Yukarda özetle olduğu kadar ancak bazı önemli Küçük Asya kentlerine inhisar etmiş Yahudi yerleşmelerinden söz ettik. Ama biz, çok daha geniş, “ulusal” sınırları aşan, bir kültürel alışverişin peşindeyiz.
Bu alışverişin künhüne vâkıf olabilmek için, Hristiyanlaşmış Küçük Asya’da Yahudi-Hristiyan dogmatik çatışmasına göz atmamız gerekiyor. Bundan sonra ancak, Küçük Asya’nın her yerinde karşılaşacağımız Yahudi’nin kültürel konumu üzerinde fikir yürütebiliriz. Gerçekten İsa Yahudi idi, ama sonra “Hristiyan” oldu. Ve Yahudiler de onu “sevmediler”…
Aslında putperest tanrıların ve kahramanların doğuşu, bir tanrı ile basit bir faninin birleşmesinin ürünü olmaktadır. Tarihten bir örnek yermiş olmak için ünlü Mısırlı kraliçe Hetsheput’un, tanrı Ammon’un kızı olduğu söylenir. Büyük Keyhüsrev (Cyrus), söylendiğine göre, bir Tanrı ile bir bakirenin oğlu ve bu aynı Keyhüsrev, zamanında, Yahudilerce Mesih olarak telâkki edilmiş.[1] Bunun nedenlerini aşağıda açıklayacağız.
Bu bağlam içinde İsa’nın idamı da konumuzla bir bakımdan ilgili bir sorun yaratıyor, şöyle ki Çarmıha gerilme ile ilkel insan kurbanı ritüeli arasında bir ilişki görülüyor, ilk bakışta, öykü tamamen doğru gibi görünüyor. Çarmıha gerilme suretiyle idam, bir Roma cezası oluyordu ve İsa da, bu arada; aşağı tabakadan bir cani olarak telâkki edilmiş olmalıydı. Ama işe daha yakından bakıldığında, İncil’lerde bahsi geçen başlıca olayların, ilkel insan kurbanı rituslarıyla koşut halde oldukları fark edilir. O denli ki, dönemin bir yazarı, beşerin kefareti için kurban edilmiş bir tanrının öyküsünü tasarlamış olsaydı, işbu genel bilgiler sayesinde, az çok Ahd-i Cedid’inkine benzer bir anlatı yaratabilirdi.
Aslında Finikelilerde çocuk kurbanı âdetinin cari olmuş olduğunu biliyoruz. Döneceğiz konuya.
İncil’lerin yazarları, İsa’nın dünyevi yaşamının doruğunun kendini kişisel olarak Tanrı’ya kurbanı olduğunu göstermek istemiş olmalıdırlar. İşte bu amaçla da bir basit çarmıha germenin anlatısını değil, bir gerçek insan kurbanınkini kaleme almışlardı. Gerçekten bazı ayrıntılar bunun belirtileri oluyor:
1. Bu ceza, küfr ve heresy ile suçlanan bir adama verilmiştir; o ise ki o zamanlarda bu tür bir suçun cezası başının kesilmesi ya da recm idi.
2. İnfaz, Paskalya’nın arifesinde vaki oluyor. Ancak bazen birkaç gün süren bir yavaş işkence bahis konusu olduğundan, adi bir çarmıha germe, başka bir zamana bırakılabilirdi.
3. Paskalya arifesi olmasına rağmen İsa ile birlikte iki şerir de çarmıha gerildi.
4. Zebiha (İsa) önce kral kılığına sokuldu. Başına dikenden bir taç kondu ve eline asa yerine geçmek üzere bir kamış verildi. Haçın üzerindeki yazıda ise şunlar okunuyordu: “Yahudilerin Kralı”.
5. İsa’nın infazından önce Barabbas adlı bir mahkûm katil serbest bırakılıyor…
Özellikle bu sonuncu keyfiyet, sırrın gerçek anahtarını veriyor. Yahudiler İsa’nın ölümünü bir nevi insan kurbanı olarak telâkki etmiş olmalıdırlar: İncil’lerde tasvir edilen süreç ile antik çağların kurban ritüelleri arasında büyük müşabehet görülüyor.
Devam etmeden önce İsa’nın idamının siyasi nedenleri üzerinde daha sonra duracağımızı ifade edelim.
İlkel dönemlerde birçok ülkede kral ya da bir kabile reisinin, sanrı mezbahı (sunağı) üzerine öz oğlunu kurban etmesi âdeti yaşanıyordu. Biblos’lu Plüton, Yahudiler üzerine kitabında, bunların krallarının, muntakim tanrılara bir fidye olarak en sevdiği oğlunu kurban etme itiyadında olduklarını yazıyor. Zebihalar, bazı mistik rituslara göre zebhedilirlermiş.[2] Porphyrios’a göre de Finike tarihi bu tür kurbanlarla dolu olup “Ken’an’lılar” arasında, sadece krallar değil, sıradan kişiler de çocuklarını kurban ederlermiş. Bu barbar âdete ait örnek az değil: İbrahim’in İshak’ı kurban etmeye kalkışmasının öyküsü bilindiği gibi, ilerde bunun üzerinde ayrıca duracağız. Kral Davud’un da, bir kıtlığı önlemek üzere “Yehovah’ın önünde Kral Saul’un yedi oğlunu astırması da var”: ve onları Gibeon’ların eline verdi ve onları dağda, Rabb’in önünde astılar ve yedisi birlikte düştüler…” (II. Samuel XXl/9). Tevrat’ta mümasil örneklerden başkaları da var: “Ve Moab kralı cengin kendisi için şiddetli olduğunu görünce, Edom kralı üzerine yarıp geçmek için yanına kılıç taşıyan yedi yüz kişi aldı; fakat yapamadılar. Ve kendi yerine krallığa geçecek olan ilk oğlunu aldı ve onu duvarın üzerinde yakılan takdime olarak arz etti…” (II. Krallar III/ 26-27). Yani savaşta başarı sağlamak üzere adam veliahdını kurban etmiş! Ve daha neler…[3]
Suriye kökenli Kartacalılarda da bu âdet cari idi: Hamilkar, Agriente kuşatmasında oğluna kurban etmişti; general Maleus da, tanrı Baal’a sucu olmak üzere kendininkini çarmıha germişti.
Başlarda şef, kabilenin tanrısının teşahhus etmiş kişisi ve halkının tanrısal babası olarak görülürdü. Kurban edilecek olan oğlu, “Baba’nın oğlu” olup bu sözcükler İbranicede Bar Abbas ifadesiyle anılıyordu. Uygarlığın gelişmesi sayesinde krallar bu korkunç görevden azat edilmiş oldular ve nice ülkede, herhangi bir cani, veliahdın yerini almış oldu. Bu nedenle de Babilonya bayramlarında mahkûma krallık elbiseleri giydirilir, başına bir taç konur (İsa gibi…), sonra kamçılanır ve çarmıha gerilir ya da asılırdı.[4]
Hâlâ günümüzde Yahudi Paskalya’sı gününde yapılan bir kuzu ya da dananın kurbanının kökeni, hiç şüphesiz bir insan kurbanında yatardı zira daha Huruçtan (Çıkış) epey önce, Paskalya, her zaman için ilkbaharın büyük bayramıydı. Bittabi burada, İbrahim hikâyesinde İshak’ın kuzu rolünü oynayacağı ve sonunda bir koçun ona kaim olmuş olduğunu hatırlayacağız. Bir insan zebihasının bir hayvana kalbolması keyfiyeti yavaş yavaş geleneğe dâhil olup sonunda Musa Kanunu ile katiyet kesp edecekti: “Ve eşeğin ilk doğanı için bir kuzu fidye vereceksin ve eğer fidye vermeyeceksen, o zaman onun boynunu kıracaksın. Oğullarının bütün ilk doğanları için fidye vereceksin. Ve kimse elinde boş görünmeyecek (Çıkış XXXIV/20). Böyle söylemiş Yahveh…[5]
Devam etmeden önce işin bir de “İslâmi” yanına göz atalım, karşılaşacağımız birçok müşabehet nedeniyle.
Eflâki’nin kaleminden çıkmış şu menkıbe, dikkati çekici oluyor: “Mevlânâ’nın hizmetinde Hamza adında bir neyzen vardı. Son derece mahir ve iyi çalardı… Bu neyzen birdenbire hastalanıp öldü… Mevlânâ hemen kalkıp neyzenin evine gitti, kapıdan içeri girince ‘aziz dost Hamza kalk!’ dedi. Hamza ‘buyur!’ diyerek kalktı ve ney çalmaya başladı. Üç gün üç gece büyük semâ yaptılar. O gün, yüze yakın Rûm’lu kâfir Müslüman oldu. Mevlânâ mübarek ayağını evden dışarı atar atmaz neyzen öldü”.[6] İsa’nın da diriltmiş olduğu adam, herhalde, İsâ gittikten sonra, yine ölmüş olmalı…
Bu dönemlerde İsa’yı kenara itmek güç şöyle ki onun Anadolu’da “hegemonya”sı daha çok uzun yıllar sürmüş. Nitekim XVII. yy.ın İstanbul’unda Hûbbmesihî adını taşıyan bir heretical fırka, özellikle saray zürefası arasında gelişmiş olup işbu ad, Farisî hûb “iyi, faziletli” ve mesih sözcüklerinden oluşmuştur… (Osmanlıcada “hubb” = sevgi, bağlılık). Fırka, “kelleyi koltuğa alıp” İsa’nın Muhammed’e üstünlüğü akidesini benimsemişti. İsa onun gözünde Tanrı ve Halâskâr’dı.[7]
“Bana masal tefekkürünün çok eski bir kaynağı işte orada (Hindistan’da) mevcutmuş gibi gelmektedir. Orada üç kıtanın kervanları buluşuyorlardı ve yine eski olan ve şimdiye kadar pek zayıf bir surette tanınabilen, hâlbuki eserlerini ve işlerini Yunanistan’da, Hindistan’da, dört dünya çağı nazariyesinde, mehdi mefhumunda, ahlâki dualismde ve sonra dervişlik ve nikbinlikte, ruhbaniyette, nefsi fedada, ebedi bir şahsi ruha ve onun halâsında inanda gördüğümüz din tabakası merkezinin mevcut olması muhtemel bulunan bu yerde masal tefekkürü menşelerinin de bulunması akla uygun gelmektedir. Hemen hemen tahminen aynı zamanda buradan fakirlerin peygamber dini Hindistan’a, Ön Asya’ya ve belki de Yunanistan’a yayılmıştır ve bunlar prehistuar menşelerinin Attis delikanlısı hakkındaki tazallümlerde bulunması muhtemeldir. Bilhassa nihayetsiz istilâ dalgalarına uğramış Ön Asya’nın binlerce sene uzunluğunca ezilen köylüleri bu delikanlının matemini tutmuşlardır. Bu tazallümün İslâmî şeklini ben, Hüseyin hakkındaki matemde görmekteyim. Hindistan’ın tarihi devirlerinin başlangıcında Ari’lerin istilâsı vuku bulmuştur. Bilhassa bunlara ait harp arabaları ile (antik tanklar) Hindistan’da, Ön Asya’da ve Yunanistan’da istilânın dehşetini hissettirmişler ve böylece Yahudi ve Hristiyan peygamberliği, Zerdüştlük, Manihaism, Buddbism ve Vishnuism kisvesiyle bir halaskar dinin doğmasına yardım etmiştir”.[8]
Prof. Ruben, bu sözleriyle, dini hadisenin siyasi boyutlarını açıklamış oluyorken aynı zamanda, konumuz açısından çok önemli olan bir keyfiyete, siyasi hadisenin dini hadise şekline büründüğüne işaret etmiş oluyor. Her zaman iddia ettiğimiz gibi mezheplerin rafızî-itizalcî (heretical) fırkaların her zaman toprak mülkiyetiyle bir doğruca ilişkisi olmuştur. Mezkûr “halaskar din”, insanlara, yaşama olanaklarını verecek olan toprağı sağlayan dindir. Bunun karşısına, toprağı elinde tutan ve iktidara sahip ya da ortak bir azınlığın şiddetle çıkması doğaldır. Son tahlilde, ilerde irdeleyeceğimiz “mehdi” dahi, “toprak sağlayıcı”dan başkası olmayacaktır…. “Necat”, toprağı insanların elinden alanlardan kurtuluşun bir başka adıdır. Şia’nın İslâm’ın asli tebliğine eklediği ilk fikir, insanda ve “bayraktar” olarak özellikle Ali ve ahfadında vaki tanrısal tezahüre olan inanış olmuştur.
Şia’nın eklediği ikinci fikir, passion veya bilvekâle çekilen azap kavramı olup gerçekten fikri müşahhas hale koyan da Ali’nin katli olmayıp Kerbelâ “facia”sıdır. Hüseyin’in ölümü, bir gönüllü kurban olarak telâkki edilmiştir…
Bu tür bir müdahale yardımıyla necata vâsıl olma fikrinin, Muhammed’in tebliğ ettiği İslâm’a ne denli yabancı olduğunu ısrarla vurgulamak yerinde olur.[9] Şöyle, ki Ali, hiçbir zaman “Alevi” olmamıştır!… O Peygamberin Sünnet’ine sıkıca bağlı bir Müslüman’dı.
Dönelim biz İsa’ya.
O çağların insan düşüncesine göre çarmıha gerilme kavramı, bir ceza olarak değil, diyanetkârâne kabul edilmiş bir ıstırap oluyordu.
Milâdi I. yy.ın insanlarının zihniyetini anlamaya çalıştığımızda, Hristiyanların İsa’ya inandıklarını ve her şeyden önce onu tecessüt etmiş Tanrı’nın Oğlu olarak gördüklerini fark ediyoruz: kurban edilmiş bedeninin, hayata döndüğüne inandırılmışlardı. İsa, bu kişilerin arasında yaşadığı sürece, tilmizleri onu Tanrı’nın Oğlu yani Christ, ya da Baba tarafından gönderilmiş Mesih olarak görmüşlerdi. Ama onu haçın üzerinde öldüğünü görüp onu etli canlı aralarında dolaştığını gördüklerinde coşkularına payân olmamıştı.
Aradan iki binden fazla yıl geçti. Bugün biz İsa’yı, hayatının mükemmeliyeti açısından tazim ediyoruz.
Bu arada, İslamî inanca göre, İsa değil, ona benzer biri çarmıha gerilmişmiş: “(Onların kalplerine mühür basmamızın bir sebebi de) küfrederek Meryem hakkında büyük bühtanda bulunmaları, Meryem oğlu İsa’yı katlettik demeleridir. Hâlbuki onlar İsa’yı ne öldürdüler ne de asabildiler. Fakat (İsa salbolunan-asılan-bir adama) benzetildi (ve onlara öyle göründü)… Hakikatte onu asla öldürmediler. Belki Allah onu nezdine yükseltti….” (Kur’an IV/155-6).
Bu beyan, Cyrena’lı Simon’un onun yerine kaim olduğu Basilidien doktrininden müştak olmuş olmalı.[10] Acaba, İsa’nın, çarmıha gerildikten sonra “kırk gün süre ile” etli kemikli olarak ortada dolaştığı rivayeti, böyle bir ihtimale cevaz vermez mi?…
Tilmizleri, İsa’nın Mesih olduğunu ve bu Mesih’in halk imanının bir kahramanı olmayıp İşaya tarafından geleceği haber verilmiş Istırapların Adamı olduğunu anlayınca, Paskalya arifesinde vaki olan bu çarmıha gerilişin, geleneğe göre her yıl bu aynı günde yapılacak olan büyük kurban olduğunu düşünmeye başladılar. İsa onlar için, dökülen kanı günahlarını silecek olan Paskalya Kuzusu[11] oldu.
Yukarda uzun boylu gördüğümüz gibi Antakya, Hristiyanlığın ilk odaklarından biri olmuştu; o ise ki bu kentte her yıl tanrı Tammuz – nam-ı diğer Adonis’in ölümü ve sonradan dirilmesi tes’id edilirdi, Bu sonuncu ad “Rabb”i ifade ediyordu. Bu kült her zaman Yahudi düşüncesinde yer etmiş olup ilerde anlatacağımız gibi peygamber Hezekiel, Yeruşalim kadınlarının mabedin kapısında bu ölüme ağlamalarını önlemeye çalışacaktı. Betlehem’de ilk Hristiyanların İsa’nın (aslında bilinmeyen) doğum yeri olarak seçtikleri yer Tammuz’un bir eski ibadethanesi olmuştu. Bu keyfiyet Tammuz ya da Adonis’in, insanlar beyninde İsa ile karıştırılmış olduğunu gösterir.[12]
Bazı veçheleriyle bitkilerin tanrısı olup dirilmesinin doğanın ilkbaharda uyanmasını temsil ettiği Adonis’in öyküsüne girmeyeceğiz.[13]
Adonis – Attis kültünün günümüz Anadolu’sunda, İslâmî cila altında devam ettiğini göstermiştik.[14]
Adonis’in başına gelenlerle İsa’nınkiler arasındaki bu müşabehetler bazı münekkitler beyninde, bu sonuncu peygamberin kabir ve yaşama dönüş hikâyesinin, Adonis dininden istiane edilmiş bir mitostan ibaret olduğu kanaatini uyandırmıştır. Ama İncil’lerdeki anlatılanlar şüphesiz doğrudur. Eğer çarmıha gerilme Paskalya’da, yani ilkbaharın evrensel bayramları sırasında vaki oldu ise öykünün pagan inanışından çıktığını ispat etmeyip İsa’nın gerçekten bu tarihte Bar Abbas kurbanı münasebetiyle idam edilmiş olduğunu izah eder…[15]
İsa’nın doğum günü hiçbir zaman bilinmeyecek ve kutlanmayacaktır. Onun tanrısal yaşamı, Vaftizci Yohanna’nın onu Ürdün’ün kutsal suyu içinde vaftiz etmesiyle başlar. Ancak bu tarih dahi meçhul olup II. yy.da Hristiyanlar bu vaftizi kutlamak istediklerinde, bir gün seçmek zorunda kalmışlardı. Yarı hesapla, yarı da eski bir âdetin etkisi altında, 6 Ocak’ta karar kılmışlardı ki bu gün, Osiris ve Dionysos dinlerinde akarsuların kutsanması günüydü, yani İstanbul’da Orthodoxların Haçı Suya Atma günüydü. Epiphanie (tezahür) de 6 Ocak olarak saptandı.. 386 yılında Hristiyanların iki büyük bayramının Paskalya ile Epiphanie olduğuna karar verildi.
Öbür yandan İsa’nın Kana’da, şaraba tahvil edilmiş su mucizesini gösterdiğine inanılır[16] ki bu, asılında Anadolu Tanrısı Dionysos’un işiydi… Bu oldukça “haşarı” tanrı da, İsa gibi, Tanrı ile bir fani’nin oğlu idi. Onun da başına gelmedik kalmamıştı. Başlı başına bir konu olan öyküsünü tekrarlamayacağız.[17]
Ve Osiris, İsis, Mithra…
İçinde önemli Yahudi yerleşim merkezlerinin bulunduğu, sonradan Türkleşecek-İslâmlaşacak Küçük Asya’nın adamının bu dönüşüm arifesindeki dini-kültürel düşünce yapısını özetlemeye çalıştık.
Bu arada, bu aynı Küçük Asya’nın Bizans orthodoxy’si açısından “heresy”ler yuvası olduğunu da vurgulayalım. Ancak bu olgu, konumuzu ilgilendirmiyor.
***
Yahudi tarihi, sadece Yunus’u etkilemekle kalmamış, Anadolu halkı beyninde de yer edinmiştir. Gerçekten kahvehane duvarlarını süsleyen çeşitli resimler arasında Nuh tufanı (Resim 6), Hz. Fatma’nın Yahudi düğününde giydiği kaftan (Resim 7) da yer alır…
[1] Arthur Weigall. – Survivances païennes dans le monde Chrétien, Paris 1934, s. 41.
[2] Biz bu İnsan kurbanı konusunu ve bu kavramın hâlâ Türk tefekküründe yaşamasının ayrıntılarını daha önce vermiştik (Bkz. Burhan Oğuz.— op. cit., C. II/l s. 112-115.
[3] Bkz. II. Tarihler XXVIII/3 ve XXXIII/6.
[4] Arthur Weigall. – op. cit. 65-6.
[5] ibd., s. 67-8.
[6] A.Eflâki. — Ariflerin menkıbeleri (Menakib al-ârifîn), çev. T. Yazıcı, I, 3/143 (s. 263-4).
[7] Hâmit Algar, Khûb mesîhî, in EI.
[8] Walter Ruben. — Eski Hind tarihi. — Çev. C. Z. Şanbey, Ank. 1944, s.239.
[9] G. E. von Grunebaum. — Mohammedan festival, London 1976, s. 85-6, 90-1.
[10] Arthur Weigall. — op. cit., s. 84.
[11] Bu, belli günde kuzu kurban edip yeme “ayini” konusu ilerde bizi önemle meşgul edecek.
[12] Arthur Weigall. – op. cit, s. 101-2.
[13] Bunun ayrıntıları için bkz. B. Oğuz. — op. cit., C. II/l, passim.
[14] ibd.
[15] Arthur Weigall. — op. cit., s. 103-4.
[16] ibd. s. 205.
[17] Bkz. B. Oğuz. — op. cit., II/1, passim.