Dünyanın her yerinde yük, insanlar tarafından omuzda, alında, başta, sırtta ya da, yöresine göre bunların birkaçıyla bir arada taşınmış (Resim 98).
İnsan ve eşyanın yararlılığını artırmaya yardım etmesi dolayısıyla münakale – ulaştırmanın da üretim endüstrileri arasında mütalâası doğal oluyor. Buna, yakınlığı nedeniyle iletişim – haberleşmeyi de eklemek suretiyle kavramın bütünlük kazanacağını da düşünmüştük.
İnsanoğlu, gerek kendisinin, gerekse hayvan ve araçlarının kolay gidip gelebilmeleri için yol yapmayı öğrenmiş. Ankara’da, Haziran 1988’de vaki “X. Uluslararası Kazı Araştırma ve Arkeometri Sempozyumu”nda “Elâzığ, Bingöl ve Tunceli İlleri Demirçağ Araştırmaları” başlıklı bir tebliğ sunan İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji ve Sanat Tarihi bölümünden Doç. Dr. Veli Sevin, bugüne değin Anadolu’daki en eski yolun Romalılar döneminde yapıldığına inanıldığını anımsatıp Bingöl’den Elazığ’a değin uzanan ve yaklaşık 100 km’lik bir alanda yer alan çok eski bir yol bulduklarını kaydetmiş. Sevim, yolun 5,5 m. geniş olduğunu, iki tarafının da taşlarla sınırlandığını anlatıp bu yolun Romalılara değil, Urartululara ait olduğunu bildirmiş[1].
Anadolu insanı yükünü başı, alnı, omuz veya omuzları veya beli üzerinde taşır. Muteber misafirinin ve genellikle saygı gösterdiği kişinin “başı üstünde yeri” olması veya bir emri “baş üstüne” telâkki etmesi, yani bunları seve seve baş üstünde taşınabilecek bir yük olarak kabullenmesi, başın çok eskiden beri yük taşımaya alışkanlığını, dile geçmiş bu ifadelerle gösterir. Gerçekten bu alışkanlık olmasa mezkûr ifadeler dile giremezlerdi. Saba Melikesi Belkıs, dadısı Sarahil’i (Hz.) Süleyman’a gönderirken verdiği talimatı dadı “emirleriniz başımın üstünde ve gözlerimin içindedir” diye kabulleniyor[2]. Arap sözlü rivayetinden günümüze kadar gelen bu ifadenin kökeninin çok eskilere dayandığı bir gerçek oluyor. Resim 99’da, Mısır Assuan’da Philae tapınağında Tanrıça İsis’in kabartmasında kadın, başında iki boynuzun arasına oturan ağır bir küreği taşıyor[3]. Resim 100, buna güncel bir örnek teşkil ediyor. (Öndeki kadın, fotoğraf çekileceğini gördüğü anda heyecanlanıp eliyle dengesi bozulan yükünü desteklemişti). Düşünüldüğünde böyle bir tenekenin veya teneke dolusu herhangi bir maddenin en rahat taşınış şeklinin onu, ağırlık merkezi, boynun kuvvet ekseni, yani belkemiği üzerine gelecek şekilde başa yerleştirmek olduğu anlaşılır. Taşınan nesnenin genellikle rastlandığı gibi katı olması halinde başın “yastıklanması” zorunlu olur. Bu “yastık”lar, Resim 100’de seçik olarak görülür (okla işaretlenmiş). İstanbul “tablacı”ları (tabla üzerinde balık, meyve vs. taşıyanlar) başlarına iki yüzeyi düz, keçeden bir simit yerleştirip tablayı onun üstüne oturturlar. Resim 101’de de, simitçinin simit’i var.
Yumuşak olup da oturduğu yerde başın şeklini almak suretiyle denge haline gelebilen yükler işbu simit’i gereksiz kılarlar. Mezkûr araç, yük ağırlık merkezinin taşıma sırasında içinde oynayabileceği yeterli genişlikte dayanma poligonundan başka bir şey olmuyor. Aynı zamanda da yükün sertlik hissini hafifletmeye yarıyor. Bu baş üstünde taşıma keyfiyeti özellikle Afrika’da önem kazanmış. Koyu tenli kadınların dik duruşları, su testilerini denge halinde böylece götürebilme alışkanlığının irsen intikaliyle izah edilmektedir[4]. Bazı Kenyalı kadınlar kendi ağırlıklarının beşte biri kadar bir yükü hiçbir ek çaba sarf etmeden taşıyabiliyorlar. Araştırmacılar bu sırrın kadınların sarkaç benzeri bir hareketle yürümelerinde yattığına inanıyorlar[5].
Urfa’dan itibaren Hakkâri’ye kadar uzanan Güney – Doğu Anadolu’da yükün alın üstünde taşındığını gördük (Resim 102 ve 103). Yükü altından saran bir kıl kolan doğruca alından geçer. Boynun geriye kaçmaması için de eller başın gerisinde kenetlenir. Omuz ile sırt kürekleri, taşınan yük ağırlığının sadece yatay mürekkebini (bileşkesini) kaldırır. Alın damarları bazen o derece sıkışır ki kanlanan gözlerin dışarı fırlamasını sonuçlandırır. Bu yüzden çok kişinin gözlerini kaybettiğini yerinde duymuştuk.
Bu uygulama o yörelerde o denli benimsenmişti ki sair yerlerin “baş üstüne!”si, buraların günlük konuşma dilinde “gözüm (göz) üstüne!” şekline dönüşmüştü.
Bu sonuncu tabire ilk olarak XIV. yy. ürünü “Süheyl ü Nevbahar” da rastlıyoruz. Bu eser, o dönem Anadolu Türkçesinin ilk güzel manzum örneklerini veren “Ferhengnâme-i Sadi” mütercimi Hoca Mesut Gülşehri tarafından Farsçadan çevrilmiş. Olaylar Çin’de geçmektedir:
“Cühut (Yahudi) eydür iki gözüm üstüne
Dutam buyruğun baş gözüm üstüne “ (TS, mad. “göz üstüne”).
Gerçekten de bu tür taşımanın Avrupa’dan gayri dünyanın sair kıtalarında yaygın olduğu kaydedilmiş. Resim 98’de ortadaki şekil, Japon Hokkaido adası sakini bir Ainou’yu bu eylemde gösteriyor.
Resim 104, Samsun limanının inşasından önce tütün balyalarının rıhtıma omuzda taşınmasını irae ediyor (Sağda önde ters dönmüş yatan ray üstünde çalışan küçük arabaların varlığına rağmen!…)
Omuza yük vurmanın bir diğer tekniği de bir sırığın (kobisa) iki ucuna ağırlıkları az çok dengelenmiş nesneleri asmaktır. Ya Resim 98’de soldaki şekilde olduğu gibi tek omuzda, ya da, yük biraz ağırsa, sırık ensenin dibinden geçirilerek iki omuzda taşınır. Bu takdirde kollar arkadan sırığın üstüne atılır. İstanbul’un seyyar (Silivri) yoğurtçuları bu türe örnek teşkil ederler.
Böylece dengelenmiş bir kap çifti, Gaziantep’te çatı adıyla bilinir:
“Sucu üç çatı su getirdi”…
40’lı yıllarda yasak edilmiş bir yönteme göre bir kişinin kaldırma gücünü aşan yükler, arka arkaya, belli mesafede dizilmiş iki kişinin taşıdığı bir veya iki yük, uzun sırığın ortasına asılırdı. İki sırık olması halinde bunlardan her biri bir omuza atılırdı. Bu sırık hamalları’nın maharetleri, bedenî güce inhisar etmeyip sırık (ya da sırıkların) çap, uzunluğu, yükün ağırlığı vs.ye bağlı olarak yürüyüş sırasında yükte hasıl olan sallantının periyoduna (bu periyot, yol durumuna göre her an değişebilirdi) ayak uydurarak uygun ve beraber, yani senkron ayak atmalarında idi (Resim 105). Bugün duvar piyanosu, buz dolabı gibi ağır eşya, bunların iki yanında yürüyen ve birinin sağ, öbürünün sol omzundan geçen kıl kolanlara asılı olarak taşınır. Bu hamalların da, birbirininkine eşit açıklıkta muntazam ayak altına temposu yine belirli bir takım sonucunda elde edilen bir meleke oluyor.
Daha önce irdelemiş olduğumuz hamut’un insanlara tatbik şekli, Resim 106 ve 107’de görülen arkalık olup, bu içi kıtık dolu, üste gelen yüzü içbükey profilde, deriden bir tür “eyer” olup yükü omuzlar, sırt ve bele taksim etmek suretiyle taşımayı kolaylaştıran bir gereç oluyor.
Ve nihayet, münakale (ulaştırma) ile ilgili olarak, kendi kendilerini izah eden üç resimle (Resim 108, 109, 110) bu bahsi kapatıyoruz.
[1] Cumhuriyet 02.06.1988.
[2] J. C. Mardrus. – La reine de Saba, Paris 1926, s. 82.
[3] Turgay Tuna . – Yaşamı başlarında taşıyan kadınlar, in (Cumhuriyet) DERGİ 519, 03.03.1996.
[4] G. Montandon. – op. cit., s. 551.
[5] Baş üzerinde yük taşımanın tekniği, in New Scientist 06.05.1995’ten (Cumhuriyet) BİLİM TEKNİK 432, 01.07.1995.