Kültür Eserleri > THKK 4 - Dokuma ve Giyim Teknikleri > Keçe

Keçe

Halk yaşamında giysi olarak (çoban kepeneği, çizme, çeşitli serpuşlar…) nispeten az, ama çeşitli yaygı, örtü vs. olarak genişçe bir yere sahip keçe, dokunmuş olmayıp, sıkıştırılmış yünden elde edilmiş bir “kumaş”tır. Bunun hakkında ve yapımına dair genel bilgileri verdikten sonra, Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde imal edilen keçelerin özelliklerine geçeceğiz.

Bir küçük tekrarla başlayalım.

Yün ve kürklerden elde edilen keçe, Orta ve Kuzey Asya bölgelerinden tarihin en eski dönemlerinden beri kullanılagelmiş. Bu malzeme, söylediğimiz gibi, giyim eşyası olduğu kadar çadır ve tefriş eşyası olarak da iş görmüş olup Tu – Kiu’ların[1] Göktürk’lerin (VII. – VIII. yy.)[2] çadırlarının bu malzemelerden olduğu mukayyettir. Keza Asya kavimlerinin totemlerini, ezcümle Altaylıların “tös”, Yakutların “tanãra”, Soyut – Uranhanların “eren”, Moğolların “ongan – ongun”larını keçeden kestikleri bilinir.[3] Bu kavimler keçeyi döşeme yaygısı olarak da kullanmışlardır. Öbür yandan Hitit kabartmalarında görülen külahların da (Boğazköy) (Resim 66 ve 67) keçeden olduklarında şüphe yoktur. Bu itibarla keçe, Asyalı öğelerimizle birlikte gelmeden çok önce Anadolu’da var olagelmiş bir “kumaş”tır.

 Keçe yapımı, insanların liflerden iplik yapmayı ve dokuma sanatını öğrenmeden önce örtünme ve giyinme gereksinimlerini karşılamak amacıyla binlerce yıldan beri yararlandıkları en eski el sanatlarından oluyor. Yün ve benzeri hayvanî liflerin keçeleştiği çok eskiden beri bilinmesine rağmen, günümüze kadar keçenin ilk kez nerede ve ne zaman yapıldığını saptamak mümkün olmamıştır. Ama buna dair birçok efsane – öykü bulunuyor. Bunlardan biri şöyle: Orta Asya’da yaşayan ve geçinimini hayvancılıkla sağlayan çobanlar, ilkbaharda kırkılmayan yünlerin ısı, rutubet, basınç ve hayvanların hareketi ile kaynaştığını ve sağlam bir yapıya dönüştüğünü tespit etmişler ve bundan yararlanarak keçe yapımına başlamışlar.

 Bir başkasında da şunlar anlatılıyor: Nuh Peygamber’in büyük tufanda gemisine aldığı insan ve hayvanları rahat ettirmek için gemi tabanına yaydığı yünlerin keçeleşmesi ile ilgili bir olay yaşanıyor. Nuh Peygamber, tufan bittikten sonra gemi tabanına yaydığı yumuşak yünlerin, geminin tufan sırasında sallanması, içeriye giren su ve gemideki varlıkların çiğnemeleri ile sağlam bir dokuya dönüştüğünü görüyor.

 Mezkûr her iki olaydaki faktörler, yani ısı, rutubet, basınç ve hareket, günümüzün keçe üretim tekniğinin temel prensibini oluşturuyor. Ancak bu üretim sırasında meydana gelen olaylar oldukça karmaşık ve çok çeşitlidir. Bu nedenle keçeleşme olayı henüz tam olarak aydınlığa kavuşmuş değildir.

 Keçe yapımı sırasında bir taraftan hayvani liflerin pulcuksu yüzey yapıları, incelik, uzunluk, kıvrım, elastikiyet, yaylanma, esneme ve eğilip bükülme gibi morfolojik, kimyevî ve fiziksel özellikleri, bir yandan da nem, ısı, ortam pH’sı ve mekanik basınçlar önemli rol oynarlar. Bu özellik ve faktörlerin yünün keçeleşme yeteneği üzerine çeşitli teoriler ortaya atılmış. Bunlardan birine göre, yün lifleri pulcuksu yapıları ve yöne bağımlı farklı sürtünme katsayılarından dolayı herhangi bir mekanik etki karşısında kök yönüne doğru göç ederler. Söz konusu yöne bağımlı sürtünme katsayısı “Directional Frictional Effect- D.F.E.”, keçeleşmede en önemli nitel faktör olarak kabul ediliyor. Dolayısıyla sadece yün gibi pulcuksu yapıya ve D.F.E’ye sahip lifler keçeleşebilirler. Bu nedenle de yüne sonradan kazandırılan keçeleşmez özelliklerinin esası, pulcuksu sapının ya kimyevî maddeler ve enzimlerle tahrip edilmesine, ya da sentetik reçinelerle kaplanmasına dayanmaktadır.

 Keçeleşmede bu iki faktör dışında incelik, uzunluk ve kıvrım gibi fiziksel özellikler de az veya çok rol oynarlar. Kimi araştırıcılar ince ve kısa yünlerin kaba ve karışık yünlerden daha iyi keçeleştiği görüşündedirler.

 O ise ki bugün bizimkinin de dâhil olduğu pek çok ülkede kaba ve karışık yünler keçe üretimi ve halı üretimi gibi çeşitli amaçlar için tüketilmektedir.[4]

 İşin teorik yanını burada kesiyoruz.

 Şanlıurfa’nın ünlü keçeci ustası Hasan Dayı (Kömürcüoğlu), yukarıdaki efsanelerden bir başkasını anlatıyor: “Keçecilerin piri keçe yapacak; başlamış keçeyi dövmeye. Kaç saat dövmüş o belli değil. Bezi açmış, bir de ne görsün, keçe tutmamış! Hırsından başlamış ağlamaya. Gözyaşları ile birlikte teri de akmış ve tekrar dövmeye başlamış. Sonunda tekrar açtığında gözyaşı ve ter damlayan yerlerin çok güzel keçe olduğunu görmüş. O günden sonra keçeyi ıslatarak dövmüşler, üstelik de hamamda. Keçenin makbulü hamamda dövülmüş olanıdır…”[5]

 Selçuklular zamanında özellikle Konya’da çok gelişmiş keçecilik Osmanlılarca da devam ettirilmiş ve lonca teşkilâtına konu olmuş. Koşum takımları ve eyer altında kullanılması, ona verilen önemi ayrıca izah eder.

 Yukarda işaret ettiğimiz gibi yün[6] elyafı sıkıştırılmak suretiyle elde edilip çok zor su emen (emince de zor kuruyan), ısıyı geçirmeyen keçe (tepme, Sn), koyunu bol bölgelerde, özellikle Konya, Afyon, Isparta, Uşak, Bursa, Balıkesir, Çorum’da el sanatı olarak imal edilmektedir.

 Yapılışı kısaca şöyle: Ağustos kırkımı yün (yekre – Çkl.) iyice temizlenir, hallaç (atımcı -Mn, Kr; tırancı -Ank; tirantis -Ank) tarafından “atılmak” suretiyle iyice açılır ve birbirine iple bağlı kamışlardan meydana gelmiş bir kalıp içine, önce bir pamuklu kumaş yayıldıktan sonra, yapılacak keçe (çilik – eyerlerin altına konulan; çirik – kilim yerine kullanılan; kepe – pabuç içine konulan; üzmek – kulübe damlarına örtülen)nin cinsine ve kalınlığına göre tartılarak mütesavi (her noktası birbirine eşit kalınlıkta) surette serilir. Hafifçe ıslatılıp (ıslama) pamuklu kumaşla birlikte sarılarak bir rulo yapılır ve rulo sıkıca bağlanır. Uzunluğuna göre üzerine üç ilâ beş kişi çıkıp onu 65 baş teperler, yani imalâthanenin bir başından öbür başına kadar (takriben 20-25 m) 65 defa teperek yuvarlarlar. Baş adedini saymak için tesbih tutulur. Sonra rulo açılır, ince kalmış yerler yün ilâvesiyle, yığılıp kalınlaşmış kısımlar kazınarak gerekli düzeltmeler yapılır ve tekrar sarılarak 35 baş daha tepilir. Bu arada “hıh” çekerek tempo tutulur, üçüncü “hıh” daha kuvvetli olup o anda ayaklar hep birlikte şiddetle vurur. Çoğu zaman bu tempo türkü veya manilerle tutulur.

TÜRKÜ                                                                     MANÎ

“Oğlum keçe tepermisin                                           “Keçeci gözelinin kametine (boyuna)

Tepemem aman…                                                      Akıl sır ermez kerametine

Yaşı da pek küçük civanım                                       Beş vakit coşup derviş niyetine

Öpemem aman…                                                       Depindükçe toz kaldırır havaya

                                                                             …”

Oğlum keçe dövermisin

Döverim aman…

Güzel gössen nidersin

Severim aman

…”

Böylece şekil almaya hazır duruma gelen keçe kalıba vurulur[7], yine tepilir ve pişirilmek üzere hamama götürülür. Bunun için hamamlarda keçelik adı verilen bir yer vardır. Pişirecek olanlar soyunur, üzerine sıcak su döker ve kolun bilekten dirseğe kadar olan kısmı ile ovar. Bu suretle tüyler tamamen yatar ve yapışır. Sonra keçe ince bir dürgü ile sarılır ve kıstırma, yani tesviye eylemine geçilir ve nihayet dizleme ile son defa sıkıştırılıp sertleştirilir. Bu arada hâsıl olan kırışıklıklar tığlama ile düzeltilir ve sıkı bir şekilde sarılarak süzülmek üzere asılır (dürüm). Bütün gece böyle kalan keçe ertesi günü açılır ve makasla düzeltilir.

 “Her keçe tepen külah yapamaz” demekle kalıpta şekil vermenin, “Keçeyi, depene sor – Güzeli, öpene sor” demekle de keçeyi tepmenin güzeli öpmek kadar zor olduğu ifade ediliyor…

 Bu denli çabanın ürünü keçe, bugün giyim eşyası olarak başlıca çizme ve kepenek – kelâkir (Ank, Çkr) – ferecik (Ezc) şeklinde, ilki çok karlı ve buzlu bölgelerde özellikle asker ihtiyacı için, diğeri de çobanları çeşitli hava koşullarından koruyan bir giyim eşyası (Resim 83 ve 84) olarak imal edilir. “Kepenek” sözcüğüne, çoban, kepeneğini üzerlerine attı, peri kızının birini tuttu” diyen Dede Korkut Kitabı’ndan (XIV. yy.) başlamak üzere müteakip asırlarca kaleme alınmış eserlerde rastlamaktayız (TS). Zamanın “keçe külâh”ı sivil giyimde olduğu kadar Mevlevîleri de takiben tarihe karıştı. Bu arada, orta boy bir kepenek’in (8 No) 4 ilâ 5,5 kg yünden imal edildiğini kaydedelim.

 Bu saydıklarımız dışında keçe, çeşitli örtü veya yaygı şeklinde Anadolu insan ve hayvanının hayatına girer: 100 – 130 x 200 – 250 cm boyutlarında nakışlı âla-keçe, yörük çadırının zeminini kaplar; süt keçesi, gezginci yaylacının süt kabının örtüsü, bir başka anlamda “termos”udur; sargı keçesi, bu aynı sınıfın yavrusunu sıcak ve soğuktan koruyan kundağıdır; yük keçesi’ne gelince, yürüklerin eşya üstü yaygısıdır. Soğuk havada ayağı üşüyen de ince Kıbrıs keçesi’ni pabucunun tabanına yerleştirir. Kimi de, mihrap ve sair motiflerle süslenmiş namazlık üzerinde Allah’ın huzuruna yönelir.

 At eyeri ve eşek semeri’nin altına konan beyaz at keçesi, üç karış uzunluk ve iki buçuk karış eninde olup atınki üç, katırınki 2,5, tayınki 1,5 ve eşek keçesi de bir kilo yünden yapılır. Yani hepsinin eni boyu bir olmakla beraber kalınlığı değişir. Semerlerin içine doldurulan keçeler siyah olup havut, deve semerinin altına konan, yukarıdakilerden daha büyük ölçüleri haiz bir keçe oluyor.

 Keçeden yapılmış eşyaların “standartlaştırılmış” olması dikkate değer, şöyle ki keyfiyet bu malzemeye eskiden beri atfedilen önemin bir ölçüsü olmaktadır. Bunların üzerine resmedilen renkli motifler dahi belirli birkaç örneğe inhisar ediyor, ezcümle “eşek geçti, sahra yolu, âşık yolu, sığır sidiği, deve zinciri, selvi, göl, koç boynuzu, badem, gül, kafes, keklik izi…” bunlardandır.[8]

 “Âşık yolu, badem, gül…” motiflerinin yanı sıra “eşek geçti, sığır sidiği, deve zinciri…” gibilerinin bulunması, bir sürrealist sanat ifadesi mi oluyor?… Nasıl olmasın ki, bir halk sanatının uzantısı olan keçecilik, büyük bedenî gücü gerektirip işi hamamda bitiriyor…

 Aşağıda, yaygı keçelerinin at keçesinden çok daha zengin renk ve örgelerle imal edildiğini göreceğiz.

 Her mesleğin olduğu gibi bunun da bir pîri olduğuna ve bunun Ebû Seyyid Rukbanî ya da Ebû Said Rabbani olduğuna inanılır; Yün atmanın piri de Hallac-ı Mansur’dur.

 Keçenin mucidi olarak da Abdülmuttalib veya Veysel Garanî olduğu kabul ediliyor. Yukarda, Urfalı keçeci ustası Hasan Dayı’nın hikâye ettiği “gözyaşı” teması, Abdülmuttalib’e bağlanıyor. Özellikle Çorum dolaylarında Ramazan ve Kurban bayramlarının arife günü ikindi namazından sonra en yaşlı keçecinin dükkânında dua edilir. Çorum’da kalfalık, bu dualar sonu, 1001 gününü başarıyla dolduranlara törenle verilir.

Ve birkaç atasözü: Aba da bir, keçe de bir giyene, güzel de bir, çirkin de bir sevene; kepenek altında er yatar, keçeyi teperler, güzeli öperler; kel başı keçe külâh örter; yiğidin kılıcı keçe ile bilenir…[9] 

* * * 

Koyun yetiştirici göçebe toplumların, ezcümle Asya bozkırı halklarının keçe imal etmesi doğaldır. Bu bapta DLT’te birçok bahis geçiyor, ezcümle: “Esriledi: ‘ol kidhizni esriledi’ = o, keçeyi nakışladı, üzerine kaplan derisi gibi renkle süsledi” (I/316)[10] “Kidhiz: keçe” (1/366).

“Kidhizlik”: ‘kidhizlik yünğ’ = keçe yapmak için hazırlanan yün (1/507).

 “Kedüklük”: ‘kedüklük kidhiz’, yağmurluk yapmak için hazırlanan keçe, (I/508- 509). “Sırışdı: ‘kız anasınğa kidhiz sırışdı’ = kız anasına keçe dikmekte yardım etti, (O, Türkmen çadırlarının örtüsüne teyelti yapmak gibi; keçeyi sık dikmekte anasına yardım etti)” (II/96).

Aynı mealde keçe II/304’de de geçiyor. “Sırıdı: ‘ıt sırıdı’ = köpek pisledi, siğdi; ‘ol kidhiz sırıdı’ = o, keçeyi, Türkmenlerin çadır örtüleri ve göç zamanındaki bürgüleri gibi, sık dikişle dikti” (III/262). “Küyeldi: ‘er kidhiz küyeledi’ = adam keçenin güvesini silkti, keçeyi güveden kurtardı ve korudu” (III/329)[11]

DLT’te birçok yerde sözünün edilmiş olması, keçenin yaşamda tuttuğu yeri gösteriyor. Bunun antik çağlarda, daha önce de işaret etmiş olduğumuz gibi, Anadolu’da varlığı şüphe götürmüyor. Hitit kabartmalarında görülen tanrıların başlarındaki Mevlevî sikkeleri ile Yeniçeri keçe başlıklarını andıran serpuşların keçeden olması muhtemel görülüyor. Bu başlıklar, daha sonra, Frig külâhı olarak tarihe geçecektir.

 Afyon keçeciliği

Afyon’da keçecilik eski bir zanaat oluyor. 1923 İzmir iktisat Kongresi’nde düzenlenen yerli mamuller sergisinde “Afyonkarahisar mamulâtından demirciliğe, saraçlığa, kunduracılığa, keçeciliğe müteallik numuneler” sergilenmiş. [12]

 Afyon’da keçe nasıl yapılıyor. Genellikle kuzunun ilk kırkımı olan Haziran yününden iyisi, koyunların ikinci kırkımı olan Ağustos ayında elde edilen yününden ikinci kalite olanlar yapılıyor. Önce yünün bıtırak ve pislikleri elle, ya da makasla kesilerek ayıklanıyor. Bundan sonra ditme işlemi geliyor. Temizlenen yün el ile birbirinden ayrılıyor. Artık yün atılmaya hazırdır. Atma işlemi hallaç yayı ile yapılıyor. Bundan böyle yün, keçe yapımına hazırdır.

 Ala keçe (yaygı keçesi), yani nakışlı keçe yapılmak isteniyorsa bu, nakışlı top tabir edilen ince keçelerden kesilerek elde edilen renkli çubuk ve parçalarla kalıp denen hasır üzerine nakış döşenir. Desenin üzerine de atılmış yün birkaç tabaka halinde dökülerek sopalarla düzeltilir. Bu işte yünün her yere aynı kalınlıkta dökülmesine dikkat edilir. Sonra üzerine çok az ılık su serpilir. Bir uçtan başlanarak düzgün bir biçimde dürülür. Sıkıca bağlanan dürüm tepme işlemine hazırdır. Bu, ayakla 30 – 40 dakika sürer.

 Sıra kapaklamak işlemine gelmiştir. Çözülen kalıp üzerinde keçeleşmeye başlayan yünün kenarları düzeltilir. Bu işleme kapaklamak ya da çatkı yapmak denir. Yeniden tepme işlemine geçmeden önce sabunlu su verilir. Dürülen yün bir saat kadar daha tepilir. O artık keçeleşmiştir. Şimdi sıra pişirmeye gelmiştir. Bu, insan gücü ile hamamda yapılır, yukarda gördüğümüz gibi ön kol ile tesviye ve dizleme sırasında hâsıl olan kırışıklıkların düzeltilmesi işlemine de tıglama denir.

 Keçede desenlere nakış, bunun yapılmasına nakış dökme adı verilir. Nakışlık, beyaz yünden ince biçimde dökülmüş ve dövülmüş, pişirme yapılmadan bırakılmış keçenin kazanda bir gece istenilen renkle kaynatılması sonucu elde edilir. Renkler genellikle koyu mavi ve kırmızıdır. Az miktarda “anakara” diye adlandırılan kara koyun yününden yapılmış siyah – kahverengi ile yeşil de kullanılır. Nakış dökmek için hazırlanmış bu keçelere ve nakış için bundan kesilen parçalara ben adı verilir. Bu ben’ler hasırın üzerine döşenir. İki usta orta boy (120 x 260 cm) bir keçeye ortalama bir buçuk saatte nakış döker.

 Bu işlemden sonra, nakış üzerine atılmış yün, istenilen kalınlıkta saçılır. Genelde alakeçe, nakışlı keçe, yaygı keçesi diye adlandırılan keçelerin üzerindeki desenlere göre çeşitli adları vardır ki biz bu ayrıntıya girmiyoruz.[13]

 Görüldüğü gibi keçecilik bir el (ve de ayak…) sanatıdır. Gelişen teknolojik olanaklarla fabrikasyon suretiyle keçe imal ediliyorsa da Afyon’da hâlâ geleneksel yöntemlerle keçe üreten ustalar bulunuyor.

 Aşağıda irdeleyeceğimiz gibi Orta Asya’daki Türk topluluklarında ve Anadolu’da yaşatılmakta olan keçecilik Afyon’da tüm ayrıntılarıyla görülüyor. O kadar ki “keçe” sözcüğü halkın yaşam ve folkloruna girmiş.

 Keçelerin üzerinde çok kullanılan motiflerin biri de, daha başka el sanatı ürünlerinde olduğu gibi, gül (göl) oluyor: Yıldızlı göllü ala keçe, Üç göllü ala keçe… (Resim 85-86, bkz. s. 709)[14]

 İşbu gül – göl ile pîrin teri teması âşıkların atışmalarında da yer alıyor.

 Divertimento.

 Âşıklar muamma ile de deyişirler. Bakalım Âşık Pervanî ile Güllühan’ın karşılaşmasında neler söylenmiş.

 

Aldı Güllühan

 

“Gel seninle imtihan olak Pervanî

Ehl-i irfan olan söyler lisanı

Neden halk etti Yedinci Ummanı (denizi)

Söyle fırtınayla yel neden oldu?”

Aldı Pervanî

 

“Âşıklar zikreder Gani Sübhan’ı

Hikmet pîrden alır lûtf-u ihsanı

Nûrdan halk etti yedinci Ummanı

Onun köpüğünden, yol ondan oldu.”

Aldı Güllühan

 

“Seninle açalım burda meydanı

Kaç nesne üstüne yaptı insanı?

Hangi gün damara gönderdi kanı?

Söyle ki ol çiçek, gül neden oldu?”

Aldı Pervanî

 

“On iki rah (yol) üstüne yaptı insanı

Yedi günde damara gönderdi kanı

Cuma günü halk eyledi insanı

Hazret-i pîr terinden, gül ondan oldu”[15]

 

 

* * *

 

Tire keçeciliği

 

İngiliz ressamı, Philip O’Reilly, Tire keçeciliği üzerindeki izlenimlerini şöyle hikâye ediyor: “… İzmir ilinin Tire ilçesine, bölgenin bu belli başlı keçecilik merkezine ilk olarak 1992 yılında gittim… Türkiye’ye resim yapmak üzere on yedinci gidişimdi bu.”

 “Tire pazarıydı o gün… Zanaat erbabının çalışmalarını bütün açıldığıyla görebiliyordunuz. Semerciler, urgancılar, dericiler, demirciler, keçeciler… Bir renk, biçim, doku cümbüşüdür gidiyordu ortalıkta.”

 “Sokakları dolaşırken, alçak perdeden bir makine vuruşu ilgimi çekti. Gürültünün nereden geldiğini merak ettim, sonunda Soğan Pazar’ında buldum kendimi. Adı Soğan Pazarı’ydı ama soğan satan tek bir dükkân vardı orada yalnızca. Bu sokak şimdilerde keçecilerin merkezi durumundaydı, makine sesi de keçecilerin mekanik preslerinden gelmekteydi.[16] Sokağın her yanında parlak renkleriyle merkep battaniyeleri, büyüklü küçüklü, geometrik desenli, çiçekli desenli kilimler asılıydı. Terk edilmiş harap bir yapının duvarında bir sıra doğal koyun postu renginde keçeden çoban kepeneği asılı duruyordu.”

 “Sokağın 5 numaralı dükkânının kapısında “Ahmet Zinciroğlu – Keçeci” levhası okunuyordu. Ahmet dükkânın önündeydi. Hoş geldiniz, buyurun dedi… Ahmet, Türkçeyi az çok konuşabilen İngilizlerle karşılaştığı için bir parça şaşırmıştı. Keçe yapma işine biraz ara vermiş oluyordu böylece. Dokuduğu keçenin taslağını uzun bir hasır kalıbın üzerine yaymıştı. Çizgilerden oluşan, 4 m.ye 1,5 m. boyutundaki desen, hafif boyalı keçeden yapılmıştı. Makasla kesilmiş çubuklar, ortalarında da daire biçiminde, geniş bir süs vardı. Parlak renkli koyun yününü desenin üzerine, Ahmet’in yardımcıları Şükrü ile Şerafettin özenle yerleştirmeye çalışıyorlardı.”

 “… Bir resim tasarlamaya başladım, keçe yapımı ile ilgili. Birkaç saat kaldım orada, taslak defterine desenler çizdim. Arada, omzumdan eğilerek bakan, Türkiye’de alışık olduğum meraklılar da eksik değildi. Ahmet’in, Şükrü ve Şerafettin’in çalışmalarını seyrederken “keçe” ortamı ile benim kâğıt yapımı ve suluboya çalışmalarım arasında çok derin benzerlikler bulunduğunu kavradım.”

 “Burada, Tire’de…, keçe üstüne kendi ellerimle resim yapabileceğimi içgüdülerim bir anda esinleyiverdi bana. Hemen tekrar buluşabileceğimiz bir gün belirledik Tire’li keçecilerle; fiyatı da belirledik…”

 “Ertesi Mart ayında, kararlı, çalışmaya hazır durumda, elimde desenimle tekrar gittim Tire’ye. Ahmet, desenin karmaşıklığı ve renklerin çokluğu yüzünden biraz bozuldu, şaşırdı önce. Bir hareket planı çizdik ilkin, sonra da çalışmaya koyulduk. Ahmet, bir yığın boyayı karıştırırken, eşim Lynette de düşüncemi gerçekleştirmem için bana yardımcı oluyordu…”

“Renklerin sayıca sınırlı olması, yapabileceklerimizi de oldukça sınırlıyordu. Ahmet, çabuk çabuk Filip diye sesleniyordu bana, bir an önce, nasıl bir işin üstesinden gelebileceğimizi göstermek istiyordu. Makasla kesilmiş parçalar kullanmaksınız çalışıyor, yünleri parçalara ayırıyor, böylece desenime uygun geleneksel desenleri kendiliğinden, içinden geldiği gibi çıkarıyordu ortaya. Yepyeni bir anlayıştı bu. Desen üzerinde biraz daha çalıştık, bir takım ayrıntılar üzerinde görüş birliğine vardık, artık gerisi hayal gücümüze kalıyordu. İşi ucundan yakalamıştık, sonu gelecekti!”

 “Dört saat geçti aradan, her şey biçimlenmiş gibiydi. Düzeltmeler gerçekleştirilmiş, son renk parçalarını yerli yerine koymuştuk…”

 “Ertesi sabah Ahmet, sanatındaki ustalığını göstermeye başladı. İlk işi, renkli yüzeyin üzerine, sıcak, kıvamlı bir sabun eriyiğini döküp yaymak oldu. Yardımcıları, birinci kalite Merinos yününden bir tabakayı sermeye başladılar bunun üzerine. Desenin açıkta kalan boşluklarını doldurmak, böylece beyaz kenar çizgisini belirlemek için yapılıyordu. Şimdi, renkli yüzey tamamıyla görünmez olmuştu.” 

“Biraz daha sabun döküldü üzerine, bir işlem iki kez daha, ama bu defa daha değişik cinsten yünlerle tekrarlandı. Koyun yünü, kısa tarağa benzer bir tahta çubukla derinlere kadar yerleştiriliyordu.” 

“Ortada görülen şey, iki kişilik bir şilte boyutlarındaydı. Bunu hasır kalıbın üzerinde sıkı sıkıya yuvarladılar, bir kumaşla sardılar, lastik bantlarla güzelce sıktılar. Bu yün tomarını makinenin altında duran teknenin içine yerleştirdiler, kalınlığını, basıncı ayarladılar, işleme başladılar. Makine her vuruşunda bizim şilteyi çeyrek tur döndürüyordu. Makinenin “cuk – cuk” diye duyulan vuruş ritmi, yaptığımız işin kalp vuruşları gibi geliyordu bana. Bu işlem ilk defasında 4-5 dakika sürdü. Lifleri birleştirme işlemi, parçaların birbirine bağlanarak keçeleşmesini ve gevşek yapağının birleşmesini sağlıyordu. Sonra makine durduruldu, hasır açıldı, keçe, ön tarafı yukarı gelmek üzere serildi. İlk olarak o sırada gördük resmi…”

 “… Keçenin kenarları son derece pürüzlüydü. Bunlar renkli desene uyumlu biçimde katlandı. Keçe ters çevrildi, katlanan kenarlar iyice sabunlandı, liflerinin birleşmesi sağlandı. Keçenin arka yüzü artık malzemeyle iyice dolduruldu, tekrar tarandı, katlanmış kenarlarla aynı düzeye gelmesi sağlandı.

… Sonra sabun eriyiği tekrar döküldü yapılan işin üzerine, tekrar rulo haline getirildi, yarım saat daha dövüldü. Çalışmanın bu evresinden sonra hasır kalıp bir tarafa atıldı.”

“…”[17]

Bu öykünün iki önemli sosyolojik yanı var. Önce, “ayakla depme” ve “hamam” teknolojisinin terk edilip bir mekanik presle çalışılmaya başlanmış olması. Öbürü de sanayileşmiş bir toplumun entelektüel ressamının bir köylü toplumun çarşısındaki manzarayı (semerciler, urgancılar, demirciler, keçeciler…) tasviri oluyor. XX. yy.ın son on yılına ait bu manzara, ülkenin, işbu üretim geriliğiyle, ne denli “batılılaşmış” olduğunun bir miyarı oluyor.

 * * *

“Moğolların gizli tarihi”nden bir beki, yani şamanların baş rahibinin keçe dövüp davul çalmakla meşgul olduğunu öğreniyoruz. Davul, şaman dansıyla yakın ilişkide olduğuna göre, bu kişinin dans ettiği ve keçenin önemli bir dinî rol oynadığı düşünülebilir.[18] Gerçekten Tu-kin = Türük’lerde bir Türk şehzadesi, cülûsunda, bir keçe parçası üzerine oturtulup dokuz kez güneşin etrafında döndürülüyor. Keçe, Orta Asya’da ritüel bir rol oynuyor. Onun, kutsalın çeşitli işlemlerinde kullanıldığı kaydediliyor.[19]

DLT’de keçe ile ilgili bu denli bahsin bulunması, bu “kumaş”a Asya’da verilen önemi belgeler: “Basışdı: Ol manğa oyma basışdı = o, bana keçeden çizme yapmakta yardım etti (o bana çizme yapılan Türkmen keçesini tepmekte yardım etti)…” (DLT II/100). Burada “tepmek” karşılığı “basmak” fiili kullanılıyor: “Basruk, baskı. Şu savda dahi gelmiştir: Yer basruki tağ, budhun basruki Beg = yer baskısı dağ, insanların baskısı da Bey’dir. Çünkü insanları tutan onlardır” (DLT I/466).

 Resim 87’de, 1915 yıllarında Kaşgar’da bir keçe nakşı dökümü görülüyor. Zeminde, bağlı kamışlardan oluşmuş “kalıp” serili. Yöntemler her yerde aynı. Resim, ünlü Türkolog Gustav Raquette koleksiyonu (İsveç Ulusal Arşivi, Kapsül 145:56’da Doğu Türkistan Koleksiyon)undan alınmış. Derç eden, yine günümüzün ünlü Türkologlarından İsveçli (Büyükelçi) Gunnar Jarring’tir.[20]

 Kepenek imali

Keçe bahsini, bundan imal edilmiş kepeneğin yapılmasını anlatarak kapatıyoruz. Resim 83 ve 84’te görüldüğü gibi kepenek önü açık, kapalı olan omuz başları köşeli, tümü geniş, dikişsiz yekpare bir “pelerin”dir. Yapılışında iki yöntem uygulanıyor. İlki, iki keçeyi kenarlarından birleştirme yöntemidir. Fazla tepilmemek koşuluyla önce iki adet keçe imal olunuyor. Bu keçeler, birbirleriyle kaynaşmamaları için aralarına bir bez yayılarak birbiri üzerine konuyor. Üste konan keçenin elyaf uçlarıyla saçaklı olan çevresi bir miktar alt tarafa doğru kıvrılır ve alttaki keçenin çevresi de üst tarafa kıvrılmak suretiyle her iki keçe, çevrelerinden birbirine irtibatlandırılır. Yeterli miktar ıslatılarak tepilir. Bu tepme esnasında keçeler sadece serbest elyaf uçlarını içerik bulunan çevrelerinden birbirlerine yapışırlar ve ürün her tarafı kapalı bir torbaya benzer. Bunun etek tarafı kesilir. Ön tarafı ve yaka kısmı açılır. Kepenek meydana gelmiştir.

 Öbür yöntemin ilkinden farkı, keçelerin ayrı ayrı yapılıp bilâhare birbirleri üzerine konmak suretiyle tepileceği yerde bu işlemin bir defada yapılmasıdır.

Keçe imalinde olduğu gibi bir bez veya hasırın üstüne yün serpildikten sonra kepeneğin omuz kısmının geleceği tarafa 10 cm çapında ve omuz genişliğinden 20 cm kadar fazla uzunlukta bir denk konur. Bundan sonra tümünün üzerine alttaki bezden biraz daha küçük ikinci bir bez yayılır. Bunun da üzerine yün serpilir ve araları bir bezle ayrılmış olan bu iki tabaka yünden alttakinin kenarları üsttekinin kenarları üzerine kıvrılır. Tümü yuvarlanarak usulüne uygun olarak tepilir. Tepme sırasında alt ve üst tabaka yünleri arasında bez dolayısıyla ayrı ayrı keçeleşirler. Kenarları ise, başlangıçta temas ettirildiklerinden, sıkı bir surette birleşmiş bulunurlar. Tepme yeterli görüldüğünde, kepenek ön taraf ortasından kesilir. Aradaki bez ve omuzdaki değnek çıkarılır. Sabunlu su ile ovulur, kurutulur, biçimi düzeltilir.[21]

 Keçe ve kepenek imalini hayli eski dönemlere kadar takip etmek mümkün oluyor. Augustus zamanında, Anadolu’da keçi kılı keçeden yapılmış ve kepenekten az farklı olması muhtemel cilicium (cilicion)’lar, çarıklar ve dizlikler Roma’ya kadar ihraç edilirmiş.[22] Çok daha eskilere, M.Ö. V.yy.a indiğimizde İskitlerin çarşaf ve yorgan olarak keçe kullandıklarını görüyoruz.[23] Noyan – Ula’da bulunmuş ve M.Ö. I.yy.a ait Hun keçe eşyaları üzerinde yün iplikleri ile yapılmış aplike süslemelere rastlanmıştır.[24]

[1]              René Grousset. – L’empire des steppes, Paris 1939, s.132,141,

[2]              René Giraud. – L’empire des Turcs Célestes, Paris 1960, s.84.

[3]              Abdülkadir İnan. – Tarihte ve bugün Şamanizm, Ank. 1954, s.5; M.d’Ohson Moğol tarihi, terc. Mustafa Rahmi, İst. 1341, s.19; Jean de Plancarpin. – Histoire des Mongols, Paris 1961, s.45.

[4]              Özcan Sarı.-Kaba karışık yünlerin keçeleşme yeteneği üzerinde araştırmalar, in TEKSTİL VE MAKİNA, T.M.M.O.B. Mak. Müh. O. Yay., Eylül 1987.

[5]              Erdal Yazıcı. El sanatlarında yaprak dökümü 2: Şanlıurfa keçecileri, in Cumhuriyet DERGİ 187, 08.10.1989.

[6]              Tavşan, deve, filik veya oğlak tüyü karıştırılarak daha yumuşak ve değerli keçeler de elde edilir. “Yün” tabiri. Ağustos veya güzde kırkılan temiz yüne ait olup Nisan kırkımı ürünü pis yüne de “yapağı” adı verilir.

[7]              Bu “kalıba vurma” eylemini aşağıda anlatıyoruz.

[8]              Hikmet Gürçay. -Keçe ve keçecilik, in T.E.D IX, 1966.

[9]              ibd.

[10]            Bu “güveden kurtarma ve koruma” işleminin nasıl yapılmış olduğunun araştırılması önemlidir.

[11]          Bu “güveden kurtarma ve koruma” işleminin nasıl yapılmış olduğunun araştırılması önemlidir.

[12]            Gündüz Ökçün. – Türkiye İktisat Kongresi 1923 – İzmir. Haberler – belgeler – yorumlar, 2. bas., Ank. 1971, s.227

[13]            Ahmet Topbaş – Musa Seyirci. – Afyon keçe sanatı, in TF 62, Eylül 1984

[14]            Mehmet Gökalp – Âşık Pervanî ile Güllühan’ın karşılaşması, in TFA 80, Mart 1956

[15]          Mehmet Gökalp- Âşık Pervanî ile Güllühan’ın karşılaşması, in TFA 80, Mart 1956.

[16]            Bu, Nasrattınoğlu’nun sözünü ettiği “fabrikasyon” oluyor.

[17]            Philip O’Reilly. – Keçecilik sanatıyla karşılaşmamın öyküsüdür, in SANDOZ DERGİSİ 1994/2

[18]            Jean- Paul Roux. – La dance chamanique, in Coll. – Les dances sacrées de l’Asie Centrale, s.286

[19]            ibd. s.298

[20]            Gunnar Jarring. – Garments from top to toe. Eastern Turki texts relating to the articles of clothing, Lund 1992, s.63.

[21]            Tevfık Eşberk. – op. cit., s. 127

[22]            Xavierde Planhol. – De la plaine pamphylienne aux lacs pisidiens. Nomadisme et vie paysanne, Paris 1958, s.79.

[23]            Tamara Talbot Rice. – The Scythians, s.139

[24]            Bahaettin Ögel. – İslâmiyetten önce Türk kültür tarihi, s.60.