşiydi. Bu itibarla kudret ve sonsuzluğa ancak ölüm aracılığı ile varılabilinirdi. Ölüler, tohumun kaderini paylaşmak ümidiyle Toprak Ana’nın sinesine dönerler. Başa da, ebediyet için inşa edilmiş, beden yerine kaim taş dikilir.

“Nüvişte (hakkedilmiş) cephe-i hüznünde bir Hüvelbaki.

Bu ihtiyac-ı fenanın şu taş bir nişanesidir” (Fikret)

Mezar taşları, taş kültünün bir yanını temsil etmekle birlikte büyük bir sembolizm silsilesinin anlatımına yardımcı olur, şekilleriyle, üzerindeki örgeleriyle (motifleriyle). Sırası geldikçe bu çeşitli örgelerin Türk ve Yahudi kültürlerinde hangi inanışlara tercüman olduğunu söyleyeceğiz.

Ağrı yöresinde, Resim 31’de görülen taş yığınlarına çokça rastlamıştık. Bunlar çobanın vakit geçirme ürünleri olamazdı. Yol işaretleri de değillerdi. Bunlar “anıt” mahiyetinde “cairn“lerdi… Ya bir “aziz”in yattığı ya da yattığı farz olunan, hierophany’ler (tanrı zuhuru) tarafından değerlendirilmiş yani kutsal olarak bilinen mahallerde inşa edilirler.

Zeus ile peri kızı Maia’nın oğlu olan Hermes, Olympos tanrılarının en alçak gönüllüsüdür: insanların arasına karışmaya bayılır. Onlara bir taraftan mal mülk, talih verirken hırsızlarla arkadaşlık etmekten ve onları korumaktan geri durmaz (doğar doğmaz kardeşi Apollon’un sürülerini çalmıştı). Ama o, sürülerin ve yollarda gecikmiş yolcuların hamisidir de. O, yolların Tanrısıdır ve yolların kenarında bulunan taş yığınlarının birinden (hermaion) adını almıştır: her geçen, yığın üstüne bir taş atardı.

Aslında her nesnenin yığını, özellikle koru veya orman (ağaç “yığını”), su toplanmaları, bir cinste bulunan güçlerin tümünü temsil eder.[62]

Arap-İslâm dünyasında taş yığınlarına, özellikle kutsal olanları kerkûr tesmiye edilir. Bunlara gösterilen tazim son derece eskidir. Bunun asıl taşa tapma vakıasından değil, şerrin def’i veya başka bir şeye geçirilmesi ile ilgili bir merasimden geldiği sanılmaktadır; fert yerden bir taş alıp kendini rahatsız eden herhangi bir marazı vs.yi, kutsal yerler civarında insana musallat olan tehlikeli güçleri buna geçirir ve bu maraz vs.yi taşla birlikte fırlatarak başından atar. Bu kefaret yüklü taşlar birbiri üstüne yığılarak, yıllar boyunca, dar geçitlerde ve mâbedlerin giriş yerlerinde yükselen kutsal taş yığınlarını meydana getirir. Zamanla da gerçek bir nezir (adak) telâkki edilir olurlar.

İslâm öncesi Arabistan’ında taş atma âdeti ve kutsal taş yığınları bilinmekteydi. Hacc menasikinde bunun izlerini görüyoruz, İslâm, taş yığınları ibadetine hiç de sıcak bakmamasına rağmen, uzak bir putperestliğin bu kalıntısına da, daha niceleri gibi, göz yummak zorunda kalmıştır.

Kerkûr, örneğin Suriye’nin bazı bölgelerinde özellikle çoktur. Ancak hiçbir yerde Kuzey Afrika’da olduğu kadar canlı ve gelişmiş değildir.[63]

“Ve vaki oldu ki, bütün millet Erden’den (Şeria nehri) tamamen geçince Rabb Yeşu’ya söyleyip dedi: Kendiniz için kavimden on iki adam, her sıpttan bir adam alın ve onlara emredip deyin: Buradan, Erden’in ortasından kâhinlerin ayak pekiştirip durdukları yerden kendiniz için on iki taş kaldırın ve onları sizinle beraber götürün ve onları bu geceyi geçireceğiniz konakta yere koyun. Ve Yeşu, her sıpttan bir adam olarak, İsrailoğullarından hazırladığı on iki adamı çağırdı ve Yeşu onlara dedi: Allah’ınız Rabb’in sandığı önünde Erden’in ortasına varın ve İsrailoğulları sıptlarının sayısına göre, hepiniz omuz üzerinde birer taş kaldırın; ta ki, aranızda bu bir alâmet olsun ve yarın oğullarınız: Bu taşlarla ne demek istiyorsunuz? diye sordukları zaman, onlara diyeceksiniz: Çünkü Erden suları Rabb’in ahit sandığı önünde kesildiler… ve bu taşlar İsrailoğullarına ebediyen anılma için olacaklardır”.

Ve sonunda taşlar, daha önce de görmüş olduğumuz gibi Gılgal’da dikiliyor (Yeşu IV).

Taş kültü evrensel bir olgu olup Çin’e kadar bütün Asya’da yaşıyor. Gerek cairn‘ler, gerekse çeşitli şekiller arz eden ve öykülere konu olan taşlar bir anıt fikrini uyandırıyor. Gerçekten herhangi bir ilkel taş yapıt, bir anıt ya da işareti tazammun eder. Kimi de bir mabet haline gelip içinde doğaüstü bir güç veya ruhun temekkün ettiğine inanılır. Dolayısıyla bunlar bir dinî veya sihrî anlam taşırlar.

Ve Anadolu efsanelerinin havada duran taşları…

Havada duran taşlar temasını tarihte gerilere götürebiliyoruz: “Mısırlılar üzerine düşmek üzereyken Musa’nın şefaatiyle havada asılı kalan sıcak dolu, şimdi Ken’anlıların başına yağdı” sözleri, Hurucun (Çıkış) vaki olduğu günlerde bir kuyruklu yıldız kafilesi meteoritlerinin bir kısmının yaklaşık kırk yıl süreyle gökyüzünde kalmış olduğunu, Yeşu’nun döneminde Bethhoron vadisine, güneş ve ayın bütün bir gün boyunca hareketsiz kaldıkları günün sabahında düştüğünü ifade ediyor. Aynı kuyruklu yıldızın elli yıl kadar sonra geri geldiği Talmud’un ağzından anlaşılıyor.[64]

“Delikli taş yerde kalmaz” Anadolu deyiminin aslında çok “derin” anlamı vardır. Mezkûr “delikten geçme” ritusu hiç şüphesiz ya tanrısal rahmin bir taştan sembolü, ya da şemsî sembol aracılığıyla doğuş olarak tasarlanan bir “yeniden doğuş”a teşbih edilmektedir. Eski Hint’te delikli taşların mezkûr uzvun (yoni) bir simgesi olması ve bundan geçişin dişil kozmik prensip aracılığıyla hayatın yenilenmesi şeklinde yorumlanması da bu varsayımı desteklemiş oluyor.

Bir de “Hoca” veya tekke şeyhinin (yuvarlak) tespihinden geçme (daha doğrusu geçirilme) keyfiyeti var.

“Taş” gibi “delikli taş” da, gördüğümüz kadarıyla, hayli yaygın bir sembolizmin konusu oluyor. Musa ve muakkıpları, tanrısal mevcudiyetin işareti ile tanrısallığın herhangi bir hazneye zammı (eklenmesi) arasında sık rastlanan teşevvüşle hayli uğraşmışlardır. Boşuna mı “suret, ne olursa olsun, imal etmeyeceksin!” diye tepinmişler…

Alevîler ve Bektaşîler, on iki kenarlı Teslim Taşı’na büyük saygı gösterirler. Bektaşî babaları tılsım taşı takılı meşin kemer bağlar, boyunlarında yumurta büyüklüğünde, yuvarlağa yakın köşeli tılsım-teslim taşı bulunur. Bu taşın kökeninin Tevrat’a kadar dayandığı iddia ediliyor: Beni İsrail Tih sahrasında susuz kaldıkları sırada Musa bir taşa mucizeli asasını vurdu. On iki kabileye ait on iki çeşme aktı. Bektaşîlikteki teslim taşı’nda bulunan on iki kenar bu olaya işaretmiş ve Beni İsrail’in Musa’ya teslim olarak Kızıl Deniz’e dalmaları gibi Bektaşîliğe süluk eden bir can da aynı teslimiyeti göstermekle mükelleftir. Bu on iki kenar, “On iki İmam-ı Mâsum”a delâlet eder. Elhasıl bu taşın numinos olma niteliği İslâmî veçheye bürünmüş olarak devam etmektedir.[65]

Gorgone kardeşlerden Medusa nadir güzelliği, fevkalâde saçlarıyla Athena’nm kıskançlığını tahrik etmiş, o da bu saçları yılana dönüştürüp gözlerine de her baktıklarını taşa dönüştürme kudretini vermiş. Perse, Medusa’nın başını kesip onu daima seferlerinde düşmanlarını “taş etmek”te kullanmak üzere yanına alırmış. Bugün “anaya el kaldıranın eli taş kesilir!”

Medusa, Deucalion, Kybele’nin Roma’ya taşınan Pessinus’taki Kara Taş’ı Mazdehist dinin Tanrısal ışığının ruhu olan Mithra’yı doğumuna kadar sinesinde saklamış olan taş. Grek omphaloi‘ler (arzın göbekleri), Hacer-i Esvet vs…, bütün bir öykü kalabalığının temelinde yatar.

Burada derç etmediğimiz bu öykülerin birçoğu ağaç kültü ile kutsal taşların tazimi arasında bir dayanışma olduğunu gösterir, tıpkı taş-kaya ile pınar-kaynak arasındaki ilişki gibi…

***

Yukarda sözünü ettiğimiz delikli taşların “delik”i, masumu geçirip günahkârı sıkan “delik”, rallim sembolü kuyunun yuvarlak çemberi… bizi daire sembolizmine götürüyor.

Gerçekten daire, merkeziyle birlikte, temel sembollerden biri oluyor. O, önce, genişlemiş bir nokta olmakla bu sonuncusuna mükemmeliyetiyle iştirak eder. Böylece nokta ile dairenin müşterek sembolik nitelikleri vardır: mükemmellik, homojenlik, ayrım ya da bölünmenin yokluğu… Bunun dışında daire, temel noktanın gizli yetkinliğini, bunun gizli etkilerini de, başka deyimle, prensibinden belirmiş haliyle âlemi simgeleyebilir. Eşmerkezli daireler varlık derecelerini, yaratılmış düzenleri temsil ederler. Ve bütün bunlarda daire, bölünmez bütünlüğü içinde düşünülür. Dairevî hareket mükemmeldir, değişmezdir, başlangıçsız ve sonsuzdur; böylece de zaman’ı simgelemeye muktedir olmaktadır. Keza daire gök‘ün, dairevî ve değişmez hareketin de sembolü olmaktadır.

Başka bir yorum düzeyinde, göğün kendisi sembol oluyor, görünmez ve müteal manevî âlemin sembolü. Ama daire doğruca ve özellikle yeryüzüyle ilişkileri içinde kozmik göğü simgeler. Bu bağlamda daire, göğün faaliyetini, onun kozmos içine dinamik yerleşimini, onun koruyucu, yardımcı rolünü sembolleştirir. Böylece de, yaşamını hâsıl edip, ayarlayıp tanzim ettiği yaratılışa eğilmiş Tanrı sembolleriyle birleşir.

Daire, Vahdet prensibi ve Gök’ün işaretidir: böyle olunca da bunların faaliyet ve devrî hareketlerini gösterir: “Dairenin bütün noktaları, onların prensip ve sonu olan daire merkezinde buluşur” diye yazıyor Proclus. Plotinus’a göre merkez, dairenin babasıdır.

Esas şekil, daireden çok, Dünya’nın Yumurtası küredir. Ama daire bunun kesiti ya da irtisamı (izdüşümü) oluyor. Böylece yeryüzü Cennet’i dairevîdir.

Dairenin şekli, kareninkiyle mezcedildiğinde, bir hareket, nizam ya da düzey değişikliği fikrini uyandırır. Kare şekle eklenen dairevî şekli, insan ruhu tarafından kendiliğinden, insanoğlunun doğal ereği olan semavî âlemle fiilî olarak bulunduğu yeryüzü arasında bir diyalektiğin dinamik görünümü olarak yorumlanır.

Bir kemerin üstüne bindiği bir kare şekil, işbu dünyevî ile semavînin, mükemmel olmayanla mükemmelin diyalektiğini maddîleştirir ve daha üstün bir yaşam düzeyi ya da âleme olan iştiyakı simgeler. Bu, muzaffer kahramanın geçişine tahsis edilen zafer takının klasik şekli olmuştu; fikrî düzeyde kahraman, bir bilmeceyi çözmüş olan deha; ruhanî düzeyde de, tabiatının aşağı eğilimlerinin üstesinden gelebilmiş aziz kişidir.

Bir karenin içine çizilmiş daire Kabbalacıların iyi bildikleri bir sembol olup maddenin içinde saklı ve bunu hayat ateşiyle hareketlendiren gizli tanrısal kıvılcımı temsil eder.

Birkaç taç yapraklı gülbezeklere Orta-Doğu’da, mezar taşları, işlemeler, süslemeler, muskalar örgeleri olarak sık rastlanır. Bunlar İslâm öncesi uygarlıklarında bulunuyordu ve nazara karşı bir koruyucu özgül anlamı vardı. Bunun yanı sıra da bir çiçek görünümü altında bir çark, hayatın, yeryüzü yaşamının süresinin simgesi de olabilirdi. Aşağı Mezopotamya’da, O (sıfır), her şeyi dolayısıyla evreni ifade eden mükemmel sayıdır. Derecelere bölünmüş olarak, zamanı temsil eder. Çok göreceğiz bu gülbezekleri, Yahudi mezar taşlarında.

Ve dairevî tavaf, semâ… 1ar.

Nev-Eflâtûniyye’nin Tanrı’yı, merkezi her yerde bulunan bir daireye teşbihi, İslâm Safîlerinde rastlanan bir temadır. Bunun dışında Tanrı’nın Taht’ı (Kürsü), kaidesi bir daire imiş gibi temsil edilir: işte bu, en yüce ufuk, Hatt-ı istimâ (ziyaretine gidilen çizgi) olup Muhammed Miraç’ta bunun etrafında dönmüştür. Muhammedi vecd-ü hal, Allah’ın erişilebilinmezliğini tavaf etmekten ibaret olmuştu.

Evrensel olarak daire, semavî olanın (gök, Tanrı, ruh, güneş-Eflâtûn ruh-psişeyi bir küre ile gösterir) simgesidir. Daha Babilonyalılar zamanında gök-yeryüzü ikilisi daire ve kare ile ifade ediliyordu. Kare, bir sınır içinde topluyor; daire, sınırsızlığı ifade ediyor.

Sarmalayıcı şekil olarak daire, bir koruma, sınırları içinde temin edilmiş bir koruma sembolü oluyor. Böylece de daire, sihrî amaçla kullanılıyor (Resim 53).

Birey için koruyucu daire yüzük, bilezik, gerdanlık, kemer, taç şeklini alıyor ve bunlar, en eski antik çağlardan beri kullanılıyor.[66]

Bu evrensel sembolün biz sadece kitabımızın konusuyla ilgili bölümlerini irdeledik.

***

Ayla ilgili mitos ve rituslar

İsrail’de bir ay tanrısını metinlerde bulmak güçtür; şöyle ki onun varmış olduğu tek tanrılık, ona leke sürebilecek her şeyi ortadan kaldırma çabasına girişmişti.

İbranîlerin, uzun bir istikşaf döneminden sonra Fırat bölgesinden gelmiş göçebeler oldukları unutulmayacaktır. Bu göçebeler tanrılarını beraberlerinde taşımışlar ve Ken’an’a vardıklarında yerleşik düzende, tanrıları, kült mahalleri, tek kelimeyle sadece bir uygarlık değil, iyice yerleşmiş bir dinî geleneği olan bir ulusla karşılaşmışlardı. İbranîler fatih olarak gelmişlerdi ama fethettikleri ulusa ne getirmişlerdi? Araştırmanın bu aşamasında, İbranî ulusunun bu prehistoryası için, Arâmî belgelere başvuracağız.

Bunun nedeni, bu aynı bölgelerden çıkmış, ırk ve dil bakımından yakın akraba olup bu yakınlığın bilincindeydi Ârâmîler. İbranîler, Tevrat’ın birçok yerinde müşterek bir ırk ve kökeni üstleniyorlar: Yahvist[67] geleneğe göre, Ârâmî Mezopotamya, İbrahim’in vatanı idi; Sara, Rebeka, Lea, ve Rahel Ârâmî kadınları idiler. Yakup’tan söz eden İsrailli “… Babam göçebe bir Arâmî idi ve sayıca az olarak Mısır’a inip orada misafir oldu ve orada büyük, kuvvetli ve sayıca çok bir millet oldu” (Tesniye XXVI/5) diyor. Bu itibarla Ârâmîlerdeki ay kültünün kanıtlarını kısaca sayacağız. Böylece de İsrail’de nadir olan kanıtlara ışık tutmuş olacağız.

Göçebe, sürekli sefer halinde, hem Batı’ya, hem Doğu’ya vuran Ârâmîler, İbranîler gibi, Fırat’tan hareket etmişlerdir. Suyu Kilikya’ya kadar yukarı doğru çıkıp Akdeniz’e sapıyorlar. Devlet kurucuları olarak güçleri M.Ö. XI ve X. yy.larda gerçekten büyük olup V. yy.da Arâmîce, Fırat’tan Mısır’a, diplomatik dil ve de lingua franca haline geliyor.

Mezkûr güzergâhları üzerinde bunların ilk büyük konakları Harran oluyor. Buraya Ur’un tanrısı, Sin’i yerleştiriyorlar. Harran’da yurt tutan ay-tanrısı Sin, sadece Arâmî çevrede değil, bütün civar ülkelerde de büyük önem kazanıyor; o kadar ki Hitit kralı Suppiluliuma ile Mitanni kralı Mattivaza arasındaki ahitnameye “Harran kentinin Sin tanrısı” tanıklık ediyor…

Suriye’de Hama kralının IX. yy.a ait bir dikme taşında, ay-tanrının Arâmî Sahar adı geçiyor. VIII. yy.da, Zincirli (Nizip)te bulunan Arâmî kralı Bar-Rekub’un yazıtı, “efendim, Harran’ın ba’ali”nden söz ediyor: Bu kabartmada kralın, önünde bir hilâl bulunuyor. Bu hilâl, uzun ömür, refah, ahitlerine çok sayıda soy sop ve öldüklerinde de kabirlerinin emniyetini sağlıyor.

Buna karşılık İbranîlerin dinî gelişmesi, tümden farklı bir yön olacaktır. Hep bildiğimiz gibi bunlar, tek tanrılığın pehlivanlığına soyunmuşlardı. Buna rağmen, aşağıda göreceğimiz gibi Tevrat, sadece Ken’an’ın çok tanrılığı değil, bizatihi İsrail içinde bu inanca karşı savaş açacaktı: “Ve ta ki, gözlerini göklere kaldırmayasın ve Allah’ın Rabb’in tüm gökler altındaki kavmların hepsini hissedar ettiği güneşi ve ayı ve yıldızları, göklerin bütün ordusunun görüp onlara saptırılmayasın ve onlara eğilmeyesin ve onlara kulluk etmeyesin” (Tesniye IV/19). Yani bunu yapanlar uyarılıyor. Ama daha sonra, hüküm tümden şiddetleniyor: “ve gidip başka ilâhlara yahut güneşe yahut aya yahut bütün gökler ordusuna kulluk etmişse… ve bu mekruh şeyin İsrail’de yapıldığı sabitse, o zaman o erkeği yahut o kadını… kapılarına çıkaracaksın ve onları taşla taşlayacaksın ve ölecekler” (Tesniye XXVII/3-6)!…

Ölüler bile Tevrat’ın bu “suç”a karşılık verdiği hükümden kurtulamıyor: “Rabb diyor ki: O vakit Yahuda krallarının kemiklerini ve reislerinin kemiklerini ve kâhinlerin kemiklerini ve peygamberlerin kemiklerini ve Yeruşalim’de oturmuş olanların kemiklerini kabirlerinden çıkaracaklar ve sevdikleri, kulluk ettikleri ve ardınca yürüdükleri ve aradıkları ve taptıkları güneşin önüne ve ayın önüne ve bütün gökler ordusunun önüne onları yayacaklar; toplanıp gömülmeyecekler, toprağın yüzünde gübre olacaklar” (Yeremya VIII/1-3).

Bu denli acımasız hükümler ancak, bu gibi bir “suç”un, başta krallar tarafından olmak üzere, sık işlenmiş olduğuna delâlet ediyor.

Bu gibi masallar çoğaltılabilir.

Ama Yahve’nin üstünlüğü, onun “… daha büyük olan ışık gündüze hükmetmek için ve küçüğünü geceye hükmetmek için iki büyük ışık yaptı…” (Tekvin I/16-18) ifadeleriyle belirtilmek istenmiş. Yani mahlûk, hâlike bağlanmış.

Samîlerin bir ay Tanrısına taptıkları iyice saptanmış olmasına rağmen bir kamerî takvim kullanmış olmalarına dayanarak daha eski bir ay kültünün varlığı iddia edilemez.

İsraillilerin göçebe oldukları dönemde sadece ay, çok belirgin safhalarıyla, onlara kolay zaman işaretleri sağlıyor ve hesabı gerektirmiyordu. Yerleşik düzene geçince bu kamerî takvim bunlara yine yararlı olup tertiplenmesi kolaydı. Takvim düzenlemesiyle daha önceden saptanmış dinî bayramlar bazen anlam bakımından değişmişti; şöyle ki bunlar hayvancı bayramından tarımcı bayramına dönüşmüşlerdi, ama talihleri aynı kalmıştı. Bu arada işbu kamerî takvimin yanı sıra bir şemsî takvimin de varlığını ve bu yüzden sert tartışmaların vaki olduğunu kaydedelim.

Dolunay (Bedir), mükemmellik içinde gökcismi oluyor, tıpkı hilkatin dördüncü gününde belirdiği gibi. Kamerî devrede ayın tam ortasını gösteriyor. Göçebeler için bu, ayın önemli günü, ilâhın kendini bütün görkemliği ile gösterdiği gün oluyor.

Bilginlerin çoğu Sabbat (Sebt)’i, dolunay bayramına bağlayıp Sabbat (shabbat)’ın “durmak-durdurmak” anlamında shabatu‘dan geldiğini ileri sürüyorlar: Sabbat, ayın büyümeyi “durdurduğu” gündür.[68]

Bu konuların ayrıntılarına girmeyeceğiz.

Güney Arabistan Antik çağlarda nispeten yüksek düzeyde bir uygarlığa sahip bir bölge olmuştu. M. Ö. VIII. yy.dan itibaren, müreffeh bir tarım, ürünlerinin, ezcümle murra, günlük ve sair Akdeniz dünyasında çok revaçta ıtriyatın ihracından ve nihayet Akdeniz’le Hindistan ve Doğu Afrika arasındaki transit ticaretinden yaşayan örgütlenmiş devletler bulunuyordu,

Güney Arabistan’da bir ay kültünün varlığı şüphesizdir. Bu bölge dilinde ay (kamer)in adı sh’hr olup (herhalde şahr okunacaktır) bunun doğruca anlamı, yeni aydı. Bütün Güney Samîlerinde ay eril, güneş de dişil tabiatlı olarak telâkki edilmekteydi. Orta Arabistan’ın göçebe ve kervancıları için güneş, Mümbit Hilâl’in yerleşik halklarında olduğu gibi, besleyici bitkilerin gelişmesine nezaret eden gökcismi değildi. Gün boyunca denetlenemez yakıcılığıyla bir ıstırap kaynağı idi. Tatlı ve dinlendirici olan geceydi; yıldızlar ve ay, kervancıya yol gösterirlerdi. Böylece de ay, erillik üstün rütbesine çıkarılmıştı. Bununla birlikte ayın, göçebe olmayan nice ulusun indinde eril tabiatta onunla mümbitlik arasında yakın ilişkinin görüldüğü de bir vakıadır.

Ve Hadramut’un büyük tanrısı da, Sîn’den başkası değildi.

Devam etmeden önce Arapça-Osmanlıca şehr‘in, günlerin meydana getirdiği ay olduğuna dikkati çekelim. Bu sonuncu “ay” da esasen öbür ay (kamer) aracılığıyla hesaplanmıyor muydu? (“şehrîsehriyye“, aylık, aya mensup, ayla ilgili).

M.Ö. VII. yy.ın Arâmîlerinde kamerî tanrı Sahr‘ınki ile Sîn’in kültü, özellikle Harran’ın Sîn’ininkini buluyoruz.

Bedevî Araplarda gece gökcisimlerine ait sözcük sayısı şaşırtıcı derecede çok olup ayın ilk göründüğü geceler, genellikle ilk üç gecesindeki haline hilâl; kimine göre bu tabir, gecenin karanlığını belirgin şekilde deldiği âna, yani yedinci güne kadar geçerlidir. Ama genellikle dördüncü geceden itibaren devrinin sonuna kadar kamer tesmiye edilmesinin gerektiği düşünülüyordu. Bunun komra,”donuklukla karışmış beyazlık”tan iştikak etmiş olduğu ileri sürülüyor. Dolunayı ifade etmek için bütün bir lügatçe devreye girerdi; örneğin, ayın bu anda bâhir olduğu, yani “parıltısıyla yıldızları geçtiği (bakara), şöyle ki bunların artık görünmez olduğu söylenirdi. Ayın ortasından sonra da onu bedr, “dolunay” tesmiye ederlerdi zira o, kimine göre, güneşe doğru koşardı (bâdara). Son yedi geceye sahûr adı verilirdi ki bu, Mümbit Hilâl’in Arâmî köylüleri olan Nabatilerde ayın adıydı.

Ayın hâle (hâla)sı; mahv, “(parlaklığın) silinmesi” veya shâma “ben” ile ifade edilen karanlık kısmı tefrik edilirdi.

“Bâhir”, Arapça-Osmanlıcada “parlak, güzel-açık, belli, görünen”; “sahur”da “uykusuzluk, gece uyuyamama” anlamlarına gelir.

Muahhar Müslüman tarihçilerinin Hicret’ten iki asır öncesine oturttukları kamerî yılı şemsî yıla tahvil etmek üzere bir munzam ayı araya sokmaları keyfiyetinin Yahudilerden alınmış olduğu mukayyettir. Aynı yazarlar, bu yeniliğin nedenini, takvimin yıllık hacc tarihini saptamaya yaramasıyla izah ediyorlar. Bu hacc, büyük işlerin döndüğü büyük bir fuarla aynı zamana rastlardı ve bütün Arabistan’da bir nevi yıllık fuar devreleri mevcuttu. Bu itibarla bu fuarların, yabancı tacirleri bunlara kolaylıkla gelmelerini sağlamak için şemsî yılın hep aynı anına rastlamaları faydalıydı. Buna koşut olarak da Araplar için atmospferik koşullar dikkate alınarak hasadın, özellikle hurmalıklarınınki, önemliydi; bunlar, ancak bu olaydan sonra fuarlara varabilirlerdi.[69]

Kur’an’daki ayla (ve de güneşle) ilgili ayetlerin ayrıntılarına girmiyoruz.

Ayın safhalarına göre, ya da bunun etkisiyle, çok çeşitli “kozmik düzey”lerde hadiseler bir nizam içinde sıralanır, “ilkel düşünce sistemi”, ayın “fazilet”lerini idrak edip bu hadiseler arasında yakınlık ya da muadelet münasebetini kurmuştur. Böylece de, çok kadim çağlardan beri, tarımın keşfiyle birlikte, aynı sembolizm Ay’ı, Su’ları, Yağmur’u, kadının ve hayvanların doğurganlığını, bitkiler âlemini, insanoğlunun ölüm sonrasındaki kaderini ve sırra vâkıf olma (süluk-initiation) ritüellerini birbirine bağlar.[70]

Met-cezir hareketleri gibi ittıratlara tabî olmaları ve ilkah kabiliyetleri itibariyle suların “yuları” ayın elindedir. Hint Kitap’larına göre “ay suların içindedir” ve “yağmur aydan gelir”. Bir İlâhî, Sîn’in epiphany’sini hatırlatır: bir kayık gibi sular üstünde dolaştığında… pâk Fırat Irmağı suya doyar…” Daha birçok başkası aynı yönde örnek olarak gösterilebilir.

Bütün kemerî tanrılar az çok belirli şekilde suyla ilgili nitelikler arz ederler. Ay, yağmur ve bunlar arasındaki ilişkiler, daha tarımın keşfinden önce gözlenmişlerdi. Kamerî ittıratlar tarafından denetlenen devrî harekete bağlı bitkiler âlemi ayın evrensel mümbitlik kaynağından iştikak eder. Bir İran metni, “bitkiler onun hareketinden büyür” diyor.

Günümüzde Fransız köylüleri dolunayda tohum atarlarsa da ancak ay küçüldükten sonra ağaçları budayıp sebze toplarlar, bunda herhalde güçlerin artması sırasında, yaşayan bir uzviyeti koparmak suretiyle kozmik ittırata ters düşmeme düşüncesi hâkim olmalı.[71] Nitekim Türkmenlerde de “kara üzümlerin dalları ay aydınlığında budanırsa o asmanın üzümü sözde kurtlanırmış. Ay aydınlığında sütten kesilen çocukların dişleri vakitsiz dökülürmüş. Ay aydınlığında budanan ağaçların meyveleri cinsini değiştirilmiş”![72]

Günümüzde Adana yöresinde mevcut aya tapan Kamerîler tarikatı ve bunun kökenlerinin ayrıntılarına girmeyeceğiz.[73]

İşe yine hurûfîlik karışıyor: “Tasavvufî ve edebî yönden harfler ve ayla ilgili olarak da bazı yorumlar yapılmıştır. Ayın yazı ve harflerle alâkası daha çok imlâ yönündendir. Meselâ Allah lafzı (ﷲ) hilâl (ﻫﻼﻝ) ve lâle (ﻼﻞﻪ) kelimeleri eski yazı ile aynı harfleri ihtiva ettiği için Allah lafzı elif harfiyle başlamakla ve elif-hilâl teşbihiyle de hilâl ile veya lâle ile yahut lâleye de benzetilen hilâl ile Cenâb-ı Hakk’a telmihte bulunulmaktadır. Gökyüzü sayfasında Hakk’ın varlığına delâlet ederek yazılmış olan “dal’ (ﺪ) harfi ile kastedilen yeni aydır”.

“Gökyüzü sayfa, hilâl şeklindeki ay bu sayfadaki nûrânî bir satır, yıldızlar da noktalardır. Bazen ay da nokta olur. Gökyüzü kâtibi genellikle utârid (merkür) telakki edilmekle beraber yer yer dolunay hattat, kâğıt veya kitap olarak tasavvur edilir. Dolunay, parlaklığı ve beyazlığı itibariyle kâğıda benzetilmiştir. Eskiden kâğıtlar âharlanmaktan başka mühre ile mührelenip parlatılarak düzgünleştirilirdi. Ay kâğıdı güneş (mihr) mühresiyle mührelendiği için parlamaktadır. Utârid kâtip, şihâb (kayan yıldız) kalem, gökyüzü de kâğıt olarak tasavvur edildiği vakit ay da divit olur. Dolunay hattatı asırlardır ‘râ’ harfini yazmaya uğraşsa da sevgilinin ‘râ’ gibi hilâl kaşlarının bir benzerini yazamaz, çizemez… Mâh keli­mesinin son iki harfi ‘âh’ olduğu için mâh yüzlüleri fazla heveslenmemelidir; bu yüzden âşık sonunda âh çeker. ..[74]

“Almış hilâl üstüne tarf-ı külahını

Çok dilşikestenin göke getirmiş âhını

Zülfün dağıttığı gizledi ebri icre mâhını

Gördüm yüzünde halka-i zülf-ü siyahını

…”                            (Fuzulî)

“Ay ve güneş, harflerin kamerî ve şemsî olarak ikiye ayrılmasıyla da ilgilidir”.

“Ay ve güneş, gökyüzünün iki gözüdür. Güzelin sinesi ay gibidir…”[75]

“Anan atan varsa mihr ile mâhdır canâ

Ki bir bakışta mihre, bir bakışta mâha benzersin”  (Nedim).

“Mâhî ‘balık’ demektir. Aya mensup, aya ait manasına tevriyeli veya cinaslı olarak da kullanılabilir. Hilâl, gökyüzü denizinin ufuk sahillerinde görünen gümüşten bir balığı veya gümüş balığıdır…”[76]

Gökyüzünün bu “iki gözü”, Horus’un gözleri mi oluyor?… Öbür yandan, ister tevriyeli, ister cinaslı olsun, balıkla ayın yan yana getirilmesinde, içinde “kayık”ın dolandığı gökyüzü denizi mitosunun hiç mi hatırası yaşamıyor?

 

Sabiîler

830’da Halife al-Ma’mun, Harran’ın putperest halkını ya Müslüman olmak veya müsaadeye mazhar olan öbür Kitâb’lı dinlerden birini kabul etmek veya imha olunmak şıkları arasında muhayyer bırakmış, ahali de Sabiî olduklarını ilân ederek işin içinden sıyrılmış.

Al-Sabia, aslında çok ayrı iki dinî fırkayı ifade eder. Bunlardan ilki, gnostik akîdeler arasında Mandeîlerdir. Bunun sâlikleri, el-Cezire’nin Yahudi-Hristiyanları (Vaftizci Yahya Hristiyanları) olup Kur’an bunları “ehl-Kitâb’ olarak birkaç yerde zikreder: “İman edenlerle Yahudilerden, Sabiîlerden, Hristiyanlardan Allah’a ve âhiret gününe inanıp iyi ve yararlı işler işleyenler için ne bir korku-vardır, ne de mahzun olmak vardır” (V/72)…

Mezkûr mezhebin adı da İbranî “batırmak, daldırmak” manasına gelen s-b kökünden türemiştir. Muhammed dini saliklerinin günde birkaç kez abdest aldıklarını gören müşrikler, Peygamber’e “Sabiî” demişler…[77]

Öbür fırka ise Harran Sabiîleridir ki uzun süre İslâm egemenliği altında yaşamış müşrik bir zümredir. Bu zümre, yetiştirmiş olduğu âlimler bakımından haylice önemli sayılır.

Bu Harran Sabiîleri, Arap yazarlarının daima ilgisini çekmişlerdir. El-Şahrastanî bunları ruhanî cevherleri kabul edenler, al-ruhaniyûn, özellikle yıldızların büyük ruhlarını kabul edenler arasına sokmaktadır. Menşe’de, onların üstatları olarak iki peygamber – feylosof, Azimûn (agatkodaimon=iyi şeytan) ve Hermes’i tanır ki bunlar, sırasıyla, Şît ve İdris peygamberlerle aynı sayılır. Orpheus da onların peygamberlerinden biridir. Bunlar hakîm, kutsal, ezelden var olan, celâl ve azametine ulaşılması olanak dışı, ama ruhlar aracılığıyla kendisine yaklaşılabilen bir yaratıcıya inanırlar. Yedi gezegenin idarecileri bunlardan olup gezegenler bunların mabetleri gibidir.

XI. yy.da Bağdat ve Harran’da hâlâ çok Sabiî vardı. Ama 1033’de bu sonuncu kentte, sadece kale gibi ay tapınağından başka bir şey kalmamıştı.[78] Bu kayıtlar, mezkûr tarihlerden sonra bunların akıbeti hakkında bilgi vermiyorlar. Bu insanların bugün aramızda ve “Müslüman” olarak, inançlarını ana hatlarıyla devam ettirdiklerini söylemek çok mu yanlış olur?…

Çivi yazısı kitabelerde görülen “Harrancı” lafzı aslında “yol” karşılığı olmakla, bu kentin önemli ticaret yolları kavşağında bir merkez olduğuna işaret ediliyor ki Sîn mabedinin burada tesis edilmiş olması izahını bulmuş oluyor,[79] tıpkı Hubal (Arap Kybele’si)nin Arabistan kervan yolları üzerinde önemli bir transit merkezi olan Mekke’de, “hacer-i esved”le birlikte barınması gibi. Zeus Dolichenus mabedi (ve bugün onun yerinde iktisadî koşulların tümden değişmiş olması itibariyle aynı iddiadan çok uzak Dülük Baba – Antep civarı) da böyle değil miydi?[80]

M. Ö. 2000lerde, Mezopotamya’nın Sin tesmiye ettiği Ay-tanrı’ya Ur kenti sekenesi Nanna diyor, naanna (göğün taşı)ndan.

Nanna, Sin ve daha başkalarının dışında, aya halk tarafından verilmiş adlar arasında bir de Kayık adı var ki bu da göğün bir ucundan öbürüne yelken açan hilâldir. Hilâlle boğa boynuzu arasında basarî bir bağ kurulmuştu. Çayırların gülü efendisiyle gecelerin vâsi sitaresi, iktisadiyat ve şiirin yıldızı, kişiliklerini birbirine kattılar.[81]

Sıradan vatandaşın yaşamını dinî koordinatlar değil, sosyo-ekonomik koordinatlar tayin ettiğine göre Harran ve Ur’da tüm sosyo-ekonomik sistemi, tapınaklarda kraliyetle ilgili ve tanrısal ritüellerin kusursuz icrasına bağlı olmaktadır.

“O Güneş”e ve Ay’a baktı; Güneş’le Baba’yı kıyasladı

Ay’la Ana’yı; erkekle dişiyi”.

Yıldız

Bu sibakta Baba ile Ana, Hayat’ın Baba ve Ana’sı demek olup tanrısal çift bir tanrısal Oğul ve sair ahfadı, muhtemelen gezegenleri dünyaya getiriyor. Bu vesileyle, Süryanîce kvkbt kökünün Zühre yıldızını (Parlak Yıldız’ı) ifade edip shr dahi ayın Atargatis’in maskesi olduğu manasına geldiğine işaret edelim.[82]

Arapça-Osmanlıcada “kevkeb”, “yıldız”dır. Shr (şhr)’i daha önce görmüştük. Ay, “aydede” olarak “erkeklik”ini sürdürüyor; İslâm’a yeni gelmiş Türklerdeki Ay-Aba, Ay-Bek, Ay-Tekin, Ay-Timur, Ay-Doğdu, Ay-Yıldız (Kutadgu Bilik)… adları da zikre şayandır.

Ve süsleme örgesi olarak ve de Türk bayrağının gelişme süreci içinde ay ve yıldızlar…[83]

***

Kültürel yapı dünyalarında gelişigüzel dolanmayı sürdürelim.

Saçın gücü

Kurban kavramının genelde tazammun ettiği mana üzerinde durmayıp konumuza taalluku itibariyle birkaç örnek vereceğiz.

Eski Arabistan’da insan kurbanı âdetinin cari olduğu sanılıyor. Hira kralı Mundhir II, put el-Uzza’ya Hristiyan tutsakları kurban etmişti. Öbür yandan, bir yemin dolayısıyla, Muhammed’in dedesi, oğlu Abdullah’ı Kâbe’ye kurban etmek zorunda kaldığını, Yasrib kâhinesinin, yüz deve sunarak tanrıyı tatmin etmenin mümkün olduğunu ona öğrettiğini de biliyoruz. Bunda ilginç olan husus, Kureyşli’nin, bir yabancı tapınağın hizmetkârından tavsiye alması keyfiyetidir. Kur’an’da tanrılara çocuk kurban edilmesi de bir barbar âdet oluyor.

Saçını kurban ederek Arap, nihayet, kendini tanrısına sunmuş oluyordu. Gerçekten saç, insan kişiliğinin temsili olmaktadır. Savaştan önce adam saçını kurban eder ve muzaffer olma ya da ölme andını içerdi. Samîlerde, evlenme sırasında saçı tanrıya sunma âdeti vardı.[84]

Ölünün adına saç kurbanına İslâm’ın ilk yıllarında rastlıyoruz. Bu, cahiliye döneminin ölü ve herkesin bilincinde yaşamayı sürdüren kahramanlar kültünün bir devamı olmalıydı. Şair Labîd, ölümün yaklaştığını hissedince kızlarına manzum olarak hitap edip sonunda “yüzünüzü tırmalamayınız, ya da saçınızı tıraş etmeyiniz” demişti. Buna benzer başka rivayetler de var.

Muhammed ve Müslümanlara karşı Bedir, Uhud ve “hendek” savaşlarında dövüşmüş olan ünlü muharip Halid b. Velîd’in ölümü üzerine bütün Banû Mughîra kabilesinin kadınları, kahramanın mezarı üzerine saçlarını bırakmışlardı: “Hepsi saçlarını tıraş ettirip Halid’in mezarının üstüne koydular”. Bir süre sonra, Abdullah b. el-Zübeyr’in ölüm haberini alan halife Abdülmalik kendi lüleleriyle çocuklarınınkileri kesmişti. Bu durumlarda saçın kurban edilmesi, muhtemelen, matem tutmanın bir zahirî sembolüydü:

“Ey Yeruşalim, saçını kes de at ve çıplak tepeler üzerinde mersiye oku; çünkü Rabb, gazap ettiği milleti kendisinden attı ve bıraktı” (Yeremya VII/29). Ama saçı ölünün üzerine koymak, kültle ilgili bir davranış olmalıydı. Bunun, günümüz Arabistan’ında olduğu kadar ülkemizde de yaşayan bir davranış olduğu bir gerçektir.[85]

Saç adama âdetinin Akdeniz havzasında yaygın olduğunu görüyoruz. Ptolemaus Evergetes Suriyelilere karşı savaşa gittiğinde eşi Berenice saçından bir lüleyi İskenderiye’de Arsinoe tapınağına adamıştı, tıpkı İsis’in kocası için yaptığı gibi. Bu tanrıçanın bu davranışı birçok Mısır kraliçesine örnek olmuştu: Tut-Ankh-Amon’un eşinin de, ölmüş kocasına lülelerinden birini ikram ettiği sanılıyor.[86] Matem nişanesi olarak saç kesme âdetinin hayli eski olduğu saptanıyor. Memphis sakinleri, tapınakta bir “emanet” olarak saklanan “İsis lüleleri”ni teşhir ederlermiş,[87] bazı günlerde “Emanet-i mukaddese”den “Sakal-ı Şerifin gösterilmesi gibi.

Görevimiz gereği Anadolu’nun her yanında dolandığımız sıralarda bize kız saçının adandığı birkaç evliya hikâyesi anlatılmıştı,

Kilis’te Küt Küt Dede, öbür adıyla Samson, Şemun Dede, çok ünlü bir ziyaretgâh olup “Türbenin bakıcısı Arap İpekçi, Küt Küt Dede hakkında şu bilgiyi veriyor: Buradaki yazılardan da anlaşılacağı üzere Peygamber’den (Hz. Muhammed) çok evvel yaşamış. O tarihlerde buralarda çok yaygın olan trahoma ilâç bulmuş. Kuvvetine izafeten de Küt Küt demişler. Küt Küt çok kuvvetliymiş. Bir defasında bin kişiyle tek başına savaşmış ve hepsini öldürmüş. Bütün kuvvetini saçlarından alıyormuş. Bunu öğrenen karısı bir gün saçlarını keserek (Resim 54) kendisini düşmanlara teslim etmiş. Onlar da gözlerini kör edip bir zindana kapatmışlar. Saçları uzayıncaya kadar burada kalmış. Bir gün binanın iki sütununu yıkarak hem kendisi ölmüş, hem de düşmanlarını öldürmüş. Bu söylenti ile Yahudilerin Samson’u, daha doğrusu Şimşon’u arasında bir benzerlik görülüyor…”[88]

İsrailiyat, ister “kerhen”, isterse bilim gözüyle kabul edilmiş olsun birçok hususta kültürel potaya dahil olmuş.

Samson’la Filistin güzeli kahpe Dalila’nın öyküsü, opera konusu olduğu kadar da beyaz perdeye aksetmişti. Bunun Doğu, Filistin-Arabistan kökenli olduğunu Saint-Saëns, “Samson et Dalila” operasında Doğu motifleri kullanmakla kanıtlamıştır, Tevrat’tan sonra…

Mezkûr Kitâb’da bu öykü, bütün bir bölümü işgal eder (Hâkimler XIII-XVI).

Akhileus de saçını Sperkleios ırmağına adamış ve Troja’dan sağ salim dönene kadar onu kesmemeyi ahdetmişti.[89]

Anadolu’da, saçla ilgili inançlar, burada tafsil edilemeyecek kadar çoktur.[90]

Bugün bu gibi dinî ve sihrî inançları artık bir bütün olarak kültür bağlamı içinde irdelemekteyiz.

Genellikle bâtıl inancın ilk kategorisi, daha geniş bir geleneksel dünya görüşü ile birlikte, dini bâtıl inançtan ayıran boş alana güçlükle oturtulabilmektedir: Samson’un Ahd-i Atik’in uzun bölümünü işgal eden öyküsünde insan, bu yiğidi sonunda tutsak edip gözüne mil çekmiş olan Filistinlilerin neden saçlarının uzamasına seyirci kalmış olduklarını anlamak güç oluyor…

Okuryazar olmayan bir toplumda sihir, toplumsal olarak paylaşılan, bir nizama sokulmuş ve gelenekle intikal ettirilen bir ritüeldir.

Münferit sembolizmle sosyal ritüel arasında önemli ilişki bulunduğuna dair mevcut emarelerden hareket ederek sorunun müzakeresine girişiliyor, bu arada anthropolog Leach, bir psikanalist olan Berg’in bir etüdünden kalkarak saçın sembolizmini başlangıç noktası olarak kabul ediyor. Berg, Batılı hastalar üzerindeki klinik çalışmalar sonunda saçın tenasül uzuvlarının bir simgesi olduğu sonucuna varıyor. Bu itibarla saçı kesme veya tıraş etme, bir sembolik hadım etme ve daha geniş anlamda, ilkel saldırgan güdüleri denetleme çabası olarak beliriyor. Bu sembolizmin dünyanın az çok her yerinde aynı olduğu da saptanıyor.[91] Saçlarını kesmeyip dalgalanmaya bırakan Asya Türkleri için de doğru olabilecek bu varsayım, Anadolu’da sakal ve bıyığa dönüşmüş olarak çıkıyor karşımıza. Bıyıksız gezmeyi “erkekliğe yakışmayan” ve saygınlığı yitiren bir davranış olarak gören çok kişiye rastladık. Ya günümüz Kudüs’ünün Yahudi dinci çevrelerin zülüfleri?…

“Ve Danîler, sıptından Tsoralı bir adam vardı, ve onun adı Manoah idi ve karısı kısır olup doğurmazdı. Ve Rabb’in meleği kadına görünüp ona dedi:… gebe kalacaksın ve bir oğul doğuracaksın… ve onun başına ustura değmeyecek; çünkü ana rahminden Allah’a nezir olacak ve İsrail’i Filistîlerin elinden kurtarmaya o başlayacak” (Hakimler XIII/2-5).

“Boynuz” ve “taç”, aynı keren sözcüğünün derinliğinde olup bunun kökü “parıltı”, “şan-şöhret”e de değinir.

Boynuzlar, daha önce de ifade ettiğimiz gibi, haberini almak üzere göğe gerilmiş antenlerdir. Haber, kuvvet kaynağıdır.

Daha başlardan itibaren, Tetragram YHWH‘ın Yod‘u (harfi), “Ammon’un boynuzu” (buna “Amen’in boynuzu” da diyebiliriz) şeklinde ilkel beynin derinliklerinde rüşeym halinde dolanmıştı ve işitme ve görme ve de koku alma ve hiç şüphesiz son tahlil de, İnsan’ın esasî “sensorium dei“siyle gizli birlik halindeydi. İşte bu “sensorium dei“, bedenin büyük mimarı olup etrafında, Kendisi için, Yod’u şekillendiriyor. İşbu “çok saf”, doğacak Yod’u, rahim zarfını delip tamamlanmış İnsan’ın kafatasından fışkırıp Kether’e (Sephirot ağacının tacı) vardığını tahayyül edebiliyoruz.[92]

Ammon, bildiğimiz gibi, Nübye’de insanlara koç olarak görünen Teb tanrısı idi.

Yukarıdaki mistik mülâhazalar bizi bir kez daha Michelangelo’nun boynuzlu Musa’sına götürdü. Ama boynuzlu İsa’ların da varlığına şahit oluyoruz: Resim 55’de Vaison – la – Romaine bazilikasındaki İsa’nın grafik çizimini görüyoruz.

İnsan bedeni düzeyinde, hayvanın boynuzuna tekabül eden saçlar, mezkûr ayetler gereği, kuvvet simgesi olmaktadırlar. Şöyle ki haber, ona mutat olarak verilen mananın ötesinde, onu yakalamış olanı “içten oluşturan enerji”dir.[93]

XIX. yy. hassidik hareketin mümtaz simalarından biri olan Lublinli Rabbi Sadok ha-Kohen (1823-1900), Samson bilmecesine eğiliyor, İsrael keddoşîm adlı kitabında. Eserin genel amacı, dünya ulusları içinde İsrail’in özel kutsallığını tanımlamak oluyor.

R. Sadok’a göre Samson’un davranışını aydınlatmak için, İsrail’in geçmişine, daha açıkça Mısır’dan huruç dönemine geri gitmek uygun oluyor. Çöl kuşağı, Yahudi ulusunun vardığı en üst kutsallık derecesine varmış olup bu nedenle de Tanrı sürekli olarak aralarında bulunmuştur. Bu istisnaî kuşağın mükemmeliyeti, İsrail’in öbür uluslardan ayrılmış olmasında yatıyordu. Tevrat’ın bir İbranî kadının bir Mısırlı ile evlenmesine dair tek anımsattığı olay, Samson’un kabilesi Dan’dan bir kadınla ilgili oluyor. Ulusun gerisi Mısırlılarla birleşmekten özenle kaçınmıştı. Esasen bu davranış, İsrail’in kutsal ulus olarak seçilmesinin sine qua non koşuluydu. Böyle karma evlenme, İsm-i Âzam’a saygısızlığa bedeldi: “Yahuda hainlik etti ve İsrail’de ve Yeruşalim’de mekruh şeyi işlediler; çünkü Yahuda Rabb’in sevdiği makdisi murdar ve ecnebi ilâhın kızı ile evlendi” (Malaki II/11).

Bu ön mülâhazaların ışığında Samson’un, görünürde, utanç verici davranışı, yeni bir yoruma yol açıyor; şöyle, görünüş ile gerçek arasında bir çelişki bulunuyor: “Samson’un Timna’da beğenip aldığı kadına, anasıyla babası muhalefet ediyor. Fakat bunun Rabb’den olduğunu babasıyla anası bilmediler…” (Hâkimler XIV/4). Yani Tanrı’nın yabancı kadın almama emri, yine Tanrı buyruğuyla bozuluyor. Yakub perdeyi biraz olsun aralıyor: “Dan, yolda bir yılan, yolda bir engerek olacaktır… Ben senin (onu) kurtarışını bekledim, ya Rabb!” (Tekvin XLIV/17-18). İsrail sıptından Dan’ın tezkiyesi isteniyor.

Kahramanımızın fizikî yapısı, Tanrı çağrısının işareti oluyor. Onu herkesten ayıran ve aynı zamanda bütün gücünün toplandığı yer, doğduğundan beri hiçbir makasın dokunmadığı saçlarıydı. O, İsrail’in kurtuluşunu başlatacaktı ama bunu tamama erdirmek ona nasip olmayacaktı.

Dalila ile karşılaşması ve ona tutulması ve gevşemesi bu thema içinde bütünleşiyor. Dalila Samson’a karşı Havva’nın Âdem’e karşı oynadığı rolü tekrarlıyor: bir Mesihî perspektifte (Samson, kurtuluşu tamamlasaydı Mesih addedilecekti), bunların birliği başka türlü olamazdı. “Kadının adı Dalila olmasaydı, bunu haketmiş olurdu zira o, Samson’un gücünü zayıflattı (dildela), kalbini zayıflattı, davranışlarını zayıflattı”.

Kahramanın bütün Mesihçiliği, Dalila’nın traş etmeyi başardığı yedi saç örgüsünde simgeleniyordu. Mesih’in gönülden duyduğu tüm Tanrı çağrısı, bulutların ötesine sürülmüş olan ruhları kutsallık alanına geri getirmektir. Samson’un saçlarının yedi örgüsü, dışlanmış olan yedi ruh kategorisine, ezcümle Sanhedrin kitabının son bahsinde zikredilen gelecek dünyada yeri olmayacak olan üç kralla dört yurttaşa bağlanıyor. Bu yedi kategori, cehennemin yedi dairesiyle ilişkilendiriliyor. Samson, kurtuluş sürecini yoluna koyuyor ama Dalila amacına varınca, her şey eski haline geri geliyor. Tahmini, Tanrı’nın onu, hangi koşulda olursa olsun, sonuna kadar koruyacağı merkezindeydi. Tanrı ise bunu yapmadı[94] ve…

“Kadının fendi, erkeği yendi”…

 

 

Kına

“Kral sofrasında otururken,

Benim sümbül yağım güzel kokusunu yaydı.

Memelerin arasında yatan,

Safi mürr çıkınıdır, bana sevgilim.

En-gedi bağlarında,

Bir salkım kına çiçeğidir, bana sevgilim.” (Neşideler neşidesi I/12-15)

“Senin fidanların bir nar cennetidir, güzel meyvelerle;

Kına ve nardin[95] fidanları ile,

Nardin ve safranla,

Kokulu kamış ve tarçınla, her çeşit günnük ağacı ile;

Mürr ve öd ağaçlan ile, baş baharatın her çeşidi ile.” (ibd. IV/13-15)

Ahd-i Atik’in bu mısralarından kınanın İbranîler beyninde revaçta olduğu anlaşılıyor. Burada kına, “kâfur” olarak geçiyor.

Kına (lawsonia inermis)in Mısır’da ve Arapça adı “henne-hanna” olup bu bitki kozmetik olarak çok eski bir üne sahiptir. Mısırlı kadınlar bununla, tıpkı günümüzde olduğu gibi, tırnaklanı, avuç içlerini ve ayak tabanlarını boyayarak güzelliklerine güzellik katarlardı. Özellikle tırnakların boyanması Mısırlılar arasında mutat olup buna riayet etmemek hayâsızlık olarak görülürdü. Mumyaların tırnaklarının çoğunlukla boyanmış olması bunun çok eski çağlardan gelen bir âdet olduğuna delâlet ediyor. Dr. J. Forbes Royle’in gözlediği gibi “Tırnakların, avuç içi ve ayak tabanının kına ile demir pası rengine boyanması âdeti Akdeniz’den Ganj’a kadar bütün Doğu’da ve de Kuzey Afrika’da mevcuttur. Bazı yerlerde bu, sadece kadın ve çocuklara münhasır olmayıp bu âdete erkeklerde, özellikle İran’da, riayet ederler. Sakalı boyamakla kıl kırmızıya dönüşür ve sonra bir çivit müstahzarıyla siyaha değişir…”.

Peygamber’in de sakalını boyamak için kına kullandığı söylenir ve bu “moda”yı halifeler sürdürmüşlerdir.[96]

Sair kaynaklar da kına yaprak ve çiçeklerinin özelliklerinin eski Mısırlılar ve İbranîlerce bilinip kullanılmış olduğunu doğruluyor. Ama bunlar daha başka önemli şeyler de söylüyorlar: “Her halükârda boyamanın gerçek amacı, güzelleştirmeden çok kem göze (nazar) karşı korunmaktır: kırmızı renge koruyucu güçler atfedildiğine dair çok sayıda delil vardır”[97]

Dikkatimizi çekmiş bir hususu da zikredelim. “Hınâta”, tahnit manasında olup kök, Samî dillerde müşterek olarak “renk değiştirme” ve de güzel kokulu yağların lekesini ifade ediyor. Bu her iki anlam Arapça ve İbranîcede muhafaza edilmiş. Aramîcede hannâtâ, tahnitçi olup hanût dahi güzel koku (parfüm) ya da kokulu merhem olmakla birlikte bu sonuncular daima ölümle bağlantılıdırlar; “Araplar dövüşmeye hazırlandıklarında hanût koyarlar ve kendilerini ölüm için kuvvetli kılarlar”…

Kına çiçeğinden de parfüm çıkarıldığını biliyoruz.

“En iyi hanût, kâfurdur”…[98]

Dilci olmadığımız için “hanna” ile “hanût”un ne ölçüde bir bağlantısı bulunacağını (ya da hiç bulunmadığını) saptayacak durumda değiliz.

Dönelim kınanın “koruyucu güç”üne.

Aşağıda “nazar”, daha doğrusu bunda zararı ika cinlerden korunma yöntemlerini irdeleyeceğiz. Ama şimdiden “cinleri geri itmek ya da kovmak için şap, kenevir, sedefotu, biberiye, kişniş tohumu, aselbent, kına ve sair madde veya bunların neşrettikleri kendilerine özgü koku ve haiz oldukları özel belirgin tada başvurulur şöyle ki bunlara az çok doğaüstü bir tabiat atfedilir…”[99]

“… malûm boya maddesi kınanın onduran özel niteliği ile Peygamber’in gözde bitkisi olduğu ‘bu dünya ve gelecektekinin hoş kokulu çiçeklerin kraliçesi’ dediği söylenir. Kına sadece kozmetik olarak kullanılmaz, özellikle kadınlar için bir tathir ya da kötü etkilerden korunma vasıtası olup tıbbî amaçla da kullanılır…”[100]

Ba’al-Belit, Samîlerce tapılan bir tanrı çifti idi; Ba’al, kasırga ve doğurtganlığın tanrısı, Belit de, özellikle tarımsal mümbitliğin, verimliliğin tanrıçası idi. “Yahudi peygamberler, Yahve’nin zatında daha yüksek bir düşünce ürünü bir Tanrı’yı bildirip bu eski, her an yeniden canlanan ve organik yaşamın kutsallığını, kanın, cinsî yaşamın ve doğurganlığın güçlerini aşırı ölçüde kutlayan bu kültlere karşı çıkıyorlardı…”[101]

Kan, güneşe bağlanan ateş, ısı ve yaşamla dayanışan bütün değerleri simgeler ve evrensel olarak yaşamın iletim aracı gibi görülür. Ahd-i Atik ağzıyla kan, hayattır. Hattâ bazen, tevlidin ilkesi telâkki edilir. “Kırmızı”nın genel sembolizmine de iştirak eder.

Kırmızının tanrısal değerlendirilmesiyle alevin sembolizmi, kanınkini bastırır. Avrupa ve Asya efsanelerinin çoğunda ateşin ruhu, kırmızı kıyınmış olarak belirir. Parıldayan kırmızı ateşli bir aşkın simgesi olduğu kadar, bayrak-flama ve fethin rengi olmaktadır. Kırmızı Roma’da generallerin, soyluların ve dolayısıyla de İmparatorların rengiydi. Bizans imparatorları tamamen kırmızı elbise giyerlerdi. Yani en üstün gücün simgesi halindeydi: kırmızı ile beyaz, sevgi ve hikmet Tanrı’sı olarak Jehovah’a adanmış iki renkti.

İşaya (I/18) şunları söylüyor: “Rabb diyor: Şimdi gelin de davamızı görelim, suçlarınız kırmız gibi olsa da, kar gibi beyaz olur; kırmız böceği gibi olsa da, yapağı gibi olur”…

Kadının aybaşı kanı da doğurganlığın, bereketin simgesi olmuyor mu?

“Amasya tarihi”nin yazarı H. Hüsameddin’in, koyu Sünnî bir “Osmanlı” olması itibariyle Barak-Burak Baba’ya fazla sıcak bakmayacağı doğaldı. Şöyle anlatıyor Baba’yı: “Burak Baba uzun boylu… gövdesi son derece kıllı, kara yağız idi… Belinden yukarısı bütün çıplak olup aşağısına kırmızı[102] bezden bir futa bağlamış, başına hafif kırmızı bir sarık şeklinde tülbent sarmış ve iki taraflarına manda boynuzları raptetmiştir. Elinde gayet uzun ve büyük bir nefir, kabaktan mamul büyük ve siyah bir keşkül olup…”.[103]

Böylece karşımıza “kırmızı”, bolluk ve Musa’nın da başında gördüğümüz “boynuz” ve nihayet, daha önce irdelemiş olduğumuz “nefir” çıkıyor…

Özetle, kırmızıda, dolayısıyla kınada, cinleri kaçırıcı nitelik bulunuyor…

Çoğu inancın beşiği Mısır’da, tanrılardan “akanlar”a yaratıcı güç atfedilirdi. Bir mitos bize Hu ve Sia’nın, Re sünnet olurken düşen kan damlalarından nasıl meydana geldiklerini söylüyor.

Sedir (Lübnan servisi), toprak tanrısı Geb’in kanından büyümüştür. Ölüler Kitabı’nda “Ya İsis’in kanı!” diye hitap edilen İsis’in düğümü’nün (tet), hayat verici olarak kan kavramına ne denli bağlı olduğu kesin değilse de bunun Tanrıçanın aybaşı kanı ile bağlantısının bulunması muhtemeldir.[104]

Gerçekten kırmızının duygular üzerinde bütün öbür renklerden daha kuvvetli etkisi bulunup eski Mısırlılarda hayat ve zaferi simgelerdi. Kutlamalar sırasında Nil sakinleri vücutlarını kırmızı aşı boyası ile boyayıp kırmızı akikten mücevherat ile donatırlardı. Tanrısal kayığın pruvasında durup alt dünyanın yılanı Apophis’i mızrağıyla vuran Seth’in kırmızı gözlerle kızıl saça sahip olduğu söylenirdi.[105]

“Nazar”dan korunma

Yaygın inanca göre bir “bakış”, modern fizik tabiriyle foton, gözü terk ettiğinde, civarda bulunan sayısız cinlerden biri bunun üzerine atlayıp “nazar”ın hedef aldığı kişi ya da nesneye türlü zarar yeriyor. Yani “nazar”, sadece kötülüğü ika eden cinin iletişim aracı oluyor.[106]

İnsanların cinlerden çekinmeleri iki türlü davranışa yol açmıştır: onlarla iyi geçinme suretiyle şerlerinden korunma veya açıktan açığa mücadele ederek onları kaçırma yolu. İlkine misal, bu “varlıklardan söz ederken daima “iyi sıhhatte olsunlar” ibaresinin kullanılması olup bunu biz daha çok İstanbul’da işittik. Anadolu ise “bizden yeğler” ifadesini dilinde dolandırır. Öbür yöntemlerde ise bunların “nefret ettikleri” şeylerden, ezcümle demir, tuz, parlak renkler (kırmızı, mavi), kına, gürültü (silâh atma, tahtaya vs. ses çıkaracak maddelere vurma), keskin kokular (barut, sarımsak) ve nihayet ayet-i Kerime’den faydalanılır. Hristiyan âleminde “kötü ruh”1ar istavrozdan kaçarlar.

Cinlerden koruyucu yöntemlerin ayrıntıları bizi konumuzun uzağına götürür.[107] Burada sadece Türk ve Yahudi kültürlerinde müşterek olan hususları özetleyeceğiz.

Ancak daha önce, Yahudi kültür tarihi açısından önemli bir hususa yer verelim.

Zohar‘ın ortaya çıkmasıyla Kabbalism, Yahudi yaşamında uzun süre tek bir akım olarak devam etmeyip iki ayrı cereyana bölünmüş. Bunlardan biri rasyoneli ve bilimseli benimsiyor ve yönelmesinde metafizik oluyor. Bu cereyan hem Yahudi hem de Hristiyan bilim adamları arasında taraftar bulup Spinoza ve Batı feylosofları ve bilim adamlarının rasyonalist mektebine götürüyor. Öbür cereyan, kaynağını Almanya’dan alıp yüzyıllar boyunca Doğu Avrupa’da akışını sürdürüyor. Mistisizm ile başlayıp, ana tema olarak Kinnanhorra ile bâtıl içinde soysuzlaşıyor.

Kinnanhorra” sözcüğü iki İbranî sözcüğün, ezcümle kein ayyin ha’ra’ah, yani “kem göz yok”un ilkinin Yiddish kısalması olup Ortaçağlarda Yahudi bâtıl inancını simgeliyordu: “Bana bir kanarya verme” sözcüğünün manası “bana kem göz verme” demekti.[108]

“Rav Judah’ın daha sonra söyledikleri, damat, gelin ve ebe gibi bazı kişilerin kötü ruhlara karşı özel korunmaya gereksinimleri idi. Bu, ayrıntılı yorumu gerektirmiyor”.[109]

Devam edelim.

Hitit sihir yöntem ve ritüelleri arasında karşılaştığımız bazı uygulamalar günümüzün bazı “dinî” davranışlarına ışık tutuyor:” ‘Kocakarı’, kırmızı yün alır, onu keser Andalija cininden istimdat eder ve yünü ateşe atar. Bir balık alır, her iki kurban sunucu arasında onu sallar ve ‘denizden ayrılmış bu balık gibi, bugünün kem söz ve lanetlemeleri aynen ayrılmış olsun’ der. Balık ateşe atılır. Yün ve yağdan diller imal edilir. ‘Kocakarı’ bunları kurban sunucularının arasında tutar ve ağız ve dilinizle söyledikleriniz sizden uzaklaşacaklar’. Diller ateşe atılır… Bir (beyaz) koyun iki kurban sunucusunun arasına getirilir: bu onların yerine ikame olmuştur: ‘bu koyun tüm başınız ve kişiliğinizin yerini tutsun’. Kurban sunucuları, koyunun ağzına tükürerek[110] onunla özdeşleşirler. ‘Kocakarı’ bunun üzerine ‘böylece kötü lanetlemeleri tükürdünüz’ der…”[111]

Aynı doğrultuda Samî alanda da devam edelim. İsrail ve sair Beni Juda ülkelerinde kelâm’ın esrarengiz etkinliği, onun yazılı şekline de yayılır; kaldı ki az kişi “sihirli harf” bilgi ve tekniğine aşinadır. Her şeye rağmen Talmudî kanunlar muskanın varlık ve kullanılmasını kabullenmek zorunda kalmıştır. Buna, etimolojik manası muhtemelen “bağlama” olan came’a adı verilmişti. Şifahî ya da yazılı düstur, yegâne sihir veya mukabil sihir vasıtası değildi: belli bir taş (meteorit), çocuk düşürmeye karşı korur, tükürük, efsunun etkin bir yardımcısı olurdu.

Üzerinde taşınan muskalar gibi, bir haneyi, sakinlerini ve mallarını korumaya yarayan üzeri yazılı eşyalar, özellikle bardak-kupalar, yüzyıllar boyunca hep aynı genel yapıya sahiptir: Tanrı ve melek adları, Kutsal Kitap cümleleri ile Tanrı’nın koruyucu ve sağaltıcı gücünü hatırlatma, mücadele edilecek kötü ruhların adlarının sıralanması…[112] Bunlardan biri ortasında Mühr-ü Süleyman ile birlikte, resim 52a’da görülür.

İslâm geleneğinde, “elle, tükürükle, kokuyla, nefesle, giysiyle, değnek veya… bakışla” temasın bir sihrî gücü vardır. Namazda omuz omuza ve ayak ayağa teması tavsiye eden Muhammed, tükürük veya eliyle dokunarak hastaları iyi ederdi.[113]

Sivas’ta “yeni doğmuş çocuğun ağzına ahlâklı, zeki, mert birisi tükürürse, çocuk büyüyünce o kişiye benzer” inancının sürdüğünü görüyoruz.[114]

Samî alanla Anadolu’nun bu gibi konulardaki müşterek yanları saymakla bitmez. Bunu bir kez daha Mühr-ü Süleyman’la görüyoruz. Resim 56’daki, çıkan yy.a ait bir Arap tılsımı olup üzerinde Abdülkadir (Kadirî?), Allah, Resûlallah, Mevlânâ, el-Kahin-Emir’ül müminin, el-Metin, Muhammed… yazıları okunuyor.[115]

Ülkemizde cinlere inanmayla ilgili çeşitli uygulamaların büyük ölçüde Sudan kökenli olduğu söylenebilir. Örneğin cinlerle zencilerin ilişkilerinin yakınlığından söz edilirken bunların “kardeş gibi” oldukları söylenir.[116] Çocukluğumuzda İstanbul’da bir siyahî görüldüğünde yanda bulunan kişi çimdiklenerek “on üç buçuk” denirdi. Bu “tılsımlı” sözün kullanılma gereğinin, siyahî zatla cinler arasında şüphe edilen ilişkiden doğduğu bir gerçektir.

Bu rakamın tılsımını şöyle izah etmek mümkündür, cinler konusu çerçevesi içinde: “Süleyman (Hz.), abdest aldığı zaman, bu yüzüğü[117] parmağından çıkarıp zevcelerinden birine, Amina’ya vermek itiyadında idi. Şeytanî cinlerden biri olan Sahr, hükümdarın kıyafetine bürünerek sihirli yüzüğü çaldı ve bununla kırk gün saltanat sürdü. Bu arada Süleyman bir sürgün gibi dolaşmaya mecbur oldu… Süleyman… tahtını (yüzüğü bularak) yeniden ele geçirdi. Rivayete göre Sayda kralının kızı olan zevcesi Carâda’nın müşrik olması sebebiyle böyle cezalandırılmıştı… Ayın on üçüncü günü Süleyman’ın Allah tarafından nefyedildiği (sürüldüğü) gün olduğu için uğursuz sayılır. İran’ın Nevruz bayramı ve bununla ilgili merasimler, rivayete göre, Süleyman’ın tahtına dönmesinden itibaren başlamıştır”.

Yine rivayete göre “bütün tabiat öyle emrindeydi ki, bir gün onun akşam namazını kılması için, güneş durmuştu. Kötü cinn‘leri kurşun kaplara hapsetmişti”[118] (radyoaktif maddeler gibi…).

Cinlerin “nefret” ettikleri nesnelerin başında gelen demir, bu metalin sonradan ortaya çıkmasıyla “onlarca” zararlı telâkki edilmiş olmasından ileri gelmiş olmalı. Bu takdirde de cinlere inanışın çok daha gerilere, hattâ metal öncesi Neolithik’e kadar gerilere gidebileceği istidlal edilir. “Demiri son derece şiddetli, mukavemetli ve insanlara çok faydalı olmak üzere indirdik…” (Kur’an LVII/25).

Lem Yezl Musa’ya şöyle dedi: “Ve eğer benim için taştan mezbah yaparsan, onu yonma taştan yapmayacaksın, çünkü eğer üstüne kalemini vurursan, onu murdar edersin (Çıkış XX/25). Musa ile İsrail’in yaşlıları nâs’a şu emri verdiler. “Ve vaki olacak ki, Erden (Ürdün)den geçtiğiniz zaman bugün size emretmekte olduğun bu taşları Ebal dağında dikeceksiniz ve onları kireçle kireçleyeceksiniz. Ve orada Allah’ın Rabb’e mezbah, taşlardan bir mezbah yapacaksın; onların üzerine demir âlet işletmeyeceksin.” (Tesniye XXVII/4-6). “O zaman Yeşu Ebal dağında Allah’ı Rabb’e bir mezbah, Rabb’in kulu Musa’nın İsrail oğullarına emrettiği, Musa’nın şeriat kitabında yazılmış olduğu gibi üzerine kimsenin demir kaldırmadığı, yonulmamış taşlardan bir mezbah yaptı…” (Yeşu VIII/30-32). “Süleyman’ın Lem Yezl için inşa ettiği mabet”… taş ocağından hazırlanmış taştan yapıldı; ve yapılırken evin içinde ne çekiç, ne balta, ne de bir demir âlet sesi işitilmedi” (I. Krallar VI/7).

Anlaşıldığı kadar Yahve ve de, cinler gibi, demirden hoşlanmıyormuş!

Cinlere hükmedebilme, dinler tarihinin Süleyman gibi sivrilmiş kişilerine nasip olmaktadır. Kâdiriyye’nin banii Gilânî bunlardan biri oluyor. O da, bir noktada, Süleyman’a benziyor; bir İmam Hambelî’nin mutedil haline karşılık imsaka fazlaca riayetkâr görünmüyor; kırk dokuz evlât sahibi olduğunu okuyoruz.[119]

Arapların cinlere eski inanışları, ana hatlarıyla İslâm dogmasında muhafaza edilmiştir; gerçekten putperest tanrıların varlığını kabul eden Peygamber, ervahın müşareketini teşmil etmiş, ancak bunları “ervah-ı habise” sınıfına ithal etmiş. Bununla birlikte cinlerin bazılarını da kendi dinine çekmekten (ihtida ettirmekten) geri kalmamıştır. “Müslüman cinler” bunlardandır. Öbürleri ise Allah’ın düşmanı, menfur ilân edilmiş. Bunların da Ayet-i Kerime’den yılmaları buradan geliyor. Bütün bu Arap demonology’sinde (mebhas-ı şeyatîn) Yahudi unsurları bariz olup bunların Anadolu’daki yaygın etkilerinden söz edeceğiz. Bittabi, bu Yahudi etkilerin aracılığını da çoğu kez Hristiyanlık yapmış olabilir. Nitekim Filistin, Kudüs’e verilmiş arzı mukaddes adına benzer şekilde cinlere ehl-i arz denmesi, bu Yahudi etkisini göstermiyor mu? Yoksa ikinci arz hangisi oluyor?

Sümer dinî anlayışında tanrıların altında cinler âlemi yer alır. Bunların bir kısmı “iyiler” olup mabet, mesken ve insanları korurlar; ama büyük çoğunlukla bunlar kötü niyetli ruhlardır; mezarlıklarda, karanlıklarda, ıssız yerlerde yaşayan, ölülerin durulmamış ruhlarıdır; buralardan çıkıp dünyaya gelir, korku ve dehşet saçarlar.[120] Babilonya ve Asurlularda da bu inançlar fazla farklı görünmezler.[121]

Bunların hepsi Hitit dinî düşüncesi üzerine derin etki yapmaktan geri kalmamıştır.[122]

“Ya Allah!”, “Ya Hafız!” (saklayan, koruyan), “Hazâ min fadl-ı rabbî” gibi yazılar evleri, cinler eliyle meydana getirilen yangın ve sair musibetlerden korur. Ve nihayet bu arzu edilmeyen “varlık”ları baştan def etmek için kurban kesme yoluna gidilir: evin temeli atılırken, kuyu kazılırken, bu habis mahlûkatın bir şeyler “halt etmesi”, hiç değilse bir horozun kesilmesiyle önlenir. Dafî silâhlar arasında özellikle bir tanesi çok etkili gibi görünmektedir:

Kelâm’ın gücü. Belli düsturlar içinde ifade edilen istek, onun gerçekleşmesini sonuçlandırır; ilgili tanrının, ya da ruhun adı, işareti (alâmeti) onu, münasip şekilde istiare etmesini bilen kişi lehine gerçekleştirir. Kelâm’ın, yazı sayesinde belli şekilde maddîleşme ve bir devamlılık iktisap etmesi halinde, kudreti önemli boyutlara ulaşır. Resim, şekille takviye edilmiş yazı, artık kendiliğinden etkindir onu, üzerinde hattâ evde saklamak yeterlidir.

Böylece de “muska” kavramına gelmiş olduk.

Kelâm’ın kudretine, Müslüman Anadolu’dan çok önce, Muhammed inanırdı, “atalarının mirası” olarak. Bu konuda hayli hikâye anlatılır.[123] İslâm sihri, büyük ölçüde, Allah’ın İsm-i Âli’sini teşkil eden harflerin vukufuna dayanır. Bu kuramların temelinde elifbanın harflerinin, hilkatin kökünü teşkil etmeleri itibariyle Kelâm Allah’ın “maddî şekli”ni temsil ettiği kuramı görülür.[124]

İşte bu cinlerin “Müslüman olmayan habisleri”, “nazar değme” namıyla maruf olayın failleri oluyorlar.

“Açılmaz oldu çemenlerde çeşm-i şehlâsı

Değirdi nergise de çeşm-i rûzigâr nazar”  (Nedim)

Ve bu bapta bir Hadîs: “Âişe R.A.’dan rivayete göre, Âişe (Hz.): Resûlu’llah S.A.S. göz değmesine okunmasını bana emretti, yahut (mutlak olarak) emretti” demiştir. îzahı: “(Bana emretti) yahut (emretti) suretindeki tereddüt, râvîye aittir. Râvî, Hz. Âişe’nin bu iki şekilden hangisini söylediğini kestirememesinden neşet etmiştir. Müellif Buhârî bu hadîsi göz dokunmasına okunmak başlığıyla açtığı bir babında rivayet etmiştir. Bu tabir ile murat göz ağrısına okunmak demek olmayıp isabet-i ayn – göz değmesine karşı okunmak demektir. Sahih-i Buhârî’nin ilk şârihlerinden ve büyük Türk muhaddis ve ebidlerinden Hattâbî merhum der ki: Resülu’llah’ın nazara ve göz değmesine karşı okunmasını emrettiği (Kavâri-i Kur’an) adıyla anılan Âyetü’l-Kürsî gibi esma ve sıfat-ı ilâhiyeyi ve Alluhu Teâlâ’yı zikri hâvi ayetlerin nüfûsu tâhire sahipleri diliyle göz değmesine musâb olan hastalara okunmasıdır. Bu okunma ruhanî tedavidir…”[125]

Kuzey Afrika’da, bakışının zarar vermesi melhuz kişiden korunmak için sağ el o kişiye doğru uzatılıp “beş parmağım gözüne!” denir. Bunda, “gözü kör etmek” suretiyle herhangi bir ışının oradan intişarını önlemek, yola çıkmış olanın da yolunu kesip geri çevirmek amacı güdülür. Bunun etkinliğine o derece inanılmıştır ki beş rakamı sihirli bir rakam olarak kabul edilmiş, sihrinin bozulmaması için de ne kendisi, ne de katları ağza alınır olmuş: “beş” için “dört ve bir”, “yirmi beş” için “yirmi dört ve bir” denir olmuş.[126]

El şekline Yahudiler Tanrı’nın eli deyip bunu, koruyucu olarak kapılarının üstüne asarlar. Müslümanlar ise, bir rivayete dayanarak elin ve beş parmağın kutsallığını benimsemişlerdir. Peygamber’den bir koruyucu şekil sual edildiğinde eline mürekkep sürüp bir kâğıda bastırmış. O zamandan beri el şekli nazara karşı bir tılsım olarak kullanılır olmuş.

Bu “beş” rakamı, daha doğrusu “dört ve bir” rakamı ile nazar arasındaki ilişkiler o denli yayılmıştır ki nazardan korunmak için kullanılan “maşallah” lafzının etkisini bu sayıyla takviye etmek âdeti yerleşmiş olmalı: “dört ve bir kere maşallah,” şeklinde tekrar edilen tahaffuzî ibare, sonunda “kırk bir kere maşallah!” şekline dönüşmüş olmalı… Biz bu sonuncu şekli böyle bir varsayımla izah ettik.

El ve parmaklar tehlikeli bakışa karşı koruma etkisi yaptığına göre bunların temsillerinden de aynı etkinliğin beklenmesi doğaldır. Zira sihirde, suretle asıl arasındaki fark ortadan kalkar. Nitekim nazarlık olarak asılan el resimleri bunlardandır (Resim 57). Bunda, elin parmaklara yakın kısmında, gözün üstünde “maşallah”, “Allah” yuvarlağının solunda “el-hasud”, “Muhammed”inkinin sağında da “lâyesud” okunur ki bu son iki lafız yan yana “hasud olan faydalanmaz” manası çıkar… Resim 58’de de ana örge olarak bir el, at nalı şeklinde ve cennet kapısını temsil etmesi melhuz bir kaide üzerine oturmuş olup mezkûr kapının sağında, daire içinde Mühr-ü Süleyman, gerek onun üstünde gerekse en üstteki yuvarlak içinde Hz. Ali’nin kılıcı “Zülfikar” görülür. Nazarlığın Bektaşî kökenli olması çok muhtemeldir. Nitekim Bektaşîlikle yakınlıkları bilinen Yeniçerilerin bir alay sancağında (Resim 59), sağ üst köşede bir el, ortada Zülfikar, sol altta da güneş (ya da dolunay) kursu bulunuyor.[127]

Yine Resim 60’da, nazar bağlayan “Dua-i nazarbend” görülür. Bu, şimşir üzerine oyulmuş bir nevi mühür olup kâğıda basılır. İki yanda iki minare, üzerlerinde alem olarak birer beyaz el var; bu eller Musa’nın yed-i beyzası, Fatma Ana’nın eli, Al-i abâ pençesi yahut Kef-i Meryem olabilir. Besmele, “Ya Hannân” (esma-i hüsnâ’dan “çok acıyan”), “Ya Mennân” (yine esma-i hüsnâ’dan “ihsanı bol”)dan sonra Âdem ve Nuh peygamberlerin merkadleri, bunların altında da “dua-i nazarbend” bulunuyor. Bunu alttan Zülfikar çevreliyor. Sağda Hasan Hüseyin; solda Allah, Muhammed, Ali üçlemesi; altında Fatma, ortada yine büyük bir el, üzerine “Ya Ali” yazısı, çevrede On iki İmam var.[128] Cinlere karşı bütün (Alevî-Bektaşî) “potansiyel güç”ler seferber edilmiş.

“Kef-i Meryem” (Meryem’in avuç içi), ya da “Meryem Ana eli” ifadesinin “Fatma Anamızın eli”ninkine koşut olarak çok sık kullanılması keyfiyetinde Anadolu Hristiyanlığını görmemek mümkün değildir. Kütahya Müzesi’nde bulunan mezar taşları üzerindeki suretlerde, ellerin özellikle belirtilmiş oldukları ilk baştan dikkati çekiyor. (Resim 61).

Gerçekten eski insanlarda el, yaratıcı gücün simgesiydi. Mısır temsilleri, “dünyanın şekil vericisi” Ptah’ı, tıpkı Khnum’un çocuğun vücudunu biçimlendirdiği gibi, çömlekçi çarkı üzerinde dünyanın yumurtasını elleriyle şekillendirirken gösterir. Heliopolis kozmogonisine göre ilk yaratıklar, Shu ile Tefnut, en eski tanrının eliyle hasıl ettiği meniden var olmuşlardır. Bu durumda el, tarihî zamanlar içinde bir bağımsız varlık olarak görülen tanrısallığın aslî dişil unsurunu ifade ediyor. Herakliopolis döneminde lâhitler tanrısal “Atum ve eli” çiftini sergiliyorlar. Amarna sanatının ünlü bir örgesi güneş kursu Aten olup bunun ışınları takdis etmek üzere uzatılmış ve ellerle bitiyordu. Eski Krallık’tan sonra el, cinleri uzaklaştırmak üzere nazarlık olarak kullanılmıştır.[129]

İbranîcede el, “Yad” olup tanrısal Tetragram YHWH’in (Yod-ye) başı olarak telakki edilir. “İsraillilerde el, büyük önem taşır. Alliance Üniverselle Israélite’in bir bülteninde, “çocuklar üstlerinde altın veya gümüşten bir el taşıyorlar. Bir nişanlı kıza yapılan ilk hediye bir altın eldir. Bir düğün evinin yanında, duvara eller çizilir” deniyor…”.[130]

Cinlerin “nefret” ettikleri nesneler arasında tuz da vardır ki “göze gelmiş” kişinin başı üstünde, kurşun dökmede olduğu gibi, “ocaklı ve izinli” bir kadın tarafından birkaç kez gezdirilip ateşe atılır.

Tuz, İbranîlerde ritüelin önemli bir unsuru oluyor: her zebiha, tuzla adanacaktır. Tuzun birlikte istihlâki bazen bir “communion”, her uhuvvet bağı değerini arz eder. Tuz, ekmek gibi, bölüşülür.[131]

“Tuz-ekmek”, sosyal yaşamda önemli bir yer tutmuş, onun üzerine sadakat yeminleri ettirilmiş: Edime Vak’ası’nda (1703) bir tepsi üzerine konan Kur’an, kılıç, ekmek ve tuz üzerine askerlere sadakat andı içirmişler. Harezmşah Celâleddin Mengüberdi’nin Kafkas seferinde (1229) Gürcüler, Ermeni, Alan, Sabir ve Kıpçaklardan kurulu bir orduyla karşısına çıkmışlar. O da gizlice Kıpçaklara tuz-ekmek yollayınca bunlar bu “hakk”a riayet ederek savaşa katılmamışlar. Bu tür örnekler çoğaltılabilir. Konya’nın ilçe ve köylerinde bugün ayrılıklarda şöyle denmektedir: “Allahaısmarladık, tuz-ekmek hakkını helâl eyle!… “[132]

Tuz, bozulmazlığı, doğruluktan ayrılmazlığı simgeler. Bu nedenle de tuz ittifakını Tanrı bozamaz “ve ekmek takdimelerinden her birini tuzlayacaksın ve ekmek takdimelerinin üzerinden Allah’ının ahdinin tuzunu eksik etmeyeceksin; bütün takdimelerin üzerinde tuz takdim edeceksin” (Levililer II/13). Görüldüğü gibi bir “Ahit Tuzu” bahis konusudur. Birlikte ekmek ve tuz yemek, Samîlerde, bozulamaz bir dostluğu ifade eder.[133]

Tuzun nasıl Halil İbrahim peygamber tarafından “icat edildiğini ve işbu tuz-ekmek” (nân ü nemek) tabirinin tarihî ve edebî eserlerde, folklordaki yerini Şükrü Elçin ayrıntılarıyla anlatmaktadır.[134]

Dönelim, yukarda sözünü ettiğimiz “beş” rakamına. Bu rakam, nazara karşı her türlü muskada, çeşitli şekillerde bulunmaktadır. Bir kese için de beş bakla tanesi, bir bez parçası üzerine dikilmiş beş tane deniz kabuğu veya kalem kaldırılmadan resmedilmiş beş uçlu yıldız (Resim 62a).

“Ulûm-i gaybiye” ile iştigal etmiş Arap müelliflerinin en önemlilerinden biri olan Ahmed bin Ali el-Bûnî’nin (ölm. 1225), Sırr al-hikam gibi, kehanet ve tefe’üle dair bir kitapla basmala ile esma-i hüsnâ’nın ve ebced harflerinin hassaları hakkında birkaç risalesi vardır. Bunlarda sihirli murabba ve “nûrânî harfler” ile sair tılsımlardan bahseder.[135] A. İnan’ın bildirdiğine göre[136] bu yazarın bir de Şems-ül-maarif-ül-kübra adlı uzun ve dört yüze yakın tılsım şekli içeren bir kitabı daha varmış. Bir “faslında anlatıldığına göre yılın dört mevsimini idare eden dört sahip varmış. Bu sahipler dünyanın dört tarafında bulunurlar… Bu ‘sahip’ ve ‘yardımcı’lara bazen ‘melek’, bazen ‘melik’, bazen de ‘ifrit’ denilmektedir”.

Bu kitaba göre “fâsik düşman”ı öldürmek için Resim 62b’de görülen ve deminkinin aynı olan yıldız resmedilip fazladan, etrafı Arap “dokuz” rakamıyla donatılacaktır. Bu yıldızların Kadirî yıldızının aynı olduğu dikkatimizden kaçıyor mu?

Bizans’ın ticaret yollarının bir kavşağında bulunan ve bu iktisadî önem itibariyle de Osmanlılarca başkent yapılan Edirne’nin, birçok kültürel etkinin bir sentezini barındırmış olması doğaldır. Bu cümleden olmak üzere II. Murat devrinin eseri Muradiye camii naziresinde yerde bulunan bir taş üzerindeki iki tane beş kollu yıldız ve etraflarında on sekizli bir ışın halesinin bir Kadirîyye varlığına işaret olduğunu belirtelim (Resim 63).

Beşli şekil (pentagram) iki türlü olabilir: ya beş köşeli poligon, ya da beş kollu yıldız. Bunun çok sayıda sembolik anlamı varsa da, bunların hepsi “beş” rakamı üzerine müessestir, o rakam gibi eşit olmayanların birleşmesini ifade eder. Pentagramın beş kolu, eril prensibi ifade eden üç ile dişil prensibe tekabül eden ikiyi bir resimli birleşmede ayarlar. Ayrıca, aynı bir topluluk üyelerinin birbirlerini tanıma işareti olmuştur; örneğin Antik çağlarda Pythagorasçıların…

Bunun dışında pentagram evliliği, mutluluğu, sona erdirme, tamamlama’yı ifade eder. Eskiler onu, mükemmellik düşüncesinin bir simgesi olarak telâkki ederlerdi. İlerde, sadece bu kitabın konusuyla ilgili yanlarını irdeleyeceğimiz mason geleneğinde pentagram, ışıldayan yıldız tesmiye edilmiştir.[137] Samî-Yahudi mistikini bilmeden Türk-İslâm dinî inançlarının derinliğine inmeye olanak yoktur. Bu itibarla müşabehetler bize telkin ettikçe, tarihin karanlıklarına dalacağız.

Sümer pantheonundaki tanrı çokluğu, her zaman insanları şaşırtmıştır M. Ö. 2500’lerde rahipler bunları çeşitli işlevlere göre bir mantıkî tasnife tabî tutmuşlar, dua ve ayinlerin takvimine kesin şekil vermişlerdir (Sümerliler, Samî ırktan olmamakla birlikte kısa sürede Akadlarla karışmak suretiyle bu sonuncu ırkın karakterini iktisap etmişlerdir). Böylece ıslah edilmiş mitoloji ve kült uygulaması sistemleri, M.Ö. II. yy.a değin genel kültür temelini oluşturmuş. Ancak bu çağlarda da son bulmamış; X. yy. Bağdat halifeleri, yukarda gördüğü­müz gibi, Harran Sabiîlerini bir “Kitâb sahibi din”e intisaba zorlamalarına rağmen bunlar tarihî paganizmin en eski şeklini yine de muhafazaya devam etmişlerdi. Bu işte de, yalnız kalmamışlardı.

Resim 64’de “verd-i Muhammedî”den çıkan acanthuslarla çok yeni bir tarihe ait olan Resim 65’deki yaprakların sayısının beş olması rastlantı mıdır?…

Beş rakamı taş üstünde kabartma ya da işlemelerde rozas (gülcük)ler halinde bulunur şöyle ki dört yaprak ve bunların birleştikleri orta yerdeki bu yuvarlak beş sayısını tamamlar.

Penta ve hexagram (Mühr-ü Süleyman)a rastlamadık yer yok. Özellikle Samî Asurluların iki bin yıl oturdukları Kayseri (Kültepe-Kaniş)deki kültürel miraslarının ürünü Mühür, oralarda imal edilmiş bakır eşyaların çoğunda merkezî örgeyi oluşturur (Resim 52k), daha başka aşağıda irdeleyeceklerimizin yanı sıra Resim 66, bunun antik çağlara ait bir örneğini veriyor, içinde bir kuşla (horoz?) birlikte. Buna, halen Ayasofya müzesinde bulunan, ortasında Mühür, etrafı radyal çizgilerle süslü, Beylikler Devri’ne ait bir keramik tabakta da rastlıyoruz.[138]

Ve paralar (Resim 67), Mason locası sütunları…

Nazarlık ve vefklerin imalinin “ilmi”ne geldik. Sihir kitaplarında vefk (pantacle) diye, koç derisinden yapılmış bir bakir (ilk kez kullanılmış) parşömen üzerine basılmış ya da, altın ve gümüş gibi değerli bir metal üzerine hakkedilmiş bir sihrî mühre denir. Mührün daireleri arasına üçgenler, kareler, beş ya da altı kollu yıldızlar girer; Kabbalacı karakterde İbranî harfler, Latince sözcükler bu geometrik şekiller arasında yer alır (Resim 68).

Zaman ve mekân içinde çeşitli vefk gelenekleri arasında garip bir birlik görülür. Bu derin uyum, tılsımın (nazarlığın) imalinde kullanılan malzeme ve teknik fiillerde görülür. Teknik fiilin, rituala ilişkin fiil kadar önemli olduğu görülüyor; esasen imal teknik fiili, gelenekseldir.

Kaldı ki sözlü rituslar daima ellerle ilgili bir durumda icra edilirler: Yahudi ile Arap, ellerini yıkamadan Tanrı’yı düşünemezler, katolik de, dua ederken, ellerini birleştirip gözlerini kapar.

Bir sözlü ritus olan büyü daima bir yazılı metinle birlikte bulunur: yazı, büyüyü “tespit eder” ve etkisini sürdürür. Örneğin kem gözü uzaklaştırmak için, yukarda söylediğimiz gibi, kol ileri sürülür; elin ya beş parmağı, ya da sadece ikisi açık olur veya doğruca “fıngo”, yani başparmağın ucunu ikinci ve üçüncü parmaklar arasında tutarak kol uzatılır ki bu sonuncu hareketi özellikle Romalılar, nazara karşı kullanırlardı. Bu hareketin bir phallik kökeni bulunduğunda şüphe yoktur: müvellit unsur, özellikle hayat taşıyıcı uzuv olup sihrî sıvının yansımasının işareti olmak iradesinin destekleyici hareketi olmaktadır. Bu geçici ve görünen hareketin yerini, bir küçük boynuz içine tespit edilmiş bir tılsımlı el, yani sürekli kalan bir nazarlık alacaktır.

Gerçekten boynuz doğurganlık, mümbitlik, bereket simgesi olmanın ötesinde bir kuvvetli büyüden koruyucudur da. Klasik antik çağlardan bize, boynuzla bezenmiş insan ya da hayvan başlı mezar kalmıştır. Roma mimarisinde çok sık rastlanan boğa başı motifinin boynuzlarına atfedilen koruyucu niteliği dolayısıyla kullanılmış olduğu söylenebilir.[139] Siirt’te ve merkez köyü Tillu’da cami ve türbe kapılarında yaban keçisi boynuzlarının bulunduğunu görmüştük.[140] Boyuna minyatür boynuz olarak yaban domuzu dişi[141] asılması, cami minare ve sair kutsal mahal alemlerinin hilâl şeklinde boynuzu temsil etmesi… gibi hususlar daha önce tarafımızdan uzun boylu irdelenmiş bulunduğumuzdan bunları burada tekrarlamıyoruz.

Mezkûr phallik unsura, mezar taşları, hayat ağacı… vesilesiyle döneceğiz.

Bütün tılsım gelenekleri kozmosun etkilerini, yedi gezegene tekabül eden yedi büyük kategoriye uygun olarak sınıflandırmışlardır; burada Ay ile Güneş (iki “ışıklık”) bu bakımdan, “gezegen” olarak telâkki edilmişlerdir. Bu etkilerin “bilimi”, astrolojiyi (ilm-i nücûm) oluşturur.

XVI. yy.ın müneccim Kabbalacısı Robert Fludd, astrolojiyi şöyle tanımlıyor: “Semavî ahengin görünümü ve ay altı öğelerin çalışmasıyla kehanet bilimi. Çeşitli göklerin Unsurlar üzerindeki etkisiyle bu Unsurların, yeryüzü nesneleri üzerindeki etkisini irdeler… Bu itibarla sadece insanlara değil, hayvanlara ve bitkilere de uygulanabilir”.[142]

Astrolojinin Osmanlı Devleti’ne nasıl bir oyun oynadığını tarih kitaplarımız kaydediyor: âsî Kavalalı Mehmet Ali Paşa ordusunun ünlü Moltke’nin danışmanlığını yaptığı Osmanlı ordusunu (II. Mahmut dönemi) Nizip’te nasıl perişan ettiğini okuyoruz. Moltke’nin tavsiyeleri ordu müneccimlerinden hep geri dönmüş…

İşin içine zodiak da karışıyor. Bu “Güneş’in yolu”, bilindiği gibi on iki işaret ya da “hane”ye bölünmüş olmaktan başka ayrıca unsurlara da ayrılıyor:[143] Ateş-Toprak-Hava-Su, yani bizim Bektaşî’nin “Çar anasır”ı: Ahû Dede, kendini bu unsurlardan yoğrulmuş olarak görüyor:

“Nâr ü bâd ü âb ü hâkten halkoldum

Kendi kendim ana rahminde buldum

Devir tamam oldu dünyaya çıktım

Bu ibret nâmesin cihandan aldım. ‘”

Yukarda zikrettiğimiz daha önceki çalışmamızda, gözün kendisinin de nazarlık olarak kullanıldığını söylemiştik. Şimdi bunu Yahudi inançlar dünyasında yerine oturtmaya çalışalım.

İbranî alfabesinin on altıncı “ayn” harfi (arithmolojik değeri 70), “göz”, “kaynak” manasındaki “ayn”ın baş harfi oluyor (Osmanlı beyzadeleri, birbirlerine sevgiyle hitap ettiklerinde, “nûr-u aynım” derlerdi). Mısır hiyeroglifi doğruca bir göz çiziyor, gözbebeği ile birlikte.

Bunun “kaynak”la ilişkisine gelince: “Sod” (sır) sözcüğünün de değeri 70 (60+6+4) oluyor. Bu itibarla ayn harfinin anlamı, “kaynak”ın sırrında, derinliklerin “keşf”inde yatıyor. Bayağı ve bu anın dünyasının görülmesi, İbranîleri ilgilendirmiyor. Bu düzeyde, her şey hiçliktir. “Geçicilik, hiçlik” sözcüğü hebel, harfi harfine “hiçlik”tir. Varoluşçu hiçlik olarak bu sözcük, Kabil (Kain)’in kardeşi Kabil’in adıdır. O ise ki kayin, ayn sözcüğüne çok daha yakındır. Kâbil-Kain, kendi tabiatının, “toprak”ının (rençperdi) derinliğinin Adam’ıdır.

Işığın tamamının görüşüne ancak kendimizin kaynağına inmeyi kabul ederek varabiliriz. Ancak bu koşulda ışık parlar, sadece bu düzeyde göz görür. Göz, tanrısal dünyaya açılmış olur.[144]

Helenistan’da demirci başı ateşin tanrısı topal Hephaistos’tu. Semavî demirci olmadan önce toprağın derinliklerinde çalışıyordu. Yardımcıları, tıpkı Hint’te Shiva’nınki gibi, alınlarının ortasında gören göze sahip dev Kiklopslardı.

Tevrat mitolojisinin ortaya koyduğu ilk demirci Tubal-Kain, Kabil tarafından Âdem’in yedinci kuşak torunu oluyor. 7 sayısı (İbranîce, sheva olup Hindu Shiva’ya çok yakın düşüyor!), devre dönüşümün, bir dirilme için ölümün simgesi oluyor.[145]

Eyub Ayn’ı “kaynak”ını veya “göz”ünü kaynağından üstleniyor; ateşle, artık “taçlı” (Sefirot ağacında Kether) “boynuzlu” baş oluyor.[146]

Görmüş olduğumuz gibi İsrail ulusunun esas duası “Shema İsrail“, “dinle İsrail!” ile başlıyor. O ise ki ilk Shema kelimesi, “Ad”, en mükemmel tanrısal Ad olan Shem kökünden oluşuyor. Son Ayn harfi, 70 değeriyle, Kabbalacı geleneğe göre, 70 katlı tanrısal ad ve Ahad’ın toplamını ifade ediyor.

“Kaynak” ya da “göz” anlamındaki ayn harfi özellikle şunu ifade eder: Ad, ancak varlığın “kaynak”ında anlaşılabilir; veya işitme, Ad’ın “göz”üdür[147]

Mezkûr Kiklops’ların “alın gözü-üçüncü göz” ne oluyordu? Bunu bize belki yine Tevrat anlatacak: “Ve meseline bağlayıp dedi (Allah’ın Ruhu):

“Beor oğlu Balam diyor,

Ve gözü açılmış olan adam diyor;

Allah’ın sözlerini işiten adam,

Düşerek,[148] ve gözleri açık olarak,

Kâdir’in rüyetini gören adam diyor:”  (Sayılar XXIV/3-4).

Bu mitolojik gözün açılması, İnsan’ın tanrısallaşmasına bağlı olduğundan, Tetragram’ın simgesi oluyor. Buna Sinagoglarda, bazı Kiliselerde olduğu gibi, bir eşit kenarlı üçgenin ortasında, tanrısal Ad’ın yerini tutmuş olarak, rastlıyoruz. Bazen, üç kılıçla çevrelenmiş oluyor.[149]

Tetragram’la bu denli iç içe olmuş “göz”ün bir Lilit‘e ve sair kötülük ika eden cinlere “iyi göz”le bakmayacağına göre, bunun işbu habîs “yaratıklar”a karşı bir “silâh” olarak kullanılmış olması akla yakın düşüyor. Nitekim birçok Yahudi inancının “anavatan”ı sayılacak eski Mısır’da göz, içine ışığı renk ve şekilleri alan uzuv olarak, en önemli sembollerden biriydi. Çoğu kez nazarlık olarak görülürdü. Piramit Metinleri’nde, kapı sürgüsünü mühürleyen iki “kem göz” zikrediliyor. Hattâ Mısırlılar gözlerin ışıldayıp parladığının, şimşek gibi çaktığının, ateş saçtığının farkındaydılar ve dolayısıyla bu veçheler, yetki ve ateş simgesinin alâmetleri oluyorlardı. Mısır tanrı ve krallarının külahının simgesi olan yılan (uraeus), güneş-tanrı’nın ateş tüküren gözü olarak görülürdü. Güneş ve ay, tanrı Horus’un gözleriydi: “gözlerini açtığında kâinatı ışıkla doldurur ama bunları kapadığında karanlıklar ortaya çıkar”. Osiris adı “gözün yeri” demektir şöyle ki adı, hiyerogliflerde, bir tahtın üstünde göz temsiliyle yazılır. On sekizinci Sülâle’ye kadar sandukanın sol tarafını bir çift gözle süslemek mutat olmuştu: ölü böylece cennette yolunu bulacaktı. Yeni Krallık’ın sonunda ve Sait Dönemi’nde göze mumya sandıklarında keza göğüs veya ayaklar alanında rastlanıyor; ama bu kez bu, nazarlık anlamında olup müteveffaya ikram edilmiş Horus’un gözlerini temsil ediyor. Ve nihayet göz, kayıkla da özdeşleştirilmiş: “Sağ güzünüz akşam kayığı, sol gözünüz de sabah kayığıdır”.[150]

Gelelim şimdi Arap alfabesinin on sekizinci harfi “ayn”a. Bunun da, İbranî harfinde olduğu gibi, Ebced hesabındaki sayı değeri yetmiştir. Bu harf, “Kuzey Samîlerin icat ettikleri ilk alfabe sistemlerinde küçük bir daire şeklinde gösterilmesinden dolayı, Samî dillerde ‘delik, göz’ anlamına gelen ayn kelimesiyle adlandırılmıştır”.[151]

Bugün dahi Yahudiler, çocukların Barmitzvah töreni sırasında taşıdıkları Shadai adlı vefki kullanmaktadırlar; bu, üzerinde tanrısal ad Shadai‘nin yazılı bulunduğu bir madalyon olup kullanım geleneği çok eskilere dayanır. Bir de bronzdan bir “Tanrı rızası” nazarlığı vardır (Resim 69). Başparmağın ucunda Âdem, mafsalında Hâbil; şahadet parmağında Havva; orta parmakta Kabil; yüzük parmağında Seth; küçük parmakta Nuh; elin kıvrımlarında El (Tanrı) ve ayasında Haya (hayat); halka üzerinde Sâr Tsebâoth (semavî Güç’lerin Kralları), Ensof (lâyetenahi) okunuyor.

Tılsımlı suret, sihrî olarak kullanılan, sarı bronzdan theraphîm’de (Resim 70) daha tamam oluyor. Boynuzların arasında Elohim; gözlerin arasında luz (eğmek? değiştirmek?); her göz üzerinde eb (Baba?); ağzın üzerinde lehem (ekmek); büyük pençe üzerinde El (güç); kaide üzerinde soham (zümrüt?); boynuzların birinde Schur, öbüründe Menes okunuyor.

“Theraphim” sözcüğünün râfâ (sağaltmak)dan geldiği, bunların sağaltıcı Tanrıların temsilleri oldukları sanılıyor. Kimi de bunu Arabî târfâ (sıkıntısızca yaşamak)dan iştikak ettiriyor ki bu takdirde bir nazarlık-fetiş anlamı kazanıyor.

Theraphîm bir kehanet vefki idi. Raşel Yakub’la kaçarken Laban’ın Theraphîm’lerini çalıp beraberce götürmek suretiyle onun kaçakların yerini bulmak olanağını ortadan kaldırmış oluyor. Bu da, Theraphîm’lerin kehanet değerini ortaya koyuyor. İsrail kabileleri “iyi Theraphîm’lere sahip Levilileri birbirlerinden kaçırmaya bakıyorlardı.[152]

İbranî theraphîm’in bu sihrî telakkisi Ortaçağda oldukça yaygındı. Bu çağın Hahamları, harfleri ululamada daha da ileri gitmişlerdi. Sandja Gaon’un (X. yy.a doğru) Jezirah kitabının şerhinde Rabbi Simeon ben Gambiel, hizmetçisi olan bir kadın yaratıyor; sihirle suçlanınca bunun “yaşayan” bir yaratık olmadığını kanıtlıyor. Bu aynı efsane Mazref l’Hochmah eserinde feylosof Salamon İbn Gabriol’a (1021-1070) da yakıştırılıyor.

Kabbalacı geleneğinde, münasip şekilde kullanılan “kelâm”ın etkisi o denli güçlü idi ki, daha önce gördüğümüz gibi, bir yaşayan varlık, bir Golem‘in yapay olarak yaratılması mümkün görülüyordu. Bunun üzerine yeniden yayılmayacağız.

Ünlü İbranî kralı Süleyman’ın adı, sihir uygulamasında fevkalâde bir ün kazanmış olup zaman içinde vefk sihri ve nazarlıklarda en çok kullanılanı olmuştu. Tanrı, bildiğimiz gibi Süleyman’a fevkalâde bir ilim ve hikmet vermişti. Ancak o bunu, Tevrat’ta da az çok görüldüğü gibi, sihrî amaçlara kullanmıştı. Astarte ve Melchom’a taptı: Yeruşalim’in karşısında, biri Chamos, biri de Moloch için olmak üzere iki “yüksek mevki” inşa etti… Bu sonuncuların neye yaradıklarını görmüştük.

Süleyman’ın felsefî ve sihrî ünü çağların arasından geçecekti. XII. yy. sonlarının Bizanslı tarihçisi Chones’li Nicetas, bir Konstantinopolis imparatoriçesinin, cinleri çağırıp onlarla konuşmakta kullandığı bir Biblos Solomonteios‘a sahip olduğunu bildiriyor. Bu Biblos, Batılıların Süleyman’ın köprücük kemikleri veya Faust‘un birinci bölümünde (Barbet sahnesi) Goethe’nin sözünü ettiği Salomonis Schlüssel (Süleyman’ın Anahtarı) türünden bir büyü kitabı olmalıydı. Cinler çok kez Süleyman adıyla tehdit edilirdi: “Süleyman dedi: kendini kolla“. Hastanın sağ koluna bağlanan bir temiz parşömen parçası üzerine X… den çık git, Süleyman senin peşinde” ibaresi yazılırdı:

Ama bazen, Ad’dan fazla olarak Süleyman’ın resmi de kullanılmıştı: o, daima at üstünde, mızrağıyla hastalığı temsil eden bir dişi şeytanı delmektedir. Madalyonun tersinde çoğu kez işaretler bulunur. Aşağıda çok karakteristik üç örnek veriyoruz. (Resim 71).

1)Kyzikos’da (Marmara’da Kapudağ yarımadasında) bulunmuş tılsımlı madalyon yüzde, ayakta, kanatlı melek Araaf ve dört nala kalkmış at üstünde, başı haleli (ağıl) Süleyman dişi şeytanı bir mızrak darbesiyle delip deviriyor. Atın üstünde bir yıldız var; bir yılan, dişi şeytana doğru sürünüyor. Tersinde alın alına Güneş ve Ay’ın büstleri, bunların önünde yanan birer meşale var. Altta, ağzı açık bir aslan, dişi şeytanın üzerinden atlayarak bir büyük göz, Louvre tabletinin Baskanos ophthalmos‘una doğru fırlıyor. Ortada iki büstün arasında, Trisagion (agios, agios, agiosazizazizaziz) ve sayısal değeri, Apocalypse’e göre “hayvanın sayısı” 666 olan RPSSS kısaltması bulunuyor. Çevrede ise, meleklere davetiyeler okunuyor.

2)Küçük Asya’dan gelen tılsımlı madalyon. Yüzde, at üstünde, haleli Süleyman, haç başlı mızrakla devrilmiş bir dişi şeytanı deliyor. Tersinde Pthhonos adıyla kem göz duruyor. Bunu kısa, üç köşeli ve “kurban bıçakları” denen üç bıçak deliyor. Göz ayrıca bir hayvan sürüsünün, ezcümle iki aslan, bir leylek, bir yılan, bir akrebin hücumuna uğramış. Altta, hayvanların “zuhur” etmiş oldukları dişi şeytanın cesedi yatıyor.

Bu bıçaklar, daha neolithik’e dayanan tabuya göre, demirden olmayacaklardır. Samî sünnet uzun süre bir taş bıçak ağzıyla icra edilmişti.

3) Gümüş İbranî nazarlığı. Yüzde Schlomoh hamelek (Kral Süleyman) yazılı; bu, üzerinde suret bulunmayan küçük veft türü oluyor.

Bu madalyon ve koruyucuların şaşırtıcı yanları Hristiyan azizine dönüşmüş, Saint Georges gibi başı haleli süvari, elde haçlı mızraklı olan bu Süleyman’dır. Bu, hiç şüphesiz, bir Hristiyan etkisidir; ama niçin at üstünde? Süleyman’ın çağında krallar, bunlar ister İsrailli, Suriyeli, Asurlu, Mısırlı veya Helen olsunlar, dövüşmek için ata değil, savaş arabasına binerlerdi. Bu düşünce, dolayısıyla, ne pagan, ne Yahudi, ne de Hristiyan oluyor. Buna karşılık Trakya-Anadolulu halklar, koruyucu tanrılarını (Men, Heron, Theos Heros) temsil etmek için süvari tipine özellikle çok düşkün olmuşlardır. Mısırlı ve Suriyeliler, tanrıları at üstünde resmetme fikrini Trakyalı ve Anadolululardan almışlardır (at üstünde Horus’lar bulunmuştur).

Dövüşte Süleyman’a yardım eden Araaf, Arlaf veya Archaf kimdir? Bunda, kral Davud’un ozanlarının başı Assaf’ı görmek mümkündür. Boulanger isminde bir XVIII. yy. yazarı şunları söylüyor: “Toplamak, devşirmek manasındaki bu Asaph adı, keza toplayan devşiren demek olan Joseph (Yusuf) adının kökü oluyor; böylece İsrail kralının veziri bu Asaph, Mısır kralının veziri Joseph’in bir çift istimalinden başka bir şey değildir. Joseph bu sonuncu kralın kurtarıcısı olmuştur. Öyle sanıyoruz ki Ahd-ı Atik’in yazarları bu ilişkiyi hiç değilse belli belirsiz fark etmişler; şöyle ki bu Asaph‘ın oğullarından birini Joseph tesmiye etmişler”.[153]

***


[1] Bkz. Burhan Oğuz. – op. cit. I, s. 829-32, 834, 844-5.

[2] Alexandre Handjéri. – Dictionnaire Français-Arabe-Persan et turc, Moscou 1840.

[3] C.A. Bernouilli. – Theologie und Wissenschaft, Basel 1933, A. Bertholet. – Religion, in ESS’te zikredilmiştir.

[4] Günay Tümer – Atalar kültü, in Yeni İA.

[5] Bkz. B. Oğuz – op. cit. II/1, passim.

[6] La Kabbale, s. 168.

[7] Dictionnaire des symboles, mad “Schekina”.

[8] G. Scholem. – op. cit.

[9] ibd., s. 170-3.

[10] Mahomed Arkoun – Jacques Le Goff et all.- op. cit., s. 129.

[11] G. Scholem. – Magen David, in EJ.

[12] Jean Marquès-Rivière. – Amulettes, talismans et pantacles, Paris 1972, s. 9-10.

[13] ibd., s. 49-50.

[14] ibd., s. 110.

[15] J. E. Cirlot. – A dictionary of symbols, London 1976, mad. “Seal of Solomon”.

[16] Bkz. Dictionnaire des religions, mad. “Hermetisme”.

[17] Dictionnaire des symboles, mad. “Sceau de Salomon”.

[18] Edward Westermarck. – Survivances païennes dans la civilisation Mohamétane, Paris 1935, s. 58.

[19] İ. Kayabalı – C. Arslanoğlu. – Osmanlılarda ordu, kuruluşu, silâhları ve gelişmeler, in Türk Kültürü 130-131-132. Ağ-Eyl-Ekim 1973, s.1100.

[20] Hilmi Dulkadir. – Kars’ın kurtuluşunu anlatan tarihî bir Kars kilimi, in ‘Kültür ve Sanat 3, 1989 (T. İş Bankası yay.).

[21] Mâry Boyce. – Zoroastrians, Their religions beliefs and practices, London 1979, s. 98-9, 111, 158.

[22] Bir hastada görülen hastalık belirtilerinin, aynı belirtileri sağlam bir insanda meydana getirebilecek ilâçlar (benzerlik kanunu) vererek tedavisi usulü.

[23] Jean Marquès – Rivière. – op. cit., s. 64-5.

[24] Yani efsun veya sihir amacıyla meydana getirilmiş şekil ve yazılardan oluşan, boyna asılan veya kapıya çakılan hamail, mezuzah.

[25] J. Marquès. Rivière. – op. cit., s. 5, P. Masson-Oursel’in önsözünden.

[26] G. de Givry. – Le musèe des sorciers, mages et alchimistes, Paris 1929. Zikreden J. Marquès Rivière, op. cit., s. 7.

[27] İA ve EI, sırasıyla mad. “Cin” ve “Djinn”

[28] E.Westermarck. – op. cit., s. 24.

[29] S.H. Hooke. – The origins of early semitic ritual, London 1938. Önsöz’den, s. VII-X.

[30] Bkz. B. Oğuz. – op. cit., C.II/1, s. 707 ve dev.

[31] J. Marquès – Rivière. – op. cit., s. 17-9.

[32] ibd., s. 19-10.

[33] İbranîce Negeb, Yehuda’nın Güney kısmı (Necef).

[34] Ö. R. Doğrul. – Tanrı Buyruğu I, s. 248, infra 61.

[35] Yukarda zikrettiğimiz cenne kökü.

[36] Şeyh Bedreddin. – Varidat, Çev. C. Yener, İst. 1970, s. 63.

[37] ibd., s. 90 infra.

[38] ibd., s. 101-2.

[39] İA ve EI.

[40] J. Walker. – Süleyman b. Davud, in İA.

[41] Henri Limet. – Demonologie (Religion sumérienne et accadienne, in Dictionnaire des religions.

[42] Sonradan “Tişri”ye dönüşecek olan “Teşrin”.

[43] S. H. Hooke. – op. cit., s. 1-3.

[44] ibd., s. 5-9.

[45] ibd., s. 28-9.

[46] EJ.mad. “Kasher”.

[47] S.H. Hooke. – op. cit., s. 31-2.

[48] ibd., s. 39.

[49] ibd., s. 56.

[50] Allah’ın evi” demek olup “beyt” sözcüğü, Arapça üzerinden Osmanlıcaya aynen “ev, konut” olarak geçmiştir: “Beyt-el” karşılığı Beytullah; Beyt-i mukaddes = Kâbe …  Beytülmamur, yedinci kat gökte cennet-i Firdevs’te bir köşk olup Âdem peygamberle, yeryüzüne, Kâbe bulunan mevkie indirilmiş, Tufan’dan sonra yine Cennet’teki yerine alınmış (M. N. Özön).

[51] Öşür. Döneceğiz konuya.

[52] Jules Labarbe. – Bétyle, in Dictionnaire des religions.

[53] René Lebrun. – Bétyle (chez les Hittites), in ibd. Tarafımızdan belirtildi.

[54] “Kâbe civarında birtakım dikili taşlar vardı ki putlar için adanan kurbanlar onlar üzerinde kesilirdi. Bu hayvanların kanları taşların üzerine serpilir ve etleri taşların üzerine konurdu”. (Ö. R. Doğrul’un izahı).

[55] “Cahiliyet devrinde bir insan yola çıkmak, evlenmek veya başka mühim bir iş yapmak istediği zaman bu kısmet ve kumar oklarını atardı. Okların bir tarafında işin yapılması, bir tarafında yapılmaması hakkında yazılar vardı. Bir tarafı da boştu. Ok atıldığı zaman boş tarafı çıkarsa tekrar ok atılırdı” (Ö. R. Doğrul’un izahı).

[56] Martin Lings. – op. cit., s. 4.

[57] Alfred Guillamme. – Islam, s. 8-9.

[58] W. Montgomery Watt. – Muhammad at Mecca, s. 23-4.

[59] II/87.

[60] Bütün eski Helen sitelerinin (su dışında) mermer yataklarının yakınında kurulmasına koşut olarak bütün neolithik yerleşme merkezleri çakmak taşı yataklarının civarında kurulmuştu.

[61] Jean Marquès – Rivière – op. cit., s. 254 ve infra 4.

[62] Jean-Paul Roux. – Les traditions des nomades de la Turquie méridionale, Paris 1970, s. 153-4, 175, 192.

[63] Henri Basset – Kerkûr, in İA ve EI (Karkür).

[64] I. Velikowsky. – Worlds in collision, Bucks 1978, s. 147.

[65] Hikmet Tanyu. – Türklerde taşla ilgili inançlar, Ank. 1968, s. 145-6.

[66] Dictionaire des symboles, mad “cercle”.

[67] Tevrat’ın en eski geleneği. Bunda Tanrı genellikle Yahve tesmiye edilir, öbür gelenek de Elohist olup bunda Tanrı elohim olarak geçer (M. Ö. VIII. yy.).

[68] Madeleine Petit – La lune en Canaan et Israel, in Coll. – La lune, mythes et rites (ed. du Seuil), Paris 1962, s. 131-148.

[69] Maxime Rodinson – La lune chez les Arabes et dans l’Islam, in La lune, mythes et rites, s. 153 – 73

[70] Burhan Oğuz, – op. cit., II/1, s.749.

[71] Mircea Eliade. – Traité d’histoire des religions, s. 143 ve dev.

[72] Ali Rıza Yalman (Yalkın). – Cenupta Türkmen oymakları I, Ank. 1977, s. 134.

[73] Bkz. B. Oğuz. – op. cit., s. 901 ve dev.

[74] Âmil Çelebioğlu. – Ay, in YİA.

[75] ibd.

[76] ibd., Tevriye, birkaç anlamı olan bir kelimeyi en uzak anlamında kullanmak olup cinas dahi söyleniş veya anlamca birbirine benzeyen iki kelimenin her iki tarafa ihtimali olacak şekilde beraberce kullanılmasıdır.

[77] EB, mad. “Sabian”.

[78] B. Carra de Vaux. – Sâbiîler, in İA.

[79] T. H. Weir. – Harran, in İA.

[80] Bu hususta bkz. B. Oğuz. – op. cit. I, s. 125-6.

[81] Maurice Lambert. – La lune chez les sumériens, in La lune, mythes et rites, s. 73-90.

[82] H.J.W. Drijvers. – Cults and beliefs at Edessa, Leiden 1980, s.110, 157.

[83] Ayrıntılar için bkz. B. Oğuz. – op. cit. II/1, s.908-12

[84] Maurice Gaudefroy – Demombynes. – op. cit., s. 42

[85] lgnaz Goldziher. – Müslim studies I, s. 224-8.

[86] Françoise Dunand. – Le culte d’Isis dans le bassin oriental de la Méditerranée I, Leiden 1973, s. 38-9.

[87] ibd., s. 123.

[88] Hikmet Tanyu. – Ankara ve çevresinde adak ve adak yerleri, Ank. 1967, s. 209-210.

[89] EB, mad. “vow”.

[90] Bkz. B. Oğuz. – op. cit. II/1, s. 373-384.

[91] E.R. Leach. – Magical hair, in Journal of the Royal Anthropological Institute, 88, 1958, s.147-164. Zikreden Gustav Jehoda. – The Psychology of superstition, Middlesex 1969, s. 63.

[92] A. de Souzenelle. – Le symbolisme, s. 403:4.

[93] A. de Souzenelle. – La lettre, s. 28.

[94] Roland Goetschel – Samson Messie chez R. Sadok ha – Kohen, in Mélanges André Neber, s.397-402

[95] Bir çeşit sümbül.

[96] EB, mad. “Henna”.

[97] G. S. Colin. – Hınnâ, in EI.

[98] A.S.Tritton.-Hınâta, in EI.

[99] E.Westermarck. – op. cit., s. 16.

[100] ibd, s. 138.

[101] Dictionnaire des symboles, mad. “Ba’al-Belit”.

[102] Tarafımızdan belirtildi.

[103] Amasya tarihi II, s. 461-2.

[104] Manfred Lurker. – op. cit., s. 34.

[105] ibd., s. 100.

[106] E. Westermark. – op. cit., s. 29.

[107] Bkz. B. Oğuz. – op. cit. II/1, s. 722-771.

[108] Max I. Dimont. – op. cit., s. 268 ve infra.

[109] Talmud, Berakhoth 55a.

[110] Burası tarafımızdan belirtildi.

[111] Maurice Vieyra. – Le sorcien Hittite, in Coll. – Le monde du sorcier, s. 111.

[112] Georges Vajda. – İsrael et le Judaïsme, in ibd., s. 142-4.

[113] Toufy Fahd. – Le monde du sorcier en Islam, in ibd,, s. 196, infra 66.

[114] D. Kaya. – Sivas’ta çeşitli inanışlar, in SF 28, Mayıs 1975, s. 14.

[115] K. Seligmann. – Das Weltreich der Magie. 5000 Jahre Geheime Kunst, Stuttgart 1958, s. 154.

[116] E. Westermarck. – op. cit., s. 23.

[117] Üzerinde Mühr’ün hakkedilmiş bulunduğu yüzük.

[118] J. Walker- – Süleyman b. Dâvûd, in İA.

[119] İA’nin “evlât” tâbirine karşılık A. Schimmel bunlara “oğul” diyor ki bu takdirde evlât sayısının bunun en az iki katı mertebesinde olması gerekir. Bkz. Annemarie Schimmel. – Mystical dimensions of Islam, The University of North Carolina Press, 1975, s. 248.

[120] Sabattino Moscati. – L’Orient avant les Grecs, Paris 1963, s. 35.

[121] ibd, s. 81.

[122] ibd., s. 90.

[123] Toufy Fahd. – Le monde da sorcier en Islam, s. 179-80.

[124] ibd., s. 181.

[125] Sahih-i Buharî muhtasarı Tecrîd-i Sarih tercemesi. C. XII, Ank. 1973, s. 90.

[126] E.Westermarck. – op. cit, s. 39-41.

[127] C. Arslanoğlu. – Osmanlılarda ordu kuruluşu, silâhları ve gelişmeler, in Türk Kültürü 131, Eylül 1973, s. 1104.

[128] Malik Aksel. – Halk resimlerinde minareler, in TFA 237, Nisan 1969, s. 5255-6.

[129] Manfred Lurker. – The Gods and Symbols of Ancient Egypte, Thames and Hudson 1980, s. 57.

[130] A. de Souzenelle. – Le symbolisme du corps humain, s. 310.

[131] Dictionnaire des symboles, mad. “sel”.

[132] S. Koca. – Türklerde tuz ve ekmek hakkı, in Millî Kültür 7, Tem. 1977, s. 60-1.

[133] Dictionnaire des symboles.

[134] Şükrü Elçin. – Tuz-ekmek hakkı deyimi üzerine, in Reşit Rahmeti Arat için, Ank. 1966.

[135] B. Carra de Vaux.- Bûnî in İA.

[136] Abdülkadir İnan. – Eski Türk dini tarihi, İst. 1976.

[137] Dictionnaire des symboles, mad. “Pentagramme”.

[138] M. Paker. – Anadolu Beylikler Devri keramik sanatı, in Sanat Tarihi Yıllığı 1964-5, İst. 1965, s. 155 ve dev.

[139] Jean Marqués. Riviére . – Amulettes, s. 233-4.

[140] Bkz. B. Oğuz. – op. cit.. I, fot. 42.

[141] ibd, II/I, fot. 254.

[142] Jean Marqués-Riviére. – op. cit., s. 239.

[143] ibd.

[144] A. de Souzenelle. – La lettre, s. 143-4.

[145] A.de Souzenelle. – Le symbolisme, s. 245-6.

[146] ibd., s. 284.

[147] ibd., s. 351.

[148] Secde ederek.

[149] A. de Souzenelle. – op. cit., s. 392.

[150] Manfred Lurker. – op. cit., s. 48-9.

[151] Hulûsi Kılıç. – Ayn, in YİA.

[152] Jean Marqués-Rivére- op. cit s. 28-9.

[153] Jean Merques-Riviere. – op. cit., s. 52-64.