İslâm dünyasında tıbbî tedavi çok yönlü, farklı ihtiyaçları karşılayan ve bazen de birbirlerine girift olmuş çeşitli uygulamalı olmuş. İşbu tıbbî çok yönlülük İslâm öncesi geleneksel ve sihrî uygulamalara Helenistik dünyadan tevarüs edilmiş tıbbî teorilerin ve Hindistan ve sair yerlerden alınan ilâç folklorunun yanı sıra gelişmek olanağını sağlamış. İslâm öncesi Arabistan’ın tıbbî uygulamaları, Emevî hilâfetinin ilk günlerine kadar başat bir şekil olarak devam etmiş. Bu tıbbî bakımın tabiatı başlıca, daha sonra el–tıbb el–nebevî adı verilen bir tıbbî yazın türünün temelini oluşturacak olan çeşitli hadisler’den bilinmektedir.
Kaynaklar bize ilk dört halifeye (Hulefa-i Raşidîn) uygulanmış tıbbî bakım ve saray dışında tedavi hususunda yok denecek kadar az bilgi veriyorlar.
Harîs bin Kalada adlı bir Arap hakkındaki rivayette onun Sasânî hükümdarı Hüsrev Anuşirvân ile bilimsel tartışmaya girdiği, Gundisapur’da tıp tahsil ettiği, tedavisinin Peygamber’in hastalara onu tavsiye ettirecek kadar üne kavuşmuş olduğu ve yine bazı geleneklere göre Ebûbekir’le Ömer’in son hastalığında onları tedavi etmiş olduğu anlatılmaktadır. Daha sonraki biyografik yazımdan, tavsiye ettiği tedavi şeklinin mahallen sağlanabilen otlarla geleneksel tedaviyi yansıttığı, bunun genellikle Gundişapur’a bağlı Helenistik gelenekten uzak kaldığı anlaşılıyor. Harîs hakkındaki öyküler zaman içinde çoğalmış olup tezat teşkil eden unsurlar içerdiğinden gerçek tarihî veçheye erişmek güç olmaktadır. Aynı şekilde Peygamber’in çağdaşı olduğu ve cerrahî uyguladığı söylenen İbn Abî Rimsa hakkındaki nakillerin doğruluğunu da, yine aynı sebeplerle, saptamak zordur. Peygamber’in ve onu takip eden halifelerinin tabiplere müracaat ettiklerine dair söylentilere dayanarak tıbbın kullanılmasını savunma ihtiyacının duyulmuş olduğu bir gerçektir.
Gundişapur’un hastaneli bir tıp okulu olduğu, belki de burada bir mütevazı kliniğin varlığı bugün tarihçiler arasında tartışma konusudur. Gundişapur’un hastaneli bir tıbbî merkez olarak ona izafe edilen şöhret, bu merkeze dayanarak tıbbî otoritelerini kabul ettirmek için ileri sürdükleri bir iddia olabilir. Hiç şüphesiz Bağdat’ta ilk tıbbın Nasturîlerce tekelleştirilmesinin anlamı, savundukları ve Yunan metinlerine dayanan tedavi şeklinin rakip Zerdüştî ve Hindu ya da Arabistan’ın yerli tıbbının üstüne çıkarma çabalarıydı.
Ama her şeye rağmen Gundişapur adından vazgeçilemiyor, şöyle ki burasının ilk Abbasî tıbbı üzerinde, eğer kaynaklarımıza güvenilecekse, etkisi kesin olup buraya bağlı Nasturî Hristiyan tabip ailesi Buhtîşû’ların sivrilmiş rolü bunun bir belgesi de oluyor. VIII. yy.ın ortasından XI. yy.ın ortasına kadar sekiz kuşak boyunca ailenin on iki ferdi halifelere tabip ve müşavir olmuşlar. Çoğu kez de çevreleri finanse edip kendileri de orijinal kitaplar yazmışlar. 763’te halife el-Mansur, mide rahatsızlığından muzdarip olup Curcis B. Cibrail B. Buhtîsû’yu Gundişapur’dan Bağdat’a çağırmış, Curcis de burada en büyük tabip ve her Süryanîce tıbbî el kitabının müellifi olmuş. Muhtemelen, 768’den sonra öldüğü Gundişapur’a dönmüş; ama oğlu, ölünceye kadar halife Harun Reşid’e talip olmuş. Müteakip Buhtîsû kuşakları Bağdat’ta kalmışlar. Abbasi halifesi el–Mütevvekkil’in saray tabibi Hristiyan Sâbûr L. Sahl’ın da, Bağdat’a gelmeden önce Gundişapur’da tabiplik ettiği söylenir.
Daha Abbasî hilâfetinin başında ilgi, daha eski, özellikle Yunan tıbbî ve bilimsel eserlerine karşı ilgi, hiç şüphesiz, Süryanîce ve Yunanca konuşup okuyan Hristiyan saray doktorları tarafından teşvik ediliyordu. Daha sonra çeviriye büyük ölçülerde girişilmiş, Helenistik ve Bizans tıbbî kuram ve uygulamaları tamamen kabullenilip günün bilimsel tıbbî düşüncesiyle bütünleştirilmişti.
Arapçaya çevrilen en etkin Yunan yazıları Dioscorides (Diyuskuridis)’in materia medica üzerine mecmuası, Efesuslu Rufus’un (Rûfus al Afrisî) çeşitli risaleleri, VII. yy.da İskenderiye’de çalışan Aëginalı Pavlos’un Grek ansiklopedisinin cerrahî bahisleri ve özellikle Galenos’un (Câlinûs) büyük hacimli yazıları ve hıltî tababetin şerhi oluyordu. Hippokrates’in (Bukrat) yazıları, bazı Müslüman tabiplerce geniş ölçüde kullanılmışsa da genellikle Galenos’un yazılarının olduğu gibi doğruca yapıcı bir etkiye sahip olmamışlardır.
IX. yy.ın başlarında Beyt’ül Hikme, İrfan Evi adında bir vakıf Bağdat’ta tesis edilmiş; amacı, yabancı metinlerin çevirisini teşvik etmekti (Buradaki en verimli mütercimler hakkında ilerde ayrıntılı bilgi verilecektir).
Bu arada, kendileri doğruca tercüme yapmamış olmakla birlikte, yabancı malzemelerin en erken uyarlanma dönemini yansıtan yazılar bırakmış birçok tabip de vardı. Bu grubun arasında başlıca bir Nasturî Hristiyan, İbn Mâsavaih vardı; bunun babası, Bağdat’a gelmeden önce Gundişapur’da tabipmiş. İbn Mâsavaih, çok sayıda ateşler, cüz’am (lepra), malihülya (melankoli), beslenme rejimi, göz hastalıkları ve tıbbî hikmetler (aforizmalar) üzerine Arapça monografiler yazmış. Anlatıldığına göre İbn Mâsavaih muntazam Meclis kurup burada hastaları ve öğrencileri ile müşaverede bulunurmuş. Bu sonuncular arasında Hunayn İbn İshak da var. Görünürde İbn Mâsavaih haylice dinleyici toplarmış ve hazırcevaplığı ile ün yapmışmış. Bir başka önemli kişi de Ali B. Sahl Rabban al–Tabarî olup (ölm. 855) halife el–Mütevekkil’e ithaf ettiği Firdevs el–hikma (İrfan bahçesi) adlı mecmuasında Greko–Romen uygulamalarını şerh etmekle kalmayıp Hint tıbbına da ayrı bir bahis açmış. Ama ne o, ne de müteakip yazarlar Hint Malzemesini Greko–Romen tıbbıyla bütünleştirmeyi denememişlerdir. Yaklaşık otuz kadar IX. yy.ın son çeyreğinden önce çalışmış tabibin adı biliniyor. Yüzyılın sonunda patolojinin, özellikle Galenos tarafından savunulmuş hıltî (humoral) sistemi, az çok tüm Arap tıbbî mülâhazaların temelini teşkil etmiş.
Keza, münhasıran Grek temelli tıbbî sistemlere değişik bir şık olarak IX. yy.da el–tıbb el–nebevî, yani peygamberî tıp denilen bir tıbbî yazı türü ortaya çıkmış. Yazarları, tabipten çok din adamları idiler ve Peygamber’in çağında uygulanmakta olan ve Kur’an ile Hadîs’lerde mezkûr geleneksel tıbbı savunuyorlardı.
Yunan tıbbının IX. yy.da, biraz da İranî ve Hindu unsurlarla birlikte hızlı benimsenmesini müteakip işbu vâsi bilgi hazinesinin bir mantıkî bütün içinde örgütlenmesi işi başlıca kaygı olmuştu.
X. ve erken XI. yy.da, özellikle etkin olarak tertiplenmiş dört adet Arap tıbbî ansiklopedisi meydana çıkmış. Bu işin arkasında iki çok önemli isim bulunuyor: Ebûbekir Muhammed B. Zekeriya el–Razî ile İbn-i Sînâ[1].
Eyyubî ve Memlûk (Kölemen) sülâleleri tabip ve hastanelere arka çıkmakla ünlüydüler. Selâhaddin (Eyyubî)’nin hizmetinde on sekizden az olmayan tabip bulundurduğu söylenir. Bunların sekizi Müslüman, beşi Yahudi, dördü Hristiyan, biri de Samaritan (Samirî) idi. Bunların arasında ünlü Yahudi tabip ve feylesof Maimonides ile İbn Cunay bulunuyordu.
Nureddin Zengî Şam’da, kendi adını taşıyan bir hastane kurmuştu (Nûrî hastanesi), Melik el–Nasır Selâhaddin (Eyyubî) de, onu örnek alarak, Kahire’de Nâsırî hastanesini kurmuştu. Kentsel hastanelerin gelişmesi, Ortaçağ İslâm toplumunun başlıca başarılarından olmuştu.
İslâmî hastaneler çok amaçlı müesseselerdi: Tıbbî tedavi merkezi, hastalık ya da kazadan iyileşenler için nekahathane, deliler için tımarhane, bakacak kimsesi olmayan yaşlı ve sakat kişilerin temel bakım ihtiyaçlarının karşılandığı bir huzurevi. Gerçekten, varlıklı kişilerin hastaneye gitmesi, bunların ancak yollarda hastalanmaları halinde vaki idi. Aksi halde, evlerinde tedavi görürlerdi. Her ne kadar mezkûr hastanelerde Yahudi ve Hristiyan tabipler varsa da hastalar arasında gayrimüslimlerin nispeti pek bilinmiyor.
Hastanelerin gelişmesinde Gundişapur’un rolü abartılmış. Eldeki belgelere göre ilk İslâmî hastane Bağdat’ta Harûn Reşid’in emriyle kurulmuş. Bu kentin en önemli hastanesi 982’de Adud el–Devle tarafından tesis edilmiş olup XII. ve XIII. yy. Suriye–Mısır hastaneleri hakkında tam bilgilere sahip bulunuyoruz.
Tıbbın sadece iki alanı kendine özgü geniş uzman yazınını geliştirmiş; Oftalmoloji (göz hastalıkları) ve farmakoloji (eczacılık– ispençiyari). Az çok her tıbbî mecmuada bu her iki konu için bahisler bulunmuş, ama bunların içinde en anlaşılır olanları sadece göz hastalıkları ya da basit ve mürekkep ilâçlara tahsis edilmiş çok sayıda monografilerdi.
Oftalmoloji, Ortaçağ İslâmî yazarların haylice yenilik içeren konuları olmuş. Daha IX. yy.da, hem İbn Mâsavaih, hem de talebesi Hunayn b. İshak, bu konuda etkin monografiler kaleme almışlar. Her ne kadar bunlar Yunan kaynaklarına dayanıyorlarsa da, Yunan bilgisinin ötesinde, daha önce bilinmemiş patolojik koşullar hususunda hayli ilerleme kaydedilmiş ve de bunlar için çapraşık cerrahî süreçler kısa zamanda gelişmiş.
Tam bilinemeyen bir sebepten ötürü XII. ve XIII. yy.larda, Arapça oftalmoloji üzerine risaleler tertiplenmesine daha önce görülmemiş mertebelerde ilgi duyulmuş. İspanya dâhil bütün Arap âleminde çok sayıda eser meydana getirilmiş. Bunların ayrıntılarına girmiyoruz.
Farmakolojide Müslüman yazarlar ilk modellerini geçmişler, şöyle ki başlıca, genişlemiş coğrafî ufukları onları, daha eski halklarca malûm olmayan ilâçlarla temasa getirmişti. Tıbbî maddeler hakkında bilgiler başlarda Dioscorides’in betimlediği yaklaşık 500 maddeye dayanıyordu. Sâbûr B. Sahl ile Kindî’nin reçeteleri ve Mekke hacıları için yazmış olan Kustâ B. Lûkâ’nın yazmış olduğu bir tıbbî rejim kitabından, Helenistik tıbbın bilmediği birçok ilâcın kullanıldığı anlaşılıyor ki bunların arasında kâfûr, nişader, misk ve yine de Avrupa’nın daha önce bilmediği pamuk gibi faydalı maddeler bulunuyor. Materia medica üzerine, çoğu kez geniş. Felsefî ilişkili risale tertiplenmiş. Bunların arasında en etkin olanı İbn Baytar’ın 2334 girişli 1400 ilâcı kapsayan el kitabıdır. Bunlar kendi öz gözlemleri ile zikrettiği 260 yazılı kaynağın mahsulü olmuş. İşbu pek büyük elkitabı, tıbbî maddeler üzerine çok sayıda müteakip rehberin temeli olmuş.
Zehir konusu Antikçağda olduğu kadar Ortaçağ İslâm’ında da büyük ilgi görmüştü. Yılan ve köpek ısırığı (kuduz), keza akrep ve örümceklerin kötü etkileri kaygı konusu oluyordu; bu arada kurtboğan (aconite), adamotu–abdüsselâm (mandrake) ve sarı harbak–çöpleme (hellebore) gibi çeşitli mineral ve bitkilerin zehirleyici niteliklerinden de istifade ediliyordu[2]. Özellikle önemli bir Arapça antidotlar (panzehirler) üzerine bir risale, 1270’de Suriye’de Ali B. Abdülazîm el-Ensarî tarafından kaleme alınmış. Bunda sadece o zamanlar Suriye’de bulunan bitkiler betimlenmekle kalınmıyor, başka risalelerden de geniş ölçüde aktarmalar bulunuyor.
Sihrî ve folklorik uygulamalarla astrolojik (yıldızlardan talih okuyarak) tıp, tıbbî çok yönlülüğün bir bölümünü oluşturuyor. Afsunlarla sihir–büyünün en aşikâr kullanımı, tekrarı yıkıcı, önceden kestirilemez ve az anlaşılmış salgınlardan korunmak için oluyordu; aynı zamanda her türlü hastalık, talihsizlik ve nazara karşı da etkindi… Kur’an’ın bazı âyetleri özellikle faydalı, sihrî harfler ve saire ile birleştirilerek muskalar vücuda getiriliyordu. Bu tür uygulamaların sadece halk beyninde olmadığı, Eyyubî ve Memlûk hükümdarları için yapılmış sihrî–tıbbî kâse–çanaklardan görülüyor. Bunların üzerine sihrî sembollerle Kur’an âyetleri hakkedilmiş. İlk numuneler üzerindeki yazılardan bunların değişik hastalıklara, bu arada mideden şikâyetlere, baş ağrısı, burun kanaması, akrep sokması, yılan ve köpek ısırmasına faydalı ve de doğuma yardımcı oldukları anlaşılıyor.
Erken modern Avrupa etkileri, Safavî tıbbında görülüyor. Frengi üzerine ilk risale İmadüddin Mahmûd Şirazî gibi bir İranlı tarafından kaleme alınmış deneme oluyor; bu kişi, ayrıca, bir Çin Kökü (cub-i çinî), Rizom (yeraltı gövdesi–sâk–ı zâhif) olan Eski Dünya türlerinden bir kök gövdenin frengiye tavsiye edilip devâ-i kül (her derde devâ) olduğuna dair bir ayrı risale kaleme almış. Bu yeni ilâç, yeni bir hastalığı tedavi etmek üzere hızla Arabî tıbbî yazılarına ithal edilmiş.
XVII. yy. Osmanlı sarayına, erken modern Avrupa “kimyasal tıp” kavramı IV. Mehmed’in saray tabibi Salih B. Nasr B. Sallûm tarafından ithal edilmiş. Mezkûr tabip birçok önemli Lâtin yazılarını Arapçaya çevirmiş.
XVIII. yy.ın başlarında, her ne kadar Ortaçağ hıltî uygulamalarının muhalefeti olmuşsa da, Paracelsus tıbbına Osmanlı ilgisi vaki olmuş. İstanbul’da veba zuhur ettiğinde III. Mustafa, bir Hollandalı yenilikçi olan Herman Boerhaave’nin (ölm. 1738) iki kitabının tercüme edilmesini emretmiş. Saray tabibi Suphizade Abdülaziz ile Avusturyalı tercüman Thomas von Herbert tarafından gerçekleştirilmiş bu çevirilerde, izah ve şerhlerle Avrupa tıbbını geleneksel tıpla ahenk haline getirme çabası görülüyor[3].
***
Shakespeare öncesi İngiliz edebiyatının en önemli şairlerinden olup yapıtlarında ilk kez Lâtince ve Fransızca yerine İngilizceyi kullanmış olan Geoffrey Chaucer (1342–1400), ünlü Canterbury Hikâyeleri’nin genel prologunda şöyle diyor:
“Bir fizik doktoru da vardı
Bütün dünyada yoktu onun gibisi
Fizik ve cerrahîden bahsedecek;
Zira astronomiye dayanıyordu.
O, Esculapius’u çok iyi biliyordu,
Ve Deiscorides, ve Rufus;
İhtiyar Hippokrates, Haly ve Galenos;
Serapyon, Razi ve İbn-i Sînâ
İbn Rüşdi, Damsen ve Konstantin;
Bernard, ve Galisden ve Gilbertin”.
1140’larda Arabî bilimsel metinlerin bir Lâtin mütercimi, Santanella’lı Hugo da şöyle yazmış: “Özellikle Arapları taklit etmemizi uygun görüyorum, şöyle ki bunlar sanki bizim hocalarımız ve öncülerimiz idiler”. 1530’da Lorentz Fries, Almanya doktorlarına hitaben yazdığı “Doktorların Prensinin Savunması”nda Avrupa’da en iyi tanınan Arap[4] tıp doktorunu övüyor ve şöyle bitiriyor: Vivat Avicenna (İbnî Sînâ), vivant eius imitatores!
Arap öğretisinin etkisi iki ana akıma ayrılıyor. İlkinde, İslâm dünyasının başlıca müelliflerince kaleme alınmış çok sayıda Arapça metni, XI. yy.ın sonu ile geç XIII. yy. arasında Lâtinceye çevrilmiş. Bu çevirilerin çoğu, üniversitelerde standart metin olmuş. Sonra, geç XV. yy.dan itibaren yeni bir Arap kaynaklarına geri gitme, yeni çeviriler yapma ve Arabî metinlerin kendilerinin basımı dürtüsü vaki olmuş.
“Arapların etüdü (studia Arabum)” ne ilk ilgi iması Bath’lı Adelard’ın (yakl. 1080–1152) “Doğal sorular”ında görülüyor. Bunda Adelard, işe yaramaz Fransız delil ve muhakemeleri yerine Arapların ussal görüşlerini ileri sürmekle övünüyor.
Bu çeviri furyası içinde, Toledo’da çalışan Cremona’lı Gerard teknik eserlerin kelime kelime çevirisinde mükemmeliyete varmış olup böylece çevirilerin aslına sadakatini sağlamış; 72 kadar metin tercüme etmişti. Bunlardan bazıları aslında Grek ve Süryanî metinlerden tercümeler olup bunlar dahi aynı sadakatle IX. yy.da Bağdat’ta Hunayn İbn İshak ve mektebi tarafından çevrilmişlerdi.
Arap otoritelerinin felsefe, bilimler ve tıpta hükümranlıkları, Hümanistler çağında itirazlarla karşılaşmış. Ortaçağ çevirileri barbar Lâtince ile yazılmış olmak, Arapların kendilerinin de Grek veritas’ı tağyir etmekle eleştirilmiş. Bununla birlikte İtalyan akademilerinde Hümanistlerin görüşleri mutlaka, içinde Aristo’nun secundum expositionem Averrois (İbn Rüşd) ve İbn-i Sînâ’nın Kanun’unun ilk ve dördüncü baplarının ünlerini muhafaza ettiği üniversitelerinkileri yansıtmıyordu: Hümanist eleştiri, büyük ölçüde filolojik mülâhazalardan ibaretti.
İspanya’da İslâm uygarlığının Altın Çağ’ı sırasında üne kavuşmuş, Arabistan’da el–Ansar kabilesine mensup Abu’l Kasım Halef bin el-Abbas el–Zahravî’nin (Batılıların Abulcasis’i) (936–1013) elimize geçmiş tek tıbbî ansiklopedisi Kitâb el–tasrîf li–man âciza’un te’lif’in on üçüncü ve son kısmı cerrahîye hasredilmişti ve Zahravî’nin İslâm cerrahlarının en büyüğü unvanını pekiştirmişti (Resimli 36a). İşbu cerrahî risalenin etkisi Doğu ve Batı’da büyük olmuştu. Bir asırdan az önce zamanda Lâtinceye Cremona’lı Gerard tarafından; ve XV. yy.da Osmanlı Türkçesine çevrilip Fatih Mehmed’e sunulmuştu (F.Sezgin.–Geschichte des Arabischen Schriftums, Leiden 1967 – 1984). XIV. yy.da Avrupa’nın en büyük cerrahi Guy de Chanliac, el Zahravî’ye çok şey borçluydu ve Tasrîf’in cerrahî kısmı, anlamlı olarak Venedik’te 1497’de, Guy’nin Chirurgia parva’sının ilk basımı ile birlikte çıkmıştı.
Zahravî, tıbbî uygulamayı simyadan; ilâhiyattan ve felsefeden uzak tutmaya çalışmış, özellikle sağlık mesleklerinden yana olmuştu[5].
***
“Beraberimizdeydi bir Tıp doktoru,
Bu dünyada eşi benzeri yoktu,
Tıptan, ameliyattan söz edecek,
Astrolojiyi temelden bilecek.
…
“Bilirdi her derdin temel nedenini
Hava, ateş, su, toprak mı olduğunu, sebebini;
Hangi suyuktan kaynaklandığını nerede üstlendiğini
O, mükemmel bir pratisyen hekimdi.
Bilirdi tüm dertleri ve de sebepleri,
Bulurdu hastalıklara tedavileri
Anlaşmalıydı eczacısı da
Hemen ilâçları, tozları yollamaya,
Her biri diğerine kazançta omuz vermişti,
Bu beraberlikleri yeni gelişmemişti.
Bilirdi o ezelden Asklepios’u
Ve Dioscorides’i ve aynı zamanda Rufus’u,
Antik Hippokrat’ı, Ali İbni Abbas’ı, Galen’i,
Serapion’u, İbn-i Sînâ’yı, Razi’yi,
İbni Rüşt’ü, Konstantin’i, Şamlı John’u …” [6].
Bu dizeler, daha Rönesans öncesinin en mümtaz İngiliz şairi Geoffrey Chaucer’e (1340-1400) ait. Bunda Chaucer birlikte ülke içinde bir hac yolculuğu edildiğinde, buna katılan çeşitli insanların yol boyunca söyledikleri öyküleri anlatıyor. Kendisi ise, “eşsiz tıp doktoru”nu, tıbbın atalarını biliyormuş. Chaucer özellikle bu son dört tanesini, kendi geç XIV. yy. şiirine başka iklimlerden renk katmak için zikretmiyor. Ona göre bütün bunlar, eski dünyanın ve Avrupa Ortaçağının en büyük tıp otoriteleri idiler, kitapları tıp mekteplerinde kullanılıyor ve gelecek yüzyıllarda da kullanılmaya devam edecektir.
Resim 25’te, Musul civarında, 1220 ile 1250 arasında kaleme alınmış bir Arapça tıp yazmasının giriş kapağında yer almış bir minyatürü irae edip bunda dokuz Grek tabip yer alıyor. Metin, bir “antidotarium” olup önce II. yy.ın büyük tabibi Galenos’un yılan ısırmalarına karşı antidotlarını (panzehirlerini) verip sair başka antidotların orijinal tartışmasını yapıyor, bunların hazırlanışlarını, dozaj ve kullanılma şekillerini anlatıyor. Galenos, sağ altta yer alıyor.
De Materia Medica’sında Pedanios Dioscorides, yaklaşık 600 kadar faydalı bitkiyi, birçoğunu resimli olarak tasvir ediyor, XVI. asır boyunca İslâm dünyası ve Avrupa’nın bu rehber kitabında 1000 kadar basit ilâcı tartışıyor. Yazmanın bir Osmanlı kopyası Topkapı Müzesi III. Ahmet kitaplığında bulunuyor ve Resim 26, ilk sahifeyi süslüyor. Bunda Dioscorides, bir öğrenciye bir bitkiyi ve bunun temsil ettiği bilgiyi verirken görülüyor. Her iki resimde de Yunanlı tabipler İslâmî kisve içinde resmedilmişler.
Zamanın Avrupalıları İbn-i Sînâ ile Râzi’yi tıbbî alanda en büyük otorite olarak görmüşler ve bu ikisinin resimleri hâlâ Paris Üniversitesi Tıp Mektebi’nin büyük salonunu süslüyor. Dante, “İnferno (Cehennem)”sunda İbn-i Sînâ’yı Antikçağların en büyük iki tabibi, Hippokrates ve Galenos ile yan yana oturtuyor (Resim 27).
Batı Avrupa’yı etkileyen sadece bu ikisi değildi. Oftalmoloji (göz), cerrahî, eczacılık, çocuk bakımı ve kamu hıfzıssıhhası üzerine 400’den fazla Müslüman eserinin tercümelerinin, Avrupa biliminin yeniden uyanmasında derin etkisi olmuştu[7].
[1] O çağlarda Orta–Doğu’da bilim dili (lingua franca), Avrupa’da Lâtincenin olduğu gibi Arapçaydı. Dolayısıyla Razî de, İbn-i Sînâ da Arapça yazmışlardı. O ise ki bunların hiçbiri Arap değildi. İkisini de ayrıntılarıyla aşağıda irdeleyeceğiz.
[2] Harbaktan helleborin adı verilen bir zehirli madde istihrac ediliyor.
[3] Emilie Savage – Smith. – Tıbb. Medicine in the Islamic World, in EI.
[4] Arapça yazdığı için.
[5] Bernard Quaritch. – Arabic Science and Medicine. Catalogue 1186, London (t.y.), s.3-10.
[6] Geoffrey Chaucer. – Canterbury hikâyeleri. Genel prolog. Çev. Burçin Erol, Ank. 1993, dize 411-435.
[7] David W. Tschanz. – The Arabic roots of European Medicine, in ARAMCO WORLD, May/June 1997.