Kültür Eserleri > THKK 3 - İnşaa Isıtma ve Aydınlatma Teknikleri > Konut Tipleri

Konut Tipleri

Konut ve sair bina çeşitlerinin ve bunların yurt sathında dağılma şekil ve nedenlerinin tetkiki, bunları genel hatlarıyla bir sınıflandırmaya tâbi tutmayı gerektirir. Gerçekten bu çeşitler o denli çoktur ki bir “standart” Türk Evi’nden söz etmek güç oluyor.

I – TOPRAKALTI KONUTLARI

Bunlar dahi üçe ayrılır:

  1. Ova ve sair düzlüklerde gömülü konutlar

Özellikle Doğu illerimizde rastladığımız bu tipler tamamen toprak altında olup varlıkları ancak, mevsim kış ise, tüten bacalar ve çoğu kez de saman yığınları (loda) sayesinde anlaşılır (Resim 127). Her birinin tabii zemin seviyesinin altında bir kapısı ve bu zemin seviyesinde bulunan dama açılmış ve az çok odanın ortasına isabet eden bir pencere-bacası vardır. Bu meskenler, hayat sınırı biyolojik

standarttaki halk sınıfını barındırır. Burada ateş, odanın ortasında yanar ve her tarafı kaplayan ve alışık olmayanların ne gözlerinin ne de solunum organlarının dayanamayacağı dumana bu delik, baca işlevini görür. Bunun dışında herhangi bir ışık deliği-pencere yoktur.

Bu baca deliğinin Asya çadırının ortasında bulunup daima açık duran deliğin bir devamı olduğunu ileri sürenler bulunuyor. Bu çadır baca deliğinin bir azizliği dünya tarihinin seyrine haylice etkili olmuştur: Alankua adlı hatun, kocası Dobun-Mergen’in ölümünden birkaç yıl sonra, bu arada hiç evlenmediği halde, birbiri ardına üç oğul dünyaya getirir. Bu işe biraz sinirlenen ilk çocuklarına ise “her gece bir sarışın adam çadırın bacasından sızan ışık vasıtasıyla girerek karnımı okşuyor ve onun nuru vücuduma geçiyordu. Çıkarken de ay ışığının huzmesi üzerinden sarı bir köpek gibi sürünerek gidiyordu… Onların Tanrı oğlu oldukları er geç meydana çıkacak…” deyip işi savuştururmuş.[1]

Bu sonradan doğan çocukların en küçüğü Bodançar ise Cengiz Han’ın sekiz kuşak yukarda dedesi olmuştur (X. yy. başları).

Zeminin kazılması suretiyle meydana getirilen bu konutlarda, toprağın çürük olması halinde çukurun yanları bir moloz taşı kuru veya çamur harçlı duvarla iksa edilip düz damın esas dayanağını oluşturan yatay kütükler (Yuvarlama, atkı, balaban, boğsu, cisir, cumbar, demren, döğer, dura, düver, gevek, harılma, hezen, kol ağacı, ma, masat, salındırma, tersik…)[2] atılır.

Düz dam sisteminin, ev tipinden ayrı olarak, çok yaygın bulunması, bu kirişlere verilmiş adların çokluğunu izah eder. Resim 128 ve 129’da, artmış ve kesilmesine kıyılamamış yuvarlama-salındırma’nın taş ya da ahşap destekler üzerine alınarak “stok” edilişi görülür.

Bu dam ana kirişlerinin yerlerinden kaymasını önlemek üzere bunlar bazen bir hatıl ağacı üzerine belirli mesafelerde tutturulur. Bunların üzerine bu ağaçların bilek kalınlığındaki dalları aksi yönde yan yana dizilir. Bunlar tavan tahtası mahiyetinde olup arnut, dalmık, dura, kacar, sürütme ağacı, tokurcuk gibi adlar alır. Bunların üzerine de çalı (çelen),  mısır yaprağı ve sapı, keven (acar, aruda[3]), saz (tülümen), hasır gibi maddeler örtülerek bunların da üzerine gelen ve asıl evi dış etkilerden koruyan toprağın kuruyarak içeri dökülmesine engel olunur.

En üste serilen sıkıştırılmış toprak, suların dört bir yana akıp gitmesini teminen az çok kabarık bir kümbet şeklini arz eder ve hücrenin duvarlarına isabet eden yerlerdeki tam toprağının yüksekliği, tabii zemin seviyesinin biraz üstünde olur (Resim 128).

Bu meskenlere, bir cephesine kazılmış bir çukurdan girilir. Bu cephe taşla örülmüş olup kapıyı haizdir. Bu kapı, mesken sahibinin maddî olanaklarına göre pervaz, menteşe ve kilitli tipten, arkasına bir destek sopası (turkaz) veya taş konularak ayakta tutulan ve birkaç ağacın yan yana çakılmasıyla meydana gelmiş bir dik kapağa kadar çeşit arz eder.

Bu turkaz sözcüğü birçok varyantı ile birlikte Anadolu’nun Batı yarısında kapı mandalı veya sürgüsü, kilit manasına geliyor. Bu arada “kilit”in Rumca xλεις (xλειδος; xλείω= kapak, anahtar ile açılıp kapanan şey); “mandal’ın da yine μάνδαλοζ’dan geçmiş olduklarını zikredelim (BTL).

“Kilid” ise Farsça anahtar oluyor (GG).

Özellikle Anadolu yaylasının yüksek, dolayısıyla kışlarının ağır geçtiği bölgelerinde toprak altına girme zorunluluğu, ekonomik nedenler dışında, fizikî nedenlerle izah edilir: Toprağın tecrit kabiliyetinden azami derecede faydalanma yoluna gidilmiş, dışarıya ısı kaçağını imkân nispetinde azaltmak üzere de kapı ve pencere (baca) sayı ve ölçüleri asgarî hadde tutulmuştur. Isıtma sorununu ilerde mütalaa edeceğiz.

2.Yamaçlarda gömülü meskenler

Bunlara daha çok Orta Anadolu’da rastlanır. Yamaçlarda, çürük olmayıp buna karşılık basit aletlerle kolayca kesilebilen arazide, oyularak meydana getirilirler (Resim 130, 131 ilâ 134). Bunların öncekilerden farkı, etrafın toprak yerine som taş veya sıkışmış küskülük toprak oluşu ve damda yuvarlama-salındırma bulunmayışındadır. Ayrıca, “evin cephesi” kavramı burada mevcut olup buraya pencere açmak olanağı vardır. Bu evlere kesme ev, kesmelik, tiraz, tırkaz denir. Gerçekten bunlar önce kabaca kazma ile “kesilip-oyulup” tek veya iki taraflı ağır bir keser (sahta – Gaz, yularlı keser) ile düzeltilirler. Yamaçların üst kısmına rastlayan ve dolayısıyla damı teşkil eden tabakanın çok kaim olmadığı mahallerde bazen baca deliği bulunur. Çoğu yerde (örneğin Erkilet-Kayseri) bu damlar dizisi, üstteki “mahalle”nin “sokağı”nı oluşturur. Bu nedenle su ve elektrik gibi bazı kamu tesislerinin inşasında haylice güçlük çekilir (Erkilet’te, bir elektrik direğinin temel çukurunu açarken adamın yatak odasının tavanını delmiş olduğumuzu hatırlıyoruz).

Devam etmeden önce, dağ eteklerinde oyularak meydana getirilen in, mağara manasındaki kesme ev-kesmelik tabirlerini TS’den geriye doğru takip edelim. 1561 (969)’de İstanbul’da ölen Nakşibendî şeyhlerinden Sofyalı Ni’metullah Efendi’nin 1540 (947) yılında düzenlediği Farsçadan Türkçeye sözlük’ten (Lûgat-ı Ni’metullah):

“Sûm (Fa.): Toprak ve yer altında kesme ev ki müsafir içün ederler.”

Şeyh efendinin ifadesine göre o tarihlerde kesme ev, müsafir, yani seferde olan yolcu için geceyi geçireceği bir yer oluyor.

Yine aynı tarihlerde, 1540 (947)’da memleketinde ölen değerli bilgin Afyonkarahisarlı Hasan bin Hüseyin İmadüddin’in 1505 (911)’de düzenlediği Farsçadan Türkçeye Sözlük’ten (Şamil-ül-Lûga):

“Süm (Fa.): Tuynak (?) ve kesme ev”. Ve aynı sözlükten

“Sünb (Fa.): Yeraltı ve yerden kesme ev”.

Ve Kamus Tercümesi (XVIII.-XIX. yy.). XIV-XV. yy. bilginlerinden Mecdüddin Firuzâbâdi’nin telif ettiği meşhur Arapça Kamus’un Antepli Ahmet Asım tarafından yapılan Türkçe çevirisi olup Asım’a “Mütercim” lâkabını kazandırmıştır.

“El-mağare (Ar.): Lisanımızda mağara tabir olunan kesmelik höcre tarzında yere denir ki ekseri oyma olur.”

Bu “Mütercim” Asım Efendi ayrıca, Tebrizli Hüseyin bin Halef’in Farsçadan Farsçaya yazdığı “Bûrhan-ı Kat’ı” adlı sözlüğünü de “Tibyan-ı Nâfi (yararlı açıklama) der Terceme-i Bûrhan-ı Kat’ı” adıyla çevirmiş.

“Gâz (Fa.): Sekiz manası var. 7. bazı tağ eteklerinde ve sahralarda olan kesmelik ve zir-i zemindir (yer altında) ki içinde tavar yatırırlar ve bazı ebna-i sefil beytûtet ederler (sefil çocuklar gece yatarlar).”

Yine aynı “Terceme”den:

“Kende (Fa.): Hisar etrafında olan hendeğe denir ve handak (hendek) kende muarrebidir (Arapçalaştırılması) ve ol zir-i zemine denir ki bazı tağ eteklerinde kayadan kesip büyük ahur (ahır) şeklinde yaparlar ve içinde bazı tavar ve bazen konağa yetişemeyen müsafirler beytûtet ederler. Türkçe kesmelik derler.

Her toplum, üretim seviyesine, dolayısıya maddî olanaklarına göre başını sokacağı bir mesken türünü benimsemiş…

“Mağaralar kesüb yerden kayada

İçine girdiler tahte’s-serâda” (toprak altında).

Bu beyit, Antepli İbrahim bin Bâli’nin yaratılıştan, doğadan, peygamberler tarihinden ve uzun süre gezip dolaştığı ülkelerin tarih ve coğrafyasından bahseden manzum mesnevisi “Hikmetname”den (1484-893) alınmıştır.

Yukarıdaki evlerin, öncekiler ve hemen aşağıda sözünü edeceklerimize nispetle bir üstünlüğü de pencere, dolayısıyla cam ve bu yoldan da ışığa sahip olabilmelerindedir.

Mısırlılarca bilinip Romalıların devam ettirdikleri cam işçiliğinin ürünü kaba ve yarı-şeffaf olup o çağlarda bundan pencerelerde faydalanmamış, soğuk mevsimlerde buralara yağlı bezler gerilmiş. Böylece ışık, az dahi olsa, içeri alınabilmiş. Altınordulular koyu renkli camdan kaplar, bardaklar, hokkalara sahip olmuşlar, aynı maddeden mamul eşyalar Selçukluların da hayatına girmiştir. XIII. yy. mesken kavramında bir devrime tanık olmuştur: pencere camı. İlk kez, evin sıcaklığından çok az fedakârlığa karşılık içeriye gündüz ışığı girebilmiş.

Ekonomik nedenler böyle bir malzemenin kullanılmasını imkânsız kılınca, meskeni inşa edenin onu bilmezlikten gelmesi doğaldır. Gerçekten pencere camı, yukardan beri gördüğümüz ve aşağıda göreceğimiz konutların pek çoğunda bulunmuyor. O ise ki Kayseri kışının “hatırı sayılır”…

Kapılarda herhangi bir pervaz (kapı yaşmağı) ve söğe (kapının üzerinde döndüğü dikme) bu tipteki meskenlerde nadiren mevcut olup bunun sonucu olarak menteşe ve kilit gibi araçlar, uzman işçilik ürünü olmak itibariyle, çoğu evin donanımı arasına giremezler.

Düzlükte gömülü evlerin çoğu zaman tek hücreli olmalarına karşılık bunlarda aynı kolaylıkla müteaddit hücre inşası mümkün olup sakinler, ihtiyaçlarına göre, doğanın arz ettiği bu imkândan faydalanma yoluna gitmişler, aynı bir “ev” içinde, ara kapılarla ayrılmış “oda”lar (yukarda gördüğümüz gibi ahırlar) vücuda getirmişlerdir.

Doğal mağaraların (in’lerin), Homo Sapiens’in ilk ve tabii meskenini teşkil ettiği sanılır. Asur dilinde unu, mesken manasına gelmekte olup in’in bununla yakınlığı belirgindir: Asurluların da Anadolu’da, Kültepe (Kayseri) merkez olmak üzere bin yıl süreyle devamlı bir ticaret örgütlenmesine sahip oldukları biliniyor. Yunanca εύνὴ, yatak, yuva, meskendir.

3.Yarı gömülü konutlar

Bunlara daha çok Kuzey-Doğu Anadolu’da rastladık (Resim 135, 136, 137, 138, 139, 140). Bir nebze ışık ve havaya çıkmak isteği veya bir seviyeden sonra zemini kazma zorluğunun (kaya veya sert küskülüğe rastlanması) saiki ile meydana gelmiş bu konutlar, yapı prensibi itibariyle tam gömülülerden herhangi bir fark arz etmezler. Bazılarında, “cephe”de pencere bulunur (Resim 138).

Bu konutların tabii zemin seviyesinden yükseklikleri en fazla 1 ilâ 1,20 m kadar olup bu kısım, taş duvar şeklinde meydana getirilmiştir. Bu taş duvar ise ya mezkûr resimde olduğu gibi nispeten muntazam (çamur harçlı veya kuru) veya bir taş yığmasından ibarettir (Resim 136, 137). Bu sonuncularda duvar yüksekliğini ya zeminin kazılabilme olanağı, veya taş işçiliğinden ya da bu işçiliği tediye edebilme kabiliyetinden yoksun bölgelerde, teşkil edilen moloz taşı trapezinin kendini ve dam yükünü taşıyabilecek azami seviye tayin eder. Bu sonuncu halde zemin, yaşamak için gerekli toplam derinliğe kadar kazılır. Resim 136 ve 137’de duvar, “kuru” bile olsa, “örülmemiş”tir. “Mail-i inhidam” (çökmeye eğilimli) kararı almayı düşünmeyen Belediye(?)nin, kapı nümerotajını ihmal etmediği görülür (Resim 136). Bu sonuncusunda, solda (Resim 137), artmış bir yuvarlama görülüyor.

Bu sonuncu tipler, baca-pencere kavramı itibariyle tam gömülülerle yer üstü konutları arasında bir intikal şekli arz ediyorlar. Resim 138’de, “pencere”den içerisi ile konuşan bir kız görülüyor. Resim 135’de, bacaların kenarda oluşu, duvar ocağı kavramının varlığını ifade eder. Oklarla gösterilmiş kapı şeklinde ise herhangi bir fark görülmüyor. Kapılar daima Güney veya Doğu yönünde olup üstü, suların ileriye dökülmesini sağlamak üzere bir sakafla muhafaza edilmiş. Bu sakaf, o noktada konut damının bir devamından oluşuyor. Duvarın örülü olmadığı hallerde sağlam iki dikmeden kapı çerçevesi teşkilinde zorunluluk var (Resim 136).

“Orta Anadolu’da ve Doğu Anadolu’da çok yaygın olarak görülen kubbemsi tavanlı, penceresiz, tavanda yer alan baca denilen bir açıklıktan ışık alan toprak evler Anadolu halk mimarîsinde önemli bir yer tutuyor. Bu tür konutların bir çeşidi de Sivas’ın Şarkışla yöresinde bulunmaktadır…”

“Konut gruplarının içyapısını incelersek, grup içinde yer alan her bir ortabacalı ev’in daha önce yapılmış olan başka bir evin duvarlarını kullanarak ve arada hiçbir boş mekân kalmayacak şekilde düzenlenmiş olduğu görülür. Böylece meydana gelen evler topluluğu iç içe, birbirine dayalı, kendiliğinden oluşmuş bir şema gösterir. Evlerin konumunda böylesine bir düzen nasıl meydana gelmiştir? Doğanın güçlüklerini birlikte karşılama duygusu, çeşitli sosyal (eşkıyalık, kız kaçırma, kan davası gibi) tehlikelere karşı toplu halde korunma düşüncesi veya akrabalık, komşuluk yahut da yöre halkının inanç ve geleneklerine bağlı tutumlar, bir de bu tür bir yapıda evlerin daha ucuz ve kolay yapılabilmesi ile yerleşmeye uygun bir alanın kayıplara uğramadan değerlendirilmesi düşüncesi, evlerin toplu halde ve aynı dam altında yapılmasının nedenleri olarak söylenebilir.”

“Evlerin dış duvarları ile iki ev arasında kalan ayırıcı duvarlar çamur harçla bağlanmış moloz taş örgülerdir. Kalınlığı 70-100 cm.yi bulan duvarlara yer yer ağaç hatıllar konulmuştur… Evin odalarını ayıran bölücü iç duvarlar ahşap dikmeler arasına kerpiç dolgu tekniği ile yapılmıştır. İç duvarlar çamur sıvalıdır.”

“Evlerin üzeri toprak dam ile örtülüdür. Yer yer 50 ilâ 70 cm kalınlığı olabilen toprak örtüyü taşıyabilmek için ahşap direkler ve ahşap kirişlerden meydana gelen bir taşıyıcı sistem uygulanmıştır. Bu taşıyıcı sistem toprak zemine bir taş ayakla basan 40 cm çaplı direklerle başlıyor.”

“Kış gelince evliki soğuktan korumak, içeri kar ve yağmur girmesini önlemek için ortabaca kapatılır. Evlikin dış ortamla ilişkisi kesilir. Böylece ışık ve hava alma fonksiyonları sona eren ortabacanın yerine içinde ateş yanan ocaklık, evlik yaşamında ön plana geçer.”

“Damüstü, ortabacalıev’in açık iş alanıdır (terasıdır). Damüstünde yürünebilir, oturulur, çamaşır ve tezek kurutulur, güneşe buğday ve meyve serilir, bulgur elenir… Evin ışık ve ocak bacaları dama açıldığı için damüstüne baca da denilir.

Damüstünde oturmak yerine “bacaya oturmak” tabiri kullanılır (bir Sivas türküsü: “bacaya oturmuş da bulgur eliyor”)”.

“Ortabacalıev’lerde helâ evin dışında, oldukça uzak bir yerde yapılmış olan bir tahta kabin şeklindedir. Çok nadir örneklerde helâ ayrı kapılı fakat eve bitişik olabilir.”[4]

Kademoğlu’nun, fotoğrafını da verdiği mezkûr evler, bizim resimlerini koyduklarımıza aynen uyuyor. Anlattığına göre damın bacaya isabet eden yerinde, tütekli evlerdeki konstrüksiyon uygulanıyor, kalan deliğin üzerine içten dıştan çamurla sıvalı sepetörgü, taş veya çömlek baca oturtuluyor.

Resim 139’da, yine bu tür konutlardan birinin girişi ve Resim 140’da da, içerde bir yuvarlama ile onu destekleyen dikme görülüyor. Bunların çapları, yanlarında bulunan kişilerin gövdeleriyle kıyaslanarak tahmin edilebilir. Resim 121’de ayrıca yerde, pencere veya kapı lentosu olabilecek çaşır (Nş), yani dört yanı düzeltilmiş ağaç yatmaktadır.

Yukardan beri sözü edilen ağaçlar büyük çoğunlukla kavak, bazen de söğüttür. Bu cinslerin ekseriyette olmaları, zatî mukavemetlerinin düşüklüğüne rağmen, inbat (bitme, yetişme) kabiliyetlerinin yüksekliği ile izah edilir. Biraz sulak yerde bir kavak fidanı, Resim 121’deki çapa on yıl içinde gelebilir.

Müstakil meskene sahip olmanın ekonomik ve sosyal faydalarını idrak etmiş olan Anadolu’nun adamı bunun malî yükünü, her erkek çocuğu doğduğunda belli miktarda kavak dikmekle karşılama yoluna gider: Oğlan büyüyüp evlenme çağına gelene kadar kavaklar yetişir, yeni inşa edilecek evin gerekli kerestesi ve civar sulak olup daha fazla fidan dikme imkânı bulunmuşsa, fazlası satılmak suretiyle sair ihtiyaçlar sağlanır. Hattâ bir memur bir bölgeye tayin edildiğinde (kırsal kesimde) bir küçük toprak satın alıp orada bir kavaklık tesis eder. Burası onun bir nevi “tekaüdiye” (emekliliği) sidir: Kavaklar büyür ve kesilip satıldığında o memura yıllarca birikecek banka faizinden kat kat üstün bir “risturn” sağlar (bu gibi hareketler sadece suyu bulunan bölgelerde olur).

Räsänen, Kazan burana-bürene,  Çuvaş perene’nin “kiriş” manasında olduklarını yazıyor (s.89). Günümüzde perene, toprak damlı evlerde, toprağın dökülmemesi için tavana konulan çalı çırpı, kabuk vb. şeyleri ifade ediyor (Brd).

Ahşabı, keresteyi işleyen marangoz da İtalyanca marangone’den muharreftir (KT). Rumcadan (μαρανxοζ) geçme olduğunu söylüyor. Räsänen (s.327).

Günümüz halk dilinde yapı ile ilgili çok sayıda sözcük vardır. Biz bunlardan bazılarını zikrettik. Ama daha niceleri var ki kitabın hacmini gereksiz yere büyütmemek için sözünü etmiyoruz. Ancak bazı ilginç gördüklerimizi aşağıda sayıyoruz. Bunlar H. Z. Koşay’dan alınmışlardır.[5]

Andavat, yapıda evlerin ortasına konulan büyük kiriş (Sm). Bu sözcük, İstanbul argosunda kaba saba kişi için kullanılıyor.

Ankur, ev yapmakta kullanılan ve evin arkasından uzatılan büyük ağaç, yani Resim 128’deki.

“Hatıl”ın müteradifleri (eşanlamlıları) üzerinde durmuyoruz.

Baca,  dam, evin üstü, toprak dam (Çr, Ky, Gm, Sv, Gr, Erz, Ezc); pencere (Ank, Kn).

Gömülü ve yarı gömülü evlerde, “dam”da “baca” ile “pencere”nin müşterek işlevlerini gördük (ve daha da göreceğiz, “ısıtma ve aydınlatma teknikleri” bahsinde). Bu itibarla işbu baca sözcüğü bu karmaşık kavramları tek başına ifade ediyor. Bunun bir varyantı olan bece de, Ocak (İst), köy evlerinde ışık girmek için tavandan açılan pencere’dir (Ank).

Çandı,  sair anlamlarının yanı sıra köy evlerinin üzerinden açılan delik oluyor (Yz).

Bahis başından beri ortaya koyduğumuz örnekler bireysel olmayıp aynı bölgenin genel inşa tipini ifade eder. Her üç tipin teşekkül sebebi iktisadî şartlarla kolayca izah edilir. Bunlar, maliyete tesir eden uzman işçilik ihtiyacını asgariye indirip toprağa gömülmek suretiyle kışın ağır koşulunu daha ucuza karşılamak olanağını sağlarlar. Ekonomik standardın çok düşük olması bu iki hususun, hayatın sair icaplarına galip gelmesi sonucuna götürmüştür.

Yeraltı meskenleri çoğu zaman, iki, üç ve bazen de daha çok kuşağı yan yana barındıran tek hücrelerden ibarettir. Bu keyfiyet sosyal düşünüş ve telâkkiler üzerinde etkisiz kalamaz: Evlilik münasebetleri, aşk, çocukların ebeveynlerine karşı borçlu oldukları saygı ve bilmukabele büyüklerin küçüklere karşı davranış kavramları ister istemez çarpıklaşacaktı.

Kesme’lerde çoğu kez doğanın oyduğu mağaracıklardan faydalanılır, bunlar düzeltilerek oturulacak hale getirilir. Böylece oyma işleminden tasarruf sağlanmış olur. Bu itibarla kesme’ler mutlaka yanaşık nizamda olmaz. Buna karşılık düzlükte gömülü ve yarı-gömülü konutlar “omuz omuza” kümelenmişlerdir. Çeperlerden ısı kaybını asgaride tutma kaygısı, birbirlerinin “sıcaklığından” istifade edercesine bunları yakınlaştırmıştır.

[1]           Manghol-un Niuça Tobçaan. – Moğolların gizli tarihi, çev. Ahmet Temir, Ank.1948, s.8 ve René Grousset. – L’Empire des steppes, Paris 1960, s.247

[2]           Daha önce vermiş olduklarımıza ek olarak bu saydıklarımızın adlandırıldıkları yerler, DS’den saptanabilir.

[3]           Ara, arula sözcüğü Latince “sığınak, tepecik, başlıksız sütun, küçük dört köşe yükseklik, küçük mihrap” manasına geldiği gibi Romalılarda ayrıca dört köşe nizam üzerine dizilmiş ve ceset yakmaya yarayan odun yığınını (ara funeris veya sepulari ) ifade etmiştir.

[4]           Osman Kademoğlu. – Şarkışla yöresinde ortabacalıevler, in I. Uluslararası Türk Folklor Kongresi Bildirileri, C.V, Ank.1977, s.165-179

[5]           Hâmit Zübeyr Koşay. – Türk halk dilinde yapı ile ilgili sözler (lügatçe), in Yıllık Araştırmalar Dergisi II- Ank. 1958.

( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.