Almanya’da kadınların eşitlik için mücadeleleri, hiç değilse ilk aşamalarında, az çok belirgin olarak Yahudi kurtuluşununki ile aynı idi. Bu sonuncusunda olduğu gibi, Aydınlanma Çağı döneminde kadınların besledikleri ümit, XIX. yy’da hızla solmuş ve bunlar, toplumla tümden bütünleşmeyi beklemeye hakkı olmayan aşağı varlıklar olarak saldırılara muhatap olmuşlardı. Bu ayniyet daha ileri götürülemiyorsa, bunun nedeni Yahudisiz bir dünyayı tasavvur etmeyi mümkün bulan Almanların rahatlıkla kadınsız bir yaşamı düşünememeleri idi. Bununla birlikte, bazı anti-feminist yazıların hücumları, Yahudi aleyhtarlarınınkilerden belirgin olarak farklı değildi.
Bu keyfiyet, şüphesiz, tek bir Alman olgusu değildi. Kadınlar bütün burjuva toplumlarının kurbanı olmuşlardı ve durumları, Victoria İngiltere’sinde Bismarck Almanya’sınınkinden daha iyi değildi.
Ama Almanya’ya münhasır olan, kadınların tâbiîyetinin, ileri Batılı ülkelerinkinden daha inatçı ve daha uzamış olmasıydı. Bütün bu Batılı ülkelerde I. Dünya Harbi’nden sonra vâki terakkiler, 1933’te Nazilerin iktidara gelmeleriyle, Almanya’da tersine dönecekti ve her ne kadar kaybedilen zemin 1945’ten sonra yeniden kazanılmışsa da. Alman Federal Cumhuriyeti’nde, ilk otuz yıllarında, cinsiyetler arasında tam bir sosyal ve ekonomik eşitlik gibi şeylerin vâki olduğunu ifade etmek güçtü. Özellikle 1970’lerde, terakki hayal kırıcı şekilde yavaş olmuştu; keyfiyet, bir yandan erkeklerin kadınların bu taleplerine sürekli mukavemetleri, bir yandan da kadın hareketinin püskürtülmesi ve bunun üyelerinin çoğunun taktikleri ve yine, kadınların eşitlik fikri ve bunların muhtemel sonuçlarından korkunun yarattığı takdiri güç bir tarihî ikiyüzlülükten ileri geliyordu.
Kadınların tâbiiyetinin Almanya’da eski kökenleri olup, âdet, din ve yasa tarafından kutsallaştırılmıştı. Alman kabilelerinin faziletlerine hayran olup bunların evlenme âdetlerini medheden Tacitus, bununla birlikte kadının aşağı durumuna işaret ediyor: Kadına, “evlilik töreninde kendisinin meşakkat ve tehlikede kocasının ortağı olup hem barış hem savaşta onun gibi ıstırab çekip cür’et etmeye tahsis edilmiş olduğ hatırlatılıyordu”. Yasal olarak, kendine ait çok az hakka sahip kadınlar, bağımlı olup evlenmeden önce babalarının, evlenmeden sonra da kocalarının tam denetimi altında bulunuyorlar, bu erkek koruyucularının emirlerine itaatla yükümlü idiler; reddetme durumunda, çeşitli modern bölgesel medenî kanunların terpiş ettikleri gibi, onlar tarafından gereğinde fizikî yollarla cezalandırılacaklardı.
Bu ehliyetsizlikler kadınlara karşı derince yerleşmiş Hıristiyan önyargılarla güçlendirilmiş olup kadınların erkeğe göre şehvete daha yatkın oldukları şüphesine dayanıyordu. Ortaçağlar da, kadınların Hıristiyan sayılabileceklerinden ve bunların kilise üyeliği ve ibadetlerinden dışlanmalarının daha münasip olacağından şüphe eden rahipler de vardı. Daha sonra, garip bir ters mantıkla, dinin kadınların dikkatini meşgul etmek ve bunların zihinlerini daha zararlı faaliyetlerden çevirmek için gerekli bir araç olduğu ileri sürülecekti. Bununla birlikte bu hoşgörü dahi uzun yıllar kadınların iştiraklarının tabiatı ve derecesi üzerinde kısıtlamalarla müzdeviç olmuştu. 1700’de bile, Hamburg’ta, onların kilisede şarkı söylemeleri uygun görülmüyordu.
Fazla muteber sayılmayacak bir özel hayatla evlilik sevgisinin bir ateşli savunuculuğunu birleştirmiş olan Richard Wagner, 1852’de Liszt’e yazdığı bir mektupta Lohengrin operasında Ortrud karakterini yansıtırken “aşkı bilmeyen bir kadını tasvir etmek istedim. Bunda herşey, en korkunç tabiatıyla, toparlandı. Onun tabiatı siyasîdir. Bir siyaset adamı iğrençtir, ama bir siyaset kadını bir dehşet nesnesidir. Ben işte bu berbatlığı betimledim” diye yazıyor.
Bunun gibi fikirler XIX. yy’da burjuva toplumunun kadınlara medenî hakların genişletilmesine muhalif olan genel mizacını temsil ediyordu. Aynı zamanda Schiller’in savunduğu ailenin eşitlik düşüncesi, bu kez daha babaerkil modele yol açmıştı. Kadınların tâbiiyeti (1869) adlı ve tercüme edilip Almanya’da geniş ölçüde yayılmış denemesinde John Stuart Mill (Ünlü İngiliz Filozof ve İktisatçı) “evlilik, kanun tarafından tanınmış tek serfliktir” diye yazıyordu. Bu, XIX. yy’da Almanya’da, İngiltere’de olduğu kadar koşulları tasvir ediyordu(272)– .
Almanya’da kadın hakları mücadelesinin uzun öyküsünü burada kesiyoruz. Craig’in kitabıyla birlikte.
– (272) ibd . , S. 147 – 154 .