XVI ve XVII. yy.larda Harem, Enderûn ve Bîrun’daki bütün saray görevlileri, bostancılarla birlikte, 25 ilâ 40 bin olarak tahmin ediliyor. Melling’e göre Topkapı Sarayı’nda atlı saray hastanesi ve başka kaynaklara göre de çok sayıda saray eczanesi bulunuyor[1].
“Helvahane defteri”nin tıp ve eczacılık tarihi açısından en önemli taraflarından biri, Topkapı Sarayı’nda gerekli ilâçların çok büyük bir bölümünün günümüze kadar sadece helva ve reçel yapılan yer olduğu sanılan Helvahane’de yapıldığı, içinde bileşimleri verilen 186 ilâç çeşidinden de anlaşılıyor[2].
1154’te Şam’da Selçuklu Atabeg’i Zengi’nin tesis ettiği hastane, bugüne kadar eski haliyle ulaşılabilen dünyanın en eski hastane ve tıp okulu binası oluyor; Topkapı Sarayındaki Cariyeler Hastanesi ile Türk – Moğol imparatoru Ekber’in Hindistan’da Fathepursıkri’de Saray Hastanesi, günümüze kadar orijinal haliyle ayakta kalan dünyanın en eski Saray Hastanesi unvanına sahipler. Ayrıca, Topkapı Sarayındaki Hekimbaşı Odası ve Başlala Kulesi olarak bilinen bina ile Helvahane’nin eski haliyle günümüze çıkmış dünyanın en eski saray eczanelerinden biri oluyorlar[3].
Münichli Johannes Schiltberger, Niğbolu zaferinden sonra hizmetinde bulunduğu Yıldırım Bayezid’in zamanında Bursa’da 8 Osmanlı hastanesinin bulunduğunu Almanca olarak yazdığı anılarında belirtiyor. Bunlardan biri herhalde saray hastanesiydi. Kanunî döneminde, Avusturya elçisiyle 1557’de Edirne üzerinden İstanbul’a gelen Alman (hekim ve) eczacısı Reinhold Lubenau da anılarında Edirne’deki saray hastanesinden ve İstanbul’daki 110 adet hastaneden çok sitayişle söz ediyor. Musiki tarihimizde Ali Ufkî Bey olarak bilinen, Enderûn’da yetişmiş Polonya’lı dönme Alberto Bobovio’nun 1665’te İstanbul’da İtalyanca olarak yazdığı Enderûn’u ve oradaki Enderûn hastanesini tarif eden el yazmasını, o zaman Yedikule’de esir olan Kuzey Bavyeralı Alman Nicolaus Brenner tarafından Almancaya çevriliyor[4].
Bu denli saray hastanesi ve erkânına gerekli ilâçlar nerede ve ne şekilde yapılmaktaydı? Padişah’ın da mensup olduğu 40 kişiden oluşan Enderûn’un en yüksek dereceli odası olan Has Oda mensupları tarafından tayin edilen Başlala, Osmanlı İmparatorluğu’nun sağlık bakanı durumunda olan Hekimbaşı’nın âmiri durumundaydı. Hekimbaşı, Cerrahbaşı, Kehhalbaşı ve diğer çok sayıda saray hekimleri ve eczacılarının da âmiri olup İmparatorluktaki bütün hastaneler ve sağlık teşkilâtının idaresinden sorumluydu.
Fatih tarafından ayrıca Enderûn’da, Kilâr-ı Hassa Odası nöbetçi başısının yanında bir eczane yaptırılmıştı. Enderûn’dakilerden biri gece yarısı hastalandığında, bu Kilâr-ı Hassa Odası’ndaki eczanede saklanan lokman ruhu, çiçek suyu, afyon ruhu, kırmız, tiryak, hindyağı gibi ilâçlar hacamat ve lavman (tenkiye) için gerekli âletler ilk yardım olarak kullanılırdı.
Saray’da ilâçların hazırlanmasında Enderûn’un Seferli Odası’na mensup olanlarla Helvahane mensuplarının rolü büyüktü. İlkbaharda Seferli koğuşu mensupları güzel kokulu çiçekler ve şifalı otları toplarlar, bunları imbikten geçirerek şifalı çiçek suları yaparlardı. Karşılığında “Buhur Suyu Akçesi” adı ile ihsan-ı şahane verilirdi.
Ali Ufkî, mezkûr eserinde, Enderûn’da sadece fikrî ilimler, Türkçe, Arapça, Farsça, müzik ve sair güzel sanatların değil, aynı zamanda matematik, teknik ve tıp bilimlerinin yetkili Türk ve Yahudi âlimler tarafından öğretildiğini yazıyor.
Edirne ve İstanbul’daki Osmanlı Saraylarında mevcut saray hastanelerine ait tasvirlere XVI. ve özellikle XVII. yy.larda Türkiye’yi ziyaret eden Reinhold Lubenau, Michel Baudier, J. B. Tavernîer, J. de Thevenot gibi Avrupalıların eserlerinde rastlanıyor. Bunlardan Bandier’nin anlattığına göre on sekiz saray eczanesinden dördünün nezaretinde her yıl bir kez şifalı ot ve çiçek toplamaya giden 300 eczacı yardımcısının büyük kısmı Enderûn’un Seferli Odası ile Helvahane mensupları olmalıydı.
Gerek bütün Osmanlı İmparatorluğu sağlık sorunlarından, gerekse saray hastanelerinden sorumlu olan hekimbaşılar, başta Padişah ve saray erkânı ile saray hastaneleri için gerekli ilâçların yapılmasıyla bizzat ilgilenmek zorunluluğunda olduklarından, “akrabazîn” denilen ilâçlara ait çok değerli eserler bırakmışlardır. 1683’te son Viyana muhasarasından önce, Osmanlı devletinin son parlak devrinde Avcı Mehmed’in Hekimbaşısı olan Halepli Salih B. Nasrullah B. Sellum, eczacılığa dair yazdığı “akrabazin”inde İtalyancadan (galat) mülhem olarak “ispençiyar” adını verdiği eczacılarda aranan vasıfları ilk kez açıkça şöyle tarif ediyor: “İspençiyarsız maraza gereken ilâç mümkün değildir. İspençiyar ilmi sarf nahiv bilûb müfredata âlim ve suret mikdarı şerbetlerini ve nisbetlerini bilmek için hesaba dahi âlim ve sınaat-ı terkibiyyeye ve mürekkebatının hıfzına âlim ola”[5].
Helvahane’de olan bitenleri ayrıntılarıyla kaydetmiş olan “Helvahane Defteri”, 1608’de kaleme alınıyor, ama buna Helvacıbaşılar tarafından sürekli ilâveler yapılıyor, şöyle ki Defter’e son geçen kayıt 1767 tarihli oluyor. Bunda, imâl reçeteleri verilen 18 ilâcı, on gruba ayırmak mümkün oluyor:
1. Tiryaklar 10 reçete
2. Mithridatikum ve diğer antidot ile ma’cun ve kurslar 70 reçete
3. Şuruplar 49 reçete
4. Haplar 24 reçete
5. Sufûf denilen toz halinde ilâçlar 2 reçete
6. Merhemler 2 reçete
7. Altın, gümüş gibi değerli metaller ile yakut, kehribar, inci gibi mücevherlerden (cevahir-i şerîf) ilâçlar 3 reçete
8. Cevariş denilen mide hastalıkları ilâçları 13 reçete
9. Saç boyamasında kullanılan kosmetikler 2 reçete
10. Vücut hijyeni ve saç dökülmesine karşı imâl edilen sabunlar 6 reçete
Tiryak, Mithridatikum ve Kurs denilen ilâçların imali için Helvahane Defteri’nde verilen reçetelerin bazıları, antik döneme ve İslâm tababetinin eski dönemlerine ait reçetelerinin terkibine benziyor.
Eski İslâm hekimlerinin eserlerinde olduğu gibi Helvahane Defteri’nde de Mithridatikum, ma’cunlar ve kurs denilen grup, tiryaklardan sonra ele alınmaktadır. Kurs-ı Andromachus adı altında Andromachus’un tiryak reçetesi bile Helvahane Defteri’nde yer alıyor. Bilindiği gibi Pontos kralı Mithridates’in buluşu olan Mithridatikum’un imalinde kullanılan maddelere ilk kez yılan etini ilâve ederek imal eden ve böylece Theriak yapan Romalı hekim Andromachus’du. Tiryak imali için 64 madde kullanmıştı. Theriak ile Mithridatikum arasındaki tek fark Theriak’ın yılan eti içermesine karşılık Galenos’un Mithridatikum reçetesinde olduğu gibi Mithridatikum’un terkibinde Skink (surrat al – askankur – ?) bulunması ve Theriak bileşiminde hiçbir şekilde Skink’e rastlanmamasıdır.
Helvahane Defteri’ndeki “Macun-ı Tiryak-ı Faruk (keskin)” adı altında verilen Theriak terkibinde 66 madde bulunuyor. Bu maddeleri çok iyi kalitede şarapla karıp bunlar tensuh (güzel kokulu yuvarlak) denilen kalıplarla şekillendirilmekte idiler. Aynı şekilde Helvahane Defteri’nde 61 maddeden oluşmuş ve terkibi verilen Ma’cun-ı Mesrititus (Mithridatikum)’un da her yıl Padişah için Helvahane’de imâl edildiği belirtiliyor.
Ünlü İslâm – Türk hekimlerinin Mithridatikum reçetelerinde, içine giren maddelerin sayısı al-Tabarî’de 44, Sînâ’da 58 olarak 44 ile 58 arasında değişiyor[6].
Bundan sonra Terzioğlu, Mithridatikum’u oluşturan maddelerin Türkçe, Almanca, Arapça ve Lâtince adlarını veriyor. Bu ayrıntılara girmiyoruz.
Klasik İslâm tababetindeki Mithridatikum reçetelerinde iki Antikçağ kaynağının etkisi bulunuyor. Bunlardan biri Damocrates’in, diğeri de Diaskinkum’un Mithridatikum reçeteleri oluyor. Bunların Arapçaya çevrilmesi sonucunda İslâm hekimlerinin eserlerinde verilen Mithridatikum reçetelerinde etkili oldukları biliniyor. Ama zamanla Osmanlı Saray hekimleri ve eczacılarının bunları geliştirerek Mithridatikum terkibine daha başka maddeler kattıkları Helvahane Defteri’ndeki bu reçeteden anlaşılıyor. Antikçağ hekimlerinin daha başka reçetelerine de mezkûr Defter’de rastlanıyor: “Ma’cun-ı cevariş-i (hazım yapan) Calinus”, “Ma’cun-ı eyâric-i (müshil) Calinus”…[7].
***
Müdekkik tarihçilerimizden Müsahipzade Celâl bize eski İstanbul yaşayışının bir panoramasını veriyor[8]. Biz bunun içinden eczacılıkla ilgili bölümlerini aynen derç ediyoruz.
***
Eski İlâçlar
Hazreti Âdem yeryüzüne indiği günlerden beri insanlar, uğradıkları hastalıklara karşı çareler aramışlar ve tedaviye çalışmışlardır. Bu ilk tedavi devresi Lokman aleyhisselâm devrinde kemale erişmiş olduğu Tarihi Mukaddes’in bazı kayıtlarından anlaşılıyor.
Çok eski zamanlarda yaralar, çıbanlar, şişler, yel ağrıları, dağlama alazlamalar ile yani yakarak yanmış odun alevine göstererek tedavi edilirmiş. Zehirli yılanların, akreplerin soktuğu yerlere yılan veya akrep tutulup ezilerek konulmuş.
Çocukluğumda sekiz, on yaşımdayken Dev Yılancığı dedikleri hastalığa uğramıştım. Yüzüm, kafam kâmilen şiş idi. İlâçlardan bir fayda göremedikleri için rahmetli ninem, babam derdime deva aradığı sırada Beyoğlu’nda bir Rum Kilisesi’nin Kayseri’li ihtiyar papazının bu hastalığı dağlama ile tedavi ettiğini haber verirler. Peder, papazı çağırtır. Papaz gelir gelmez yüzüme bir çuha parçası örttü. Üstüne parça parça kıtık koydu. Masa ile tuttuğu ateşle kıtığını tutuşturdu. Bana: “Yaktığını duyunca haber ver!” dedi. Sıcaklığı duyar duymaz: “Yakıyor!” dedim. Yanan kıtığın yerini değiştirdi, çuha parçası üstündeki yanan kıtığı, yavaş yavaş gezdirerek bir kaç kere dolaştırdı. Bu tedavi üç gün devam etti. Bu ameliye, yüzümden başlayıp gezdire gezdire kafamın arkasına kadar hafif hafif yakılarak devam edildi. Nihayet dört gün sonra küçük kafamın yanından delindi. Sapsarı su boşandı. Eğer gözümde, kulağımın içinde delinse imiş kör ve sağır eder, ekseriyetle öldürürmüş.
Bunlardan başka tertip ve terkipleri malûm olan faydalı, tesiri görülen birçok ilâçlar hâlâ halk arasında kullanılmaktadır.
İlâç çeşitleri
Tatula çiçeği : (Göğüs hastalıkları için, tütün ile içilir)
Mürdesenk : (Cilt hastalıkları için, haricen kullanılır.)
Ak Mazı : (İshal kesmek için, kaynatılıp içirilir.)
Saparna : (Mide rahatsızlıkları için, kaynatılıp içilir.)
Acı Ağaç : (İştah için, haşlanarak fincan fincan içilir.)
Kavasya : (Acı Ağaç gibi kullanılır. Bazen ikisi beraber içilebilir.)
Pespase –
Hindistan
cevizi çiçeği : (Hazım için yenilir.)
Nahve : (Öksürük ve göğüs yumuşatmak için)
Yedi dükkân
süprüntüsü : (Nazar için tütsü yapılır.)
Meyan Balı : (Müzmin göğüs ve akciğer hastalıklarında dahilen
kullanılır.)
Kınakına : (Kuvvet için, kaynatılıp içirilir.)
Üzerilik : (Küçük çocuklara nazarlık için, tütsü.)
Karnı yarık : (Gül suyu ile ısıtılıp kan gelen gözler silinir.)
Deniz kadayıfı : (Müzmin öksürük için, sahlep gibi içilir.)
Ebucehil
Karpuzu : (Zehirlidir. Şişe içine zeytin yağı ile konup güneşe
asılır ve romatizma için haricen sürülür.)
Anason : (Küçük çocuklara yel sökmek için içirilir. Fakat çok
dikkatli ayıklamak lâzımdır.
Karabüken : (Zehirdir. Ağrı, sızı için zeytin yağında güneşe asılır, sürülür.)
Zamkı Arabî : (Bağırsak hastalıklarına dahilen kullanılır.)
Balık nefsi : (Balık kanı, nefes darlığı için)
Ravend şurubu : (Küçük çocuklara müshil yerine içirilir.)
Sinameki : (Müshildir. Büyüklere kaynatılıp içirilir.)
Çadır uşağı : (Balmumu gibi yumuşatılıp çıban üzerine konulur, hem
işletir hem onultur.)
Zerdeçal : (Dövülmüş nöbet şekeri ile karıştırılıp göğüs ve ciğer
hastalıkları için kullanılır. Akşam sabah birer tatlı
kaşığı yenilir.)
Kilermeni : (Uyuz, kurdeşen için ıslatılıp hamamda sürülür.)
Udulkahar : (Zahirdir, şiddetli kemik ağrılarına zeytin yağı ile ateşte
kavrulup sürülür.)
Terementi : (Basur memesi için tütsü yapılır.)
Kefe kimyonu : (Vücuttaki küçük sivilceleri gidermek için kaynatılıp
sürülür.)
Sülüğen : (Zehirdir. Boyacılıkta kullanıldığı gibi bazı sızılara
sürülür.)
Dardağan darısı : (Vücut ağrılarına zeytinyağında
kavrulup hamamda sürülür.)
Kunduz kabuğu : (Asâbı takviye eder.)
Kaplumbağa
Yumurtası : (Mayasıl için haricen sürülür. Eti, verem hastalarına yedirilir. Lezzeti
ıstakoz gibidir.)
Misklarabî : (Asâbı takviye için, bala karıştırılarak yenir.)
Çam sakızı : (Yel ve sızı için, yumuşatılıp yapıştırılır.)
Amber : (Asâba zindelik vermek için, macun halinde yenir.)
Amberi Sâra : (Amberin en iyisi, asâbı takviye eder, tütsü gibi kullanılır.)
Tavuk katısının
içindeki ince deri : (Böbrekteki taşları düşürmek için dövülüp toz halinde yenir.)
Tarçın tohumu : (Karın ağrısı için, nöbet şekeri ile dövülüp yenir.)
Mersin yaprağı : (Kaynatılıp müshil yerine kullanılır.)
Defne tohumu : (Kaynatılıp kına ile yoğurulur; ağarmış saçlara konur. Saçları
siyahlandırır.)
Bezir yağı : (Basur memesi için beze konup bağlanır.)
Tavşan yağı : (Kulak ağrısı için damlatılır.)
Sedef yağı : (Karın ağrısına, bir şişe zeytinyağı içine yaprak yaprak konarak,
güneşte bırakılıp çocukların karnına sürülür.)
Sarı kantron yağı : (Yaralara, berelere sürülür.)
Kırmızı kantron çiçeği : (Kınakına ile kaynatılıp kuvvet ve iştiha için içirilir.)
Kudret narı yağı : (Zeytinyağında kızgın güneşte uzun müddet bırakılıp berelere,
yaralara, sızılara sürülür.)
Haşhaş macunu : (Çocukları uyutmak için damağa sürülürse de iyi birşey değildir.)
Gül yağı : (Elleri yumuşatıp güzelleştirir.)
Gül kurusu : (Çayla pişirilip içilir.)
Gül burnu : (Öksürük için kaynatılıp içirilir.)
Yılan gömleği : (Isıtma için tütsü yapılır.)
Tavşan derisi : (Kulağı ağrıyanların kulağına bağlanır.)
Sığır ödü : (Leblebi unu ile karışıp mayasıl için yutulur.)
Ardıç katranı : (Basur için haricen kullanılır.)
Saçaklı kurtluca : (Kanlı basur için leblebi gibi yenilir.)
Merkep sütü : (Boğmaca öksürüğü ve verem için içilir.)
Ardıç tohumu : (Basur için yenir.)
Deve yağı : (Elde ve ayaktaki kanayan çatlaklara sürülür.)
Saray kırmızı :(Hazine yağı, işittiğime göre bunlar vaktiyle enderunda yapılır, her
sene saraya, vükelâ konaklarına bir çok saray, bendegânına tevzi
edilirmiş. Bunlardan halk da ara sıra istifade edermiş. En şiddetli
soğuk algınlığına, en ateşli humma nöbetlerine tutulanların
ayakları sıcak suya konarak bu Saray kırmızından bir kahve
fincanı içilerek örtülüp basılıp yatırılır, hasta terleyip açılır ve
şifa bulurdu. Hazine yağı ise yarayı, çıbanı iyi ettiği gibi dahili
birçok hastalıklar için de, içirilirdi. Yüzlerce yıllardanberi
kullanılan ve faydası görülen bu ilâçların terkibi ve yapılışı
hazine kayıtlarında vardır.)
Kebabiye : (Mide bastırmak için yenilir.)
Kudret helvası : (Müshil yerine yenir.)
Baç : (Uyku getiren bir nevi macun. Afyon yutanlar gibi vaktiyle baç
müptelâları da varmış.)
Afyon : (Uyumak ve uyuşturmak için kullanılır.)
Bengilik : (Afyon gibidir.)
Semiz kabak : (Ilık su ile hafifçe ıslatılıp buruşmuş bir çehreye süngerle
sürülür, kuruyunca buruşukları gerer, çizgiler kaybolur.)
Göztaşı : (Bağcılıkta kullanılır, saç boyanır, yaralar temizlenir, sun’i boya
yapılır.
Yılancık taşı :(Erkekli, dişilidir. Yılancık hastalığına tutulanların yüzüne
yapıştırılır ve bu taşlar kaldırıldıktan sonra tiryak sürülür.)
Sarı sabur : (Memeden kesilen çocukların hamamda vücutlarına sürülür.)
Bergamut Şekeri : (Ferahlık verir, midevidir.)
Karanfil yağı : (Diş ağrısına konur.) Bugün hala diş tabipleri bunu kullanmaktadır.
Biberiye : (Ihlamur ve Ada çayı ile karıştırılarak soğuk kış günlerinde çay
gibi içilir. Tepside pişen balıklara da birer parça konur, lezzet verir.)
Lokman ruhu : (Ferahlık verir.)
Melisu ruhu : (Malûm.)
Kâfuru ruhu :(Ağrıya, sızıya, Kan tutmasına ve kalb durmasına karşı
kullanılır.)
Günlük : (Öksürenlere yutturulur.)
Bağrı kara : (Nefes darlığına kaynatılıp içilir.)
Kısacıkmahmut : (Kadın hastalıklarına iyi gelir.)
Gelin Feneri : (Baş dönmesine toz halinde enfiye gibi çekilir.)
Badem yağı : (Öksürüğe yakalanan küçük çocuklara kahve kaşığı ile verilir.)
Isırgan tohumu : (Mayasıl için kaynatılıp içilir.)
Deve dikeni çiçeği : (Mayasıl için dahilen kullanılır. Enginar gibi pişirilir.)
Böğürtlen Şurubu : (Hastaya verilir, kanı temizler.)
Demir Hindi şurubu: (Harareti keser.)
Kızılcık murabbaı : (İshali kesmek için yenir.)
Ekşi nar kabuğu : (İyice dövülüp tülbentten geçirildikten sonra birer tatlı kaşığı
yenir, İshal ve kanlı basuru kesmek için iyidir.)
Mayasıl out : (Kaynatılıp içilir.)
Aksoğan : (Basur memesi için haşlanıp ılık ılık konulur.)
Acı elma yağı : (Bir fincan suya birkaç damla damlatılarak karın ağrılarını teskin
için içilir.)
Sinirli suyu : (Mısır çarşısının Paçacılar kapısı karşısındaki bir dükkânda
şişelerle satılırdı.Nekahat halinde bulunan hastalara içirilirdi. Elli
sene evvel gördüm.)
Alabalık yağı :(Bursa’da Uludağ’da vesair karlı dağların soğuk sularında
barınarak ürer ve aralarda avlanır. Eti pek leziz ve nefistir. Bir nevi
tatlı su balığıdır. Bacak ağrı ve sızıları için, yağı haricen kullanılır.)
Cıva merhemi : (Biti imha etmek için vücuda sürülür.)
Gelincik macunu : (Gayet şifalı, zayıf bünyeleri takviye eder, iştahı artırır. Yapılışı:
Gelincik yapraklarının altındaki siyah kısmı makasla kesilir, bir
kâse içerisine konur, üzerine limon suyu doldurulur, birkaç gün
bırakılıp iyice çürütülür. Aktarlarda halen satılmakta olan
Gelincik Macunu tertibinden bir miktar alınır, hazırlanan
gelincikle beraber şekerle kaynatılır, şurup kıvamında şişelere
doldurulup bahar mevsiminde günde iki üç defa yedirilir.)
Sülük : (Eski zamanlarda ilk baharda sülük tutmak sıhhî bir itiyattı.
Şimdi nadiren kanlı insanlar hastalandıkları zaman sülük
tedavisine ara sıra lüzum görülüyor.)
Hacamat : (Kan alma tedavisi yapıldığı zamanlarda hacamat edilecek yere
küçük boynuzlar emzirilerek yapıştırılır. Kan toplanınca hacamat
mengenesiyle hacamat edilerek kan alırlardı.)
Nohut yakısı : (Vücutta müzminleşmiş ağrı ve sızıları yara açarak işletme
suretiyle tedavi ettikleri zaman vücudun istenilen bir yerine
nohut bağlanır, vücudu tahriş ede ede yara yapılır ve uzun
müddet işletilirmiş.)
Şeftali çekirdeği : (Karın ağrısına karşı üç taneden fazla yedirilmez, kırk tane yiyen
zehirlenir derler.)
Acı badem şurubu : (Bu da karın ağrısı için kullanılır.)
Kavun
çekirdeği sübyesi : (İdrar zorluğu çekenlere iyi gelir.)
Keten
Tohumu lâpası : (Vücutta sancı yapan şişkinliklerin ve delinmeyen çıbanların
üzerine ılık ılık konur.)
Ulu
Avrat yaprağı : (Kabak yaprağı geniş ve tüylü bir yapraktır. Sıcak suda haşlanıp
karın ve mide ağrılarına haricen konur.)
Baldıran out : (Kaynatılır, ağaçlara ârız olan böceklere serpilir.)
Oğul out : (Kordiyal gibi koklatılan lâtif kokulu bir ottur. Şekerle ovulup
limonata yapılırsa letafetine doyum olmaz.)
Kavak merhemi : (Çıban üzerine konulur, çabuk deler.)
Körükçü
Otu macunu : (Çocuklar için bir nevi uyku macunudur. Kullanılmaması
çocuklar için hayırlıdır.)
Papatya : (İstimali herkesçe malum.)
Gülhatmi : (Öksürük için, kaynatılır içilir.)
Kurşun sirkesi : (Toz halinde satılır. Sulandırılıp ıslatılan tülbentle yanık yerine
sarılır, ateşini alır.)
Şap : (Küçük bir küp bulanık suyun içine leblebi kadar şap kaynatılıp
dökülünce su billûr gibi tertemiz olur. Suyun lezzetini de
bozmaz. Yakılıp dövülür, beyaz tozu ağız ağrısı tabir olunan ağız
berelerine sürülür.)
Ardıç tohumu : ( Basur için yenilir.)
Çam soymuğu : (Anadolu’nun birçok yerlerinde eskiden beri bununla ince
Hastalık “Verem” tedavi edilir. Çam ağacının körpe bir dalının
üst kabuğunu soyup altından çıkan özlü yumuşak maddeye
soymuk denir. Sütle veya üzerine şeker ekilerek veya öylece
yenir.)
Laden : (Girit’te lâden otu denilen bir nevî ottan yapılır. Baş ağrısını
gidermek için yumuşatılıp şakağa yapıştırılır ve zeytinyağı ile
eritilip saçı sıklaştırmak için diplerine sürülür.)
Yasemin çiçeği : (Öksürük için kaynatılıp içirilir, çay meraklıları da kullanırlar.)
Gülbeşeker : (Hazmı kolaylaştırır, yumuşaklık verir, gece yatarken birer kaşık
alınır.)
Menekşe Şurubu : (Ferahlık verir, lâtif bir şuruptur.)
Diyardun şurubu : (İshali kesmek için nöbet şekeri ile karıştırılıp yenir, iştihayı
açar ve şişmanlandırır.)
Nöbet şekeri : (Tasfiye edilmiş bir şekerdir, şekerciler yapar.)
Hardal : (İncesi kebap, külbastı, et yemekleriyle yenir, kalını vücutta
sancıyan bir yere yaprak halinde sirkeyle ıslatılıp konur hardal
yakısı da vardır.)
Yapışkan otu : (Kaşıntı için ve şeker hastalığı için kaynatılıp içirilir.)
Basur Hapı : (Aktarlarda bu nam altında bir çok haplar yapılıp satılmaktadır.)
Öksürük Hapı : (O da aktarlarda satılır.)
Gül sirkesi : (Gül yaprakları bir şişeye konur, üzerine sirke doldurulup kızgın
güneşe karşı asılır, şiddetli baş ağrılarına ve vücuttaki ateşi
gidermek için sürülür.)
Dam koruğu : (Mayasıl için, dövülüp vücuda sürülür, azıcık da içilir.)
Pehlivan yakısı : (Aktarlarda satılır, ağrıyan yere ıslatılıp yapıştırılır, sabaha kadar
bırakılır, sabahleyin yakı usul usul kaldırılınca altında içi su
dolu olarak derinin kabardığı görülür. Ve derinin yırtılmamasına
dikkat ederek delinip suyu akıtılır. Sarmaşık yaprağına vazelin
sürülerek üzerine konur, yara kapanıncaya kadar sarmaşık
yaprağı yapıştırılır. Vücutta dolaşan yelleri, çok ağrıyan
mafsalları tedavi ettiği gibi romatizma ve egzamayı da iyi
edermiş.)
Sarı halile : (İshali kesmek için dövülmüş olarak bir kahve kaşığı yenir.)
Kara halile : (Tabiatı yumuşatmak için toz halinde yenir.)
Hindistan cevizi : (İshali ve karın ağrısını keser.)
Kırk kilit otu : ( Midevidir, çay gibi haşlanıp içilir.)
At kuyruğu otu : (Ciğer yaralarını kireçlendirmek için kaynatılıp içirilir.
Avrupa’da da meşhurmuş. Ormanlarımızda ve Anadoluhisarı’nın
arka sırtlarında çok tesadüf ediliyormuş.)
Kırım tartar : (Fıçılar dibinde kalan tozlu şarap tortusunun tasfiye
edilmesinden çıkarılan müshil bir maddedir.)
Pelin : (Acı ve güzel kokulu bir nebattır. Menkuu içildikçe kan yapar,
kuvvet verir. Mide ve karın ağrısı ve iştiha için iyidir.)
Baldıran otu : (Ağu otu, Su baldıranı, Rezene, Küçük baldıran, Neft nebat, Dere
otu nevinden bir nebat ki yabanisi zehirlidir.)
Yakın vakte kadar Edirne’de Sultan Bayezit tarafından vakfedilen bir yakı satılırdı. Bel ağrısına, diz ağrısına birebir geldiği söylenirdi. İstanbul’da bu yakıyı ayak satıcıları satardı.
Bu ve bunlar gibi binlerce ilâçlar asırlarca kullanıldığı ve birçok hastalıklar tedavi edildiği halde müessir olan cevherlerinin neden ibaret olduğu maatteessüf şimdiye kadar tetkik edilmemiştir.
Buna benzer hiç ehemmiyet vermediğimiz bazı nebati şeyler vardır ki, insan işitince hayret ediyor. Muhterem üstat Prof. Dr. Hakkı Süha, safra kesesindeki taşların Karabayır turpu ile düşürüldüğünü şu suretle hikâye etti.
Safra kesesindeki taşların verdiği ıstırap tahammül edilmeyecek kadar çokmuş. Bu ancak ameliyatla geçebileceği halde bir türlü ameliyata cüret edemiyormuş. Bir gece sancısı çok artmış. Annesinin tavsiye ve ısrarı üzerine bir bardak Karabayır turpunun suyunu içmiş. Birkaç saat sonra şiddetli bir ağrı başlamış, daha sonra sofra kesesinde bir acı hissetmiş. Fakat sabaha karşı biraz ferahlamış. Ertesi gün röntgene baktırmış ve taşların yerinden kımıldadığını görmüş. Suyu içmeye devam etmiş ve birkaç gün sonra da taşlar tamamen düşmüş. Bu suretle üstat safra kesesindeki sancılardan Karabayır turpu suyu sayesinde tamamıyla kurtulmuş.
Üstat, sonradan tetkikatı neticesinde bu Karabayır turpunun çok eskiden beri kullandığına şahit olmuş. Kendilerinin müsaadeleriyle buraya derç ediyorum.
Buhur suyu
Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesinin, Seferî odasının (1708 –1120) tarihinde Çamaşırcı başısı Yusuf ağa:
“Ramazan’ın on beşinci günü geçtikten sonra Padişaha Buhur suyu takdim olunur. Ve mukabilinde de atiye alınır” dedikten sonra Buhur suyunun terkibi hakkında aşağıdaki izahatı vermektedir.
Buhur Suyu Terkibatı
Sarı Sandal (200 Dirhem)
Islah yağlı buhuru (120 Dirhem)
Çiçek Buhuru Meryem (200 Dirhem)
Ham Od ağacı (180 Dirhem)
İslahı kalenbek (50 Dirhem)
Asilhent (140 Dirhem)
Kırmız (70 Dirhem)
Lotur (30 Dirhem)
Çağan Tohumu (50 Dirhem)
Susam Kökü (20 Dirhem)
İslahı misk (11 Dirhem)
Islahı Çiçek (15 Kıyye)
Gül suyu (216 Kıyye)
Bunun bir Saray içi olduğunu ve bu ölçü nazarı itibara alınarak daha az veya daha çok Buhur suyu alınabileceğini “aklı olan tahmin edebilir” kaydıyla kapatıyor.
Yapılış tarzına gelince: Bunların her birisi ayrı ayrı çıkınlara bağlanacak ve gülsuyu doldurulmuş ağzı kapalı bir kapta on iki saat kaynadıktan sonra çıkınları çıkararak ve içerisinden bir miktar su alınarak (Bu alınan su beyaz buhur suyu içindir) kaydını koyduktan sonra berveçhiâti devam ediyor.
Bu çıkan suyu ayrı bir güğüme koyarak 30 dirhem sarı sandal, 20 dirhem yağlı buhuru meryem,18 dirhem öd ağacı, 20 dirhem kalebenk tozu, 1,5 dirhem asilbend (bunlar da ayrı ayrı çıkınlara bağlanarak) on iki saat kaynatılacak ve ateşten alınarak el dayanacak dereceye gelince içerisine 1,5 miskal misk ve 1,5 kıyye çiçek suyu ilâve edip güğümü sallaya sallaya hal edilmesini ve ne kadar sallanırsa o kadar lâtif olacağını da ilâve ediyor. Ve bunu da Enderun Ankaralı Mustafa Ağa’dan öğrendiğini gizlemiyor.
İstihsal olunan Buhur suyu saray mensuplarına, vükelâya, harem dairesine, ulemaya ve sair bendegâna Ramazan’ın beşinden itibaren zarif billûr şişeler içinde sokangurlara bağlanarak dağıtıldığını ve aynı zamanda bunları alanların Hırkai Şerif alayına davetiye makamına kaim olduğunu da yazmaktadır.
Kırmız
Beyaz Buhursuyu alındıktan sonra kalan kısımdan berveçhiâti istihsal edildiği kaydedilmektedir.
Bir suya, küpleriyle meşhur Enez civarında yapılan toprak avani çömleği içersine gülsuyu konularak kaynatılıp bir miktar çoğa tohumu tahmin ile ilâve edilerek ve biraz kaynadıktan sonra tahmin ile kırmız ilâve edilecek ve tamamıyla soğuduktan sonra buhur suyundan kalan güğüme ilâve edilerek rengi güzel oluncaya kadar kaynatılacak ve içine buhuru meryem ilâve edilerek soğumaya bırakılacaktır.
Soğuk algınlığında ve sıtma gibi hallerde kullanılırmış. Bir fincan içerisine bir kahve kaşığı koymak suretiyle alınırmış.
Mesis Macunu:
Manisa’da Sarı Sultan Selim’in validesinin tahsis eylediği mühim bir vakfın şeraiti vakfiyesi veçhile imâl edilen ve (Mesis) tabir edilen macun birer kaşık miktarında kâğıtlar içersinde ve sureti mahsusada topraktan içi sırçalı üstüvâne şeklinde, elli dirhem macun istiap edebilir kulpsuz ve küçük hokkalar içinde bu mesis macun, teberrüken her vilayete gönderildiği gibi o gün her diyardan kafile kafile Manisa’ya giden binlerce kişi Nevruz’dan bir gün evvel Muradiye denilen Say Sultan Murat Camiinin minaresinden macun mevzu kâğıtları serpmek suretiyle atılması ve binlerce halkın kırılırcasına kapışarak Nevruz’un saat ve dakikasında yedikleri gibi İstanbul’da her semtin eczanelerinde başkaca imal edilen Nevruziye macunları da süslü kapaklı hokkalar içinde müşterilere hediye gönderilirdi.
“717/1318’de Sivaslı hekim Ali B. Abdullah’ın ûmera-i Selçukiye’den Emir “Beşik” namına yazdığı “Kitâb-ı Ekser-ül Hayat fi telhis-i kavaid’-i mualecât”; 792/1390’da İshak B. Murat’ın “Edviye-i müfrede”; 858/1454’de hekim Şerafeddin B. Ali B. Elhac İlyas el-Amasya’nın “akrabadin”; 1059/1650’de ölmüş olan Hekim İsa’nın yazdığı “Nizamü’l edviye”; 1066/1656’da hekimbaşı Salih; 1106/1695’te hekimbaşı Nuh; 1160/1749’da vefat eden Bursalı hekim Ali Efendilerin “Akrabadin”leri; 1177/1764’te vefat etmiş olan hekim Fazlızade Mehmet Cemal Efendi’nin Türkçe “Müfredat-ı tıbb”; 1184/1771’de Osman B. Abdurrahman Efendi’nin “Kitâbü’n nebât” namları altında yazmış oldukları kitaplar, bütün manasıyla eczacılık için calib-i dikkat birer şaheserdirler. Cins-i nebat hakkında pek çok uğraşan ve eczacılığı ileriye götüren Fatih devri hekimlerinden Altunîzâde…”.
“Fatih’te, Fatih Sultan Mehmed’in; Edirne’de II. Bayezid’in ve Haseki’de, Kanunî’nin karısı Haseki Hürrem Sultan’ın; III. Murad’ın annesi Nurbanû Sultan’ın; Üsküdar’da ve Sultanahmet’te I. Ahmed’in yaptırmış oldukları darüşşifalarda, hekimlerin tarifleri üzerine eczacılık vazifesini hekim yamakları görürlerdi. Maiyetlerinde eczaların hazırlanması için adamlar da vardı”.
“Velhasıl, gerek Anadolu’da ve gerek Rumeli’de, muayenehane makamında hekim dükkânları olduğu gibi, bilhassa İstanbul’da 1111/1700 senelerinde, Hocapaşa’da 5, Şehzadebaşı, Tahtakale, Balat ve Fenerkapısı’nda 1’er, Bayezid, Yenicami, Bahçekapı, Unkapanı, Fatih ve Sultanselim’de 2’şer ve Galata’da 3 eczane ile 4’ü İslâm-Türk, 10’u Hristiyan, 7’si Yahudi olmak üzere 21 eczane; ayrıca Üsküdar, Kadıköy, Beşiktaş, Kasımpaşa ve Hasköy semtlerinde de müteaddit hekim dükkânları ve altında eczaneler vardı. Bu dükkânlarda hekimler, hekimlik ederler ve tarifleri üzerine, eczacılık vazifesini ve ilâçları “yamak” tabir ettikleri adamlarına yaptırır, icap ederse kendileri de yaparlardı”.
“Bu dükkânlardan maada, gerek bu tarihten evvel, gerek sonra bunlara muavin olacak derecede “kökçü”, “attar”, “macuncu” dükkânları vardı. Kökçüler Bayezid’de, aktarlar meşhur Mısır Çarşısı’nda ve her mahalle arasında, macuncular da İstanbul’un her tarafında ve her mahalle arasında bulunurdu. Gayet muntazam ve hesaplı olarak, ne aranırsa çabuk bulunmak üzere, dükkânların dâhiline yapılmış, çekme gözlerle tertip olunmuş ve bütün manasıyla eczacı dükkânı zevkini verirdi.”
“Edirne Darüşşifası’nda, haftada iki gün olarak maacin kârhânesi, yani eczanesinde birçok macunlar, bilhassa “pespâse, kebâbî, kakülî, zencefil, emleç, kisât, murabbaat” namlarındaki devaların hastalara tevzi edildiği, Evliyâ Çelebi Tarihi’nin 3. Cildinde yazmaktadır”.
“Bayezid meydanında vaktiyle “Bakırcılar”, “Mürekkepçiler”, “Buğdaycılar”, “okçular” namlarındaki kapılardan girilirdi. Bu kapıların, Sultan Abdülaziz’in ilk padişahlığında kaldırıldığını ve meydanın açılmış olduğunu birçok kimseler söylemektedirler. Zamanıyla bu meydan etrafında birçok esnaf olduğu gibi, 20’den ziyade kökçü dükkânı vardı. Bunların birçokları Türk – İslâm’dı. Başlarında âbânî sarıkı mavi çuhadan şalvar ve salta giyerler, bellerine de Trablus kuşağı sararlardı. Okur – yazar ve anlayışlı idiler. Hele kökçülükte pek mahirdiler. Vaktinden evvel koparılmış kökleri anlar ve almazlardı. Sattıkları sülüklerin ise vücudun hangi tarafına yapıştırılması lâzım geldiğini bilirler ve ona göre tarif ederlerdi[9] (Resim 41).
Bundan sonra Kumbaracılar, işbu “kökçü”, “attar”, “macuncu” dükkânlarında satılan bitki, kök ve saireyi “hülâsa” edilerek vermiş. “Bunlardan maada eczacıların yaptıkları “logak”, “hap”, “mâ’cun”, “sükûf” ve “merhemler”, kurslar gibi birçok nev’e münhasır olduğu için, tabibin arzu ve tarifi dâhilinde yapmaları meşruttu. Her sene, mevsim-i mahsusunda toplanan çiçekler ve meyveleri hüsn-ü muhafaza etmek ve icap edenlerin sularını çıkarıp hıfzetmek ve lüzumunda kullanmak eczacıların vazifesi idi. Rutubetli yerlerde durdukça renk ve kokularını kaybeden çiçekleri, bu halden kurtarmak için şeker veya balla “murabbâlar” yapmak ve matbuklarını (pişirilmişlerini, haşlanmışlarını) hazırlamakla muhafaza ederlerdi. Meyveleri tam zaman ve kemalinde toplar, güneşte veya sobalarda kurutmak, icabında istimal etmek ve usareleri alınacak nebatat, havanda dövülerek veya mengenede sıkılarak, elde edilen madde ya pişirilir yahut şurup yapılarak hıfzedilirdi.”[10].
Tıbbiye ve Eczacılık (İspençiyari) okullarının daha fazla öyküsü, bu kitabın konusunun dışında kalıyor.
***
Tababeti felsefe ve dinî – mistik içeriğinden ayırarak bilimsel esaslara bağlamış olan İstanköylü Hippokrates’ten önce olduğu gibi, daha sonraları da hekimler tedavi yanında uzun bir süre ilâç hazırlama işini de üstlenmişler. 130-200 yılları arasında yaşamış ve “Eczacılığın Babası” olarak tanınmış Bergamalı ünlü hekim Galenos’un evinde, bir ilâç dolabı değil, gerçek bir eczane ve ecza deposu bulunuyordu. Bu hekim, hazırladığı Galenik mustâhzarlar, yaptığı ilâç tertipleri ve “İlâçların Terkibi” adlı kitabı ile tedavi ve eczacılık alanlarına büyük katkıda bulunmuş.
Zamanla “Hekimlik” ve “Eczacılık” meslekleri birbirinden ayrılmış. XII. yy.da Bağdat’ta sadece ilâç hazırlama işi ile uğraşan özel “Eczane’ler bulunuyordu[11].
Türkiye’de bugünkü ilk “eczane”lerin açılmaya başladığı XIX. yy.ın başlarında, eczanelerde ancak iki hazır ilâç (Tiryak ve Melisa ruhu) bulunuyor ve gerçekten etkili madde sayısı da bir düzineyi aşmıyordu. Bu dönemde (1800 ile 1850 arası) ilâçların hemen tümü, bir hekim reçetesi uyarınca, her bir hasta için ayrı ayrı ve özel olarak hazırlanıyordu. Eczacılar ilâç hazırlamakta kullandıkları Galenik müstahzarların (hülâsalar, tentürler gibi) tümünü ve birçok kimyasal maddeyi (eter, antimon tuzları gibi) eczanelerinde hazırlıyor. Bu gibi maddeleri hazır olarak satın almak için ecza depolarına başvurmanın, utandırıcı bir yöntem olduğunu düşünüyorlardı[12].
***
Aynı konular, çeşitli uzman ağızlardan, değişik şekilde de olsa, hep karşımıza çıkıyor. Bunların hepsinde tamamlayıcı bilgiler bulunuyor. Ama yine de bazı tekrarlar kaçınılmaz oluyor.
Bazı hayvan kemik fosillerinde görülen belirtilere göre, hastalıklar ve bunların amilleri, insandan önce dünyada bulunuyordu. İlk iyileştiricilerin “büyücüler (afsuncu) olduğu sanılıyor. Günümüzün ilkel toplumlarındaki büyücülerin, sağaltıcı veya zehirleyici etkisi bulunan bitkileri tanıdıkları dikkate alınırsa, tarih öncesi topluluklarda tedavi görevini üstlenmiş kişilerin de bitkilerin tedavi edici özelliklerini rastlantı veya gözlemleri sonucu, öğrenmiş oldukları düşünülebilir. Zamanla buna dair bilgiler artmış, bunlar bazı hastalık belirtilerini ortadan kaldırmak için kullanılmaya başlanmış ve bunun sonucu olarak da insanlarda “ilâç” kavramı oluşmuş. İlk ilâçlar şüphesiz bitkiler ve bitkisel kökenli maddeler (çam sakızı, kitre, kudret helvası gibi) olmuş. Ama bunların kullanılışı yine de “büyü” ile birlikte olmuş, zira hastalığın fena ruhlar tarafından tevlit edildiği inancı devam etmiş[13].
Mezopotamya ve Mısır uygarlıkları arasında sıkı bir bağlılık bulunuyor. Mısır uygarlığı, İran, Hint ve Çin uygarlıklarıyla yakın ilişkide bulunmuş ve bunlardan aldığı bilgilerin, yakınlığı nedeniyle, Avrupa ülkelerine aktarılmasında aracı olmuştur. Bu ülkede eczacılık yönünden daha önce mükerrer sözünü ettiğimiz Ebers Papirüsü çok önemli oluyor. Bu papirüs 110 sahife ve 2289 satır olup 700 kadar bitkisel, hayvanî ve madenî drog ve 800’den fazla reçete taşımaktadır. Reçetelerde en çok adı geçen bitkisel droglar şunlar oluyor: Acımarul, adasoğanı, ardıç meyvesi, banotu, çiğdem, hardal, hintyağı, incir, centiyane, ketentohumu, kişniş, mürver, nar kabuğu, pelinotu, safran, sakız, sarısabır, soğan, tarçın, terementi, üzüm.
Hitit tabletlerinde kayıtlı reçetelerde adamotu, alıç, aksırıkotu, arpa, badem, banotu, buğday, defne, dişotu, hardal, haşhaş, kayısı, köknar, mazı, mersin, meyankökü, safran, sarımsak, sedir, selvi, soğan, söğüt, susam, sütleğen, şimşir, üzerlik, üzüm, zeytin gibi Anadolu’da yetişen bitkiler yanında abanoz ağacı, myrrha, mekke pelesengi, şeytantersi gibi dış ülkelerden getirilen droglara da rastlanıyor.
Tabletlerde bulunan her reçetenin sonu “Böylece hasta iyi olacaktır” ibaresiyle tamamlanıyor. İkinci reçete ise, “Eğer iyi olmazsa” diye başlıyor ve öteki formül veriliyor…
İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde mahfuz bir tablette şunlar okunuyor. (daha başkalarının yanı sıra): “Eğer bir erkeğin cinsel gücü Nisan ayında tükenirse; bir erkek keklik yakala, kanatlarını yol, boğazını kopar ve onu yassılaştır, üzerine tuz serperek kurut. Dağ bitkisi “danannu–otu” ile ez, bira ile içmesi için ona ver. Ve sonra o, cinsel güce kavuşacaktır” …[14].
Raşit Rahmeti Arat’ın çevirdiği metinlere göre Türk – Uygur döneminde (VIII. – X. yy.lar) Orta Asya’daki eczacılık hakkındaki bilgiler şöyle özetlenebiliyor:
İlâç şekilleri: Merhem, infüzyon, dekoksiyon, toz, karışım, usare, macun, hamur, hap, pastil süpposituvar olup bunlar ateşe gömerek pişirme, kaynatma, kaynatarak köpük elde etme, gölgede kurutma… gibi yöntemlerle çeşitli aletler kullanılıyor. Türk – Uygurların kendilerine has ağırlık ve hacim ölçüleri vardı. Alınacak ilâç miktarı ise kaşık, bıçak ucu, mercimek kadar … gibi terimlerle ifade ediliyordu. Droglara gelince, bunlar bitkisel (60 kadar), hayvanî (70 kadar) ve anorganik (10 kadar) kökenli olmak üzere 3 grupta toplanmışlar.
Burada dikkati çeken husus, hayvanî kökenli drogların bitkisel kökenli olanlardan fazla olmasıdır. O ise ki aynı dönemde Avrupa ve Doğu ülkelerinde bu orantı tersinedir. Bu keyfiyet Türk – Uygur topluluğunun hayvancılıkla olan yakın ilişkisi ile açıklanabilir.
Baytop, DLT’te eczacılık ve tababette kullanılan bitkilerin adlarından söz ediyor. Bunları tekrarlamıyoruz[15].
***
Osmanlı İmparatorluğu döneminde ilâçlar Müfret (tek maddeli) ve Mürekkep (karışım) ilâçlar olmak üzere iki grupta toplanıyordu. Mürekkep ilâçlar arasında bazı “gizli terkipler”, zamanla büyük şöhret kazanmıştı. Bunların başında “Tiryak macunu” (Theriaca) geliyor. Bu ilâç, 70 kadar maddenin bir karışımı olup, esas etkili maddesi afyondur. Bazı özel formüllerle yapılan tiryaklar “Tiryak-ı Altınbaş”, “Tiryak-ı Farukî” gibi adlarla tanınırdı (“Farukî”, II. Halife Ömer’e mensup, onun gibi keskin, kesip bitirici, sonuca ulaştırıcı manasındadır). Bu ünlü ilâç her hastalığa karşı rakipsiz bir devâ olmuş (devâ-i kül – panacea).
Halk arasında yine büyük bir şöhrete sahip başka iki drog, Tin-i mahtum ve Amber oluyor. Tin-i mahtum (mühürlenmiş kil), Limni (Lemnos) adasında belirli bir bölgede bulunuyor. 1546’da bu adayı gezmiş olan Fransız hekimi P. Belon, bu bapta şunları söylüyor: “Her yıl Ağustos ayının altıncı günü, Subaşı nezaretinde kilin bulunduğu yere gidilir. Üstteki toprak tabaka kaldırılır ve kilden herkes alabildiği kadar alır. Akşam, kilin alındığı yerin üstü tekrar toprakla örtülür. Kili alanlar bunu küçük topaklar haline getirir ve her bir topak, belirli bir ücret karşılığı Subaşı’nın mühürü ile mühürlenir”. Mühür üzerine “tin-i mahtum” yazmaktadır.
Tin-i mahtum, Ortaçağdan beri dâhilen zehirlenmelere karşı, kanı kesici, kabız, belsoğukluğu ve beyaz akıntıyı iyi edici, haricen yaraları kurutucu ve kanı kesici olarak kullanılmış. Halen ülkede bunun yerine Konya ve Kayseri bölgelerinde elde edilen ve ticarette bulunan Kil – ermeni (Tin-i Rumî, tin-i ermeni, Bolus Armena, Bolus Orientalus) kullanılmaktadır.
Amber (Ak amber, Ambra Grisea), kaşalot balığının iyice hazmetmeden dışarı attığı maddelerden oluşuyor. Çin, Japon, Madagaskar, Java ve Sumatra sahillerinden toplanıyor. Osmanlı döneminde kalp kuvvetlendirici, iştah açıcı, hazmı kolaylaştırıcı ve özellikle afrodizyak (cinsî gücü artırıcı) olarak macunların içine katılmak veya bir mercimek büyüklüğündeki parçanın kahve ile birlikte kaynatılması ve içilmesi şeklinde geniş bir biçimde kullanılmış[16] (Resim 42).
Bir zamanların bulunmayan muhtasarları ile Pertev’in semirtme şurubu mizaha da konu olmuş. Baytop bu bapta iki karikatür derç etmiş ki bunları aktarmayı uygun bulduk (Resim 43 ve 44). Sonuncusu Cemal Nadir’in “Amcabey” tipini canlandırıyor.
Hekimbaşı Salih Efendi (ölm. 1669) “Akrabazin”inde aynen şunları söylüyor:
“İspençiyar = otlar ve eczalar dükkânında bulunup tabibin ısmarladığı üzere şerbetler ve macunlar ve haplar yapan kimseye derler. İspençiyarın dükkânı hekimin evine yakın ola…”. “Eğer mümkün ise, dükkânı yakınında bostan edine ki, lâzım olan otlardan ve baklalardan bostana ekip iktiza ettikçe, lâtif otlarla yapıla” … “Ve ispençiyara vaciptir ki, tiryak gibi, mejoditus gibi eczacı çok düzenli ve tabiatları çeşitli terkip yapmak murad ettikçe tabiîyata âlim olan tabibin huzurunda ve onun müşahedesiyle yapa”…[17].
***
İtikatlar yavaş yavaş tesadüflerle, müşahede ve tecrübelerle karıştı. İlk insanlar hatıra gelmeyecek şeylerden faydalanmışlardır. Bitkilerin şekil ve benzeyişleri bile onların ilâç sınıfına girmesine sebep olmuş. Yabani nar çiçeği meyvelerinin (Balaustes) akrep dalamalarına karşı kullanılması, akreple çiçek arasında, görünüş bakımından benzerlik olduğundandı. Sığırdili (Echium vulgare)nin tohumları engerek yılanın başına, aynı bitkinin yerde sürünen benekli gövdesi de yılanın gövdesine benzediği için bu bitki yılan ısırmalarına karşı kullanıldı.
Bu benzeyişler manevî işaretler telâkki edildiğinden, başka hastalıklara devâ olmak üzere başka bitkiler dahi arandı ve aynı itikat uzun süre yaşadı. Hattâ aradan uzun yıllar geçtiği halde I. yy.da Dioscorides bu bitkinin yapraklarını ve köklerini şarapla karıştırarak içmeyi önerdi. Daha sonra Dioscorides’i tefsir eden Mathiole dahi bundan önemle söz etti[18].
Bilâder Ağacı’nın (Anacerde) kalp şeklinde olması onun da devâlar arasına girmesine sebep olmuş. Çin’de Ardıç’ın (Gin Seng) şehvet verici ilâç olarak kullanılması onun kalçaya benzetilmiş olmasından ileri gelmiş. Garance (boyacı kökü) de böyle bir benzetiş dolayısıyla âdet söktürücü (mutammis) olarak kullanılmış. İlk insanlar sağlıkları için hayvanlardan da örnek almışlar. Plinius’a göre köpeklerin ayrık otunu (Canaria – Chiendent) müshil olarak aradıkları dikkatten kaçmamış. Geyiklerin, yaralarının acısını teskin etmek üzere Giritotu (Dictane) yedikleri de aynı suretle görülmüş. Keza, kırlangıçların yavrularının görüşlerini artırmak için Kırlangıçotu (Cheliodine) yedirdikleri gözlenmiş.
Bunlar birer örnek oluyor. M.Ö. 1400’lerde Argos’un ünlü hekimi Mélampe, çöpleme (Ellébore) yiyen keçilerin hızla ishale uğradıklarını söylüyordu. Bu görgü ona bu bitkinin müleyyim olarak kullanılması fikrini verdi ki, tehevvürî cinnet (folie furiense)’e müptelâ olan Proetos’un kızlarına bunu içiriyor ve çok fayda gördüğü için gerek bitkinin, gerekse onu kullananın şöhreti artıyor.
Şifa verici hassaları anlaşılan bitkilerin kullanılışı hızla yayılıyordu. Gemiciler, kervanlar bu bilgileri başka ülkelere taşıyorlardı ve oralarda işittiklerini de kendi ülkelerinde anlatıyorlardı. Herhangi bir yerde sağaltma alanında elde edilen bir yenilik, az zaman içinde yolları üzerinde bulunan bütün ülkelere bu ampirizmi yayıyordu.
Bu dağınık bilgiler zaman geçtikçe unutulmadı. Kuşaktan kuşağa, babadan oğula intikal etti. O zamanların ilkel bilgileri, Dioscorides, Celsus, Galinos zamanlarına kadar yaşadılar. Sonra da değerlerini tamamıyla kaybetmediler. Bunların arasında hattâ zamanımıza çıkanlar bile var. Her görüş veya işitiş, bilgi sayıldığı için bunları tespit etmek ve sürekli olarak kullanılmalarını sağlamak üzere çareler arandı ve bunu ilk kez Sümerliler buldu[19].
Mélampe’ın ellébore – çöpleme’si bizde bir çağrışım yarattı. Antikçağ’ın bütün eserleri ve pagan fikirlere hayranlığı ile Rönesans’ın ilk dönem, adeta tümüyle Rabelais (1495-1553) de yaşıyordu. Bu hikâyeci aynı zamanda Ortaçağın geleneğini de toplayıp onu kullanıyor. Aziz Francesco’nun tarikatı Cordelier manastırında yetişip keşiş oluyor. (Din’deki) Reform’un yarattığı endişeler arasında onun meslektaşlarından farklı olarak kendini İbranîce ve Yunanca öğrenmeye vermesi ve hümanistlerle sürekli olarak mektuplaşması üzerine birtakım şüpheleri çekiyor. O da, manastırı terk edip bağımsız papaz oluyor ve her Üniversite’ye ona ne öğretebileceğini sora sora Fransa’yı gezmeye başlıyor. 1530’da Montpellier Üniversite’sinden tıp lisansını alıp tababete başlıyor. Bu arada da kendi yazarlık eğilimini keşfediyor. Hippokrates’in bir bilimsel baskısını hazırlarken de, eğlenceli yıllıklara yazılar yazıyor ve eski bir halk romanını yeniden basıyor: Koca dev Pantagruel’in büyük ve paha biçilmez fıkraları. Bu komik yazıların başarısı onda, hastalarını eğlendirmek için işbu eski fıkralar temeline dayalı bir roman çıkarma düşüncesini yaratıyor. Ve bir dev ailesinin eğlenceli serüvenleri doğuyor. Kitapların biri Büyük Gargantua’nın çok korkutucu hayatı[20]. Gargantua, her ikisi de eski ekolün “morukları” olan Hoca Thubal Halopherne ve Hoca Jabelin Bride tarafından eğitiliyor. Ama elli yıllık işe yaramaz bir çalışmadan sonra zavallı çocuk Gargantua aptala dönüyor. Bunun üzerine babası Grandgousier onu bir hümaniste, Ponocrates’e emanet ediyor. O da onu bir aydın yapmanın çarelerini arıyor ve bu yolda, zamanın bilgin tabibi Hoca Théodore’dan Gargantua’yı daha iyi bir yola sokacak çare önermesini diliyor. O da çocuğu usulüne uygun olarak Anticyre (efsanevî bir mahal!) ellébore’u ile “temizliyor” ve bu devâ ile beynin tüm bozulma ve sapkın itiyatlarını tasfiye ediyor. Bu yolla Panocrates eski “antika” muallimlerinden bütün öğrendiklerini unutturuyor. Bu aynı şeyi Timotheos da (İskender’e bağlı ünlü Yunanlı musikişinas) başka hocalarla yetişmiş tilmizlerine uygulamış …[21].
Çöpleme (helleborus), kara, yeşil gibi birkaç türü olup Avrupa’da, Doğu kara çöplemesi ya da çöplemecik (h. orientalis) ve patlakot (h. vesicarius) gibi türleri de Anadolu’da, Karadeniz bölgesi dağlarında yetişir. Kara kök sapları, özellikle veteriner hekimlikte hayvanların derilerine yerleşen asalakları öldürmek için kullanıldığı gibi sancılanan hayvanları sağaltmada da kullanılır.
Ak çöpleme zehirli bir bitki olup halk hekimliğinde kullanılan kökleri güzde sökülüp güneşte kurutulur. Tadı acı, tozu şiddetle aksırtıcıdır. Çeşitli alkaloidler içerir. Çok tahriş edici olduğundan infüzyonu içilmez, dıştan deriye sürülerek bazı hastalıklara ve asalaklara karşı kullanılır. Eskiçağ’dan beri Doğu ülkelerinde kullanılan bir eczadır. Türkiye’de tozu özellikle nezleden doğan burun tıkanıklıklarına karşı kullanıldığından İstanbul aktarlarında “kökenfiye” diye satılır. Kara çöpleme gibi bu da hayvanlarda zehirlenme yapar[22].
***
Dönelim Baylav’ın söylediklerine.
İstanbul’un fethi Avrupa’da Rönesans’ı uyandırmakla birlikte Türkler bu çağı çok geç anlayacaklardı.
Fâtih medreseleri Ortaçağın sonunda bu dönemin en önemli eseri olarak açılmış, fakat gerek bu medrese, gerekse onu takip edenler Rönesans’ı anlayamamışlardı. Gerçi Rönesans eserleri Fatih’ten sonra başlamıştı ama bu eserler Türkiye’de görülmemiş, bilinmemişti.
Fâtih külliyesinin Güney tarafında ve iki köşesinde Tâbhâne (ilâç hazırlama yeri) ve Darüşşifa bulunuyordu. Darüşşifa, eski emsalinde olduğu gibi hem hasta tedavi ediyor, hem de tabip yetiştiriyordu. Burada iki tabip, bir kehhal (göz hekimi) bulunduğu vakfiyesinde mukayyet. Eczacıya gelince, orada, Bursa Darüşşifasında olduğu gibi, saydâlân (eczacılar) sözcüğü yazılı değil; sadece mesleğin tarifi var: “Bir ferd-i kâmil-i mücerreb (deneyimli) tayin olunur kârı (işi), eşribe (şuruplar) ve maâcin (macunlar) ve akras ve iyaricât (ayarına uygun) tabhı (kaynatılması) olup bilcümle murazâ-ı müslimin (Müslüman hastaların) levazımını tedarike himmet ve şart-ı vaakıf-ı kerim-üş –şana riayeti cana minnet bilip…”.
Kanunî külliyesi arasında bir tıp medresesi, bir de ayrıca Darüşşifa vardı. Tıp medresesi, Batı’daki terakkileri takip edemeyerek kuruldu ve bir süre sonra kendi hüviyeti içinde düşmeye başladı. Şimdi askerî basımevi olarak kullanılan Darüşşifa dahi hiçbir vakit Avrupa’da uyanan yeni tababeti anlayamadı ve tatbik edemedi.
Bu ve daha başka darüşşifa vakfiyelerinde eczacılığa değinilmiyor. XVII. yy.da Türkiye’de henüz eczane diye bir müessesenin bulunmadığı görülüyor. Evliya Çelebi XVII. yy.da İstanbul’da 700 hekim dükkânı bulunduğunu bildirip buralarda 1000 kişinin çalıştığını söylüyor. Yine Çelebi, Esnaf-ı kehhalân diye göz hekimlerinden bahsederken bunların 40 dükkânı olduğunu ve buralarda 80 kişinin çalıştığını yazıyor. Bütün bu kişilerin alaylarda geçişleri sırasında sergiledikleri tablolardan hekim ve göz hekimlerinin ilâçlarını kendi yanlarında bulundurdukları anlaşılıyor. Ama yine Çelebi’den öğrendiğimize göre tutyacılar, macuncular, gülâpçılar, edhân-ı edviyeciler (sürünülecek güzel kokulu yağlı devâcılar), meşrubat-ı devâcılar gibi birçok esnaf vardı ki bunların yaptıkları işler eczacılıktan başka bir şey değildi. Bir takımı ıtriyatçı sayılabilse de bu ıtriyatçılık da eczacılığın bir şubesiydi.
Bu yüzyılda aktarlar Mısır Çarşısı’nda önemli bir grup oluşturuyorlardı. Bunlardan mahalle aralarında da bulunuyordu. Bunlar ilâç olarak kullandıkları maddeleri, akaakir denilen kökleri satarlardı. Bunlara baharat da dâhildi. Tabipler, hattâ halk buralardan istedikleri devâ maddelerini istedikleri miktarda satın alabilirlerdi. Yüzlerce madde burada satılırdı.
Mısır Çarşısı İstanbul’un bahar ve drog pazarının merkeziydi. Droglar başlangıçta ham olarak satıldığı halde, çarşı esnafı arasında bunlardan ilâç dahi yapıp satanlar görülmüş, bu sanat orada kökleşmişti. Akrabadin kitapları ve özellikle hekimbaşı Nûh ile Salih B. Nasrullah’ın akrabadinleri onlar için rehber olmuştu. XX. yy.ın başlarına kadar tiryak’ı satın alanlar bile vardı[23].
Baylav daha sonra Saray eczacılığına uzunca değiniyor ve sultanlarla ileri gelen kadın erkek saray erkânı için hazırlanan şerbet, macun, çeşitli matbuhlar (kaynatılmış ilâçlar) ve.yi ayrıntılarıyla veriyor. Bunlara girmiyoruz.
XVII. yy. Ortalarına kadar eczacılık kitaplarından başka bir şey olmayan “müfredat” ve “akrabadin” adlarında pek çok kitap yazılmış. Nasrullah B. Salih’in (Ölm. 1669) “Akrabadin – akrabazin”i bunların hepsinden farklı olmuş, şöyle ki bunda eczacıdan ve görevlerinden söz eden önemli mütalâalar bulunuyor.
Osmanlılar döneminde yazılan kitaplar arasında tıp kavramı içinde eczacının mevkiini gösteren bu eserin İtalyancadan tercüme olunduğu sanılıyor. Nitekim Salih, ilâç sanatı ile uğraşan meslek adamlarına “İspençiyar” diyor ki bu sözcüğün İtalyanca “Spezzere”den alındığı açıkça görülüyor. O, ispençiyarı şöyle tarif ediyor: “İspençyar deyu otlar ve eczalar dükkânında mevcut olup tabibin ısmarladığı üzere şerbetler ve maacunlar ve haplar yapan kimseye derler”. Bundan sonra Salih Efendi “gerektir ki ispençyarın dükkânı tabibin menziline karib ola” deyip ekliyor: “Zira ispençyar, tabibin tutar elidir. İspençiyarsız marzaya (hastalara) gereği gibi ilâç mümkün değildir.”
Salih, ispençyar mesleğini tabibinkinden müstakil olarak tanıyor, terkiplerin muhafazası babında tavsiyelerde bulunuyor. Bu arada Calinos’tan dahi bazı alıntılar yapıyor. Mürekkep devaları mümkün olduğu kadar azaltmak taraflısı olarak görülüyor[24].
[1] Arslan Terzioğlu. – Helvahane defteri ve Topkapı Sarayında eczacılık, İst. 1992, s. IX.
[2] ibd., s. X.
[3] ibd., s. XII.
[4] ibd., s. XIV.
[5] ibd., s. XIX – XXII.
[6] ibd., s. XXVII.
[7] ibd., s. XXVIII.
[8] Müsahipzade Celâl. – Eski İstanbul yaşayışı, İst. 1946, s.111-118.
[9] İzzet Kumbaracılar.- Eczacılık tarihi ve İstanbul eczahaneleri, 1988, s.26 ve infa 2,28 ve infa 3.
[10] ibd., s.. 55.
[11] Turhan Baytop. – Eczahaneden eczaneye, İst. 1995 (BAYER Yay.). BAYER’in önsözü.
[12] ibd., s. 8-9, Baytop’un Önsözü’nden.
[13] Turhan Baytop. – Türk eczacılık tarihi, İst. 1985, s. 5-6.
[14] ibd., s. 10 – 16.
[15] ibd., s. 51 – 52.
[16] ibd., s. 82 – 83.
[17] ibd., s.93.
[18] Kişisel bir müşahede olarak, ad benzerliğinden de etkilenildiğini gördük: Yılan ölüsüne değinildiğinde “yılancık” olunurdu…
[19] Naşid Baylav. – Eczacılık tarihi, İst. 1968, s. 10 – 11.
[20] J. Calvet. – Manuel illustré d’histoire de la littérature française, Paris 1929, s. 108 – 109.
[21] J. Calvet. – Morceaux choisis des auteurs français du xe au xxe siécle, Paris 1931, s. 128 – 129.
[22] BL.
[23] Naşid Baylav. – op. cit. , s. 130 – 136.
[24] ibd., s. 193.