İran’ın Düşündürdükleri

Aralık 13, 2017
Kültür Eserleri > Düşündüklerim Yazdıklarım > İran’ın Düşündürdükleri

İran’in Düşündürdükleri

Cumhuriyet, 24 Ağustos 1980

 

İran konusu irdelendikçe, bunun kıyısından, kenarından, Türkiye için çıkarılacak dersler bulunuyor, özellikle ülkesini iyi bilmeyen yöneticiler babında.

 

Şah, fazla gürültü çıkarmadan göçtü bu dünyadan, milyarlarını gerisinde bırakarak.

 

“Sim ile zerri kendine kat kat siper etsen merk (ölüm) okunu geçmez mi sanırsın siperinden?”

 

Açıklanan vasiyetnamesinde, kurşuna dizdirdiği binlerce gençten hiçbirini hatırlamamış, geçenlerde Humeyni’ye karşı suikast girişiminde bulundukları nedeniyle idam edilen subayların yanına gömülmeyi istemiş, tabii buna imkân bulunursa. Düşük ve göçük Şah, Humeyni’nin ortadan kalkmasıyla İran’da işlerin kendi isteği doğrultusunda düzeleceğini sanacak kadar da dar görüşlüydü.

 

Gerçekten tarihte bireyin rolü, tek bir kişinin büyük bir başarının amili olarak görülmesi halinde ele alınır. Bu takdirde bir Napolyon’un, bir Lenin’in, Mao’nun faaliyeti, olan bitenin sorumluluğunu bu kişilere yüklemektedir. İran devriminde ise tartışma, Şah’ın ülkeden sökülüp atılmasında Humeyni’nin rolü, faaliyet, azim ve sebatının ne dereceye kadar elzem koşul olduğu etrafında dönecektir. Ancak, soruna yaklaşmanın bir başka yolu daha vardır. Bu da Lenin’in gözlemleri sonucunda vurguladığı bir gerçeği ele almak şeklidir: Bir devrimin meydana gelmesi için sadece alt sınıfların eski tarzda yaşamayı reddetmeleri yeterli olmayıp, üst sınıfların da, eski idarelerini sürdürmekten aciz duruma düşmeleri gerekir.

 

Burada bahis konusu olan, ezilenlerin ret ve direnişini örgütleyen, bunlara kılavuzluk eden ve bunun şiddetini artıran bireyin güç ve etkisi değildir; eski idarecilerin zaaf, kararsızlık ve kusurları, “eski sistem”in çözülmesini başlatır. Hatta bir hükümdarın kişisel hataları, hükmettiği sistemin hastalığının bir bulaşması olarak telakki edilse bile böyle bir bireyin kişisel niteliklerine de bir ağırlık tanımak gerekir. İşte tarihçilerin ortaya koymaları gereken soru da budur: Ne miktar ağırlık?

İhtilâl dönemlerinde kralların bu zaafları bir rastlantı olamaz. XVI. Lui de, Çar II. Nikola da belirli şekilde basiretsiz ve geri kalmış, kendilerini sarmış bulunan sorunları idrakten aciz ve zor ve kaçınılmaz karar alma yeteneğinden yoksun yöneticilerdi. Aynı şekilde Haile Selase’nin “ihtiyarlık zafiyeti” de 1974’te Etiopya monarşisinin çökmesinde kesin rol oynamıştı.

 

Kişisel determinizm kuramlarına inanmış olanlar son İran devrimini Şah Rıza Pehlevi’nin çeşitli “zaaflarına” bağlamayı kolay bir izah tarzı şeklinde ileri sürmekte, kibrini ve kararsızlığını, huysuzluğunu ve ülkesini tanımamasını, eleştiriye tahammülsüzlüğünü ve gerçekleşmesi imkânsız düşlerin peşinde koşmasını bunda sorumlu görmektedirler.

 

Muhakeme tarzını biraz genişleterek bütün bunlara kraliyet ailesinin, hısım akrabanın ve saray çevresindeki sair güruhun çürümüşlüğü, suiistimalleri ve bencillikleri eklenince, çöküntü ve siyasi körlükleri nedeniyle felâkete mahkûm bir idareci sınıf portresi meydan çıkar.

 

Bugün İran devrimi üzerinde kesin hüküm vermek için vakit çok erkendir; zaten devrim, devrini tamamlamış değildir. Ancak Pehlevi monarşisinin devrilmesine amil olan çeşitli faktörlerin bir mizanı yapıldığında herhalde İran’ın son Şah’ı olmuş olan kişinin huy ve tutumuna az dahi olsa bir pay ayrılabilir.

 

Nuremberg duruşmaları sırasında Nazi kasaplarının bazıları “biz emir kulu idik, diktatörlük vardı, karşı gelemezdik…” gibi laflarla kendilerini savunmayı denemişlerdi. Ama uluslararası hukuk bunlara kulak asmadı ve bu kişileri doğruca canavarlıktan cezalandırdı.

 

Oysaki saygın bir istifa müessesesi vardır bu dünyada. Şah’ın Başbakanı Abbas Hüveyda, “emre uyup” birçok korkunç cinayetin sorumluluğunu yüklenmeseydi devrim mahkemesi onu herhalde kurşuna dizmezdi.

 

Aklıma, Fikret’e “Yeyin efendiler yeyin bu hân’ı iştiha sizin – Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yeyin!” dedirtecek suiistimaller döneminin dâhiliye nazırı ve sonra da sadrazamı olmuş Talât Paşa geldi. Paşa’nın kişisel olarak hiçbir maddî çıkar peşinde koşmadığı kesindi. Ama Enver, Sait Halim Paşalarla birlikte Osmanlı devletini, bir oldubittiye getirerek savaşa sürükleme sorumluluğunu bir yana bırakacak olursak, onun özel davranışları, “namus” kavramını bir tartışma konusu yapmaya yeter. Şöyle ki, o, cephelerden hiç de iç açıcı haberlerin gelmediği, ortağı Enver’in inat ve beceriksizliği yüzünden yüz binlerce vatan evlâdının telef olduğu bir devirde, sabahları Sadaret’e gelmeden önce, Haramidere’deki Angurya Çiftliği’nde gönül rahatlığıyla bıldırcın avı yapacak “genişliğe” sahipti… Ulusun süpürge tohumu yediği günlerde o, baklava ve börekten iyice şişmanlamıştı. Gün geldi o da, devletle birlikte yıkıldı: Berlin’de vurulduğunda bayağı zayıf bir adamdı!..

 

Namuslu kişi para yemez, ama her para yemeyen mutlaka namuslu mudur?

 

Tarihsel koşullar Osmanlı devletini ölüme mahkûm etmiş olacak ki Enver, Talât, Sait Halim triumvirasını tarih milletin başına sarmış. Ben, kişilerin sadece ortamın koşulları doğrultusunda iş gördükleri kanısındayım. Hizmet, olumlu davranışla da, olumsuz davranışla da olur, kişilerin mizacına göre. Ama sonuç değişmez. Napolyon’la Wellington (ve unutmayalım Nelson) emperyalizm yarışının kahramanlarıydılar. Fransızlar işi kaybettiler. Paris’te, üzerinde Austerlitz, lena Marengo yazılı koca bir zafer anıtı diktiler ama bu onlara milyonlarca ölü ve sakat, türlü sefalet, malî iflâs ve nihayet iki istilâya mal olmuştu. Napolyon’un bilânçosu hiç de parlak değildi. İşin sorumlusu Avrupa burjuvazisiydi. Bonaparte, gelişmekte olan Fransız burjuvazisinin adamıydı.

 

Osmanlı ulusu o zaman bir iki milyon ton çelik, üç beş milyon ton da kömür üretseydi Enver’in peşinden Sarıkamış’a gitmezdi. Neden bugün renkli televizyon lafları ediliyor da hâlâ iki milyon tonda duran çelik üretimimizin on ya da daha fazla milyon tona çıkartılmasından konuşulmuyor? Ortada baklavadan şişmişler var…

 

Mithat Paşa, Tuna Valiliği sırasında Rumeli’de işleri biraz olsun düzene sokacak oluyor ki Rus sefiri Ignatief’in altınları sarayda şıkırdamaya başlıyor; Mithat Paşa geri çağrılıyor ve yerine Mahmud Nedim Paşa tayin ediliyor, her şeyi berbat etmek üzere. Sonunda bu Paşa, hiç değilse, aleyhindeki suçlamaları reddetmek üzere “Reddiye” adlı bir risale kaleme alıyor. Şu kadarını da ekleyelim: Mahmud Nedim Paşa İstiklâl Harbi’ne yetişmemişti. Ya onu bilenler?…

 

Altın Rus’tan gelir, İngiliz’den gelir, bunun önemi yok. Önemli olan bunu alıp o ulusların çıkar doğrultusunda iş görmektir. Hele şu ulus dostumuz, şu ulus düşmanımız iddiasında bulunmak, düpedüz özrünü kabahatinden büyük göstermekten başka bir şey değildir. Gerçek milliyetçilik, sadece Türk ulusunun yanında olmaktır. Türk’ün ise kimseye ihtiyacı yoktur. Onun genetik potansiyeli, her sorunun üstesinden gelmeye yeterlidir.

 

Şah, İran’ı bilmiyordu, demiştim. Zavallı, Ayetullah’ların dinsel hums vergisinden ne denli büyük paralar vurduklarının farkında olmamış olmalı ki ayrıca büyük toprak sahibi mollaların sırtından da toprak reformu yapmaya kalkışmıştı. İran’da devrim oldu. Vasiyetnamedeki veliahdın artık oraya hükümdar olarak dönmesi olasılığı çok, hem pek çok az. Ama kaynaşma durdu mu? Bu ülkede toprak hâlâ hangi ellerde? Hums vergisinden toplanan paralar nerede yatıyor (bildiğim kadarıyla Fransız bankalarında)? Üretim araçları kimin elinde kalacak?… Soru adedi kadar sorun var, henüz İran’ın başında. Kıssadan hiç mi hisse çıkmaz?