“… Heyhat! Bugünden sonra uzun yıllar, ülkenin sınırlarına, yeşillik kaplı mütevazı kulübeme bakabilecek miyim? Bugünden sonra uzun yıllar bir zamanlar benim âlemim olan birkaç başaklı buğdaya zevkle bakabilecek miyim? Bir tanrısız asker mi bu iyi sürülmüş dinlenmiş tarlalara sahip olacak?…” diye hayıflanıyor Meliboeus[1].
“… (Jopas) değişen Ay’a, Güneş’in işlerine, oradan insanların ve hayvanların soylarına, oradan yağmur ve ateşe geçerek, Arcturus’a[2], gözleri yaşlı Hyad’lara[3], ikiz öküzlere[4], kış güneşlerinin kendilerini Oceanus’a daldırmakta neden bu kadar acele ettiklerine, yavaş geçen geceleri neyin geciktirdiğine dair şarkılar söyler…”[5]
Evet, büyük çiftliklerin sahibi bir kişinin oğlu olan Virgilius (M.Ö. 70 – M.Ö. 19)’da, satırlar arasında, tarım, hayvancılık ve meteoroloji ile ilgili konular alegori şeklinde de olsa, sık geçiyor. Gerçekten Roma devletinde toprak, bütün tarihi boyunca en büyük ve fiilen de en saygın yatırım şekli olmuştur. İmparatorluğun bütün idarî dokusu bir tarımsal artık temeli üzerine oturmuştur. Hal böyle olunca da toprağı ekip biçmede kullanılan çeşitli yöntemler, toprak sahiplerince bunun kullanılış şekli, ekip biçmede çalışanların sosyal ve hukukî durumu ve çalışmanın örgütlenme şekilleri, Roma tarihinin anlaşılması bakımından son derece önemli olmaktadır. Gracchus’lar hareketi ona takaddüm eden tarımsal devrim tam olarak kavranmadan yeterli şekilde yorumlanamaz. M.Ö. II. ve I. yy.ların köle isyanları[6], son Cumhuriyet döneminde özel orduların ortaya çıkışı, Trajan’ın beslenme nizamnameleri ve daha niceleri, çoğu birinci derecede önemli olmak üzere, tarımla bağlantılıdır[7].
Bu arada Romalıların devlet hazinesini Saturnus’a emanet ettiklerini de hatırlayalım. Hazine, bolluk dağıtan bu tanrının mabedinde muhafaza edilirdi.
Saturnalia’ların, Roma’nın kuruluşundan hayli öncelere dayanan, çok kadim bir kökeni haiz oldukları anlaşılıyor; geleneğin intikal ettirdiği “Saturnus’un saltanatı”na kadar geri gidiyor, yani yaşam için gerekli her şeyin bolluğu nedeniyle çok mutlu bir devir olan Altın Devir’e dayanıyor. Bu refah, tanrının insanlara tarımın esasını öğretmiş olması itibariyle, doğaldı. Tanrıya, tarlayı ilk olarak gübreyle mahsuldar kılmış olması sebebiyle Sterculius (stercus=gübre, dışkı) adı da verilmiştir.
Artakalmış olan dört Romalı tarım bilimci Büyük Gato, Varro, Columella ve Palladius[8], Plinius’un Tabîiyye’sinin XIV-XIX. Kitapları ile birlikte Virgilius gibi aslında teknik olmayan yazar, şair ya da tarihçiler… âletler ve işlemler üzerine çok değerli bilgiler aktarmışlardır.
Şimdi bunların kaynaklarına kısaca bir göz atalım.
Grek ve Finikeli tüccar ve yerleşenler, Doğu Akdeniz’den bütün havzaya ve bunun da kıyılarının ötesine bitki ve tarımsal tekniklerin yayılmasına aracı olmuşlardı. Ancak, Sicilya, İtalya ve Kuzey Afrika, bu bitki ve tekniklerin beşiğindekileri aynen uygulamamış: “Afrika’dan Kartacalı yazarlar çok sayıda çiftçilik düsturu aktarmışsalar da bunların çoğunun bizim çiftçilerimiz, meselâ Tremelius, yanlış olduğunu iddia etmişlerdir; bu sonuncusu Afrika ve İtalya toprak ve iklimlerinin farklı olması itibariyle aynı sonucu vermeyeceklerini ileri sürmüştür” diye anlatıyor Columella[9].
Daha önce söylediğimiz gibi Romalı yazarlar Grek yazarları büyük ölçüde zikrediyorlar. Varro[10], doğruca tarım üzerine yazmış ya da başka konulardaki eserlerinde buna temas etmiş elliden fazla Grek yazarı sıralamış. Gerçekten bunların çoğu feylosof olup bilimsel ve felsefî yazılarında tanıtıcıyı ilgilendirecek konular da işlenmiştir. Xenophon’un Oeconomicus’u bu eserlerden biri olmaktadır. Hava belirtileri ve çiftçi takviminin tanzimi babında astronomi eserleri özellikle önemli oluyordu. “Bunların dışında bir büyük Grek kalabalığı çiftçilik üzerine bilgi vermiştir; bunların ilki, çok ünlü şair Boeotia’lı Hesiodos, sanatımıza az olmayan ölçüde iştirak etmiştir. Daha sonra felsefenin pınarından gelenler yardımcı olmuş, ezcümle Abdera’lı Democritus, Sokrates’in muakkibi Xenophon, Tarentum’lu Archytas ve iki Meşşaî, hoca ile şakird, Aristo ile Theophrastus. Sicilyalılar da bu yolda olağanüstü gayret göstermişlerdir: Hieron ile Epicharmus ve bunların tilmizi Attalus Philometor…”[11] Bunların bazılarını daha önceden tanıyoruz.
Democritus’un Georgika’sı az çok bütün yazarlarca zikredilmiş olup alıntılar hep havanın belirtileri üzerine olmuştur. Gerçekten Akdenizli çiftçi için havanın önceden bilinmesi son derecede önemliydi. Hava, eski Akdeniz halkı için bir despottu ve rüzgârlar tarafından idare edilirdi. Keyfiyet, Columella’nın buna uzun bir bahis ayırmış olmasını izah eder.
O, buna bağlı olarak bu bahiste yılın her ayında hangi işlerin yapılmasının gerektiğini sıralıyor[12].
Takviminde her on beş günlük iş bölümleri, hâkim olarak esmesi muhtemel rüzgârlar hakkında bilgilerle başlar. Keza Virgilius’un ünlü Georgica’sının I. kitabının az çok yarısı (I. 252-462), buna tahsis edilmiştir[13].
“Ve nihayet Tarım’ı Roma yurttaşlığına mal edebiliriz (zira bugüne dek Grek ırkından yazarların elindeydi) ve ünlü “Censorius” Marcus Cato’yu hatırlayalım; o, Tarım’a Latince konuşmayı öğretmişti…” derken Columella[14], bu işin ilk olarak M.Ö. II. yy.da Cato tarafından kaleme alınmış olduğunu ifade ediyor.
Cato ile Varro arasındaki yazarlar üzerinde durmayacağız.
De Re Rustica M.Ö. 37’de yayınlandığı zaman Varro seksen birindeydi ve eseri, kendisinden çok genç olan eşi Fundania için yazmıştı. Bu sonuncusu toprak satın almıştı ve onu iyi işleyerek çok kâr etmeyi amaçlamıştı…[15] Varro da elliden fazla Grek yazarı zikrediyor ama Theophrastos dışında hiçbirine telmihte bulunmuyor[16].
Gelelim Bizans, yani Doğu Roma alanına.
Geoponika adıyla, Constantin Porphyrogenetis’in (911-950) himayesinde çıkmış olan bu tarım ansiklopedisi, bir çok değersiz sihrî işlemler dışında bazı iyi denenmiş uygulamaları içermektedir. Bunda fazla bir yenilik aranmayacaktır. Ağırlık Cato, Varro ve Columella’nın eserlerindedir. Gerçi bu kişilerin adı zikredilmemektedir ve hattâ hiç tanınmamış yazarlarla bilinip de tarımcı olmayanlardan söz edilmiştir. Yirmi bahisten en az beşi bağ yetiştirilmesi ve şarap imali usullerine tahsis edilmiştir.
Eserin VI. veya VII. yy.da Cassianus Bassus tarafından derlenip 950 civarında imparator Constantin Porphyrogenites’in emriyle gözden geçirilmiş olduğu tahmin ediliyor. Yirmi kitabın içeriği şöyle oluyor:
I İlm-i nücuma bağlı hava tahmin bilgisi
II Tarım
III Çiftçi takvimi (ay be ay)
IV-VIII Bağcılık ve şarap imali
IX Zeytin
X Meyve ağaçları
XI Süs ağaçları
XII Sebzeler
XIII Hastalıklar ve haşerata karşı tavsiyeler
XIV Tavukçuluk
XV Arılar
XVI Atlar
XVII Büyük baş hayvanlar
XVIII Koyunlar, keçiler, domuzlar
XIX Köpekler ve av
XX Balıklar[17]
* *
Roma tarımının esas itibariyle ilkel olup mutenavib mahsul ve nadasın iki tarla sistemine dayandığı, bir umumî kanaat halindedir. Eski Yunanistan’da, nadasa bırakma mutattı; ekilmemiş toprağın, ülkenin çoğu bölgesinde hüküm süren yarı çorak koşullar altında hayatî rutubeti muhafaza etmek için sık sık sürme işlemi esastı. Roma kaynakları, basit mahsul ve nadastan daha ileri bir örgütlenmenin varlığına dair belgelerle doludur. Campania gibi özellikle mümbit alanlarda “toprak bütün yıl boyunca panicum[18] ile darı ile ve yeşil ürün ile ekilidir” (Plinius XVIII/ 111).
“Bu noktada” diyor Columella[19], “Celsus ile mutabık değilim; o, kuvvetli öküz durumunda daha artacağı şüphesiz olan masraftan kısmak için toprağın küçük sabanlarla devrilmesini öneriyor, şöyle ki bu iş daha küçük boyda öküzlerle icra edilebilir; ürün verimi itibariyle hâsıl olan gelirin, daha kuvvetli çeki hayvanı satın alınması masrafını fazlasıyla karşılaması bir yana, bağ ve zeytin ekili İtalya’da, toprak derin işlenmeye muhtaçtır şöyle ki bağ çubukları ve zeytin ağaçlarının en üstteki kökleri, bırakıldıkları takdirde mahsule olumsuz etki yaptığından, saban demirleri tarafından koparılmış olurlar ve böylece de daha derindeki kökler, toprak derin sürüldüğünde, rutubetten yana gıdasını hemen alır”. Bu beyan tamamen genel olup belli bir yöreye münhasır değildir: mezkûr uzmanın zamanında (Milâdî I. yy.) bağ veya zeytinliklerde, aralara buğday ekmenin bir mutat uygulama olduğu anlaşılıyor.
Bir çiftçilik yöntemi olarak bu araya ekme keyfiyeti, İtalyan çiftçisini oyalayıp gelirini azaltan güçlüklerin bazılarının üstesinden gelme olanağını sağlıyordu. Yabani otlar onun başlıca düşmanıydı; kış yağmuru alıp da yazları kurak olan alanlarda, tahılların gelişme mevsimi ilkbahar sonu ile yaz başının artan sıcaklarına tesadüf eder. Mütevali hasat ve araya ekmenin etkisi, her bahçıvanın bildiği gibi, yabani otları boğup bunların gelişmesini sınırlamak ve böylece de mahsulün hasada hazırlanması için gerekli işi azaltmaktır.
Dikili fidanlar arasına ekim yapma bir başka ekonomik avantaj daha sağlamaktadır; zeytin ve daha birçok meyve ağacı çeşidi genellikle iki yılda bir mahsul verir. Ağaçlar, sıralar arasında tahılın yetişmesine imkân bırakacak kadar birbirlerinden uzak olarak dikildiklerinde, hektar başına meyve verimi tabiatıyla düşecektir ama buna karşılık tahıl devamlı kazanç sağlayarak mütenavib mevsimlerde düşük meyve verimini telâfi etmektedir. Böyle bir sistemin akşamdan sabaha yerleşmediği, gelişmesinin asır sürmüş olduğu tahmin edilir[20].
* *
Topraklar, bunların tipleri, çeşitleri, kesafet ve nitelikleri hususunda, başta Varro (I. 9 ve I. 6 ) ve Columella (II. 2.1-21) olmak üzere Romalı uzmanlar, önemli miktarda bilgi vermektedirler. Topraklar, esas itibariyle, dört geniş kategoriye göre sınıflandırılmış. Bu kategoriler şunlar oluyor:
(a) başat doku, yani kumlu olma derecesi veya kil muhtevası; (b) yapı; (c) rutubet durumu; (d) sıcaklık. Bunların metinlerdeki anlamlarını da şöyle özetlemek mümkün:
Gerçekten Theophrastus da topraklarda üç çift “zıt tabiat”, tartışma temeli olarak alınmıştır; bunlar π υκνγς άραιός ( kesif/gevşek); ξηρός ύγρος (kuru/yaş); κοῦρος βαρύς (hafif/ağır)dır[21].
Her toprak, değişik oranda kum ve kil içerir; bu oranlar, bu toprakların kullanılma şeklini derinden etkiler. Ayrıca toprağın doku ve yapısı, sürme işleminde kullanılacak âlet tipiyle toprağın hazırlanmasında kullanılacak yöntemi saptar. Mezkûr kategorileri temsil etmek üzere Varro’ nun bu husustaki beyanlarını esas alacağız.
“Diyorum ki, toprağın tabiatı, onun neye uygun ve neye uygun olmadığının saptanmasında büyük faik yapar. Terra sözcüğü üç anlamda kullanılmıştır, genel, özgül ve karma anlamlarında. Orbis terrae veya İtalya’nın veya herhangi bir ülkenin terra’ından söz ettiğimizde genel anlamında kullanılmıştır; şöyle ki işbu ifadede kaya ve kum ve buna benzer sair şeyler dâhildir…[22]
Böylece kum, çakıl, moloz taşı ve kaya, zerre ebadına göre çok kaba bir tasnifi temsil etmektedir. Kil, tebeşir, özlü toprak (kum, balçık ve nebatî toprak karışımı) ve kırmızı toprak, muhtemelen, kil içerikleri itibariyle birbirlerinden tefrik edilmiş. Özlü toprak (sabulo),adının da delâlet ettiği gibi, faydalı oranlarda kil ve kum içerecektir; kırmızı toprak (rubrica) ise, çok miktarda kil içeren bir toprak olacaktır. Columella bunun ağır ve köklerin kolay tutunmasına müsait olmayan, ama bağları, kütükler tutmuşlarsa, besleyici olduğunu, işlenmesi zor olduğunu söylüyor: ıslakken çok yapışkan olduğundan, çok kum olduğunda da aşırı derecede sert olduğundan kazılmaz[23].
Columella’nın toprakları tarım kabiliyetine göre tasnifi[25] ve hangi ürünün hangi tür toprağa daha uygun olduğuna ve hangi tür toprağın hangi mevsimde sürülmesinin gerektiğine dair uzun beyanları üzerinde durmayacağız[26].
Sadece dikkate değer bir önerisini zikretmekle yetineceğiz: “(Tarhlar üzerinde) tuzlumsu ve acı balçık ekini tahrip edecek olursa, güvercin gübresi serpip sürmekte fayda vardır; bulunmazsa servi yaprakları da aynı işi görür. Ama ilk yapılacak iş bir drenaj hendeği açarak suyu def etmektir”[27].
* *
Sebze ile sürekli rotasyon suretiyle nadastan sarfı nazar etme keyfiyeti Roma uygulamasında yer almamış olmakla birlikte kısmî sebze rotasyonu, Cato zamanından beri bilinmekteydi. Gerçekten, yukarda gördüğümüz gibi Romalılar toprak tipleri ve her tipe uygun ekin hususunda hayli bilgili görünüyorlar. Bu kez bunların, zeminin verimini muhafaza ve artırma ile ilgili olarak toprağı sürme yöntemlerini kısaca irdeleyeceğiz.
Uygun bir toprağı sürme keyfiyeti, münasip âletlerin yanı sıra, hava koşulları anlamında işlemlerin dikkatli zamanlamasını gerektirir. Uzun süren kuraklığı takip eden ilk hafif yağmurlardan hemen sonra sabana sarılmaya eğilimli olur çiftçi. O ise ki bu koşullar altında toprağı sürmek, yani Romalı çiftçi ağzıyla terra cariosa (çürük toprak)ı işlemek, onu üç müteakip yıl için kısır kılmak demektir: “cariosa haldeki toprağı sürmemeye dikkatli ol; bu hususta gerekli dikkati göstermezsen, üç yıllık mahsulü kaybedersin” derken Cato[28], Columella da “toprağı sürme işi ne zaman yapılırsa yapılsın, tarla çamur ya da hafif yağmurla yarı ıslak halde iken onu işlememeye dikkatli olunması gerekir ki toprağın bu koşulları çiftçilerce varia ve cariosa diye bilinir” izahını yapıyor[29]. Plinius da “Tabiîyye”sinde (XVII. 34-35), Cato’nun tavsiyelerini yorumlarken, çürük toprağı, kuru, mesamî delikle dolu, zayıf, verimsiz ve bir işe yaramaz ağacın çürümüş haliyle kıyaslıyor.
Eski Romalı yazarlara göre çok az toprak, nadastan sarfınazar edecek kadar zengindir. Bunlar arasında Columella çeşitli tahıl ve sebze türleri için ayrıntılı ekim şekillerini veriyor:
Bir başka yerde de bu yazar 200 iugera (çift) için gerekli gün sayısını derliyor: “… iki yüz iugera’lık toprak iki öküz boyunduruğu, aynı sayıda çiftçi ve altı sıra rençperle, ağaçsız olması kaydıyla işlenebilir… Bu hesaptan tek bir öküz boyunduruğu yüz yirmi beş modii (mud)[30] buğday ve aynı miktar sebzenin gereksinmesini karşılayabilir şöyle ki güz ekimi toplam iki yüz elli modii’ye varabilir ve üç aylık mahsulün yetmiş beş modii’sinden sonra yine de ekilebilir…”[31]
Nadasa bırakılmış toprak vervactum, her yıl ekilip biçileni de restibilis tabirleriyle tanımlanırdı. Bütün yazarlar tarlaların dinlendirilmesi ve bu arada da birkaç kez sürülerek çevrilmesi lüzumunda ittifak etmişlerdi.
Plinius (VIII. 91), ikisi zengin topraklar ve ikinci ve üçüncü nevi topraklar için de birer rotasyon önerisinde bulunuyor:
XVIII. 187’de, yeteri kadar toprak bulunmaması sebebiyle nadasın mümkün olmadığı hallerde tarlaya, emmer’e hazırlık olarak, yeşilken sürülüp toprağa katılacak olan acı bakla ya da burçak veya bakliyat ekilmesini öneriyor[32].
* *
Roma çiftçisinin başlıca gübre kaynağını ahır veya çiftlik avlusu gübresi teşkil ediyordu. Bu gübrenin değeri kısmen ahır samanından ileri geliyordu şöyle ki bu samanın, besin maddesi içermesinin dışında, idrar massetmek, dışkıyı birarada tutmak ve ayrışma sırasında uzvî madde sağlamak gibi üçlü bir işlevi vardı.
“…Cassius, en iyi gübrenin, bataklık ve deniz kuşlar hariç, kuşlarınki olduğunu, bunlardan da en iyisinin güvercin gübresi olduğunu ifade ediyor… Bu, tohum gibi araziye serpilmeli, sığır gübresi gibi yığın yapılmamalı. Benim kendi fikrim, en iyi gübrenin ardıç kuşu ve karatavuk kuşhanelerinden olanı olup Cassius, güvercin gübresinden sonra insan dışkısının en iyisi olduğunu, bundan sonra keçi, koyun ve eşek gübresinin geldiğini, at gübresinin en az değerli olmakla birlikte hububat tarlasına iyi geldiğini söylüyor; şöyle ki çayırlar için en değerlisidir…”[33]
Tahılların başlıca ekim mevsimi güz olup bu ürünler için gübre Eylül’de tarlalara taşınır ve bir yağmurdan sonra serilip sürülerek toprağa karıştırılırdı. Daha önce taşınacak olursa güneşte yanar ve değerini kaybederdi. Plinius, ekimden önce gübrelemenin mutlak önemi üzerinde ısrar ediyor ve ilkbahar ekimi için gübrenin kıştan yayılması ve tohumun toprak sürülüp gübre karıştıktan sonra atılması gerektiğini ekliyor (XVIII. 192)[34].
Organik gübre sağlama yolları Grek ve Romalı çiftçilerce iyi biliniyordu. Bu sonuncuların başlıca otoritesi olan Columella, sığır ve kümes hayvanının bulunmadığı yerlerde çiftlik gübresinin yerine kompostonun ikame edilebileceğini açıklıyor. Sığır ve kümes hayvanı mevcut olsa dahi, her türlü yaprağın toplanmasının gereğini vurguluyor ve ancak tembel bir çiftçi gübresiz kalır diyor, şöyle ki çiftçi, yolların ve böğürtlen tarhlarının döküntülerini toplayabilir, bunlarda küller, lâğım pisliği ve ev süprüntüleri bulunur[35].
Komposto yığını teşkili hususunda mezkûr bütün otoritelerin söyleyecekleri var. Bunlardan Cato, özellikle veciz ve kısa ifadede bulunuyor: Büyük bir gübre yığını yap. Komposto için malzeme saman, acı bakla, fasulye sapları, kabukları ve pırnar ve meşe yapraklarıdır[36]. Varro da bu konuda kısa konuşuyor[37]: gübre mutlaka çürümüş olacak. En iyi gübre yığını ince dal ve yapraklarla güneşten korunmuş olanıdır şöyle ki güneş, toprağın gereksindiği suyu emmemelidir. Bunun için tecrübeli çiftçiler, mümkün olduğunca, içine su akıtmaya bakarlar.
Columella da[38] konuyu uzun boylu tartışıyor. Söylediklerini şöyle özetleyebiliriz: yığınlar çukur ve kayalık zeminde olacak ve tabanları, rutubetin kaçmasını önleyecek şekilde pekiştirilecektir; buna su eklenmesi faydalı olur. Sadece tahılın yetiştiği yerlerde hiç ayırmadan her döküntü madde konmalı ama karma tarımın uygulandığı yerlerde bazı türler, ezcümle keçi gübresi (sebzeler için) ve kuş gübreleri (fidanlıklar için) ayrı tutulacaktır. Bütün yığın tarla tırmığı (rastri) ile döndürülerek çürüme kolaylaştırılacak ve malzeme kitlesi kırılacaktır.
Tarlalarda sürülerin yatırılması da bilinen bir uygulamaydı. Bunlar kışın köklerden veya verilen yemle beslenirler. Koyun sürülerinin bu bapta en faydalı olduğu söyleniyor.
Yeşil gübrenin değeri de Greklerce bilinmiş ve bütün Romalı uzmanlar bunu zikretmişlerdir. Böylece bazı ürünler sadece müteakip ürün için toprağı ıslah etmek üzere ekilir ve sürülmek suretiyle daha yeşilken toprağa karıştırılır. Cato bu bapta[39] acı bakla, fasulye ve burçağı zikrediyor.. Varro da[40], besin maddesi olarak ekilenlerle müteakip ürün için toprağı zenginleştirmek üzere ekilenleri özenle tefrik ediyor ve aynı bitkileri tavsiye ediyor. Columella bunlara ek olarak bu işin zamanlanması üzerinde de uzunca duruyor[41].
Kireç ve özlü toprak karıştırma
Plinius (XVII. 53) ocaktan kirecin yakın zamanlarda başarıyla zeytinlere uygulandığını kaydediyor. XVII. Kitap’ında kireç ve kireçli özlü topraklar üzerinde değerli ve uzun bir bölüm açmış oluyor; burada başlıca altı çeşidin, ezcümle beyaz özlü toprak (beyaz marn), kırmızı marn, güvercin rengi marn, killi marn, tüflü ve kumlu marnın değerlerini tartışıyor[42].
* *
Hasattan sonra anızın yakılması eski bir uygulama olup Roma döneminde kendini devam ettirmiştir. Vergilius’un Georgika’sında bundan söz edilmekle kalmayıp İmparatorluk döneminin iki köylü takviminde de yer almaktadır. Bununla birlikte Romalı uzmanlar bu uygulamaya fazlaca değer atfetmiyorlar[43].
* *
Topraktan fazla suların atılması için bütün mezkûr uzmanlar tavsiyelerde bulunuyor: “Tarlanın suyu kış süresince akıtılacaktır (drene edilecektir) ve yamaçlardaki drenaj hendekleri temiz tutulacaktır. En büyük tehlike güzde ve toz olduğu zamandır. Yağmurlar başlayınca bütün ev halkı kazma küreği kapıp hendek açacak, suları yollara çevirecektir…”[44].
Columella’nın vermiş olduğu ayrıntılı tavsiyelerden, arazi drenajı tekniğinin onun zamanında hayli yüksek bir düzeye varmış olduğu anlaşılıyor. İki tür hendek tipi görülüyor: açık ve kapalı tipler. Katı killi zeminlerde açık tip doğal olarak tercih edilirdi; bu açık hendekler, kenarlarının aşılması ve kanalın çöplerle tıkanmasını önlemek üzere üstü geniş altı dar olarak kazılırdı.
Kapalı drenaj hendekleri yarıya kadar küçük taş veya temiz çakılla doldurulur, üstüne de kazıdan çıkmış toprak örtülürdü. Taş veya çakılın bulunmadığı yerlerde çalı ya da dallar, aynı işi görürdü. Bu tür hendekler gevşek zeminlere uygundu. Bu hendeklerin konumu ve bunların arazi durumuna uydurulması hususuna büyük dikkat sarf edilirdi[45].
Tarlaların sulanma konusunu I. ciltte işlemiş olduğumuzdan[46] burada tekrarlamayacağız.
* *
Bunlar, buraya kadar betimlemiş olduğumuz “kara saban” ile “demirli saban” tiplerine irca olmaktadır. Bunlarda da ökçe (dentale), ok (temo) bulunup bunların ikisi ya tek parça teşkil eder, ya da birbirine münasip şekilde tutturulmuş iki parçadan oluşur. Bu sonuncu halde alt bölüm bura-burus adını alır. Yine tutak-eğek (stiva), ya ökçeyle tek parça oluşturur, ya da ona tutturulmuştur. Bunlardan başka saban demiri (vomer-vomis), kulaklar (tabellae) bulunur.
Sabanın toprağa batmasını sağlamak üzere sivri saban demirinin ucu hafifçe aşağıya doğru kıvrıktır. Böylece ilerledikçe demir zemine dalma eğiliminde olur.
Arator (αροτηρ) sözcüğü, çiftçiyi olduğu kadar çift öküzünü de ifade ediyor. Bunun dışında geniş devlet arazisini işleyip öşür ödeyen kişi oluyordu. Genellikle bu aratores’ler, piyade sınıfına mensup olup Çiçero tarafından “faydalı ve mükemmel bir insan sınıfı” olarak tavsif ediliyorlar. Aklımıza ister istemez timarlû geliyor…
Aratrum (αρατρον), saban oluyor. Eski anıtlar üzerinde resmedilmiş sabanlar genellikle çok basit tiplerdi (şek. 42). Doğal ya da yapay olarak meydana getirilmiş bir kıvrım (buris)’i[47] haiz bir karaağaç dalından oluşur; kıvrımın ucu sivriltilir ve ona bir demir (vomer)geçirilir; ama daldan demirin aksi yönüne çıkan bir başka dal tutak (stiva), sabanı idareye yarar.
Şekil. 42
Şek. 43’deki saban. Magnesia’da (Tessalya’da) bulunmuş bir kabartmadaki müterakki bir tipi temsil ediyor. Bıçak dışında Grek ve Latin yazarların saydıkları bütün aksamı, ezcümle AA, buris (γυης), ucu ok (temo, ιστοβοευς)u oluşturan kuyruk şeklinde kıvrık parça; B, dentale (ελυμα), demire geçen ahşap parça (taban); C, vomer (υννις) demir; D, kılıç (fulerum); E E, aures (πτερα), kulaklar; F, stiva (εχετλη), tutak.
Şek 44, teker (currus)li ve yukarıdaki aksam dışında ayrıca bir bıçak (culter)ı haizdir[48].
Şek 45’de cohum, yani boyunduruk (jugum) ok (temo)a bağlayan ip, kolan görülür (Magnesia’da bulunmuş bir kabartmadan)[49].
Dentale duplici dorso ( şek. 46 ), çift sırtlı bir taban olup geriye doğru açılarak ikiye ayrılır, ön kısmı sivrileşerek gider ve buraya demir geçer[50].
Sürülmüş topraktan rutubetin kaçmasını önlemek üzere toprak birkaç kez çapalanmakta olup bu işlem için Romalı çiftçiler, çeşitli zemin koşullarına göre, değişik ağırlık, şekil ve boyutta âletler kullanmaktadır. Bunlar keser tipi çapa’dan (ligo veya marra) (şek.47) çekme çapa (sarcula) ve tırmık (rastelli)ye (şek.48) kadar değişir. Genç bitkilerin kökleri kolaylıkla yerinden oynayabileceğinden işlemin büyük dikkatle yürütülmesi gerekir. Konuyu enine boyuna irdeleyen Columella[51] genç bitkilerin boyu saban izinin üst düzeyine varmadan çapalamanın yapılmayacağını söylüyor. Toprak, bitkiye doğru sürülmeli. Bu işte kullanılan hafif âlet de tapan (sarculum) oluyor. Mutat olarak buğday iki kez çapalanıyor, iş, (iugerum) (çift) başına üç gün alıyor (yani akr – 4047 m2 – başına 4,5 gün).
Şek.47. – Bir çeşit ligo (Rich’ten) Şek.48. – Tırmık dişleri (Rich’ten)
* *
İlkbaharın sonuna doğru, toprağın sabanla sürülmesi ve çapalamaya rağmen kalmış otlar toplanacaktır. Bu iş elle, ot baş gösterdiği zaman yapılırdı ve ingerum başına bir gün (yani 4 dönüm başına 1,5 gün) alırdı. Böylece de çapalama ile otların ayıklanması, nadasın sürülmesi kadar zaman olmuş oluyordu.
“Bir ingerum zengin toprak genellikle dört modii (mud)[52], orta kabiliyette olanı beş modii… buğday gerektirir…”[53] “Toprağa bıraktıklarımızı harman yerine taşımak için gerekli gün sayısını hesaplayalım; dört veya beş modii adi buğday, sürmek için dört gün, tapanlamak için bir gün, ilk çapalama için iki ve ikincisi için bir gün, yabani otların ayıklanması bir gün, hasat için bir buçuk gün olmak üzere toplam on buçuk çalışma günü gereklidir…”[54]
* *
Hasattan sonra ekin harman yeri (area)ne taşınır. Harmanlama sırasında yağmur yağması halinde, başakların kurutulması için Columella[55] harman yerinin yakınında bir kurutma odası tavsiye ediyor.
Harman yeri kabaca dairevî, düzgün sıkı yüzeyli bir alandı. “Bir harman yeri hazırlamak için zemini döşe ve kalın bir amurca[56] tabakası dök ve iyice ıslatılmasını sağla. Sonra kesekleri itina ile kır, zemini tesviye et ve tokmaklarla sıkıştır; sonra yeniden amurca ile kapla ve kurumaya bırak. Böylece ne karıncalar onu bozar, ne de yabani ot çıkar”[57].
Harman döğme (tritura – αλοησις), üç değişik şekilde uygulanırdı: bir döveçle (pertica, fustis), yani birer ucundan birbirine eklemlenmiş iki değnekten oluşan âletle vurarak; başakları, hayvanların çektiği bir âletle (tribulum–τα τριβολα) kuvvetle sürterek veya bunları, harman yeri üzerinde gezdirilen hayvanlara çiğneterek.
İşbu pertica (fot. 16) aynı zamanda ölçü almaya da yarardı şöyle ki pertica militaris, askerlere verilen toprak parselleri bu âletle ölçülürdü. Bu nedenle de madalyonlar ve taşlar üzerinde bir sabanla birlikte temsil edilmiştir.[58]
Tribulum – tribula (şek. 49 ve fot. 17), altı sivri çakmak taşlarıyla ya da demir dişlerle donatılmış bir tahta levhadan ibaretti.
Bunun bir değişik şekli de plostellum punicum (Kartaca arabası) (şek. 50) idi. Bu, Kartacalıların icat ettikleri bir nevi kızak olup buna, dişlerle donatılmış birkaç silindir uygulanmıştı. Bu silindirler buğdayı dövüp, hayvanlar âleti sürükledikçe saman üzerinde dönerek ve bastırarak onu başaktan çıkartırdı. Çiftçi, üstüne binmek suretiyle ağırlığını artırırdı. Varro’nun vermiş olduğu bu tarif[59] şek 50’de temsil edilip Mısır’da halen aynı amaçla kullanılan ve noreg tesmiye edilen âletle tamamen mutabıktır[60].
Şek. 49 (Rich’den) Şek. 50 (Rich’den )
Bunların dışında bir de traha – trahea[61] olup bu âlet ( şek. 51) yine buğday döğmek için eskilerin kullandıkları bir nevi kızaktı; bu amaçla o bazen tribula’ların arkasından çekilmek suretiyle bu âletin tam olarak görmediği iş itmam ettirilirdi. Şek. 51’deki resim, bir Mısır mezarından alınmıştır.
Şek. 51 (Rich’den)
Columella döveç (pertica) ile harman döğme yöntemini üstün tutuyor şöyle ki bu, kış aylarında işçiliğin bol olduğu zamanlarda kapalı yerde de yapılabilir. Uygulama ayrıntılarını da veriyor[62]. Hayvanlara çiğnetme yöntemine gelince, atı öküze tercih ediyor[63].
Varro, sadece tribulum ile plostellum punicum’u zikrediyor. Herhalde, kitabı sipariş etmiş olan işgüzar toprak sahibi, en ileri yöntemleri talep etmişti. İşin tuhaf tarafı da ne Columella’nın, ne de Plinius’un, tribulum’un bir mütekâmil şekli olan “ Kartaca arabası”ndan söz etmemiş olmalarıdır.
* *
Bu yolda Romalı çiftçiler iki yöntem kullanırlardı: bir tahıl çalkağısı, büyük kalbur (vannus) içinde seyrek taneyi çalkalayarak veya bir savurma küreği (ventilabrum) ile karışımı havaya fırlatmak. Bu ikincisi için Columella “yaz aylarında devamlı tatlı tatlı esen” Batı rüzgârını yeğliyor. Ancak hava uzun süre sakin gidecek olursa birinci yola başvurmayı öneriyor[64]. Vantilabrum ya da vallus, dişli bir ahşap kürek olup dişler samanı tutmaya yararken kepçe kısmı da, içeriği havaya fırlatma olanağını sağlar.
Ambarlamadan önce, taneleri zararlı böceklerden korumak üzere onları itinayla temizlemeye say edilirdi. Bizim otoriteler bu yolda iki yöntem önermişler: Birkaç yıl bekletilecek taneler için bir ikinci savurma[65] ve “özellikle iyi mahsul alındığında, döğülmüş olan her şeyi bir kalbur (capisterium) ile temizlemek ve boyut ve ağırlık itibariyle dibe çökenleri tohumluk olarak saklamak”[66].
Bu tip bir kalburla tanenin temizlenmesi can sıkıcı bir iş olmalıydı ve hiçbir eski uzman bunun akarsuyla kullanıldığından söz etmiyor.
* *
Saklanan tahılın başlıca düşmanları, küf (mildiyö) hâsıl eden rutubetle böcek ve kurtlardır. Cato’dan sonra bütün yazarlarca zahire ambarı (granarium, horreum) inşa ve bakımına tahsis edilmiş büyük bölümler, işin güçlüğünün delili olmaktadır. Ancak havalandırma ve görünüm konularında uzmanların fikirleri tehalüf etmektedir. Bununla birlikte bunların hepsi kuru koşullar ve alçak sıcaklık ve haşerelerin girişini önlemek üzere de duvar, zemin ve tavanların münasip bakımı hususunda müttefiktirler. Varro, Kappadokya ve Trakya’da olduğu gibi mağaraları ve havayı dışlamaya büyük özen gösterilen İspanya’daki gibi yeraltı silolarını zikrediyor: “Buğday toprak üstünde, Doğu ve Kuzey’den hava cereyanına açık ve yakınlardaki rutubetli havaya maruz olmayan zahire ambarlarında depolanacaktır. Duvarlar ve zemin mermer harcı ile veya hiç değilse saman kırıntısıyla karışık kille kaplanacaktır zira bunların her ikisi de kurt ve farelerin girmesine engel olur… Bazı çiftçiler keza buğdaya amurca serpmektedir ve bunun için yaklaşık bir modii başına bir quadrantal[67] kullanmaktadırlar. Değişik çiftçiler çeşitli tozlar ya da serpintiler, ezcümle Kalsidian veya Karia kireci veya pelin otu ve mümasili şeyler kullanıyorlar. Bazıları, Kappadokya ve Trakya’da olduğu gibi sirus tesmiye edilen yeraltı mağaralarını kullanıyorlar. Daha başkaları da Aragon’da Huesca’da olduğu gibi kuyular kullanmaktalar. Bunların diplerini samanla kaplayıp bunlara rutubet veya havanın temas etmemesine özen gösteriyorlar, zira havanın varamadığı yerde böcek üremez. Böylece depolanmış buğday elli yıl kadar, darı da yüz yıldan fazla dayanır…”[68].
Keza Euboea Olynthus ve Cerinthus’da, tahılın çürümesini önleyen bir toprak bulunmaktadır.
Zeytinyağı posası, kireç ve pelin otu, küf gelişmesini önlemiş olmalıdır. Son ikisi, taneler arasında serbest harekete mani olduğundan bir böceklerden korunma olanağı sağlamış olmalıdır.
Plinius’un dediği gibi, tahılın kuyularda depolanmasında, hava dışlanacaktır ve bu koşullar altında oksijen tükenecek ve tahılın, böcek, mantar vs.nin metabolizması karbon dioksit hâsıl edecektir. Öyle bir noktaya varılır ki böcek ve mantarları yaşatmaya yetecek oksijen kalmaz.
Ayrıca böcekleri kaçıran birçok madde de, ezcümle biber, Nijerya’da kullanılmaktadır. Keza kum ve kül de bu yolda etkili olmakta şöyle ki yeteri kalınlıkta bir kum veya kül tabakasıyla örtüldüğünde, böcek tahıla ulaşamamaktadır. Böcek kaçıran bir başka ortam da kokudur. Amurca da fevkalâde kuvvetli ve gönül bulandırıcı bir kokuya sahiptir[69].
Columella (Milâdî I. yy) ile Palladius’ın (IV. yy.) çiftçi takvimlerinin, Cato (M.Ö. 234-149) ve yine Columella’nın hayvanların ve özellikle çift öküzlerinin yem istihkakları cetvelleri üzerinde durmayacağız[70].
* *
“Öküz satın alırken üzerinde durulacak ve kaçınılacak hususları zikretmeyi kolay olmaktan uzak bulmaktayım… Bu kadar çeşidin bulunmasına rağmen, çiftçinin öküz veya boğa satın alırken uyacağı evrensel ve değişmez prensipler vardır. Kartacalı Mago[71], aşağıda tafsil edeceğimiz şekilde bu prensipleri vazetmiştir. Satın alınacak bu hayvanlar genç, sağlam yapılı, iri uzuv ve boynuzlu olup sonuncular uzun ve siyahça ve kuvvetli olacaktır; alın geniş ve kıvırcık saçlı, kulaklar kıllı göz ve dudaklar koyu renkli, burun delikleri geriye yatık ve geniş yayılmış, boyun uzun ve adaleli, boyun derisi bol ve neredeyse dizlere sarkık, göğüs geniş, omuzlar iri olacaktır…”[72]. Columella’nın şartnamesi böyle.
Alıştırma rejimi, hayvanların sıkı fizikî tahdidine dayanıyor; bunlar “ipleri çok az harekete müsaade edecek şekilde”, ahır bölmesi üzerine vazedilmiş ufkî direklere bağlanıyorlar. Çok vahşî ve yabani iseler, hırslarını dağıtmak için bu durumda otuz altı saat süreyle tutulacaklardır. İkinci aşamada, çift sürmek ve araba çekmek için ıttıratlı adımlarla yürümeye alıştırılır. Hayvan sakin mizaçlı ise, buna “muntazam şekilde ve korkusuzca bir adım atmaya” alıştırıldığı ilk günün sonunda başlanabilir. Ahıra dönüşte, hayvanlar bu kez başları hareket edemeyecek şekilde yeniden bağlanacak şöyle ki sığırtmaç bunları idare etmeye başlayıp onları sesine ve dokunmasına alışık hale getirecek. Sonra da ağız ve damaklarını tuzla ovar, erimiş iç yağına bulanmış ve şarapla bolca ıslatılmış yemi eliyle yedirir[73].
Üç günlük böyle bir terbiye hayvanları ikinci terbiye aşamasına, boyunduruğa vurulmaya yetecek kadar uysallaştırır. Bu safhada ok’un yerini tutmak üzere bir ağaç dalı boyunduruğa bağlanır. Önce boş, sonra yüklü bir araba ile talimden sonra sabana koşulabilirler: eğitimin en güç tarafı böylece sona bırakılmış olmaktadır. Bunda da yine kademeli olarak gidilir, hayvan önce sabanı sürülmüş zemin üzerinde çeker. Columella, elde eğitilmiş öküzlerin bulunması halinde bu zahmetli sürecin hızlandırılabileceğini vurguluyor: kendi çiftliğinde, alıştırılmamış öküz tam manasıyla alışık olanla birlikte boyunduruğa vuruluyor; özellikle inatçı hayvan, iki tecrübelisinin ortasında üçlü boyunduruğa bağlanıyor ve ister istemez emirlere itaate zorlanıyor. Columella itaatin sağlanması için üvendire kullanımına ve genel olarak her türlü sertliğe karşı çıkıyor[74].
Günümüzde de av köpeklerinin, böyle “muallim” köpeklerle birlikte terbiye edildiğini ifade edelim.
* *
Cato, 240 iugera[75]lık bir zeytinlik ve 100 ingera[76]lık bağ için gerekli âlet, edevat ve personeli sayarken[77] her iki yerde de tahıl değirmenlerinden söz ediyor. Ancak bunlar biri eşekle tahrik edilen ( mola asinaria), biri itme (elle) (mola trusatilis), biri de İspanyol değirmeni (mola hispaniensis)dir. Her iki listede de, sağlanacak hayvanlar arasında değirmen eşeğinin bulunması, mezkûr değirmenlerin, Grek değirmenindeki “eşekler” (ον οι) olmayıp doğruca bu hayvanlarla tahrik edilenlerden olduğunu gösterir. Bittabî böyle olunca da âlet dönel tipten olacaktır.
Genel olarak mola (μυλη), çeşitli maddeleri öğütmeye matuf veya insan gücüyle, ya hayvan ya da suyla tahrik edilen âletleri ifade eder.
Mola manuaria veya trusalitis (χειρομυλη), kollu, buğday ve bakla gibi tahıl ve bakliyatı öğüten değirmen (Şek. 52) olup bunlardan birçok numune Pompei’de, ekmekçi-fırıncı dükkânlarında bulunmuştur. Hepsi az çok aynı tarzda imal edilmiş olup esas itibariyle şekildeki profili haiz iki taştan oluşmuştur. Alt taş (meta), ucunda, eksen teşkil eden bir demiri haizdir. Kum saati şeklinde olan üst taş (catillus) bunun üstüne oturur. Tahıl bunun üst kısmından konur ve bu huninin dibinde bulunan dört delikten tedricen alt taşın üstüne iner. Un, alt koni (meta)nin etrafından değirmenin altına oyulmuş bir mecraya akar[78].
Şek. 52 (Rich’ den)
Mola asinaria ( şek. 53), öncekiyle aynı olup insan yerine hayvanla tahrik edilenidir[79]. Hayvanların gözleri bakır levhacıklarla kapatılmıştır.
Taşlar koyu kurşunî, çok sert ve yüksek derecede mesamî lavadan yapılmıştır.
“Nisyros, Telos[80] un Kuzey’inde ve yaklaşık ondan ve İstanköy’den altmış stadion[81] mesafededir. Yuvarlak, yüksek ve kayalık olup bu kaya, değirmen taşlarının yapıldığı kayadır; herhalde civar halkları buradan bol miktarda değirmen taşı sağlamaktadırlar…”[82]
Strabo’nun bu beyanından, Nisyros bir değirmen taşı endüstrisinin merkezi olmamış olsa bile, hayvanla muharrik değirmenlerin bu taştan yapıldığı ve bunların Doğu Akdeniz bölgesinde kullanıldıkları muhakkaktır. Gerçekten Delos ve Laurion’da mümasil değirmenler bulunmuştur[83].
Şek. 53 (Rich’ten)
Cato’nun zikrettiği mola hispaniensis, bir küçük boyda el değirmeninden ibaret olmalı[84].
Mola aquaria, su değirmenlerine gelince, bunlar da öncekilere benzemekte, ancak dış taş (catillus) bir su çarkı (rota aquaria) tarafından tahrik edilmekte, bu çark ekseninin öbür ucunda bir dişli çark (tympanum dentatum) bulunmakta, bu da dikey eksenli bir küçüğünü (pinion) çevirmektedir ki bu eksenin üst ucuna, bir demir kırlangıç kuyruğu ile catillus merbuttur. Vitruvius’un bu tasvirinde[85] bu üst dış taş kum saati şeklinde olmayıp sistemin üzerinde ayrıca bir huni – değirmen oluğu bulunmaktadır ( şek. 54)
Vitruvius bunları muhtemelen M.Ö. 25-23’de yazmıştı. Buradan da bu işin günlük uygulama alanına çoktan çıkmış olduğu anlaşılıyor. M.Ö. 64 / 63 ile M.S. 21 arasında yaşamış olan Amasya (Amaseia)lı Strabo, yine bu tarihlerde, Pontos’da Cabeiria’da[86] bir su değirmeninden bahsediyor:
“… Pompeius tarafından bir kent olarak inşa edilip Diospolis (“Zeus kenti”) tesmiye edilmiş Cabeiria’ya gelince, Pythodoris onu daha sonra süsledi ve adını Sebastê (Latince “Augusta”)ye değiştirdi ve orasını bir kraliyet makarrı olarak kullandı…”[87] “… Mihridat’ın sarayı ve keza su değirmeni Cabeiria’da inşa edilmişti…”[88] Bu ifadelerden, değirmenin en azından M.Ö. I. yy.ın başlarına ait olduğu anlaşılıyor.
Şek. 54.-Vitruvius’a göre bir Roma su değirmeni, a– su çarkı; (aqua rotaria); b – dikey dişli çark (tympanum dentattum); c, a ile b’nin ekseni: d – yatay pinion; e, d’nin ekseni; f – demir kırlangıç kuyruğu; g ve h – değirmen taşları; i – huni ( LA. Moritz’den)
* *
Tanenin değirmende ufalanmasının, tahılların tüketime hazırlanma süreci içinde tuttuğu yer önemli oluyor şöyle ki insanın hazım cihazı, yenmeden önce tahılın pişirilmesini gerekli kılıyor; ancak pişirmeden önce öğütme elzem olmayıp gerçekten çoğu kez bundan tamamen sarfınazar edilir veya bir basit kırına ile yetinilir. Fırında pişmiş ürünler için ise, öğütme gereklidir.
Antik çağlarda da unlar, içerdikleri kepek oranına göre derecelendirilmiş. Havan’ın uzun süre günlük yaşamda yer almaya devam etmesi, kabuklu tanenin soyulmasında kullanılmasıyla izah edilir. Ekmeklik tahıl (çıplak buğday ve çavdar) dışındaki tahıllar ve bazı istisnaî arpalar normal olarak bu sürece tâbi kılınır ve bu çoğu kez, harmanda döğmekle pişirme arasındaki tanenin tâbi tutulduğu tek süreç olmaktadır.
Eski zamanlarda πτισσειν “havanda döğmek”ten müştak ve Latinceye (p) tisana olarak geçmiş πτ ισανη, buna iyi bir örnek teşkil eder[89]. Keza nişastanın eski adı αμυλον, amylum (= öğütülmemiş olan) da bir başkası olmaktadır. Grek πιοτικιον, kabuğu çıkmış tanenin bir başka adı oluyor. Benzer şekilde χιδρα da muhtemelen kavrulmuş olmamış arpa veya buğday tanelerini ifade ediyordu.
Un haline irca edilmemiş tahıllar ve özellikle ekmek imaline salih olmayanlarla yapılan yiyeceklerin ayrıntılarına girmiyoruz[90].
* *
Elimizdeki müracaat kitaplarının çoğu kollu (levyeli) cendere (pres) (torcular), vidalı cendere (cochlea) ve yağ değirmeni (trapetum)ni zikrediyorlar. Bu son derece önemli ve besin maddesi olmanın dışında klasik dünyaya sabun ve elektrik ışığının muadilini sağlayan ürünün elde edilmesi için bunlardan daha başka tertiplerin bulunduğu muhakkaktır.
Yağ çıkarılması süreci, şarap yapımındakinden oldukça daha muğlâktır. Her iki halde de sıvı, meyveden “dışlanacaktı”. Şarap imalinde, tatlı çiğnemeden zorlu sıkmaya kadar değişik baskı miktarı uygulanabilir; sonunda sadece geriye posa ve ezilmiş çekirdekler kalır ve bunlar hayvan yemi olarak kullanılır. O ise ki yağ imalinde çekirdek ezilmeden çıkarılacak ve yağdan, ticarî bakımdan faydalı olduğu kadar yağı bozabilecek amurca, yani küspe, ayrılacaktır. Öğütülmeden önce bozulmayı önlemek üzere “her gün toplananlar derhal değirmen ve cenderenin altına sokulacaktır. Ancak toplanan miktar cenderede çalışanın takatini aşarsa, kemerlerle desteklenen depolar bulunacak, meyveler buraya taşınacaktır. Bu dam altı bir tahıl ambarı gibi olup yeteri kadar kap ihtiva edecektir şöyle ki her gün toplanan ayrı ayrı depolanacaktır. Bu kapların tabanına taş veya tuğla döşenecek, her türlü rutubetin oluk veya borulardan çabuk akmasını sağlamak üzere de meyil verilecektir; zira küspe yağa zararlı olup kokusunu bozar…”[91].
Zeytinin toplanması Grek dünyasında dallara sopayla vurmak suretiyle olurken meyvelerin berelendiği düşünülecektir. Varro “yerden veya merdivenle erişilebilen zeytinler ağaç silkelenmeden elle toplanacak, zira zedelenmiş meyve kurur ve fazla yağ vermez. Çıplak elle toplanan, eldivenle toplanandan iyidir şöyle ki eldiven meyveyi zedelemekle kalmayıp ağacın kabuğunu yırtar ve onu soğuğa maruz bırakır…” [92] diyor.
Meyveler öğütülmeden önce aşağıdaki işlemlerden geçerler:
a.Temizleme. Önce elle saplar iyi bir havada ayıklanacak, meyveler kalburdan geçirilecek (cribrari) ve alta serilmiş hasır ve sazlar üzerinde temizlenecek (purgari). Kurur kurumaz (bu işe en çok üç gün tahsis edilir), yumuşatma işlemine geçilir.
“Yağ çıkarmak için değirmenler, yağ cenderesinden, yağ cenderesi de bir canalis veya bir solea[96]dan daha kullanışlıdır. Değirmenler çok kolay idare edilirler şöyle ki meyvelerin büyüklüğüne göre alçaltılıp yükseltilebilirler; böylece, yağın kokusunu bozan çekirdek, kırılmamış olur… Keza bir dikey döğen kızağına benzeyen ve tudicula[97] tesmiye edilen bir âlet daha vardır; bu da fazla sıkıntı vermeden iş görür ama sık sık arızalanır ve içine biraz fazla meyve konacak olursa, tıkanır…” diyor Columella[98].
Yazarın sözünü ettiği değirmenlerden yağ değirmeni (mola olearia) hakkında mezkûr tarım uzmanlarından hiçbiri bilgi vermiyorsa da arkeolojik deliller mukni olmaktadır. Bunlara göre mola olearia, bir dikey kirişin taşıdığı bir yatay eksen etrafında dönen iki silindirik değirmen taşından ibaret olup taşlar, öğütme fiilinin vaki olduğu bir düz yüzey üzerinde döner ( Şek. 55 ).
Yine Columella’nın sözünü ettiği yağ değirmenlerinden Trapetum hakkında Cato uzun tafsilât veriyor[99] (şek. 56).
Bu yöntemlerin herhangi biriyle çekirdeğin ayrılmasının sonucu bir “pelte” (sampsa) elde etmektir. Bunun müteakip aşaması yağı çıkarıp onu küspe (amurca)dan ayırmaktır. Yağ, pelteden ihraç edilecektir yani basınç altında, ya bir kol (levye) ve ipler, bir kol ve vida, doğruca bir vida, ya da bir kamalar sistemiyle akıtılacaktır.
Şek.56
Kollu cendere (torcular – torculum – ληνός)nin ilkel şekli (şek. 57) çok basit olup altına bir sepet içinde üzümleri ya da zeytinleri yerleştirmek için bir levye ile kaldırılan çok ağır bir taştan ibaretti. Resmin solundaki iki adam taşı yerleştirmekle meşgulken kolun öbür ucuna bastıran üç kişi de, altına konulması istenen üzüm ya da zeytin sepetine yer açmak üzere onu kaldırmaktadırlar. Taş meyvelerin üzerine oturduktan sonra kolun işlevinin değiştiği sanılır; bunun bir ucu bir yuvaya girip bu kez onu taşın üstünden geçerek öbür ucuna asılan işçiler, basınç kuvvetini artırmaktadırlar.
Şek. 57.- Napoli müzesindeki bir kabartma ( Rich’den )
Bunun mütekâmil bir şeklini Cato bize tarif ediyor[100] (şek. 58): Cendere kirişi (prelum), ip ve kösele sırımlar (funibus vittisque loreis) ve bunların üzerine dolandığı bir ırgat vasıtasıyla ve bir kol
( vectibus) yardımıyla aşağıya bastırılır.
Şek. 58.-Solda White’dan; sağda bir Grek vazosundan (Forbes’ten).
Kol ve vidalı tipler de Şek. 59’da görülür. Doğruca vidalı Hero’nun cenderesi de, tek ve çift vidalı olmak üzere iki tiptir[101].
Şek. 59. Şek. 60. Doğruca tek ve çift vidalı
Hero cenderesi (White’dan)
Kamalarla bastırılan kirişli bir pres tipinden (Şek. 61) hiçbir yazar söz etmiyorsa da buna Harculaneum ve Pompei’de duvar resimlerinde rastlanıyor. Kamalar uzun saplı çekiçlerle sürülüyor[102].
Devam etmeden önce, şek. 59’da görülen sistemin Anadolu’ da günümüze çıkmış bir örneğini, bunu ayrıntılarıyla tetkik etmiş olan İrfan Unutmaz’ın kaleminden aynen aktarıyoruz[103]:
“… Kayseri’ nin Konaklar Köyü’ndeki bir bezirhaneden de Osmanlı sayım defterleri dışında söz eden ilk yazar Jerphanion’dır…”
“… Yakın uzak başka köylerde bu sisteme kayalar içerisinde ve mağaralarda da rastladık, ancak ağaçtan olan en önemli parçalar kışın kesilip yakacak olarak kullanılmış…”
“Konaklar köyündeki iki sağlam bezirhaneden birincisi de yeraltına doğru ve kısmen bir mağaranın içindedir…, bezirhane 1960’ların başlarına değin çalışmış… Binaya ilk girişten itibaren döşemenin gittikçe artan hafif bir eğime sahip olduğunu görüyoruz. Öyle ki cephe ile binanın arka kısmı arasındaki fark 2-2.5 m.yi buluyor…”
“…bezirhanenin en ilginç yanı, beziryağının bir sistem içerisinde farklı aşamalardan geçtikten sonra elde edilmesi ve sıkma işlemini yapan en önemli parçaların devasa boyutlardaki ağaçlardan yapılmış olması…”
“… binaya girer girmez solda bir fırın ve fırına odun atılan ocak… yer alıyor. Fırının önündeki genişçe bir alanda dıştan çapı 3.20 m. olan bir havuz ve atların çevirdiği bir… ‘seten’[104] bulunuyor.”
“Burada, fırında kavrulup önündeki küçük yalakta elenen tohumlar birinci aşamada öğütülerek un haline getiriliyor…”
“Yapı ekseninin sağında kalan bölümde ise yaklaşık 18 metrelik alanı bütünüyle kaplayan yağ presleme işini yapan, tamamen ağaçtan ve elde yapılmış, görkemli sıkma sistemi bulunuyor… Köy, eski bir Rum köyü ve şimdi ahır olarak kullanılan bir kilisenin vakfı olarak yapılmış[105]…”
“Bu tip preslerin M.S. I. yy.dan XIV. yy.a kadar çeşitli değişikliklerle kullanılmış olduğu sanılıyor[106]… Sahibinin ve içinde çalışmış olan son ustaların anlattıklarına göre (her biri 70 yaşlarında) yalnızca ağaçtan yapılmış bu aletlerin üretim tarihleri yüz yıldan fazla olmalı.”
“…sistem iki ayrı kısımda incelenebilir ( şek. 62 )… yaklaşık dikine duran 7 metre boyunda vida ile bu vidaya ortasından dönmeyi sağlayacak bir düzenekle bağlı yaklaşık 13 metre boyunda iki sıra ve üst üste konmuş dört ya da altı kalın çam gövdesi biçiminde anlatılabilir. Vida, meşe ya da fırınlanmış ceviz ağacı gövdesinden elle oyularak vida haline getirilmiş 6.30 metre uzunluğunda ahşap bir malzeme. Köydeki özgün adı ‘iğ’ …en kalın yerinin 25 cm’in üzerinde olması gerektiğini belirttiler.”
“İğin alt ucu bir topaç ucu gibi yuvarlak ve ‘kiriş başı’ adını alıyor.”
Şek. 62.- Bir “yağ değirmeni” (İ. Unutmaz’dan)
Kirişbaşı gözükmüyor, çünkü buraya yaklaşık 750 ilâ 1000 kg arasında değişebilen ağırlıkta bir kaya parçası ilginç tahta ve ağaç düzeneklerle bağlı. Buna verilen isim ‘batman’, taşa ise ‘batman taşı’. Bu kısım bütünüyle taş örgüyle yapılmış bir çukurun içinde bulunuyor ve tamamına verilen isim ‘batmanlık’… İğ ya da vida, kirişbaşından vida burgularının başladığı bölüme kadar kare biçiminde kesilmiş ve farklı yönlerden iki ayrı kalınca sopa (büyük boyunduruk: 320 cm; küçük boyunduruk 110 cm.) içinden geçirilerek takılmış. Amaç vidayı çevirmek. 10 cm. çapındaki bu sopalardan küçüğüne ‘çezgel’, büyüğüne ‘manıç’ ismi ayrıca verilmiş”.
“Vidanın yaklaşık 1.30 metrelik kısmını içeren bu bölüme verilen ad yine ‘manıç’. Manıç kısmından sonra vidaya gelince, burada bağımsız bir ünite olarak bulunan ve aynı zamanda hem 13 metrelik hezenleri vidaya bağlayan hem de iğe bir dişi cıvata (somun) biçiminde karşılık veren kalınca bir kütük bulunuyor. 150 cm. boyunda yaklaşık 50 cm. çaplı olan bu yuvarlağımsı gövde parçasının tam ortası, vidanın içinde rahatça dönebileceği şekilde ve dişi bir cıvata olarak yapılmış. Bunun yöredeki adı ‘aşıklık’.
“Aşıklığın altına, iki sıra halinde ve üst üste gelecek şekilde dört tane 13 metre boyundaki hezenler uçlarından bağlanıyor. Bu durumdaki hezenlere de ‘imdat’ adı veriliyor.”
“Hezenlerin görevi tahmin edileceği gibi preslemeyi sağlamak. Birbirlerine metal şeritlerle sıkıca bağlanmış olan hezenler bütün bezirhane boyunca uzanıp yapının içteki cephe duvarına içten bir metre kadar giriyorlar. Bu yer hezenlerin girebilmesi için özel olarak yapılmış ve adı ‘cezalık’.”
“Cezalık, özellikle çok iri taşlardan örülmüş ve ‘heybetaşı’ denilen 160×40 cm. boyutlarındaki bir başka iri taş da cezalığın üstüne, duvarın içine yerleştirilmiş. Bu bölümün presleme esnasında yaşamsal bir önemi var. Cezalığın bir metre kadar önünde de ‘bezirlik’ denilen ve yağın elde edildiği yaklaşık 1.40×2.00 metre boyutlarındaki bölüm bulunuyor.”
“Bezirliğin ortasında 60×20 cm boyutunda ve ‘bezir kuyusu’ denilen yuvarlak ayrı bir kısımda da yağ toplanıyor. Yine bezirliğe doğrudan bağlı olarak ve onun ön kenarında ‘sahan taşı’ denilen bölüm bulunuyor. Sahan taşı kaba bir dikdörtgen biçiminde ve ortalama 65×95 cm. kenarlar ile 75 cm. derinliğe sahip ve bezir tohumlarının özel işlemlerden geçtikten sonra yine özel sepetlerinde dörder beşer yerleştirilip preslendiği alan burası.”
“Bezirlik ile iğ arasında uygun bir yere yaklaşık iki buçuk metre boyunda iki kalın çıta hezenlerin hemen yanlarına dikilir, çalışmalar sırasında hezenlerin yanlara savrulmalarını önlemek için. Buna verilen isim de ‘çezgel’.”
“Beziryağı elde etmek için bu bölgede değişik bitkisel tohumlar kullanılmış. Bunların içinde en bilineni ‘keten’ tohumu ya da yöresel adıyla ‘zeyrek’; diğer tohumlar da yine yöresel isimleriyle, ‘melemir’ ve ‘ızgın’.”
“Bunlardan melemir ve ızgın artık ekilmiyormuş, fakat zeyrek az miktarda Konya yöresinde ekilmekteymiş. Fakat ızgını doğal olarak zeyrek tohumları arasında küçük siyah yuvarlak noktalar şeklinde görmek mümkün. Bu tohumların verim bakımından değerleri oldukça farklı. İçilebilir kalitede yağ veren tohum zeyrek ve bunun sıkılmasından günde 50 kg. kadar yağ elde edilebiliyor.”
“Diğer tohumların günlük yağ verimi 25 kg. civarında. Yaklaşık 7 kg. zeyrek (keten tohumu) tohumundan 2 kg. yağ elde edilebiliyor. Bezirhaneye gelen tohumlar önce girişin hemen altında bulunan fırında kavruluyor. Fırının kapasitesi yaklaşık 1.25 kg. tohumu bir defada ve 2 – 4 saat süreyle kavuracak düzeyde.”
“Fırındaki tohumlar, sık sık ‘eğiş’ adı verilen özel bir karıştırıcı (yuvarlak uzun bir çıta 2 m. kadar; ucunda çıtaya dikey duran küçük bir metal üçgen var, boyutu değişik; 12-15 cm. kadar) ile karıştırılır.”
“Kavrulan tohumlar bazen elenir. Çoğu kez doğrudan, fırının önündeki sahanlıkta bulunan yuvarlak değirmenin havuzuna 10’ar kiloluk miktarlarda konur. Burada iki at değirmen taşını çevirerek 15 dakikada 10 kg. tohumu un haline getirir ve bu işlem 7 saat sürer”.
“Bu sırada ‘direkçi’ denilen usta da setenin (taşın) dönüşüne uygun olarak döner ve hem tohumu karıştırır hem de işi kontrol eder. Un haline gelen tohumlar kesinlikle ‘elekçi’ tarafından elenir. Elenen un, her seferinde 2-3 teneke olmak üzere, tekrar un haline gelmiş olduğu değirmen (döven ya da seten) havuzuna geri gelir. Un yapma işlemi artık bitmiştir.”
“Burada ustası önce undan bir havuz yapar su karıştırır ve bu kez bir manda bir saat süreyle döner ve yine ustanın denetiminde tahta bir kürekle un hamur haline getirilir. Bu hamur daha sonra ayakta çiğnenerek ‘ceza’ denilen özel sepetlere doldurulur.”
“Sepetler boş olduğunda bu adı alıyorlar. Boş olmayan dolu sepetlere ‘zambık’ deniliyor. Bu zambıklar Kuşçu Köyü’nde ve Kızılırmak’tan çıkan bir tür sazlardan örülüyor. Örülmesi çok değişik. Önce 4.10 metre boyunda, 10 cm. eninde ve 1,5 cm kalınlığında ve saç örgüsünde uzun şeritler halinde örülüyor. Sonra bunlar yuvarlak bir bere biçiminde olacak tarzda birleştiriliyor ve 55 cm. çapında bir daire meydana geliyor. Tam bir bere gibi iki taraflı, fakat ortasında 15 cm. çapında bir delik olması gerekiyor, sıkılan hamurdan çıkan yağın akması için”
“Doğal olarak bu sepetler artık yapılmıyor. İçlerine hamur sıkıştırılarak doldurulduktan sonra sepetler bezirlikteki yerlerine özenle yerleştiriliyorlar. Etraftan ‘yan ağacı’ ve ‘arka ağacı’ denilen özel ağaçlarla destekleniyor. Dizili sepetlerin üstüne önce bir ‘başzambık’ konuyor. Bu da bir sepet, fakat bir zamanlar içindeki hamur sıkıldıktan sonra kalan küspesi hayvan yemi olarak kullanılmamış, zamanla sertleşmiş ve hem de esnek bir yapı almış. Başzambığın üzerine “sığan” denilen ve ceviz ağacından yapılma 60cm. çapında 25cm. kalınlığında bir yuvarlak parça daha konuluyor. Onun üstüne yine ceviz ağacından yapılma 52x25x13 cm. boyutlarında dikdörtgen prizma biçiminde ayrı bir parça daha konuyor.”
“Sonunda en üste yay gibi çalışacak olan ‘başağacı ve timetillik’ denilen ağaç düzenek yerleştiriliyor Timetillik 2.20 cm. uzunluğunda, 18 cm. çapında ceviz bir sopa, Başağacının ortasındaki derinliği 6 cm., çapı 10cm. olan çukura giriyor. Başağacı da yine bir dikdörtgenler prizması biçiminde ve ceviz ağacından yapılmış. Boyutları 1.25×0.20×0.18 metre. Uzun taraftaki yüzlerden birinin tam ortasında sözünü ettiğimiz çukur var. Timetillik buraya girdiğinde presleme esnasında belli bir yay görevi üstleniyor.”
“Timetillik’in kalın ucu bezirliğin dışına taşarak bir çeşit destek sağlıyor. Bütün bunlardan sonra yağı elde etmek için ‘presleme’ işlemine geçiliyor. İğin altındaki bölmede ‘büyük boyunduruk’ ya da ‘manıç’ ile ‘küçük boyunduruk’ ya da ‘çezgel’ denilen çevirme sopalarına kuvvetli bir manda bağlanıyor. Ardından hareket başlıyor. Mandanın dönmesiyle birlikte iğ (vida) de yavaş yavaş dönüyor. Vidaya bağlı olan âşıklık ve ona bağlı olan hezenler alçalmaya ve bezirliğin üzerine basınç yapmaya başlıyorlar.”
“Bu işlem ancak bir seviyeye kadar yapılabiliyor: Hezenlerin (dört kardeş de deniliyor) yaklaşık, bulundukları zeminin düzlemine iyice yaklaşana kadar. Vidanın bulunduğu taban zemini, 1m. kadar daha aşağıda (Ayrıca vidanın binaya sığması sorununu da kısmen tabandan çözüyor. Binanın tavanında vidanın bulunduğu yerde ayrıca 1m.lik bir yükseklik var). Bu duruma göre sıkma işlemi durmuş gibi gözüküyor.”
“Fakat ustası mandayı çevirmeye devam ediyor ve hiç düşünülmeyecek bir süreç oluşuyor ve hezenlerin sabit kalmasına karşılık bu kez vida başlıyor yukarıya doğru çıkmaya. Ama altında yaklaşık bir tonluk ve batmanlık denilen kaya parçasıyla birlikte… Böylece asıl presleme işlemi de başlamış oluyor.”
“Manda gücü yettiğince çeviriyor ve bu işlem bütün gün sürüyor. Bu sırada büyük basınç sağlayan hezenlerin vidaya bağlı olmayan diğer ucu, bezirhanenin cephe duvarının içindeki ‘cezalık’ denilen yerde ve ‘heybe taşı’nın altında bulunuyor. Vida sayesinde yapılan basınç diğer uçtan bu şekilde dengeleniyor ve zambıkların (sepet) üzerinde oluşan büyük basınç hamurdaki yağın süzülmesini sağlayıp sonuçta beziryağı elde edilmiş oluyor.”
“Son derece karmaşık bir sisteme sahip olan bezirhanede, bezirin dışında ceviz, fındık, haşhaş ve zeytin de presleniyormuş.”
Biz daha önce[107] az çok aynı prensibe dayanan ama yukarıdakiyle kıyaslanmayacak kadar basit, aksamı demirden ama yine motorsuz bir haşhaş yağı presini vermiştik. Bunu çalıştırmak için mandaya gerek yoktu…
Üzümleri bir bez torbaya koyup bunu bükerek sıkmak suretiyle suyunu çıkarmak usulü Mısırlılarca biliniyordu, (şek.63 ve 64)
Şek. 63.- Bez torbanın bükülmesi (Forbes’ten)
Şek. 64.- Bez torba bükülerek içindekiler sıkılıyor. (Forbes’ ten)
Mola manuaria ve asinaria’nın alt taşına, mahrutî şekli itibariyle meta dendiğini görmüştük. Romalılar samanı bir sivri kazığın etrafına mahrut (koni) şeklinde sararak[108] açıkta muhafaza ederler (şek. 65) ve bunu metafoeni tesmiye ederlerdi.
Şek.65. – (Rich’den)
Roma tarımsal geleneğinin Mısır ve Kuzey Afrika’nın Araplarca fethinden sonra yaşamaya devam etmesi muahhar yazarların elimizde bulunan eserlerinden ayan olmaktadır; bu yazarların en iyi bilineni, bir ziraat ansiklopedisi, Kitab el-felaha’nın müellifi İbn el – Avam olup bunda ve sairlerinde Roma etkilerini aşağıda irdeleyeceğiz.
Bu arada günümüz Türkçesine geçmiş bir iki sözcüğü zikrederek konuyu kapatalım: Hara, domuz ahırı (Columella VII.9.9), kaz kümesi (Varro III. 10; Columella VIII.14.6.ve 9); mandıra (μάνδρα), sürü hayvanları kapatmaya yarayan etrafı çevrili mahal, ahır olup zamanla içeriğini de, ezcümle büyük ve küçük baş hayvanları, arabaları ve bunların çeki hayvanlarını ifade eder olmuş.
Daha niceleriyle karşılaşacağız.
[1]Virgil.- Eclogues, Georgies, Aeneid I -VI, Ecloge 1/66-70. Transl. H. Rushton Fairelough, London 1974.
[2] Ayı-armudu yıldızı.
[3] Hyad’lar, Taurus (Boğa) burcundaki yedi yıldızlardır. Yağmurlu havalar. Hyad’ların batışına veya yükselmesine tâbidir.
[4] “gemini Triones” (ikiz öküzler). Büyük Ayı ve Küçük Ayı burçları, her biri bir çift boyunduruğa koşulmuş öküz tarafından çekilen iki arabayı temsil ettikleri tasavvur edilmiştir. “İkiz öküzler”, bu boyunduruğa koşulmuş çift öküzlerdir.
[5] Virgilius.- Aeneas I,740-748. çev. Oktay Akşit. İst. 1965.
[6] İlerde bu konular üzerinde durulacaktır.
[7] K. D. White.- Roman farming. London 1970. s. 10-12.
[8] Milâdî IV. yy. Romalıların uzmanı. De re rustica’sı, mevsimlere göre sıralanmış 14 kitaptan oluşup bir nevi çiftçi takvimidir. Bu kitaplardan ilki giriş mahiyetinde, sonuncusu da, aşı sanatı üzerine bir şiirdir. Diğer 12’si, 12 ayın her biri için tarımsal ve bahçıvanlık işlemlerinin öyküsünü içerir. O da, eski yazarlardan doğruca alıntılarla eserini meydana getirmiştir (EA).
[9] Columella. – De re rustica I. 1.6, transl. Harrison Boyd Ash, London 1977.
[10] Varro.- (Cato and Varro) De re rustica I. 1.7-10, transl. William Davis Hooper. London 1967.
[11] Columella. – op. cit. I.1. 7-9
[12] ibd. XI. 2.1 -111
[13] Virgil.-Eclogues, Georgics, Aeneid I-VI, vol. I, transl. H. Rushton Fairclough, London 1974.
[14] op. cit. 1.1.12.
[15] Varro.- op. cit. I. 1.1-5
[16] Bütün bunların ve daha sonraki yazarların ayrıntıları için bkz. K. D. White.- op. cit., s. 19-32 ve 44-5.
[17] K. D. White.- op. cit., s. 32 ve 45-6.
[18] Kuş yemi.
[19] op. cit. II. 2.24-25.
[20] K. D. White.- op. cit.. s. 47-8.
[21] De causis plantarum II. 4.9
[22] Varro. I. 9.1-2
[23] III. 11.10
[24] K. D. White.- op. cit., s. 86-9.
[25] Bkz. op. cit. II. 2.5-7
[26] Bkz. ibd. II. 9.3-5; II. 4.1-11; II. 9.14-17; II. 10.1-22
[27] ibd.
[28] op. cit. V.6 ve XXXIV. 2
[29] II. 4. 5-6
[30] “Ölçü teknikleri” cildinde ayrıntıları verilecek
[31] op. cit., II. 12.7
[32] K.D.White.- op. cit., s. 121-2.
[33] Varro.- op. cit. I. 38. 1-3
[34] K. D. White.- op. cit., s. 129.
[35] Columella. – op. cit. II.14. 5 ve der.
[36] XXXVII. 1-2
[37] I. 13.4-5
[38] II. 1.6.21-22 ve II. 14.6 ve dev.
[39] XXXVII 2
[40] I. 23.3-4
[41] II.15.5-6
[42] Bkz. K. D. White. – op. cit., s. 138-9.
[43] ibd., s. 141-3.
[44] Cato. CLV.
[45] Columella II 2.9.10
[46] Bkz. s. 325-42.
[47] Bkz. Vergilius, Georgics I. 169. Öküz kuyruğu gibi bir ucu kıvrık oluşundan dolayı (βοòς ούρα) bu Latince adı almıştır (Rich, s.88)
[48] Rich. s. 46-7.
[49] Rich, s. 176.
[50] ibd.. s. 225.
[51] II. 11.2
[52] Yani akr (4047 m2) başına 1 2/3 bushel (1 bushel = 36,368 litre)
[53] Columella II. 9.1
[54] ibd., II. 12.1
[55] I.6.24
[56] Ezilmiş zeytinlerden yağ süzüldükten sonra kalan sulu posa (Cato x.3 infra 1)
[57] Cato XCI
[58] Rich, s. 476.
[59] I. 52.I
[60] Rich, s. 493 ve R. j. Forbes.- Studies in ancient technology. Vol. III, Leiden 1965, s. 157-8.
[61] Bkz. –Virgil Georgics I. 164
[62] II. 10.24
[63] II. 20.4
[64] II. 20.5
[65] Columella II. 20.6
[66] ibd. II. 9.11
[67] Bir ayak küp (yakl. 0,03 m3)
[68] Varro I. 57. 1-3
[69] K. D. White.- op. cit., s. 196-7
[70] Bunlar için bkz. ibd., s. 194-5 ve 219-23
[71] Tarım üzerine eseri Senato’nun emriyle Latinceye çevrilmiştir.
[72] Columella VI. 1.1-3
[73] ibd., VI. 2.1-7
[74] ibd., VI. 2.11
[75] Yaklaşık 150 akr
[76] Yakl. 62 1 / 2 a
[77] X. 1 -5 ve XI. 1 – 5
[78] Rich. s. 410 -1
[79] Bunların ortalama ebadı için bkz. L. A. Moritz. – op. cit., s. 75. Ayrıca bkz. R. J. Forbes. – Studies in ancient technology, Vol. III, s. 151-152, Leiden 1965
[80] İstanköy ile Rodos arasında ada
[81] 600 ayak uzunluğunda yol ölçü birimi
[82] Strabo. – The Geography of Strabo, X. 488.16, transl. Horace Leonard Jones, London 1969
[83] L. A. Moritz.- op. cit., s. 92-3
[84] ibd.. s. 110
[85] Vitruvius.- De architectura V. 2. transl. Frank Granger, London 1970
[86] Pontos’da, Lykos kıyısında, sonra da Pompeius tarafından Diospolis ve Sebaste adı verilen bugünkü Sivas (ML)
[87] Strabo, XII. 31
[88] ibd., XII. 30
[89] Günümüz Latincesinde ptisana, ayıklanmış arpa, kaynatılıp içilen arpa, pirinç özü olup Fransızca tisane da genel olarak kaynatılıp içilen bitki özü anlamındadır.
[90] L.A. Moritz. – op. cit., s. 145-50
[91] Columella XII. 52. 3-4 ve K. D. White. – Farm equipment of the Roman world, Cambridge 1975 s.225
[92] I.55.1
[93] XII. 52.10
[94] Modius, 2 galon, yani 10 litrelik bir kuru hacim ölçüsü; sextarius, 2 heminae, yani yakl. 568 cm3 lük sıvı ve kuru hacim, ölçüsü
[95] K. D. White. – op. cit., s. 226
[96] Bunlardan sadece Columella söz edip mahiyetleri bilinmemektedir.
[97] Harfiyen “küçük çekiç”
[98] XII. 52. 6-7
[99] XIX ve dev.
[100] XVIII
[101] K. D. White. – op. cit., s. 229-32.
[102] R. J. Forbes.- op. cit., Vol. III, s. 144
[103] İrfan Unutmaz.- Kaybolmuş bir “yağ sıkma” tekniğinin izinde, in (Cumhuriyet Gaz.) BİLİM TEKNİK 158, 17.03.1990.
[104] Bkz. Burhan Oğuz.- op. cit., C. 1. fot. 23 ve 24
[105] Tarafımızdan belirtildi.
[106]O ise ki bunun çok daha eskilere dayandığını yukarıdaki örnekler belgeliyor.
[107] Bkz. Burhan Oğuz.- op. cit..C. I., fot. 31.
[108] Columella II. 18.2