İslâm’da Veteriner Tababeti

Kültür Eserleri > > İslâm’da Veteriner Tababeti

İslâm’da Veteriner Tababeti

“İslâm medeniyeti” denince Ortaçağ Doğu Medeniyeti anlaşılmaktadır. Adnan Adıvar, “İslâm ilmi” yerine “Arap diliyle ilim” deyimini daha uygun buluyor.

V. VI. yy.larda Bizans İmparatorluğu’nda fikrî müsamahasızlık Helen kültürünü fakirleştirip İran–Sasânî kültürünün zenginleştirmişti. V. yy.ın sonunda İmparator Zeno, Edessa (Urfa)’daki mektebi kapatıyor, sınır dışı edilen bilginler İran yolunu tutup Nizib’te bir mektep açıyorlar. 529’da Justinian Atina mekteplerini kapatıyor ve yine menfaya gönderilen hocalar Sasânî kralı I. Keyhüsrev’den hüsn-ü kabul görüyorlar. Yani kısaca eski Yunan bilimi İran’a taşınmış oluyor.

Adıvar’a göre, IV. yy.dan itibaren Hristiyanlık yayıldıkça ilim gerilemek zorunda kalmış. Hayatın sadece ahirete hazırlık için bir vasıta olarak düşünüldüğü bir dönemde bilimin önemli bir yeri olamazdı. Artık hayatı gözlemek için kimsede istek kalmamış ve bilim, ancak kilise babalarının işlerine geldiği noktalarda, kendi akidelerinin takiyyeye yarar bir yalancı şahit menziline indirmişti.

VII. yy. içinde, İslâmiyet’in yayılma döneminde, Araplar arasında mevcut bir ilimden söz etmek mümkün olmuyor.

Batılı müellifler İslâm medeniyeti hakkında yazdıkları bütün eserlerde persan = acem sözcüğünü sadece İranlılar için kullanmışlar. O ise ki Araplar, “acem” diye kendilerinden olmayan, ezcümle Türk, İranlı, Hintli, Suriyeli, Bizanslı ve Çinlileri kastetmişlerdi. IX. yy.ın ilk yarısında yaşamış olan büyük İslâm âlimleri arasında, El–Kindî müstesna, hiç Arap yoktur[1].

N. Erk, Barthold’un aşağıdaki sözlerini aktarıyor: “… İbn Haldûn, Arap olduğu halde İslâm medeniyetinin ‘bütün Müslüman dünyasının müşterek mahsulü olduğunu’ iddia ediyor. O, pek haklı olarak, Müslüman medeniyetini, ondan önce gelmiş olanlardan üstün tutuyor. Bununla beraber inhitata doğru gittiğini ve tamamıyla mahvolacağını da söylüyor. İbn Haldûn, Araplara ‘medeniyeti tahrip edici bedevîler’ nazarıyla bakmaktadır…”[2].

Yine Erk’in aktardıklarından şu konumuz bakımından önemli gördüğümüz satırları derç ediyoruz: “Moğol İmparatorluğu, bir kavim ve bir hanedan idaresi altında Uzak ve Yakın Şark’ın medenî memleketlerini bir araya topladı. Bu vaziyet, yalnız ticari değil, medenî işlerde de karşılıklı münasebetlere çok büyük yardım etti. Yakın Asya ile Çin arasında kervan ticareti, bu zamana kadar olduğu gibi bundan sonra da hiç görülmemiş bir şekilde inkişaf etti… İmparatorluk birkaç devlete ayrıldıktan sonra da, Cengizîlerin iki ayrı şubesi elinde bulunan İran ve Çin Moğol devletleri arasında pek sıkı bir münasebet muhafaza edildi…”[3].

Ebû Bekr İbn Bedr’in 1310–1340 yılları arasında kaleme aldığı veteriner tababete ait “Naserî” adlı kitabı, Ortaçağın bu konuda en iyi eseri olarak kabul edilmiş. Kitap baytarlık ve zırtıka hakkındadır. Zırtıka, zartaka’nın çoğulu olup bu sonuncusu hayvanın talim ve terbiyesini ve sair malzemesini ifade ediyor.

İbn Bedr, Memlûk hükümdarı, at âşığı Melik Muhammed Nasır’ın veterineri imiş. Babası da aynı görevde bulunmuş.

Kitap, mutat başlangıç ve methiyelerden sonra darbı meseller içeriyor ve kitabın telif edilme sebebini şöyle açıklıyor: “Aristelalis (Aristo), Hermes, Ebukrat (Hippokrat), Kalinos (Galenos), Ebû Yusuf Muhammed bin Ali Hazamıl Habbî (IX. yy.da yaşamış ve ilk Arapça veteriner tababete ait eser yazmış) gibi geçmişteki hakîmler ilm-i baytara ve zırtıka ve ilâçlar hakkında birçok kitap yazmışlarsa da bu zevat hayvanların alâmetlerini, renklerini, marazlar, devâların imtihanlarını (tecrübe) ve faydalarını, marazların eskilik sebeplerini, katırların donlarını, atın gizli vasıflarını ve neticelerini bildirmediklerinden bu kitabı yazmayı diledim”. Ebû Bekr’in kendisinden önceki otoritelerden haberdar olduğu ve hattâ onları dikkatle okuduğu anlaşılıyor. Kitabı yazarken “Bu kitabı at yetiştirme ilmine muhtaç kimseye kâfi gelmesi için atın bütün faziletlerini, ilimleri ve infazını, tedavilerini bu mevzuda ehil kimselerin bilgilerini ilâve ettim. Bu eserde Arap ve Acem diyarlarındaki marazların, illetlerin sebeplerini ve ârazını eksiksiz beyan ettim. Benim baytarlıkta ve at yetiştirmesinde görmediğim şeyleri bana babam Bedreddin zikretti. Birçoklarını da bu sanatta Mısır ve Şam’da sözlerine itimat olunan kimselerden aldım ve bu eseri on makale kıldım” diyor.

Dediği gibi eser on makale, bunların her biri de birçok baptan ibarettir[4]. Bunların ayrıntılarına girmiyoruz. Sadece bu baplar arasında ilginç gördüğümüz bazı hususları zikretmekle yetiniyoruz: I. Makale’nin 3. babında İbn Bedr, insanla at arasındaki anatomik, patolojik ve farmakolojik benzerlikleri anlatıyor. Atla insan, organlar itibarıyla birbirlerine benzer. Burun, nefes boruları, kalpte benzerlik vardır. Baş, ciğerler, mesane, böbrekler, erkek ve dişi olmakta da benzerlik görülür… Beş duygu (işitmek, görmek, duymak, tatmak ve söylemek) her ikisinde de aynıdır.

Müşterek hastalıkları da saymaktadır. Urticaria, çıbanlar (her boyda ve her organda), papillome’lar, verem (tümör), delilik (kuduz?).

İlaçlarda benzerlik: İnsan için kullanılan bütün ilâçlar atta da kullanılır. Meselâ müshiller, mukabbızlar, sürmeler (göz ilâçları), kan alma, nutulat (ekstraksiyonlar), yakılar, merhemler ve cebireler gibi. Bu bapta Ebû Bekr atla insan arasındaki benzerlikleri pek sathî geçmemiştir. Organlardaki benzerlikler yanında hastalıklar ve ilâçlardaki iştiraki göstermesi dikkate değer.

4. bapta atla insan arasındaki farkları anlatıyor. Dış eşkâl ve mizaç farklarını anlattıktan sonra her ikisine verilen ilâçlardaki farklara geçiyor: İnsan için ilâçların mürekkep yapılması daha iyi olduğu halde atlar için tek maddeyi içeren ilâçların daha faydalı olduğu görülür. Hayvana verilen ilâçların insana verilenden daha kuvvetli ve kalın (herhalde kesif demek istiyor) olması gerekir. Örneğin: İnsanlara müshil olarak pişmiş meyveler verildiği halde atlara sarısabır (aloès) gibi daha etkili ilâçlar tavsiye edilir.

Ekstraksiyon suretiyle elde edilen ilâçlarda insanla at arasında hiçbir fark yoktur. Nane, papatya, sedef otu ekstraksiyonları her ikisinde de aynı şekilde kullanılır[5].

Ve uzun uzun at hastalıkları, ilâç ve tedavi yöntemleri… İlâçlar arasında şarabın bol kullanıldığını da zikredelim.

***

Halk dilinde “baytar” için at otayıcı tabirinin kullanılması, işbu veteriner tababette de otlardan yapılan ilâçların halk nazarındaki önemini belirtir. Elimizdeki mehazlarda hayvan tedavi folkloruna dair bilgiler sınırlı olduğundan vereceğimiz örnekler de, dolayısıyla az sayıda olacak. Ancak, keyfiyetin sadece bu konudaki çalışmaların eksikliğinden ileri geldiğini hemen ekleyelim. Gerçekten, Anadolu’nun bugünkü hayvancılığının, bu yarımada halkının ethnik unsurlarından olup onun nihaî teşekkülünde kat’i damgasını vurmuş olan göçebe atlı halklar kültürü açısından mütalâası gerekir. Bu konuyu daha önce işlemiştik[6]. Bir ilerde çıkacak olan C.VI, “Münakale ve mübadele teknikleri” cildinde de bazı hayvanların Anadolu’daki tarihçesini izleyeceğiz.

Akkoyunlu, Karakoyunlu, Sarıkeçili, Karakeçili vs. gibi devlet ve aşiret adlarına girecek kadar Asya’da ekonomik hayatın ayrılmaz bir öğesini oluşturan hayvancılığın yanı sıra bir de bunun zengin bakım ve tedavi folklorunun teşekkül etmiş olacağı tabiîdir. Makedonya’dan havalanan İskender fırtınası (M.Ö. IV. yy.) Hindistan’a at sırtında varmamış mıydı? Süvarilerinin Arbele’de mağlup ettikleri İran süvarileri değil miydi? Daha Milâdî ilk yıllarda Küçük Asya’da mevcut zengin hayvancılık sözlüğünden mezkûr çalışmamızda söz etmiştik. Oğuz’ların bu yarımadaya gelişlerinden önce geçen birkaç bin yıl zarfında burada da hayvan hastalıkları ve sağaltma yöntemleri sistematiğinin kurulmuş olması gerekir ki bütün bunların, tıpkı insan tababetinde olduğu gibi, bugünkü kuşaklara gelenekler yoluyla intikal etmiş olacağı doğaldır. Özellikle at otacılığı’nı Asya kültürlerine inhisar ettirmek büyük hata olur. Nitekim tarih, Bithynia’da Nicomedia (İzmit) veya Prusa (Bursa)lı Apsirtos’u, Büyük Konstantin döneminde yaşamış (330’larda) ve nam salmış ünlü bir veteriner cerrah olarak karşımıza çıkarıyor. Kısmen Ömelos (yakl. M.Ö. 200)’un eserinden mülhem iki ciltlik veterinerlik sanatına dair kitabında, sonradan Theomnestos, Pelagonios ve özellikle Hierokles gibi yazarlarla birlikte geniş ölçüde yararlanmış. Bu kitaplar Hippiatrika’nın (ιππίατρος= veteriner) ana membalarından birinci teşkil etmişler. Ruam hastalığı üzerine çok belirgin bilgi vermiş[7].

IV. yy.ın ortalarında adını duyurmuş olan Hierokles antik çağların belki en büyük veteriner cerrahı olup at bakımı üzerine iki ciltlik eser (Peri ippwn Ãerapeiaz) bırakmıştır[8].

Alıcı kuşlarla avlanmanın önemi itibarıyla işbu yetiştirilmiş kuşların (özellikle şahin) hastalıklarına ciddî şekilde eğilinmiş, bunlar üzerinde vaki çalışmalar hayli bilgi sağlamıştır. Bizans İmparatoru Michael Paleilogos’un (XIII.yy.) tabibi Demetrios Pepagomenos’un köpek ve şahinler ve bunların hastalıkları üzerine yazdığı kitaplar, parazitler hakkında da hayli malûmat içeriyor[9].

İslâm tarafında at bakımı ve tababeti konusunda meşahirden Adülmümin El- Dimyatî (XIII. yy. sonları), Ali El-Resulû (XIV. yy. ilk yarısı) zikre şayandır. Bu sonuncusu attan başka katır, eşek, deve, fil, manda, koyun ve sığır yetiştirilmesi hakkında önemli bir eser yazmıştır[10]. Aynı devirde yukarda sözünü ettiğimiz Ortaçağın en büyük İslâm veterineri Ebû Bekr İbn Bedr El–Baytar’ın (ölm. 1340) eseri “Naserî”, H. 970’de, bir Türk olan Hüseyin B. Abdullah tarafından istinsah edilmiş ve halen Bursa Kütüphanesinde kayıtlıdır[11]. Bunu bıraktığımız yerden biraz daha irdeleyeceğiz ve Naserî’nin bahsetmediğimiz bölümlerini kısaca ele alacağız.

Atmış altı bap’lık VII. makale göğüs ve ön bacak hastalıklarının tedavilerinden; yetmiş bap’a ayrılmış VIII. makale, bacak, kuyruk, anüs, vulva, bel, göbek, kaburga, bağırsak, karaciğer, kalp, akciğerler, böbrekler ve mafsal hastalıkları ile zehirlenmelerin tedavisinden; on iki bap’a ayrılmış IX. makale, ilâçların muhtelif nev’leri ve dağlama şekillerinden bahseder. Her hastalık için tavsiye edilen ilâçların burada sıralanması çok uzun olacağından yapılmadı. Soğan, sarımımsak, zeytin ve susamyağları (şırlağan), balmumu, zift – katran, keten tohumu, gülsuyu, üzerlik, sirke de çok kullanılan maddeler arasındadır.

Biz, kişisel olarak, 20’li yılların ikinci yarısında İstanbul’da nalbantların atların dillerini ve ağız içinde sair yerlerini çizerek kan aldıklarına birkaç kez tanık olmuştuk. Buradan bu zanaatkârların bir nevi hayvan “sağlık memuru” da oldukları anlaşılıyor.

***

Osmanlı Türk devlet teşkilâtının bu konuya verdiği önem devrin klasik kitaplarını (İbn-i Baytar ve Hayatû’l hayvan gibi) tercüme ve istinsah ettirmesiyle aşikâr oluyor. Aynı hususu insan tababetinde de görmüştük. Gerek çok eskilere dayanan geleneksel yöntemler, gerekse bu kitaplarda toplanmış (yine büyük bölümü geleneksel) olanların yayılması, bugünkü halk tababetini meydana getirmiştir. Ancak klasik kitapların aynı hastalık için kullandığı lügatçe halkınkinden hayli farklıdır. Bu konuda Hamit Zübeyr Koşay’ın değerli çalışmaları[12] çok aydınlatıcıdır. Birkaç münferit misalle de bahsi kapatalım. Nermin Erdentuğ’un çeşitli vesilelerle zikrettiğimiz çalışmasında[13] hayvan hastalıkları hakkında şu bilgiler toplanmış: Dabak hastalığı: Öküzlerin ayakları ve taban yanları yarılır. Bazen ağızlarının yan tarafı ve dişlerinin çevresi yarılır. Ayaklarındaki yaralara katran çalarlar; ağız yaraları ise şap ve sumak mahlûlü ile yıkanır. Sancı: Sancı otu (?) kaynatılır ve hayvana içirilir. Halk, hayvanları keyifsiz gördüğünde onlara ayran içirir, çünkü onların kötü ot yemiş olduklarına inanılır. Kulaklardan da kan alınır. Karın şişmesi: bu hastalık da, yoğurt ile pekmez karıştırılıp hayvanın ağzına dökülmek suretiyle sağaltılır. Burada da sütlü maddelerin başlıca tedavi maddesi olduğu görülür.

Ciğer ağrısı (Ama ve Mr), koyun, keçi gibi hayvanlarda görülen ve sık sık ölüme sebep olan bir ciğer hastalığı olup deva olarak kurdun karaciğeri kurutulur, iyice dövülüp tuzla karıştırılarak davara yedirilir (karaciğerin “kan yapıcı” vasfı). Yorgunken çok su içme sonucunda öksüren atlara karasüpürge otu (?) ile tütsü yapılır (Silivri, İst.). Yine sancılı bir göğüs hastalığı olan kızıl kurt’ta bir testi dibi ateşte kızdırılarak sancılı mahalle birkaç kez tatbik edilir (Isp). Bir sığır hastalığı olan sekedeni yarma’ya duçar olmuş hayvan durgun durgun etrafına bakar. Kalça kemiğinin üst kısmı ile çıkıntı denilen yeri bıçakla yararak kanatılır (Mğ.). Sıçan yuvası ise bir at hastalığı olup bunda dudak içi yara oluyor, hayvan vücuttan düşüyor. Şap, şeker ve tavuk pisliği yakılarak yaraya sürülüyor (Bigadıç –Ba.). “Naserî”nin ilâçları arasında bu her üç maddeye, yani şap, (kırmızı) şeker ve tavuk veya sığır pisliğine rastlıyoruz[14]. Yine insanlarda olduğu gibi, şarap ve bal da ilâçlar manzumesine dâhil oluyor. Keza menekşe yağı (benefşe), kilermeni de bunlardan. Atın diş etlerinde iltihap (gingivitis) vaki olması halinde çörekotu, zeytinyağı, meyan kökü ve sirke ile yapılan ilâç salık veriliyor. Bağırsakta kurt (parazit) olması halinde de hayvan yemine ebucehil karpuzu’nun (citrillus colocynth) çekirdeği katılır, bütün kurtlar dökülür[15].

***

Bugünkü Anadolu halkının tarihteki yapıcılarının anthropolojik verilerini, bu konuda elde edebildiğimiz belgeler oranında, zikretmeyi faydalı bulduk. Zamanında dinlemiş olduğumuz aşağıdaki olgu, konunun önemini ortaya koyuyor: Çanakkale muharebeleri sırasında rahatsızlanmış olan iri yapılı, güçlü kuvvetli bir Osmanlı Zabitine (üvey babamız Yenibahçeli Şükrü bey) bir Alman askerî tabibi müshil (İngiliz tuzu) yazmış. Müshili alan bizimkinin içi dışına çıkmış, gözleri dışarı uğramış. Reçeteyi gören Türk tabipler, “biz bu miktarı beygirlere veririz!” demişler…

Buradan, meselâ Cermen ırkına mensup bir Avrupa Kuzeylisine inkibazın inat derecesinin bir Anadoluludakine göre farkı rahatça görülür. Sair birçok ilâcın da miktarı, coğrafî bölgelere göre değişir. Bu itibarla bahis konusu kişilerin yapıları hakkında muhtasar bilgi vermekle ana konumuzun çerçevesi içinde gerekli araştırma yönüne bu bakımdan da işaret etmiş oluyoruz.

Phrygia’nın merkezi Gordion’un[16] Roma dönemi halkına (Milâdî III. ve IV. yy.lara ait buradan ayrıca Hitit–Frik dönemlerine ait mezarlardan da iskeletler çıkarılmıştır) femür (uyluk kemiği) ve tibiaların (kaval kemiği) bacak kemiklerinin tetkikinden[17] ve bu tetkik sonuçlarını, muayyen formüllere (Pearson ve Trotter formülleri)[18] vurarak hesaplaması sonucu insan boyları şöyle beliriyor. Verilen rakamlar femür ve tibialar için ayrı ayrı olup biz ayrıntılara girmeden ortalamaların azami ve asgarilerini vermekle yetiniyoruz: Ortalama kadın boyları 1,53 ilâ 1,60 m. Ortalama erkek boyları 1,64 ilâ 1,70 m. Azami ve asgariler ± 7cm kadar fark ediyor.

XI. ve XII. yy.larda Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nu kuran ve sonunda da Anadolu’yu nihaî olarak Türkleştiren, büyük çoğunluğu Oğuz, nam-ı diğer Guz Türklerinin oluşturduğu Selçuklular üzerine yapılmış etütler[19] bizi aşağıdaki sonuçlarla karşılaştırıyor:

Çeşitli kemiklere göre hesaplanmış kadın ortalama boyları 1,48 ilâ 1,57; erkek ortalama boyları ise 1,58 ilâ 1,63 olmuş.

Kansu, şöyle bir genel sonuca varıyor: Selçuklular yuvarlak kafalı, ince uzun burunlu, kafa damı yüksek, yüzleri orta boyda ve orta boylu insanlardı. Bu insanlar fizik karakterleriyle beyaz ırkın Alpli dediğimiz zümresine girmektedirler…


[1] Nihal Erk. – İslâm medeniyeti çağında veteriner tababette gelişmeler ve “Naserî”, Ank. 1959, s. 7-9. İranlı’ya bağlanan “acem” sözlüğü, aslında “yabancı” (İslâm’a yabancı) manasında olup Osmanlıca–Türkçede kullanılan “acemî”, yine “işe yabancı, henüz başlamış” anlamında oluyor.

[2] W. Barthold. – İslâm medeniyeti tarihi, terc. Fuat Köprülü, 1962, s.71-72.

[3] ibd., s. 115

[4] N. Erk. – op. cit.  , s. 19 – 21.

[5] ibd., s. 22.

[6] Bkz. Kültür Kökenleri C.II / 3.

[7] Sarton I, s.356.

[8] ibd., s.372.

[9] Sarton II / 2, s. 787.

[10] N. Erk. – op. cit.  , s.15.

[11] ibd,. s.17.

[12] Hamit Zübeyr Koşay. – Türkiye halkının maddî kültürüne dair araştırmalar III. Hayvancılık – Hayvan hastalıkları, in TED III., 1958, s.54-60.

[13] Nermin Erdentuğ. – Sün köyünün etnolojik tetkiki, Ank. 1959, s. 14.

[14] Sırasıyla Makale VI., bab 52 ve 63; Makale VII, bab 61; Makale V., bab 11, makale VII, bab 5; Makale V, bab 12.

[15] Nihal Erk. – op. cit.  

[16] Ankara’nın yakl. 113 km Güney – Batı’sında Yassıhüyük

[17] R. Çiner. – Gordion Roma halkı femür ve tibialarının tetkiki, Ank. 1971.

[18] Bkz. ibd.

[19] Şevket Aziz Kansu. Selçuklu Türkleri hakkında anthropolojik ilk bir tetkik ve neticeleri. II. TTKg ve ayrı basım, İst. 1937.