İstanbul, 24 Eylül 1977
Özellikle, Cumhuriyet’ten sonra, bir kültür değişmesi bahis konusu olmuş ve olmakta devam ediyor. Daha Tanzimat’tan itibaren bir “Batılaşma” sorunu yaşanmış. Yani, Doğu, Osmanlı kültüründen Rönesans’ı ve Aydınlanma Çağı’nı yaşamış Avrupa’nınkine geçilecekti. Bu, ancak hangi koşulların elvermesi halinde gerçekleşebilirdi?
Beni çok ilgilendirmiş bu konudaki düşüncelerimi 1977 yılında kâğıda dökmüştüm. Ancak, bir gazete makalesini çok aşan bir hacme vardığında 1980’de Cumhuriyetle, kısaltılmış olarak yayınlandı. Aşağıda önce eski çalışmamı, sonra da gazetede çıkanı veriyorum.
“Kültür”, genel olarak “insan gereksinmelerinin karşılanması için doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak çalışan eşya ve aletlerle âdet ve bedenî ya da fikrî alışkanlıkların tümü” olarak tanımlanmakta olup ayrıca bunların örgütlenmesinden ibarettir. Başka bir deyimle kültür, insanların, tecrübelerini tertipleyip yorumlamak için zihinlerde tuttukları kavram ve modellerdir. Bütün değerler kültürün ve sosyal örgütlenmenin bir işlevi veya ürünü olup toplumun ilgilerini yansıtır. Değer değişmesi, yöneltilen ilgi miktarının değişmesi demektir. Sosyal değişmeler zamanla bazı değerlerin anlamlarını kaybetmelerine yol açar. O ise ki kültürel değerler, doğal yaratıcı karakteri itibariyle insanın siyasal, estetik ve ahlâkî gereksemesini karşılar.
Kültürel değişmeler çoğu kez “muhaliflere, “gayrı memnun”lara ya da “kırgın’lara bağlanır. Şia’nın tarihi, bu görüşü destekler niteliktedir. Osmanlı devlet kuruluşu ise, buna karşılık, “değişmez denge” varsayımına örnek olarak gösteriliyor: birey burada devlet içinde erimiş, bağımsız hareketine izin verilmeyen bir unsur oluyor. Yüzyıllar boyunca da bu dengeyi hiçbir güç bozamıyor, esas “Osmanlı” olarak bilinen ortodoks idare mekanizmasına karşı Anadolu halkının devamlı kaynaşması bile, halkın, içgüdüsü ile geliştirip devam ettirdiği kültürü, resmî Osmanlı kültürünün bir antitezi olarak kalmaya devam ediyor.
Türkiye’nin sosyo-kültürel sisteminde ana eğilimin değişme olduğunu Cumhuriyet döneminin bazı girişimleri ispatlamıştır: genel olarak iddia edilenin aksine her türlü dinsel taassuptan uzak olan kitle, yenilik-evrim yönünde değişmeye ve yeni koşullara uymaya ne kadar yatkın olduğunu göstermiştir.
Yeni bir kültür benimsenmesi ihtilâfsız ve mücadelesiz olmaz. Bireyin kişiliği hüsran ve gerginliğin ortaya çıkmasına neden olur. Evrimsel değişme esas itibariyle bir ekolojik meseleye cevap verecek hal çaresi ile yola çıkar, bunu yeni ayarlamalar izler.
Her sosyal sistem devamlı olarak değişmeye tabidir zira çevre daimi değişme halinde bulunduğundan elde edilebilen denge nadiren kısmî olmaktan ileri gider. Yerine konmayan olanaklar üzerine oturmuş bir sistem devamlı değişme zorunluluğu ile karşı karşıyadır. Er geç ya çökecek, ya da zorla değişik bir olanak temeline geçecektir. Örneğin tarımsal toplumlar çoğu kez toprağı işledikleri yöntemlerle sürekli olarak onu zayıflatırlar; sonunda bu toprak, sistemi, kurulu olduğu şekliyle, artık taşıyamaz olur.
Özellikle Tanzimat’tan bu yana kapalı bir sisteme geçmiş olan Türk toplumu, devletin iyice zayıflaması sonucunda ortaya açıkça çıkan feodal kuvvetler tarafından tamamen durağan bir hale getirilmiştir. Böylece de Ortaçağ tekniklerinin devamı kaçınılmaz olmuştur.
Sosyal sistemlerin evrimi ve insanın doğa ile ilişkilerini kapsayan temel problemler konusunda özellikle bir hususun belirtilmesi gereklidir: bir sistemin kendini tekrar ederek devam ettirmesi, sistem içinde çelişkilerin bulunmamasına bağlı olmayıp bu (aslında var olan) çelişkileri tanzim eden ve bunların birliğini geçici bir süre için devam ettiren bir mekanizmanın varlığı ile izah edilir.
Bugün tarihinin en büyük bunalımını yaşamakta olan insanlık kültürel ürünlerinin kıskacına yakalanmış olarak sosyal, ırkî ve siyasal anlaşmazlıklara bağlı ve her gün artan kaygılarla inanç ve itimadını yitirmiş görünmektedir. Hayatın boş olduğu hissi, amaçsızlık ve anlayış görmeme, bireyi hüsrana götürüp anti sosyal davranışlara itmektedir. Bu davranışlar, bireyin toplum içindeki rolünü temelden yanlış idrak etmesinin sonucudur.
Tutucu, gelenekçi bir toplumda heyecan enerjisi, aile efradı, arkadaşlar, içinde gözün açıldığı geleneksel topluluğun üyeleri, bu topluluk içinde beslenmiş ihtiraslara yönelmiş olup bazı hallerde, belli sosyal merdivenlerden çıkmaya zorlar. Aynı şekilde ahlâkî telakkilerin, sosyal âdetlerin ve alışılagelinmiş oyunların duygusal değeri hâlâ çok büyüktür.
Ancak, toplumun yapısında bir genel değişme bir kez kendini gösterirse birçok kişi sosyal ve politik ihtirasını, ahlâkî ideallerini ve hatta eğlence alışkanlıklarını dahi kaybeder. Bunun sonucu olarak da yeni maksatlar için kullanılabilecek bir yer değiştirmiş ruhsal enerji miktarı boş kalır.
Yeni bir ülkünün yaratılması ancak yeni neslin duygusal bağlarını gevşettiği bir ortamda ve idareci sınıfın, yeniden kurmayı tasarladığı sosyal nizama sadakatle bağlayabileceğini kestirdiği yeni coşkunluklar yaratması halinde mümkündür. Ruhsal ve sosyal kararsızlık dönemlerinde libido (cinsel ya da yaşama iradesi gibi esas içgüdüler) “takılması” genellikle bu gibi süreçlerle hâsıl olur. Yeni gerçeklerin yaratılması da böyle olur.
Heyecan sadece müesseselerin yok olduğu zamanlarda gereklidir. Eski bir âdetin yerine yenisini koymak, heyecana gerek gösterir. Bu noktada heyecanın bir sosyal işlevi var demektir. Bu itibarla herhangi bir dinin ya da büyük coşku ile yüklü herhangi bir sosyal hareketin önderi, hareketinin heyecan içeriğini korumak istiyorsa müesseseleşmeye karşı durmalıdır. Zira müesseseler ve bunların dayanağı olan rasyonel doktrinler yeni “iman”ın şevkini kırma eğilimindedir. Aşağıda tahlilini yapacağımız önder kişi için fırsat, toplum nizamının bozulma hali ile yeni davranış normlarının kurulmasının gerektiği durumlardır. Başı dönmüş kitleler, yeni çözümlerin peşine düşmüş halde, önderin uzattığı yeni davranış değer ve kalıplanın benimsemeye hazırlanmıştır. Ama herkes kendi “huyuna suyuna” göre bir önder seçecektir.
Bu “kökünden sökülme” ve “başka yere dikilme”nin sosyolojik anlamı çok büyük olup bunun ilk ve en basit örneği bireyin aile içi anlaşmazlıklarını kamu işlerine taşımakla kişiliğindeki gelişmeyi açığa çıkarmasıdır. Bunun bir sonucu olarak da çocuğun ana ve özellikle babaya karşı duyduğu hayranlık ve sadakat duyguları sonradan devlet otoritesini temsil eden kişilere ve vatan kavramına yönelir. Diğer taraftan ana baba, ya da bunlardan birine karşı duyulan ve bilinçaltına itilmiş nefret, kapitalistlere ya da otorite sahibi sair kişilere dönebilir. Lasswell’in belirttiği gibi, artık kralını sevemeyeceği hissine kapılmış bir yetişkin kişi “insanlığı” sevebileceğini duyabilir. “Tanrı”yı sevemez ama “millet”i sevebilir. Veya memleketini sevemez hale gelip bunun yerine sınıf ya da partisini bir sevgi ve derin saygı haline sokabilir.
Psikolojiyi devreye sokmadan politik tahlil yapmanın uygunsuzluğu kendiliğinden beliriyor. Psikoloji bu konularda gerekli (fakat yetersiz) bir şarttır. Bunun üzerinde biraz duracağız.
Freud’un öğretisine göre bastırılmış şiddetli istek, şiddetli enerji, bilinçaltımızda “çalışmaya” devam eder. Bunu bastırmaktan amaç, toplumun ahlâkî standardına ters düşen güdüleri bilinç dışı tutmaktan ibarettir.
Bu bastırma sürecinde intibaksızlıkların bir takım patolojik belirtilerinin görüldüğü bir gerçektir. Fakat buna benzer intibaksızlıklar toplumun daha normal gibi görünen yaşayışında, örneğin bazı gençlerin kahramana tapması ya da herhangi bir sportif gösteride kabalığın heyecanlı davranışlarında da kendini belirtir. Militanlık mertebesine varmış bir aşırı fazilet gösterisi, çoğu kez, cinsel meselelerle ilişki kurma gizli emellerinin bir ifadesinden başka bir şey değildir. Cinsel konulara karşı şiddetli tavır takınanlar (meselâ çıplak heykelleri bir ahlâkî mesele haline getirenler) dikkatleri kendi gizli arzularından çevirip böylece bunların baskılarını kuvvetlendirmek amacını güderler.
Tabii, bu kişilerin ilerdeki politik tercihleri, kendilerine bu psikolojik olanakları tanıyacak sistemlere yönelik olacaktır, zırvayı (absurd’u) akla uydurmaya uğraşanlar gibi. Bu sonuncular, dünyayı evrende merkez kabul edip güneş ve sair gezegenlerin bunun etrafında döndüğünü kabul eden kozmogonik sistemleri geçerli sayan, dolayısıyla bilime tümden ters düşen kişiler olmanın yanı sıra bu inançlarını bugünün koşulları içinde rasyonelleştirmeye çalışmak gafletinde bulunan kişilerdir.
Sembollerin politik hayattaki rolü çok büyüktür. Topluca ele alınan semboller kişisel intibaksızlıkların çözümlenmesine yardımcı olur. Bayrak, hilâfet, proletarya, CIA gibi politik semboller, yer değiştirmiş kişisel hissî tepkiler (reaksiyonlar) için bir hedef olarak ele alınır.
Rasyonelleştirmek, ihtilâflardan kaçmanın bir başka yoludur. Yağ çalarken yakalanan imam bunu cami kandilleri için yaptığını söyler ve jandarma onbaşısı kadar kendini de buna inandırmaya çalışır: burada ahlâkî standartlarla davranış şekli arasında bir çelişki vardır ve bu çelişkinin üstesinden, davranışı akla yakın gösterme çabasıyla gelmeye çalışılır.
“Asil” ve “adi” meslekleri birbirlerinden ayırt etme keyfiyetine sosyal tarihte her zaman rastlanır: babaerkil toplumlarda muharebe ve avcılık etmenin asil karakteri daima vurgulanmıştır. Tarım işleri ise genellikle köle ve kadınlar tarafından yürütülmekte olduğundan bu işler aşağılanmıştır. Buradan da işin sosyal olarak değerlendirilmesinin bu işin topluluğa yararı ile ilişkisi bulunmadığı anlaşılıyor. Buna karşılık bu değerlendirme toplumun politik strüktürüne ve bazı işlerin idareci sınıfın tekelinde bulunup bazılarının da idare edilenlere gördürüldüğü keyfiyetine bağlanıyor. Küçük zanaatçı ve el işçisi tarafından yapılan işler kölelerin yaptıklarına çok benzediğinden eski Grek site devletlerinde yüksek itibar görmezdi. El işlerinin hem bedeni, hem de ruhu bozduğu kabul edilmişti. Hatta mensuplarının önceleri köle tabakasından gelmiş olması ve meslekleri el işçiliğini gerektirmesi bakımından birçok yüzyıl süresince heykeltıraş ve mimarın yaptığı işler dahi aşağılanmıştır. Buna karşılık şair, ilk başlarda falcı ya da kâhinlerden gelmiş olması nedeniyle büyük itibar görürdü. Fakat demokratik devirlerde bir karşı ideal gelişti: sosyal bakımdan bütün işlerin asaleti ideali. Atina’da artık el işçisi aileden gelmiş olmak ayıp sayılmaz oldu ve bunlar arasında Cleon ve Demosthenes gibi önemli kişiler de çıktı.
Bugün hâlâ işler arasında asil ve asil olmayan diye ayırımın yapıldığı bir devir yaşamamızın elbette bir anlamı vardır: Hitler’in ifadesine göre “doğanın aristokratik prensipleri”, hayatta bir takım “acı gerçekler”in varlığına götürüyor. Bir halk deyimi bu “katı gerçek”i alaylı bir şekilde şöyle dile getiriyor: “eşekler çalışır, insanlar yer!”… Namus ve iffetlerin korunmasına büyük itina gösterilmesi gereğidir. Kanunlar kadınların etkilerini sistemli şekilde zayıflatmak, bunu yapabilmek için onları çok sınırlı bir eğitime tabi tutmalı ya da hiç okutmamak…
Otoriter rejime bağlılık bir baba-tanrı’ya tapma keyfiyeti ile sıkı birlik halinde olup kadın aleyhtarlığı cinsel meselelerde ilke ve çok sınırlayıcı tutumla belirgindir.
Matrist tip ise mülkten çok, refah kavramı üzerinde önemle durur. Hayatının esas amacı görev yapmak değil, zevk ve sefa olup saadete büyük değer verir. Kadınların eşitliğini, ıstırabı azaltmayı, insanların kurumlaşmalarını önleyici nizamları kaldırmayı amaçlayan sosyal hareketlere katılır. Diğerlerinden çok sosyal yenilikler getirme eğilimindedir. Zira patrist, herhangi bir değişmenin daha önceki babalar neslinin bir eleştirisi olduğu kanısındadır. Bununla birlikte matrist, geniş kapsamlı ve faydalı bir değişmenin sorumluluğunu çoğu kez yüklenmez: kendi “keyf’inin, kendi benliğinin tatmininin o derece peşine düşmüştür ki toplumun refahı için gerekli sosyal değişmelere kendini adamaktan aciz kalır. Toplum bir denge haline geldiğinden ancak büyük değişmeler, küçük bir vurgu ile vaki olur.
Hemen ekleyelim ki matrism-patrism eğilimleri tamamen kutuplaşmış uçlardır. Büyük çoğunluk ortada bulunur. Ama biz şimdilik bu eğilimleri temsil eden kişiler; bunun yanı sıra da hareketin tarih içindeki evrimi; 18-19. yüzyıllarının İngiliz Puritan hareketinde tüccar orta sınıfın davranış ve standartlarının nasıl idareci sınıf tarafından kabul edildiği konuları ile meşgulüz. Zira bütün bunlar Puritan’ın “günah” kavramı üzerine düğümlenmiş sabit fikre, onun ölümle uğraşısı, çok sıkı ahlâkî normları ve çok dar çerçeve içine sokulmuş ihtiras ve iradesiyle ilgilidir ve biz de, tarihin bu evrimini, biraz geç olmakla beraber, kendimize özgü şekilde yaşamaktayız.
İngiltere’nin o devrimlerinde melankoli ve intihar olayları çok yaygın durumdaydı. Tipik şizofreni ve din manisi gibi “sığınılacak” hastalıklar bir yana bırakılacak olursa intihardan kaçmanın etkili bir yolu olarak kendi kişisel “kurtuluş”larını sağlayacak “ihtida”ya yönelmişti, “uyanmış, gözü açılmış” kişiler.
Sayın Mümtaz Soysal’ın “Tanzimatzede” diye nitelediği bizimkileri ise sosyal kademelerde tam yerine oturtmak gerekiyor, haklarında herhangi bir görüş ileri sürmeden önce: geniş halk kitleleri daima taassuptan uzak kalmış, metafizik oyunlara hep omuz silkmiş, gerçekçilikten hiç ayrılmamıştır. Onlar için “amel”, bir alışkanlıktan başka bir şey değildir. Bunların karşısında ise onları daima sömüren, kalıplaşmış “ortodoks” dinsel düşünce sistemine sıkı sıkıya yapışmış kasaba vardır ki “Tanzimatzede”ler buradan çıkar. Atatürk devrimlerinin geliştirdiği ortamda “ihtida” gereğini duyanlar bunlardır. Diğerlerinde ise bu iş başka yönlerde gelişmektedir ki bunu da aşağıda göreceğiz.
Kasabanın gelişmekte olan küçük burjuvazisi, beraberinde bir silâh olarak sürüklediği dinsel sistemi “ticari fazilet” kavramı ile bağdaştırma yolunu tuttu: tasarruf, günlük işlerde vicdan, zamanın iyi değerlendirilmesi vs… İntizam, inatçılık, nekeslik ve “abdest” kavramı etrafında düğümlenmiş temizlik tutkusu gibi özellikleri Freud, ayrı bir grup karakteri olarak nitelendirmektedir. Paraya düşkünlük bu grubun karakteristiği olup aynı temel kişilik yapısına aittir. Bunlar sevgi gösterisinde bulunmazlar zira hissetme güçleri ve heyecan belirtileri sıkı şekilde sınırlandırılmıştır. Bu itibarla sosyal gruplara karşı herhangi bir sevgi ya da müspet bir duygu ancak hayırseverlik, iane verme, himaye etme şekillerinde kendini gösterir ki buraya hisler hiçbir surette dâhil olmaz. Hayırsever kişi kendisinden yardım görenin güncel ihtiyaçlarının içine girme gereğini duymaz ve çoğu kez de fakirlerden nefret ettiğini saklamaz. Bu arada zekâtla vergiyi bir tutup bunlardan birinin adı altında herhangi bir miktar ödemede bulunmuşsa diğerinden kaçmak için haklı bir sebep ele geçirmiş sayar kendini. Bu konularda yukarda sözü geçen vicdanı, kalın bir zarla örtülüdür. Dünyanın öbür ucundaki Müslümanları kalkındırmak için kongreler tertipler, ihtiyaç içinde kıvranan kapı komşusunu görmezlikten gelir. Herhangi bir yardım zorunluluğu karşısında da gerçek gereksemeyi anlamaya yanaşmaz. Ekmek yerine Kuran uzatabilir…
Otorite, esas itibarıyla iki ana tipe ayrılır: müessesenin eline bırakılmış otorite ile bir öndere terk edilen otorite. Birinci hale örnek polis memuru ya da başka bir devlet görevlisine itaat etmemizdir. Bunu yaparken bu kimselerin kişisel yeteneklerini dikkat nazara almayız; bir sosyal kontrolü temsil etmeleri itibariyle bunu yaparız. Bunların otoritesi geçici olarak ellerine bırakılmış bir otorite olup bu tip, durağan, karışıklık ve ihtilâle çok az eğilimli toplumlarda hüküm sürer. Kişisel önderliğe dayanan otorite ise, genellikle önderin farklı nitelikleri itibariyle saygı görmekte olup çoğu kez dinamik durumda olan toplumlarda görülür. Napoleon, Atatürk, Lenin, Hitler’inki bunlardandı.
Harpçı ve kahramana tapmaya meyilli milletlerde otorite, kaderin ortaya çıkardığı kişiye, büyük muhariplere tevdi edilir. Dindar toplumlarda ise Tanrı ile insan arasındaki aracı zümreye, yani din müessesesi örgütünün başına bırakılır. Maddî (materyalistik) uygarlıklarda otorite büyük iş adamlarının elinde bulunur. Demokrasiyi benimsemiş toplumlarda ise halkın isteklerini gerçekleştirme vaadinde bulunan politik liderdedir.
Sosyal değişme için objektif ihtiyaçlar konusunda, değişmeye karşı var olan mukavemetlere ek olarak, status quo kavramının bireylerin kişilik strüktürünün us dışı tabakalarında gömülü olduğu söylenebilir. Çıkarı olmadan dahi çok kişi ona sıkı sıkıya yapışır. Hâlbuki değişme yer almadan önce eski bağların kopması gerekir. Gerçekten değişmenin ön koşulu önceki kalıptan çıkma olup yoksunluğun bazı nispî şekilleri buna yetmeyebilir. Yoksunluklar bireyleri olduğu kadar yakın toplulukları da çarpar. Bu çarpma, öncelerde kabul edilmiş ekonomik koşulların bozulması ya da eski sosyal yapı çerçevesi içinde kullanılmayan yeni fırsatlar gibi şekiller alabilir. Böyle ciddi ve uzun süren yoksunluklar rahatsızlık belirtilerinin meydana çıkmasına yol açar. Bu belirtiler, yeni gelişmekte olan sosyal yapının destek ya da müsaadesi oranında az veya şiddetli olur. Değişen sosyal sistemin bireyler ve topluluklar üzerine baskısı, eski alışkanlık ve âdetlerini birdenbire ve tamamen terk etmeye zorlayacak kadar büyük olunca çok belirli psikolojik rahatsızlıklar oluşur. Bireyler ve gruplar menfi davranış tiplerine zorunlu olarak bağlanırlar. Genellikle devrimler, özellikle Endüstri Devrimi’nin etüdü, rahatsızlıkların kaygı ve saldırganlık, ütopik hayaller, isyankârlık, içine kapanma ve bu rollerin ifasının bir nevi dinsel zorunluluk haline gelmesi şekillerinde belirdiğini göstermiştir. Sosyal sistemde hızla hazmedilemeyecek kadar büyük değişmelerin vaki olması halinde zorunlu kopmalar ve yeni intibaklar, rahatsızlıkların kökenini teşkil eder.
En derin sosyal değişmeler, bütünleyici alt-sistemlerde değişme ile birlikte gider ve bununla belirlenir. Örneğin zühdî tekke ideali bir laikleşme süreci ile yukarda sözünü ettiğimiz Puritan davranış sistemine götürür. Aynı şekilde, din müessesesinden uzaklaşma gibi davranışlar, zamanla, birçok sosyal sistem içinde yaygınlaşır. Türkiye’de dinsel inanç şekillerinin değişmesine mukavemet köyde, kasabanınki ile kıyaslanamayacak kadar az olmuştur, Atatürk devrimlerinin uygulanması süresince.
Sanayi devrimi içinde puritanizm özellikle sonradan sanayi faaliyetlerine girecek olan gruplar arasında anlam kazanmıştır. Puritan ahlâk normları, kâr etmeyi olduğu kadar insanı da bir alet gibi kullanma keyfiyetini meşrulaştırmıştır: bir yandan “el kâsib-i habibullah” hadisi, diğer yandan 1908’e kadar resmen sürdürülen kölelik müessesesi…
Karakter itibariyle sadist olan saldırganlık yine patristler arasında yaygındır. Taylor bunu “hüsran-saldırganlık” varsayımı temeline oturtarak izah ediyor. Sıkıca kundaklanmış, çok erken ve birdenbire memeden kesilmiş, sınırlayıcı ve cezalandırıcı bir çerçevede büyüyen, doğal güdüsü, meydana çıkar çıkmaz boğulmuş çocuk, hüsranın ve mutsuzluğun korkunç yükü altında bağırıp ağlayarak tepki gösterir. Fakat mutsuzluğun büyük kısmı saldırgan güdülere dönüşür, tıpkı yetişkin insanlarda olduğu gibi. Dayak ve sair fiziksel zorlamalarla cezalandırma, zayıf ve çaresizlere uygulanan ve alışkanlık haline gelmiş gaddarlık, patrist gruplar arasında daimi olarak görülür. Bu gruplar “hayatın katı gerçekleri”ni kaçınılmaz birer vakıa olarak kabul etmektedirler.
Kanun, devlet tarafından yürütülen düstur, her özel duruma uyguladığı, kabul ve yorumlanmış bir kaideler manzumesidir. Âdetler farkında olunmadan gelişir, fakat kanun düşünülerek vazedilir. Âdetten kanuna geçiş, modern toplumlarda genel rasyonelleşmenin bir parçasıdır. Eksik tarafı ise, sadece bir imtiyazlı tarafından bilinmesi olup genellikle sosyal gereksinme ve fikirlerin çoğu kez kanunun önünde gitmesidir. Bu itibarla her an, devamlı olarak değişen koşullara uydurulması gerekir.
Yasanın işlevi çeşitli toplumlarda, bir ölçüde, değişir. Liberal felsefeye göre yasanın iki ana görevi vardır. İlki, bireyin, içinde emniyet ve fırsat bulabileceği temel nizamı devam ettirmek, diğeri de kendiliklerinden çözüme bağlanamayan, bireyler ve gruplar arasındaki anlaşmazlık ve çıkar farklarını ayarlamaktır. Totaliter görüşler ise bu tariften memnun değillerdir. Bunlar sadece oyunun kaidelerini vazetmekle yetinmeyip her oyuncunun kişisel oyununda bütün hareketlerini önceden tayin ve tespit etmeyi amaçlarlar.
İnsanlık çoktan beri yaşam mücadelesinde bireysel mensupları yerine örgütlenmiş grupların işlevsel birim haline geldiği bir noktaya varmıştır. Bu konuda onunla hayvanlar arasında sadece böcek türleri paralele girebilir. Gerçekten bunlar bizimkinden bir gölge farkı kadar az çapraşık toplumlar geliştirmişlerdir. Böcekler, içgüdülerini öğrenme ve her şeyin üstünde, icat kabiliyetlerinin aleyhine olarak biçimlendirilmişlerdir. Bütün evrimsel eğilimleri sabit çevreye uymuş, yaşayan otomatlar üretmek yönünde olmuştur. Bunlar azami verimin asgari kişilikle birleştiği varlıklardır. Bu otomatların çok girift şekilde örgütlenmiş bir toplumun üyesi olarak iş görmeye intibakı, sınırlı, durağan doğal çevrede iş görmeye intibakın bir adım ötesinde olup herhangi bir yeni prensibi gerektirmez. Her karınca ya da arı, topluluk içinde görev uzmanlığı ve içgüdülerinin bir bileşiği ile yerine oturmuştur. Hem fiziksel, hem de psikolojik yönden bir işçi veya asker olarak örgütlenmiş olup bunun dışında herhangi bir faaliyet kabiliyeti yoktur. Özel gereksinmeleri bir asgaride durur, bunların hiçbiri onu aynı topluluğun sair üyeleri ile ihtilâfa sürükleyecek tipten değildir. Karınca yuvasında sınıf mücadelesi bahis konusu olmaz. Karınca, en müşkülpesent diktatörün bile vatandaşlarında görmeyi arzuladığı her şey ile doğmuştur. Hitler, üstün Alman ırkına böyle bir karınca cenneti vaat ediyordu.
Gazetelerimiz saldırganlık olaylarının ayrıntılarıyla dolu olarak çıkıyor. Konunun güncelliğini bütün şiddet ve fecaati ile koruması bizi bunun üzerine eğilmeye sevk ediyor. Şiddet hareketleri üzerindeki araştırmalar önce şu soruların cevaplarını getirmelidir: geleneksel toplumlarda modernleşmenin hangi tarafı sosyal tabakalaşma ve nüfus dağılışında değişme hâsıl ediyor, refahın eşitsizlikle dağılışını kolaylaştırıyor? Modern toplumun hangi veçhesi büyük adette grubu ve bireyi hüsrana sevk etme eğilimi arz ediyor? Gençler ve yetişkinler, oyunda ve iş’te, grup halinde saldırgan davranışı nereden ve nasıl öğreniyor?…
İleri gitmeden önce istidlâllerimizin temelini teşkil etmesi bakımından bir gerçeği göz önüne serelim. Bugün memleketimizde siyaset arenasını iki parti paylaşmıştır. Bunlardan biri, sosyo-ekonomik statünün hiçbir surette değişmemesinde çıkan olanları içine toplamış; diğerinde ise sadece doğal evrimin yolunu kesmemekle yetinenler biraraya gelmişlerdir. Olaylara bu açıdan bakıldığında çok şey kolaylıkla izah edilebilir.
Saldırgan tepki birçok değişken tarafından tayin edilir: sosyal öğreti; duygusal, teşvik edici ve de genetik değişkenler. Bunlardan hiçbiri, genler dâhil, dokunulmaz ya da değiştirilmez değildir. Sanayileşme ve kentleşme, halk kültürü ve tarım üzerine oturmuş geleneksel toplumlarda, değer ihtilâfları problemini, hayli heyecanlı şekilde, ön plâna çıkarmıştır. Doğal evrim, çok yavaş da olsa, mevcut statüde bir değişme meydana getirecektir. Fosilleşmiş düşünce ve davranış sistemlerinde bir kımıldanma görülecektir. Bu ise ilk tarifini yaptığımız politik grup tarafından tehlikeli addedilmektedir. Böyle durumlarda bir lider, sorumlu sandığı gruba karşı saldırganlığı kanalize edebilir. Bizi burada ilgilendiren politik saldırganlıklar bu türdendir.
Doğanın evrim kanunu gereğince ortaya çıkan durumu önemli değerlere beklenmedik bir tehdit olarak gören, hasım tanıdığı grup hakkında bilgisi kıt olmakla kararları geniş ölçüde rastgele olan, tetik çekerken mutlu paranoyak liderler (televizyonda “Görevimiz Tehlike” serisinden bir filmde CIA ajanları bir Hitler mukallidini böylece nitelemişlerdi) gözdağı vermek suretiyle karşı tarafı durumu kontrol edemez hale getirip onu çıkmaza sokma yoluna giderler.
Böylece de insanlarda ruhsal gerilim iyice yükselir ve bunun sonucu olarak da rastgele davranışlar artar, düzgün konuşma yeteneği bozulur, hata ihtimalleri büyür, daha basit ve daha ilkel tepki şekillerine dönülür, konulara çözüm getirmede büyük katılaşma görülür, kuşkulu durumlarda tolerans kalmaz, dikkati yoğunlaştırma kabiliyeti azalır, “tehlikeli” ile “önemsiz” arasındaki fark görülemez olur… kısaca yüksek ruhsal gerilim hallerinde düşünme kapasitesi daralır; birey geniş görüş açısını kaybeder, artık durumun esas veçhesini göremez olur ve neticede davranışı duruma çok daha uygunsuz düşer, normal kişi şizofrenik tipte hatalara gider.
Eisenhower, bunalım durumlarında ortaya çıkan bazı politikacılar için şöyle diyor: “Kürsünün gerisinde zavallı ve hatta aptal bir adam görürsünüz ve neden bundan daha iyi bir şey yapamıyor diye de hayret edersiniz. Maalesef bu görüntüye çok sık tanık olunuyor”.
Bu gibi liderler kimleri etkisi altına alabilir? Sıra geldi şimdi bu sorunun cevabına.
İnsanlarda ve hatta şempanzelerde kendine saygının kaybolması, şiddetten uzak durabilme kabiliyetini tehlikeye düşürür; saldırganlık konusunda kendine saygıya bağlı problemler gençlerde, göründüğünden hayli vahimdir; özellikle bireyin fayda duygusuna sahip olabilmesi için uzun öğrenim ve eğitim devresine gerek gösteren ekonomiler için bu sav şüphe götürmez. Sosyal adalet ve barışa ulaşmakta sabırsızlıkları katı ve hoş olmayan, fakat maalesef kaçırılamayan olgularla karışan kişiler anlayış gösterme, karşılıklı barışçı ilişkiler kurabilmenin bir kültürel eğitimi gerektirdiği gerçeğini çoğu kez görmezlikten gelirler. Ve de iş böyle olunca bir kusurlu sosyal sistemin anî şiddetle değiştirilmesinde, bu sistemin yerine muhtemelen daha da zorlayıcı bir egemen tabaka yerleşir. Bu itibarla bütün insanlık problemlerinin belki en ağırlarından biri olan bu konuya devlet kuvvetlerinin çok akıllıca yaklaşması gerekir: ne zaman ve ne kadar kuvvet kullanılacak, ya da hiç kullanılmayacak? Bunda kusur edildiğinde ayıpta hepimizin payı vardır.
Şiddet, kültürel çevrenin bir ürünü ve saldırganlığın had şekli olup normal koşullar altında yaşamın sürdürülmesi ve gelişme için gerekli kendini ifade şekillerinden farklıdır. İnsan, hoş olmayan ve ıstırap veren uyarılara karşı şiddetle tepki gösterebilir, maruz kaldığı saldırınınkinden kat kat daha şiddetle karşılık verebilir, ancak bunun için bu şekilde tepki göstermesi kültürü tarafından öğretilmiş olmalıdır.
Sert politik sistemlerde bireysel saldırganlığın gelişmesi sınırlandırılabilir ve hatta şiddetle cezalandırılabilir. Buna karşılık bu sistemlerde organize gruplar başka gruplara karşı saldırgan olurlar. Rekabete çok olanak tanıyan açık toplumlarda ise uysal görünen kuvvetler strüktürü, kişisel başarıya ulaşmak için saldırgan hareketi caiz görüp onu teşvik dahi edebilir. Çok ülkücü dinsel ya da siyasal sistemler bile bazı grupları “istenmez” ilân edip ırkî, millî ya da ideolojik farklar temelinde saldırganlığı öğretmiş, kolaylaştırmış veya buna göz yummuşlardır. Kültür intikali insanları, tahrip edici bir kuvvet haline seferber etmenin sorumlusudur. Sefalet, eğitimsizlik nedenleriyle kendine saygısını yitirmiş, ruhu hüsranla dolu, hayatta kaybedecek hiçbir şeyi olmayan birey bu yeni öğretiye (ve de geçim olanağına) koşmaz da kim koşar?…
Kişisel hürriyet ne tevarüs edilmiştir ne de doğanın bir armağanıdır. O, uygarlığın en yüce amacıdır. Buna varmak için de ele geçen verileri değerlendirip alternatifler arasında şuurlu bir şekilde ve akıllıca seçim yapabilmenin koşulu ciddî fikri ve ruhsal eğitimdir.
Kaynaklar