Haçlı seferlerinin öyküsünü kısaca vermiştik.[1] Bu kez sadece konumuzla ilgili yanını irdeleyeceğiz.
“…Bize defalarca, Avrupa feodal sistemiyle ayniyet halinde hiçbir sistemin bulunmadığı öğretildi; belli bir dönemde Avrupa’nın içtimaî ve siyasî yapısı, Batı Avrupa’nın az çok her yerinde bulunan, kiminde daha belirgin, farklı nüanslarda, zaman ve mekân içinde değişen karakteristikleri ortaya koymuştu… ‘Feodalizm’ tabirinin ihtiyatla kullanılmasına rağmen kaidenin bir istisnası vardır: Doğu’da Haçlılar tarafından kurulmuş devletler… Yakın Doğu’da Latin yerleşmelerinin feodal sistemi basitçe tertemiz feodalizm olarak kalmıştı…”[2]
Gerçekten, Normandiya düklerinin İngiltere’ye yerleşmeleriyle çok dikkate değer bir hukuk göçü olgusuna temas edilmiş olunuyor: Fethedilmiş bir toprağa Fransız feodal kurumlarının taşınması. Aynı yüzyıl içinde bu olay üç kez vaki oluyor: Manş’ın ötesinde, 1066’dan sonra. Güney İtalya’da, 1030’lardan itibaren bir asır boyunca süren serüven sonucunda Sicilya krallığı. Ve nihayet Suriye’de, 1099’dan itibaren Haçlılar tarafından kurulan devletler. Bunlar gerçek ithal feodalizmleri olmuşlardı. Bu sonuncu devletler bir nevi “bakir” topraklar (terra raza) üzerine oturtulmuşlardı: Buralarda, uzaktan yakından vassal’lığa benzer hiçbir şey mevcut olmamıştı.[3]
Krallık, birinci Haçlı seferinin baronlarının, şövalyelerinin, asillerinin eseriydi. Soyluların istedikleri, bir feodal Cennet, soylu sınıfın, bir monarşinin umut ve hatıralarına kayıtsız bir idealinin gerçekleşmesiydi.
Sistem, tüm siyasî örgüt içinde mütecanis görünümdeydi. Bir yandan kraliyet iktidarının zaafı, öbür yandan da, Âlî Divan’ın tepesinden ülkeyi ve onun kaderini idare eden aristokrasinin her şeye kadir varlığı, birbirlerini dengelemekteydi. Kraliyet gücünün en hassas göstergesi olan kaza hakkı, tamamen soyluların elinde bulunuyordu. Özerk prensliklerde kralın fermanları geçersiz kalıyordu. Örgütlenme çerçevesinin tümü, devletin bütün hizmetleri, feodalleştirilmişti. Vassal’lık ilişkileri[4] idarî mekanizmanın çalışmasını sağlıyor, feodal yasa, Frank ahalinin yüksek Sınıfının ittihadını perçinliyordu.
En üst Fransız aristokrasisinden hiç kimsenin, birkaç istisna dışında, I. Haçlı seferinden sonra Latin Krallığı’nda kalmadığı bilinir. Sağ kalan soylu takımı Avrupa’ya dönecekti. Bu itibarla Haçlı asil sınıfı Avrupa sosyal elitine ait değildi: Adeta karanlık kökenli kişiler birkaç kuşak içinde sosyal merdivenin tepesine tırmanmayı başaracaklardı; bunlar Hristiyanlığın sınırlarına yerleşmişlerdi ve Avrupa prens aileleri ve hattâ Bizans’ın imparatorluk sülâlesiyle evlenmeler vaki olmuştu. Bunlar Hristiyan imanının bekçileri addedilip başlarında bir şan halesi taşıyorlardı. Haçlı soyluluğu, Kutsal Topraklar’ın ürünü olmuştu.[5]
Edessa (Urfa) kontluğunda Lorraine ve Trablusşam’ınkinde de Güney Fransa etkileri görülürse de tâbiiyet bağları, Antakya’daki kadar bir prenslik damgasıyla damgalanmamıştı. Kudüs krallığında, Batı kökenli halk çok daha karışıktı. Flamanlar, Lorraine’liler, Orta ve Güney Fransalılar, İtalyanlar, Catalanlar, Almanlar XII. yy.da dirsek dirseğe bulunuyorlardı.
Batılıların yerli halka, inanç ve âdetleri, yaşam tarzları açısından gösterdikleri tolerans ve yasaların ve yerel kurumların kişiliğinin korunması, politik gereklere uygun düşüyordu. Bu davranışlar aslında Latin’lerin idarî deneysizliklerine, şaşkınlıklarına, kuşkularına tercüman oluyordu. Yakınlaşma denemeleri, uzlaşmalar, kaynaşmaya kadar varmamıştı.
Batılılar, mahallî şeflerin, büyük toprak ağaları ya da iktâ sahiplerinin yerlerinden edilmelerinden sonra kendilerine ferağ edilmiş köylere vekiller tayin etmişlerdi. Kentlerde oturan ya da hisarlarına çekilmiş olup kendilerinden öncekiler gibi ürünle orantılı vergilerle yükümlü tasarruflara geniş yer vermişlerdi; bunlara nakdî vergilerle çok hafif angaryalar da ekleniyordu. XI. yy. savaşlarından beri kırsal kesim nüfusu çok azalmıştı. Toprağını işlemeye zamanı ancak yetiyordu. Toprağa bağlı ve serfliğe yakın köylüler üzerine yeni efendiler yetkelerini yaydılar: Kaza hakkı, banalité’ler, misafirlik hakkı, tekâlif vs. …Genel olarak zorlamalar ağırlaşmamış gibiydi ve senyörler Devlet veya yerel şeflerin yerini almışlardı. İşgalin Latin veçhesi, kırsal yaşamın altüst olmasından çok, şahıs ve lügatçe değişmesi şeklinde belirmişti.
Gerçek yenilik “feodal sistem”‘in ihdası olmuştu. Özerk prenslikler, köy senyörlükleri (ağalıkları) ve Devlet’in, topraklarından ayırdığı ve hizmetler karşılığında verdiği iktâ’lara rağmen böyle bir sistem bundan önce Filistin’de hiçbir zaman mevcut olmamıştı. Bu, Avrupalı adamlarla, rejime iltihak eden az sayıda yerliye taalluk ediyordu. Haçlı Seferi sırasında büyük senyörlerle tabileri arasında vassal’lık ilişkileri devam etmişti; buna karşılık yoldaşlık bağları, muhariplerle bu seferde tanışmış şefler arasında düğümlenmişti. Bizans İmparatoru Alexis Comnène, hommage yoluyla, Sefer idarecilerini ağına düşürmeye çalışmıştı. Kendi ülkelerinde kesinlikle izin vermediği böyle bir uygulamadan XI. yy.ın son çeyreğinden itibaren, Latinleri kendine bağlamak için faydalanıyordu. Godefroy de Bouillon, Etienne de Blois, Bohémond… gibi ünlü Sefer şeflerini “evlât” edinmişti; bunlar şahıslarına vassal’lık yemini etmişlerdi. Böylece Batı âdetleriyle Bizans uygulamaları mezcoluyordu. Bununla birlikte Alexis, Kudüs’ü bir İmparatorluk fief’i yapmamıştı. Godefroy, krallığı, Bohémond da prensliği için Papa’nın murahhası Kardinal Daimbert’e “arz-ı ubudiyet”te (hommage) bulunmuşlar, böylece de Roma Kilisesi’nin âlî yetkesini tanımışlardı.
Bir daimî askerî gücün tesisi ve Batılı göçünü teşvik etmek gerekiyordu. Seçilmesinden sonra Godefroy de Bouillon, doğruca iaşe ve ibate ettiği şövalyeleri evine çağırmıştı; kendi toprağı yeterince geniş olmadığından bunlara çarşı, kent ve limanların gelirlerini, fief olarak ferağ etmişti. Fetih tamamlanamadığından ve ele geçeni de şefler aralarında pay etmiş olduklarından hem toprak yetersiz kalmış, hem de irat fief’i senyöre vassal’ları üzerinde, toprak fief’ine göre, daha sıkı bir denetim olanağını sağlıyordu.
Gerçekten liman ve pazarların gelirlerinden, vergi, gümrük resmi ve kraliyet tekellerinden kral, şövalyelerine toprak yerine para ya da gelir fief’i dağıtarak bunların hizmetlerini denetleyebiliyordu. Başkentin zenginlikleri sayesinde çok sayıda “besant[6] fief’leri” tesis edip bunlardan askerî hizmetler talep edebiliyordu. Bir şövalyenin hizmetini sağlayan ortalama “besant fief”, yılda takriben 400-500 besant değerinde oluyordu.
Böylece de Haçlılar feodal sisteminin en karakteristik veçhesine temas etmiş oluyoruz: Feodal-vassal ilişkilerinin binası toprak yerine para üzerine oturuyordu.
Sitenin senyörünün hizmetinde, vassal şövalyeler dışında bir de “çavuş”lar (sergeant) bulunuyordu ki bunların hizmetleri kısmen askerî, kısmen de idarî oluyordu (burada hemen akla Osmanlı idaresinin, kentlerdeki “çavuş”ları geliyor). Hatta vikont, kilercibaşı ve ordu papazının da çavuşluk fief’i sahibi oldukları sanılır. Besant fief’i sahiplerine belli bir paranın yanı sıra bir miktar da tarımsal ürün (buğday, yulaf, sebze, bitkisel yağ, hayvanlar için yem) veriliyordu.[7]
Gerçekten savaş, Latin Doğu’nun tüm varlığı süresince her an sınırsız şekilde dövüşmeye hazır daimî birliklerin beslenmesini zorunlu kılıyordu. Bunda yerlilerin büyük ölçüde kullanılması emniyetli görülmediğinden mevcutların Frank kökenli olması gerekliydi. Bu nedenle iş baştan sıkı tutulacaktı. Fief’ini, kralın izni olmadan bir yıldan fazla terk eden kişi, işbu fief’inden ediliyordu. Hizmetin süresi ve uzaklığı bakımından hiçbir sınır tanınmayacaktı. Sadece Kıbrıs’ta, XIII. yy.da, vassal’lar ada dışında dört yıldan fazla hizmet görmeyi reddedeceklerdir.
Harp talihinin ters dönmesi Frank arazisinin azalmasıyla sonuçlanmıştı; kral, askerî birlik mevcutlarının bu nedenle azalmasına razı olamazdı; bu itibarla vassal’larının kayıplarını kendi öz kaynaklarından telâfi etmesi gerekecekti. Ama bu kez de vassal’lığın tabiatında bir değişme vaki olacaktı. Zira bu tavizleri başka toprak fief’i şeklinde vermenin imkânsızlığı karşısında, henüz o tarihlerde Batı’da bilinmeyen bir yönteme başvurulmuştu: özellikle ticarî ve kentsel mahallî gelirler üzerinden, fief olarak basit malî tahsisler yapılıyordu. Bir yandan ülkede belli bir sosyo-ekonomik yapı düzeyi, öbür yandan da gelişmekte olan genel Akdeniz ticaretinin kısmen Latin Doğu limanlarında hitam bulması keyfiyeti olmadan, buna imkân bulunamayacağı aşikârdı. Bu irat-fief, son tahlilde paralı askerlerin aldıklarına benzer bir maaşın feodal takdimi oluyordu. Ve bir anlamda da bu, zapt edilmesi güç toprak fief’ine nazaran vassal’ı daha çok Prens’in keyif ve iradetine tâbi kılıyordu. Ama uygulamada, aksine, bir anti-monarşik gelişime götürecekti, bu irat-fief; şöyle ki daha baştan beri ülkenin sosyo-ekonomik dokusu itibariyle doğmuş bir eğilim tezayüt edecekti: Soyluların, toprakları üzerinde değil de kentlerde oturma eğilimi; bittabi şövalyeler için başlarda bir tercihten ibaret olan bu meyil sonradan, kırsal kesimde oturulabilir mülkleri az çok hiçe indiren arazi kayıpları nedeniyle bir zaruret halini alacaktı. Kent içindeki hareketlerde de şövalyelerin oynayacakları rolleri olacaktı…
Bununla birlikle, bu irat-fief hiçbir zaman gerekli asker mevcudunu sağlamaya yetmeyecekti. Harp halinin bir başka sonucu da Askerî Tarikat’ların teşekkülü olacaktı. Haçlı ideolojisi ruhban sınıfına bir politik rol yükleyebilir idiyse de bu sınıf bunda çok ileri gitmemişti. Ancak Doğu’da yürütülen savaşın bu ideolojinin gereği olan kutsal tabiatı, yine savaş için, bir manastır yeminiyle, adam toplama olanağını verecekti. İşin, bu kutsal karakteri olmasaydı bu insanlar bu iki şeyi, yani dinî yaşamla savaşı, mütezat olarak göreceklerdi. Politik açıdan bu Askerî Tarikatlar monarşi karşısında özerk güçler halinde gelişeceklerdir: Müminlerin cömertliğinin kendi lehlerine seferber edilmiş olması, bunların gerçek gücünü teşkil edecekti; o ise ki daha önce bu sahavet Kudüs monarşisinin kasasına yönlendirilmişti. Böylece de millî olma vasfını da aşan çok büyük, karşılarında Kudüs monarşisinin aciz kaldığı ve yaşamak için yardımlarına muhtaç olduğu örgenlikler ortaya çıkacaktı.
Ama Latin Doğu’da sadece monarşi ve sivil ve ruhban sınıfı feodaller yoktu. Bunların yanında burjuvalar veya burjuva olacak köylüler de vardı. Batı, Doğu’nun kent uygarlığına sahip değildi. Müslüman ve Bizanslı Doğu, merkezileşmiş idarî âdetleri arasında, burjuvaların tebaanın tümünden tefriki hususundan bihaberdi; her ne kadar tarım bir temel kaynak olarak duruyorduysa da, sınaat (hirfet) ve ticaret, birçok orta dereceli ve birkaç çok büyük kentte kalabalık bir kitleyi geçindiriyordu ve ekonomiye, Batı’nın Birinci Haçlı Seferi sırasında çok uzağında bulunduğu bir ticarî mahiyet kazandırıyordu.
İrat-fief kavramı, beraberinde hizmet değer tarifesi kavramını da sürükleyecekti. Özellikle Kıbrıs’ta Lusignan’lar sülâlesinin tesisi sırasında bunlar adaya gelip yerleşmek isteyenlere çağrıda bulunarak her tür lehdara, şövalyelere, çavuşlara… tahsis edilecek fief gelirinin değeri hakkında kesin bilgi veriliyordu. Adanın arz ettiği göreceli emniyet karşılığında burada kestirilmiş olan değerler Suriye-Filistin ortalamasının biraz altında kalıyordu. Her ne kadar bunda bir Doğu etkisi saptanmışsa da Bizans’ta “askerî mülk” her zaman için kesin bir malî tarifi haiz olmuştu. İslâm ülkelerinde de iktâ, prensibinde, hiç değilse ikinci şekliyle, vergiye tâbi değer olarak bir takdiri beraberinde getiriyordu.[8] Döneceğiz konuya, üzerinde yeterince eğlenmek üzere.
Müteakip otuz yıl içinde Baudouin I ve Baudouin II, feodalitenin âlî tertibini, ezcümle hizmetlerin temel birimleri haline gelmiş kontluk, baronluk, şato sahipliği, şövalye fief’lerini, belki de Antakya prensliğinin etkisi altında, tesis etmişlerdi. Bu birimler toprak ve menkul varlıklarını genişletiyor, fevkalâde hâsılat ve istisnaî rüsumu tahsil ediyor, Haçlı şefler tarafından fethedilmiş krallık parçaları üzerine hükümranlıklarını yayıp günü gününe yaratılmış tâbiiyet ağlarını biraz nizama sokma çabasını gösteriyorlardı. Sınırların genişlemesiyle artan topraklar üzerinde “mutasarrıflıklar” tayy ediyorlardı.
Aynı zamanda, vassal’lıkla fief, devrin Fransız prensliklerinde uygulanan yöntemlere göre tasrih ediliyordu, gördüğümüz bazı küçük senaryo farklarıyla.
Bu rejim, doğruca Batı âdetlerinin bir mekân değiştirmesi olmayıp muhatarada bulunan bir toplumun damgasını yemişti. Bu toplumun en emin sığınağı, kent surları dışında, muhafazası vassal’lara tevdi edilmiş ve Batınınkinden üstün bir hisar sanatının ifadesi olan bu müstahkem yapılardı.
Fief rejimine gelince bu, vassal’a âmir görevlerin ifasına imkân vermek üzere krallığın çabalarını yansıtır. Baudouin II’den sonra feodal toplum, Batı’dan gelenler ve toprak ihaleleriyle pekiştirilmiş olarak, yüksek soylular kastının amaçlarına yardım eden imtiyazlar koparacaktı.
Latinler, fetihlerinin bir uzantısı, sonra da bir sığınma yeri olarak Kıbrıs adasını bulmuşlardı. Burasını ilk olarak 1191’de Arslan Yürekli Richard işgal etmişti. Bu sonuncusu onu Templier askerî tarikatına terk etmiş, o da adayı, Kudüs’ün eski kralı, Guy de Lusignan’a devretmişti. Bu sülâle 1472’ye kadar, ada Osmanlının eline geçene kadar sürmüş ve XIII. yy. boyunca birçok kez Akkâ’da hükümran olmuştu. Bu krallığın soylularından kişiler adaya yerleşmiş, burada Bizanslı mal sahipleri ve Kilise’den koparılmış mülkler üzerinde fief’ler elde etmişlerdi. Suriye ve Filistin’de olduğu gibi, Frank sultası Kıbrıs’ta da yerel kurum ve idarecileri muhafaza etmişti.[9]
* *
Köyün ekilebilir arazisi, ekonomik birim olarak kabul edilmekle birlikle aslında idarî ve vergiyle ilgili, birim olan carrucae[10] ya da charruée ile ölçülürdü. Daha az kullanılan aratrum (Latince saban) da, tıpkı bunlar gibi, bir saban ve bir çift öküzle bir günde sürülebilen araziyi ifade eder. Suriye ve Filistin’de bunun Arap karşılığı feddan olmaktadır ki Aramî kökenli sözlük akr’lık bir alanı ifade ediyor. Eski feddan’ın 59,3 ar; feddân-ı Mısrî’nin 41,1 ar gelmesi,[11] eskiden Fransa’da bir akr’ın 50 ar (1 ar = 100 m2), İngiliz akr’ının da 40 ar’a eşit olmasıyla izah edilebilir (İngilizlerin Mısır’ı işgali). Ayrıca, bu ölçünün çeşitli yerlerde değişik alanları ifade etmesi, arazinin tabiatının, sürülebilme kolaylığının değişkenliği ile de izah edilebilir. Bu konuları “ölçü teknikleri” cildimizde derinlemesine irdeleyeceğiz.
Yine Haçlıların kullandıkları ölçüler arasında, feddân’ın Grek muadili olması melhuz carrucata graeca’yı buluyoruz ki bu ad Haçlı ve Memlûklardan sonra da kendini devam ettirip Osmanlılarda feddân-ı rûmî, yani Bizans, feddânı olarak yeniden ortaya çıkmıştı.[12] Öbür yandan carruca-carrucha’nın Roma’ya imparatorluk döneminde ithal edilmiş bir nevi araba olması (İtalyanca carrozza,-Fransızca carrosse, İngilizce carriage)[13] işbu feddan-ı Rûmî’nin belli bir süre içinde bir arabanın dolanabileceği alan olarak tarifini akla getiriyor. Devam edelim.
Bu kez charruée’nin bir müşterek mülk mü, yoksa bir özel tasarruf mu olduğu sorunu çıkıyor ortaya. Bu konuda Cl. Cahen, yine J. Prawer’in The Latin kingdom in Jerusalem, European colonialism in ihe Middle Ages (London 1972) adlı kitabı için yazdığı tanıtma – eleştiri yazısında[14] “…‘Hür Charruée’nin vergiden bağışık bir toprağı ifade ettiğini sanmıyorum; bu, köylerin bir büyük bölümünde kaide olan, bugünkü mushâ’a sisteminde olduğu gibi, müşterek işletme birleşiğinden ayrılmış bir mülk olmalıdır…” diyor.
Filistin köyleri XX. yy.da, söylendiğine göre “pek kadîm” kurumları muhafaza etmiştir. Bunlardan biri mushâ’a, yani köy arazisi içinde ekilebilir toprağın köylü aileleri arasında belli zaman aralıklarıyla yeniden tevzie tâbi tutulan müşterek mülktü. Bu dağıtım, bir geleneksel feddân sayısı esasına göre yapılıyordu.
Bu kurum ne denli eskidir? Bunu kesin olarak yanıtlamak henüz mümkün olmamış olmakla birlikte Cl. Cahen, fief’e verilmiş carrucae’lerin yerinin kesin olarak belirtilmediğine işaret ederek bunun, hiç değilse bazı durumlarda, belli bir toprak parseli tevcihi değil, zaman zaman dağıtılan gayri muayyen toprak miktarı olması ihtimalini hatıra getirebileceğini söylüyor.[15]
* *
Yine bölgeden ayrılmamak kaydıyla bütün bunların Osmanlı müesseseleriyle olan ilişkilerinden kısaca söz edelim. “…Bilindiği üzere Osmanlı idaresi, yerleşmesi sırasında, sadece mukaddem rejimlerin, istisnalar ve terminoloji değiştirmeleri dışında, yeniden oturtulması olan taşra kanunnameleri vazetmiştir…”[16]
“Suriye’nin bazı köylerinde, sahiplerine, ölçmeden ve bölmeden, biraz Mısır’ın kiralanan topraklarındaki gibi, alınan sabit bir meblâğ karşılığında iltizama verilmiş mafsul köyler vardır. Mafsul’ın kökeni olan fasal sözcüğü bütün Suriye’de bir Frank sözcüğü (=vassal)…dür.”[17]
“Osmanlı kanunnamesi bir iki mülâhazayı gerektiriyor. O, genel olarak öngörüldüğü gibi, Memlûk rejimini devam ettiriyor ve tımarlının mukta’ın yerini alması, kendisine tümden ya da kısmen tahmil edilmiş verginin yapısını değiştirmez. Burada meraka değer bir husus, bu kanunnamede, sabit bir tarifeye göre nakden ödenen, yani kasın/mukasama olmayan vergiyi ifade etmek için dîmûs kelimesinin yeniden ortaya çıkması keyfiyetidir. Kelime, kamu vergisini ifade eden eski Bizans démosion’undan başkası değildir. Bununla önceki yüzyılların hiçbir resmî Arap metninde karşılaşılmıyor ama bu, Haçlı Seferleri döneminin bir Arap metninde görülüyor. O halde bu, resmî lügatçenin yanı başında, şimdi Osmanlı idaresinin kabul edip kullandığı bir halk geleneğinin devamıdır. Kanunname aynı şekilde rûmî feddân’la rûmî zeytinliklerin varlığına da riayet ediyor, bu çağda tabir gereğinde “Osmanlı” ya da “Anadolulu” anlamında alınabilirse de İslâm öncesi zamanlardan tevarüs edilmiş rejim ve birimlerin müteferrik devamı olduğunu kabul etmek daha gerçeğe uygun düşer…”[18]
“Osmanlı idaresinde, İslâm dünyasına yabancı bir terminolojinin varlığı gerçekten fetihten öncesine ait müesseselerin teşhisini kolaylaştırıyordu. Böylece Osmanlı maden kanununun Saxon menşeli olduğu ve Sırp kanunu tarafından Osmanlılara intikal ettirilmiş olduğu ispatlandı. Knez, primikür, komornige, gönder, ratay, baştına gibi sözcükler Balkan kurumlarının devamına aynı şekilde tanıklık ediyorlar…”[19]
“En az şüpheyi uyandıran bir varsayım, ‘baştina’ tesmiye edilen şeklin temessülü ve bunun Osmanlı feodal[20] iktidarına intibakınınkidir. Böyle bir temessül, sabit, vergi muafiyetini haiz ve özel yükümlülükler karşılığında halkın belli bir kategorisine, voynuk[21]’lara, martolos[22]’lara, doğancı’lara, Sırp prensleri knez[23]’lere verilen bir toprak bütünlüğünü meydana getirme ihtiyacı nedeniyle mümkün olmuştur. Bir kısmının Osmanlı ordusunun yardımcı birliklerini itmam eden halkın bu özel kategorisinin, özellikle XV ve XVI. yy.larda Osmanlı feodal sistemi içinde kazandığı durum ve önem vergiden muaf bir toprak parçası karşılığında bunların hizmetlerinin sağlanması gereği, Türk feodal sistemi kadrosunda baştina tesmiye edilen kurumun kabulünü izah eder. Öbür taraftan, bir türünün reaya çiftlik’ine eş şahsî bir kırsal kesim mülkü teşkil eden baştina, Osmanlı malî politikası bakımından çok elverişli görünmüştür…”[24]
Gerçekten birçok kanunun ve bu arada Osmanlıların işletilmesinde kısmen acemi oldukları maden konularındakiler, fethedilmiş yerlerin eski kanunlarından aynen tercüme edilmiş oldukları saptanıyor.[25] Bu konulara ilerde ayrıntılarıyla değineceğiz.[26]
“Bilhassa bir kısım Türk ve İslâm devletlerinden zabt ve ilhak edilmiş olan ülkelerden büyük bir kısmında bazen eski kanunların hiç değiştirilmeden aynen ve eski isimleriyle muhafaza ve tatbik edilmiş olduğu görülmektedir. Bu hususta misal olarak muhtelif memleketlere ait çeşitli Hasan padişah (Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan Bey) kanunları, Mısır Sultanı Kayıtbay’a… ait kanunları zikredebiliriz.”[27]
Osmanlı idaresinin işbu eklektik ve oportünist tutumunu kaydedip biraz da Memlûklar Mısır’ında kısa bir gezinti yapalım ve yürümeden önce bir koşutluğa işaret edelim.
Suriye ve Filistin’de Haçlı Latin devletlerinin feodal yapısında topraktan çok paralı fief’lerin önde geldiğini ve şövalyelere bunun dışında çeşitli erzakın da muntazaman dağıtıldığını görmüştük. Aynı XIII. yy.da, aşağıda irdeleyeceğimiz Saltanat memlûklarına, hizmetlerine karşılık bir aylık para (câmakiyya), giysi (kisve) satın almaları için bir yıllık meblâğ, muntazam aynî tahsisler (ravâtib) – her gün et, Kurban Bayramı’nda (Îd el-Nahır) önce koyun, çadır bezi (hâm), savaş durumunda bir fevkalâde nakdî ihsan (nafaka), cülus bahşişi veriliyordu.[28]
Her ne kadar Latin şövalye ile Saltanat memlûkları aynı şeyler değillerse de, o dönemlerde hizmet karşılığında her ikisine de mukannen para verilmesindeki benzerlik bir rastlantı mıdır? Bu ülkeler arasındaki, hayli eskilere (M.Ö. III. bin) dayanan çok faal ticarî ve kültürel ilişkilere göz atıldığında benzerliğin bir noktada doğal olabileceği düşünülür. Gemiyle iki günde alınan Pelusion (Nil deltasının Doğu ucunda bir kent adını “çamurlu”dan almış). Gazze deniz yolu muntazam bir trafiğe sahne olmuş, deve kervanları çölü iki yönde sürekli olarak kat etmişlerdir. Karşılıklı neler mi taşınmamış?: Bira, buğday, balık, keten, soda karbonat (natron), tıbbî malzeme (çeşitli hayvan, otlardan yapılan ilâçlar, zehirler), sepet, halat, çömlek, yakacak olarak katran, bitum, deri, gom arabî, şarap, nebatî yağ, balsam… Deniz endüstri ve taşımacılığı kısmen İskenderiye Yahudilerinin kontrolünde olup bunlar anavatanlarıyla iyi ilişkilerini sürdürüyorlardı. Aynı bir ailenin çeşitli efradının İskenderiye, Pelusion, Gazze ve belki de daha Kuzey’de Caesarae (Palestinae-Carmel Dağı’nın Güney’inde, şimdi Kayseriyye adıyla anılan bir kıyı kenti), Akkâ vs.nin çeşitli merkez bürolarında İdarî görev almış olmaları melhuzdur.[29] Her ne kadar Tanrı Beni İsrael’e Mısır’a dönmeyi men etmişse[30] de ticaret bahis konusu olunca işler değişir…
* *
IV.Haçlı Seferi’nin ertesinde İstanbul Latin İmp.nun ekonomik kuruluş saiklerini irdeledik. Bu kuruluş bizim tâbiiyet bağlarımıza Balkan ülkelerinde ve Ege Denizi’nde ağlarını örme imkânlarını yaratmıştı: İstanbul’daki Venedikliler, hommage arz ederek kendilerini Latin imparatoruna teslim etmişlerdi.
Ağın gözleri hep aynı ölçülerde sıkışık değildi zira ne yerel toplumlar, ne de galipler aynı beşerî münasebet kavramına sahipti. 1204 bölüşmesinden sonra Venedikliler Arnavutluk, Epir, Makedonya ve Trakya, Boğazlar kıyılarında, Mora’nın Güney’inde liman ve destek noktalarını işgal edip Ege Denizi’nde adalara takılmışlardı. Ticaret ve deniz nakliyatının cazibesiyle kıyılara yerleşmişler, art ülkeyi ihmal etmişlerdi. Bundan Girit bir istisna teşkil ediyordu. Burada Venedik kökenli kolonlar Devlet toprakları almışlar, kayıtların feudatarii dedikleri, Bizans askerî mülklerine yakın bir statüye sahip olmuşlardı. Buna karşılık da, hommage zorunluluğu olmadan, yıllık bir vergi ve anavatana askerî yardımla yükümlü olmuşlardı.
Tâbiiyet ağlarının yayılması özellikle Latin İmparatoru’nun payını düşen ya da onu senyörleri ya da hükümdarları olarak tanımış olan Haçlı şeflerinin toprakları üzerinde, Selanik krallığı, Mora prensliği, Atina dukalığı…nda vaki olmuştu. İstanbul’un ele geçirilmesini müteakip uzun yıllar süresince büyük güçlüklerle fethedilmiş ülkelerde Haçlılar birçok engelle karşılaşıyorlardı, ezcümle eski efendilere, pronoiai sahiplerine sadakat, siyasî yapı, dil, din…
Bununla birlikle tâbiiyet kademelerine giden yol da bir yandan açılıyordu: Bizans Devleti’nin zayıflaması, özerk Argolis (Peloponez’in Kuzeydoğu’sunda vilâyet) ve Mora prenslikleri, ekonomik ve sosyal örgütlenme. Küçük hür mülkiyetin ipkası ve özerk köylü topluluklarının varlığına rağmen büyük mülkler kırsal yaşamın esas çerçevesini teşkil ediyordu. Sahiplerinin bir takım vergiyle ilgili ve idarî muafiyetlerden faydalandığı eski mülklerin yanı sıra pronoiai’ler vardı ki bunlar, Devlet mülkünden ayrılıp aristokrasi mensuplarına ömür boyu ya da sınırlı süreli olarak idaresi bırakılmış toprak imtiyazlarıydı. Doğal olarak, bunu ele geçirenler onu irsî hale sokmak için her çabayı sarf ederlerdi; bunun dışında, onları idare eden, vergileri ödeyen ve din adamlarının gereksinmelerini karşılayan soylu ya da rahiplere bırakılmış Kilise mülkleri, charistikia’lar vardı.
Latin Örfü ile Bizanslılarınki arasında bir terminoloji yakınlaşması vaki oluyor. Pronoia, “fief’e; charistikion, kilise “beneficium”una teşbih ediliyor. Yeni idareye iltihak etmiş büyük mülk sahibi Grek, “gentilhomme- gentleman” olmuş; hür mutasarrıf “franc homme”; parek (paroikoi) – Parèque, yani kul statüsünde ve Devlet ya da özel kişi toprağını işleyen adam da “vilain” ya da “serf’ diye nitelendirilmiş. Ayrıca “hassa” mülklerinin, ayda dört güne kadar parek’leri seferber eden angaryalar üzerine dayanan örgütlenmesinde de bir yakınlaşma görülmüş. Basileus ve memurlarının yok olmalarından[31] beri tam çökme halinde bulunan kamu yetkeleri yerine kendi özel yetkelerini yerleştirmiş bulunan yeni efendiler, hisarlar içinde ikamet edip eskisinden çok daha sıkı bir rejim ihdas etmişlerdi. Arazi vergisi, cizye, mükellefiyetler, ayrıca yargıçlık da eden, keyfi “haraç”lar alan, banalité’leri koruyup bunları artıran senyörlerin cebine akar olmuş.
Haçlılar, bunların ahfadıyla galiplere iltihak etmiş birkaç Grek ve Bulgar şefinin lehine işleyen feodalitenin teessüsü, rejimin garip yanıydı. Ama bu feodalite tam değildi zira daha fethedilecek topraklar vardı ve Küçük Asya’da, Epir’de, Tessalya’da… işgal edilmemiş çok daha yer kalmıştı. Bu itibarla bu rejim de aynı şekilde, önceden uzun boylu teemmül edilmeden yerleştirilmişti. Yeni imparator ve danışmanları, Bizans Devlet ve Kilise’sinden ya da İznik veya Epir’e göç etmiş Bizanslı mülk sahiplerinden alınmış toprakları taksim etmek için eski kadastro ve toprak vergi defterlerine dayanmışlar; bunun dışında, Yunanistan’a kadar at koşturduktan sonra Haçlı şefleri yerleşiverdiler. Baronlukların vüsatı, prensip itibariyle, bunların sahiplerinin orduya getirecekleri adam sayısıyla orantılı olmuştu. Bu adamlar, şövalye fief’inin başlıca birimini teşkil ettiği topraklar üzerine yerleştirildiler, imparatorluğun savunması, gereğinde, şövalyelerin bütün yıl boyunca hizmetini gerektirip komşu araziler üzerinde cevelanlar bunları Haziran’dan Eylül sonuna kadar hareket halinde tuttuğundan, el değiştirmeler ve miraslara rağmen, yine de bazı fief’ler kurtulmuştu. Hommage ve nasb ritusları, vassal’lık hak ve görevleri, vavasseur’lükler… Batı âdetlerinin tekrarıydılar.
Yunanistan’ın bir kısmıyla bazı Venedik kesimleri hariç tutulursa, Latin sultası kısa süreli olmuş, imparatorluk otoritesi zayıf kalmıştı. Latin imparatoru Basileus’tan sadece sarayını, biraz gösterişini, bürokrasi usullerini ve parlak unvanları almıştı. Bir hükümdardan çok bir senyöre benziyordu.
Bu feodal örgütlenme, beraberinde bütün günahlarını da taşımıştı. İmparator hiçbir zaman kendisine tâbi olanların tümüne kendini kabul ettirememişti. Fransız, Alman, Venedikli ve Papa’lık mümessillerinin çıkar çatışmaları; müstevliye karşı Bizanslı halkların düşmanlığı; bu müstevlinin büyük Grek mülk sahiplerini feodaliteye dâhil etme eğiliminde olmaması ve mülkü büyük ölçüde elinden alınmış Orthodox Kilisesi’ni okşamaması, baronlarca toprakların genişletilmesinin önlenmesini ve gerekli zaman içinde askeri birliklerin seferber edilmelerini engelliyordu.
Boğaziçi kıyılarıyla Balkanlar’a yerleşen “Yeni Fransa”nın kısa politik tarihini tekrarlamayacağız. Bu öykü Selanik krallığında 1224, esas İmparatorlukta da 1261’de bitmişti. Bizans’ın geri dönüşü, kalmış son izleri de silip süpürdü.
Gerçekten feodal-vassal’lık rejimi bu geri dönüşün ertesine çıkmadı. Bizans müesseseleri eski yerlerine yerleştiler. Bir buçuk asır sonra İmparatorluk Türklerin eline, Carolingien’lerinkiyle kıyaslanabilecek bir tedenniye uğramadan geçecekti.[32]
[1] Bkz. C. I, s. 129-133.
[2] Joshua Prawer.- Crusader institutions, Oxford 1980, s. 3.
[3] M. Bloch.- La société féodale I, s. 289-90.
[4] M.Bloch’un aksine Prawer bu ilişkinin varlığından söz ediyor, s. 4-5.
[5] J. Prawer.- op. cit., s. 6-7.
[6] Besant, Latince Bizans parası manasında olan byzantium’dan müştak olup bu devletin bir altın parasıydı. Asıl adı hyperpère olup
XII. yy. Fransa’sınca kullanılıyordu.
[7] J. Prawer.- op. cit., s. 154-5.
[8] Cl. Cahen.-La féodalité et les institutions politiques de l’Orient Latin, in Cl. Cahen – Turcobyzantina et Oriens Christianus, Variorum
Reprints, London 1974, s. G/167-185.
[9] R. Boutruche.- op. cit. II, s. 342-53.
[10] Latince dört tekerlekli araba manasına olup Fransızca “ön takımları haiz saban” karşılığı “charrue”, bu sözcükten türemiştir.
[11] Cl. Huart.- Feddân, in İA.
[12] J. Prawer.- op. cit., s. 157.
[13] Rich, mad. “carruca”.
[14] JESHO XIX/1, Febr. 1976, s. 107.
[15] J. Prawer.- op. cit., s. 187-9.
[16] Cl. Cahen.- Aperçu sur les impôts du sol en Syrie au Moyen Agè, in JESHO XVIII/3, oct. 1975, s. 234.
[17] ibd., s. 238.
[18] ibd., s. 239.
[19] Irène Beldiceanu- Steinherr.- Fiscalité et Formes de possession de la terre arable dans l’Anatolie préottomane, in JESHO XIX/3, sept.
1976, s. 236-7.
[20] Bu Bulgar uzman (B. Cvetkova) da, Sovyet meslektaşları gibi Osmanlı -“feodalizmi”ne takılmış görünüyor.
[21] Bunlar için bkz. B. Oğuz, C. I, s. 107, 191.
[22] Bunlar için bkz. B. Oğuz, C. I, s. 107, 191.
[23] Bunlar için bkz. B. Oğuz, C. I, s. 107, 191.
[24] Bistra Cvetkova.- Influence exercée par certaines institutions de Byzance et des Balkans au Moyen Age sur le système feodal Ottoman, in
Byzantinobulgarica I, Sofia 1962, s. 243-4.
[25] Nicoara Beldiceanu.- Les actes des premiers Sultans conservés dans les manuscrits Turcs de Bibliothéque Nationale à Paris, II,
Réglements miniers 1390-1512, Paris 1964, s. 54 ve dev.
[26] “Metalürji ve sair hirfetler” cildinde.
[27] Ömer Lütfi Barkan.- XV ve XVI. asırda Osmanlı İmparatorluğu’nda ziraî ekonominin hukukî ve malî esasları, I. Kanunlar, İst. 1943,
[28] A. N. Poliak.- Feudalism in Egypt, Syria, Palestine and the Lebanon 1250-1900, Philadelphia 1977, s. 4. Bu uzman da “feodalism”
sözcüğünden kendini kurtaramamış.
[29] Daniel Sperber.- Objects of trade between Palestine and Egypt in Roman times, in JESHO XIX/2, May 1976.
[30] Deutéronome 17/16-17.
[31] Bunlar İznik’e çekilmişlerdi.
[32] R.Boutruche.- op. cit. II, s. 342-58.