Cumhuriyet, 19 Ekim 1980
Kültür, çok yönlü bir olgudur. O, alet ve tüketim maddelerini, teknikleri, sosyal grupları düzenleyen organik nizamları, fikir ve sanatları, inanç ve adetleri, kısaca yaşamın tüm faaliyet şekillerini içine alan bir küldür. Bu organik nizamlar arasında da mülkiyet şekillerini, başta toprak mülkiyeti olmak üzere, düzenleyen kurumlar, insanlar arasındaki örfi ilişkiler, öbürlerinin başında gelir. Halkın maddi ve manevi yaşam biçimini oluşturan bir kültürel sistemin, kendini yineleyerek sürdürmesi, o sistem içinde çelişkilerin bulunmamasına bağlı değildir. Bu, aslında var olan çelişkileri statik halde tutup dengesizliği, herhangi bir karışıklığa meydan vermeden, bir süre için sürdüren bir mekanizmanın varlığına bağlıdır.
1960’lara kadar feodal güç -ırgat, feodal güç- (sözde) burjuva çelişkileri böylece su üstüne çıkmadı.
Bir sosyo-kültürel sistem, insanların, yapılması gerekeni yapmayı arzuladıkları zaman en iyi şekilde işler. Kendisine ait olmayan bir toprağı ekip biçen, sonunda da aslan payını ağaya kaptıran ortakçı veya bu işi boğaz tokluğuna yapan ırgat, bu yaptığı işi ne miktar arzulayarak yapar? Soruya fazlaca olumlu yanıt verilemez. Şu halde bu, sosyo-kültürel sistem istikrarsız bir (görünürde) denge halindedir, demektir.
Her sosyal sistem sürekli olarak değişmeye tabidir. Çünkü çevre sürekli değişme halinde bulunduğundan bu denge, nadiren kısmi olmaktan ileri gider. Yerine konmayan olanaklar üzerine oturan bir sistem, sürekli değişme zorunluluğu ile karşı karşıyadır. Er geç ya çökecek, ya da zorla bir değişik olanak temeline geçecektir. Örneğin geleneksel tarımsal toplumlar çoğu zaman toprağı işledikleri yöntemlerle sürekli olarak onu zayıflatırlar; sonunda bu toprak sistemi, kurulu olduğu şekliyle, artık taşıyamaz olur. Yeni bir teknolojiye geçmek zorunluluğu ortaya çıkar: Yerine göre derin kirizma (makineli tarım), yapma gübre, sulu tarım… Bu da, bir kültürel yapı değişikliğini gerektirir: İnsanlar, eski itiyatlarından döneceklerdir. Bir işlevin, özellikle bir kilit işlevin (key function) ciddi şekilde değiştiği yerde sistem yeni baştan oluşturulmalıdır.
Dinsel yaşam, hatta hurafelere inanma (velilerden medet umma…), bir gereksinmeyi karşıladığından (daha iyi bir yaşam için tek umut kaynağı olduğundan) bir kilit işlevdir. Onun yerine laiklik ilkesi konduğunda mutlaka beraberinde bir yeni kilit işlevi de getirmek gerekir: Sistem, yeni baştan düşünülecektir: örneğin toprak ve tarım reformu, sanayi toplum düzenine geçiş… Aksi halde laiklik ilkesi de istikrarsız bir (görünürde) denge halinde bir süre devam edecektir, sonunda tekrar unutulmak veya bir kıyıya itilmek üzere. 1950’lerden itibaren, özellikle karayollarının gelişmesiyle, bir kapalı ekonomiden köy, bir pazar ekonomisine geçti, böylece de kilit işlevlerden biri değişmiş oldu. Ortaya yeni bir (görünürde) denge hali çıktı: Kasaba küçük burjuvazisi – halk çelişkisi ve bunun yanı sıra da tüketim malı üretimine dönük bir (sözde) sanayi burjuvazisi doğdu, kapkaç ticaretten tüylenmiş bir burjuvazi. Ama bütün bunlar Avrupa ölçüsünde bir “sınaî toplum” kalıbına girmekten çok uzak şeylerdi.
Bunların sonucunda bir süre için bir “uyuşma” (imtizaç), yani yeni çevreye uyma hali, başka deyimle organik özelliklerle yaşantının esas koşulları arasında (görünürde) dengeli bir ilişki hali ortaya çıktı. Çelişkilerden doğabilecek anlaşmazlık (ihtilaf) küllenmiş, ateş dışa vurmamıştır.
Ama yeni bir kültürel yapıya geçiş, anlaşmazlıklara düşmeden ve mücadelesiz olmaz. Bazı acıları beraberinde sürüklemeden olmaz. Hele bir kilit işlev kaldırılmış, yerine yenisi konmamışsa! Bir de bütün bunlara eklenen nüfus patlaması bu kez anlaşmazlığın boyutlarını iyice genişletmiştir. Milli eğitimin yeni bir kültürel temele oturttuğu bireyin eline yeni kilit işlev (herhangi bir üretici faaliyet) verilmeyince o birey, çaresizlik içinde, kendine (doğal olarak isabetsiz) bir kilit işlev yaratır, örneğin terör.
Üretici faaliyet alanlarının genişlemesini sınırlayan faktörlerden biri de, genel olarak bozuk bir vergi sistemi, özel olarak da yıllar yılı bir türlü gerçekleştirilmeyen tarımın vergilendirilmesidir: Devlet kasası daima boş kalmıştır. Bu durum bir noktada, feodal (ağa) – sanayi (sözde) burjuvazisi çelişkisinin bir nedeni de oluyor. Burjuvazi, büyüyememekten şikâyet ediyor, bunu ülke için yararsız, hatta zararlı spekülasyonlarla giderme yoluna kayıyor. Ve böylece de gerçekten bir üretici burjuvazi olma niteliğini yitiriyor. Bunun sonucunda da beklenen yeni kilit işlev, işlemez oluyor, hüsran sarıyor bireyi.
Kendisini sömüren baskı öğelerine karşı tümden aciz, haklarının korunması hususunda devletten hiçbir yardım görmeyen ve dolayısıyla tüm umudunu yitirmiş kişilerde “mehdi” (kurtarıcı) bekleme eğilimi, tarih boyunca, her zaman kuvvetli olmuştur. Mehdiyi bekleyiş, ona yaşama gücü vermiştir, hâlâ da vermektedir. Bu inancı, mehdiden beklenenler sağlanmadan herhangi bir türlü elinden almak, bireyi boşluğa salıvermek demektir. O da, tutunacak yeni bir şey arayacaktır, örneğin silah.
Umutsuzlar arasında talihi yaver olup olanak sağlayanlar gurbet yolunu tutabildi. Hem de yurt dışı gurbetleri!
“Vatan melûf olanlar bî-sebep terk-i diyar etmez
Zaruretsiz cihanda kimse gurbet ihtiyar etmez”
demişti Ziya Paşa.
Ve Avrupa’nın bu yeni beyaz kölelik çağından beklenen dövizler… Dili Osmanlıca idi ama paşanın…
“Kandesin sen kande, çık ey mehdi-i sahip zuhûr!”
dizesiyle tercüman olmuştu ulusun feryadına.
Ulus, ne bekleyebilirdi o günlerde?… Vergi, iltizam sisteminin kaldırılması, toprağa sahip çıkabilme, mütegallibenin keyfî tasarruflarına karşı devletin himayesi, yargı işlevinin, ağanın konağında değil, ulus adına hareket eden bağımsız mahkemelerde yürütülmesi ve çalışma hakkı, ihtiyarlık ve tedavi sigortası… Bunlardan bazıları Anayasa’da kayıtlıydı ama o, işin gerçek uygulamasını bekliyordu.
Son kırk yılın deneyi, bütün bunları, tarihimizin koşulları altında, ancak bir mehdinin gerçekleştirebileceği kanısını yerleştirmiştir. Günümüzde de kurtarıcı gözleyenlerin, yukarıdaki beklentilerini hâlâ sürdürdüklerini sanıyorum. Ama anlaşılıyor ki bu kez “mehdi” gerçekten geldi.