Kültür Eserleri > THKK 3 - İnşaa Isıtma ve Aydınlatma Teknikleri > İnşa Malzemeleri

İnşa Malzemeleri

İnsanoğlu, ağaç ve taşın bulunmadığı ya da nadir olduğu yerlerde toprağa sarılmış, onunla evini yapmış, kil’in yapışkanlığından faydalanarak (“kil” sözcüğü ise Sanskrit keli = toprak; Farisî gil = çamur’dan türemiş – DELT, s.294).

Çiğ ya da pişmiş toprağın Anadolu konut inşaatının başat malzemesi olduğu her vesileyle görülecektir. Harç malzemesi olarak kullanılana “örü balçığı” deniyor ki bu deyimi TS’den geriye doğru takip edelim.

Amasyalı Deşişî Mehmet Efendi’nin 1580 (988) yılında Mısır Beylerbeyi Hasan Paşa adına düzenlediği Farsçadan Türkçeye Sözlük’ten (“Et-Tuhfet-üs-Seniyye” – Yüce armağan): “Âjend (Fa): Binayı yaparken iki kerpiç arasına kodukları balçık… hak budur ki kireç ile gili (kili) birbirine karıştırıp örü arasına dökerler… örü balçığına derler”.

1561 (969)de İstanbul’da ölen Nahşibendî şeyhlerinden Sofyalı Ni’metullah Efendi’nin 1540 (947) yılında düzenlediği Farsçadan Türkçeye “Lûgat-i Ni’metullah”tan:

“Ajend (Fa): Halel gelmiş nesneyi sarmak ve büklüm manasına ve balçık ki iki kerpiç arasında kalmış ola ve mutlaka örü balçığı ve divar heliği (duvar örerken büyük taşların arasına sıkıştırılan küçük taşlar).”

Adı bilinmeyen bir zatın Farsçadan Türkçeye “Câmi-ül Faris” sözlüğünden (XVII. yy.):

“Milat (Ar): Örü balçığı ki samansız eylerler, anınla kerpiç ve taş örerler.”

Osmanlı, Batı olduğu kadar Doğu kültürünün de vârisiydi: Uygur alanının pişmiş ve sırlı tuğlaları bir özgü biçim arz ediyorlardı. Uygur duvarlarıyla ilişkili olarak Kocho tahkimatı ve bazı abideler, güneşte kurutulmuş tuğlalar’la (kerpiç) inşa edilmişlerdi ki bunların boyutları 46 x 23 x 14 cm idi. Zemini kaplamak üzere de kurşunî renkli çiniler de (40×40 cm; 37×37 cm; 32,5×32,5 cm boyutlarında) kullanılıyordu.[1] Bu ölçüler, hiç şüphesiz, normlaştırılmıştı.

Hitit binalarının, bugün Anadolu’dakiler gibi, kerpiçle (Resim 80A, B) inşa edilmiş olduklarını biliyoruz. İşbu pişmemiş “tuğla”lar kile karıştırılmış samanla elde edilmiş olup bunlar Vitruvius’un lateres’leri[2] ya da Varro veya Pliny’nin lateres crudus’ları[3] oluyorlar. Lateres, (πλίνθος),  genel olarak bir kalıpta şekillendirilmiş ve güneşte kurutulmuş ya da ocakta pişirilmiş killi toprağı ifade ediyor. Kerpiç’in, yani güneşte kurutulmuş “tuğla”nın tam karşılığı, “çiğ tuğla” lateres Crudus (πλίνθος ὠμή); ocakta pişirilmişinki de later coctus veya coctilis (πλιθο όπτή) oluyor.[4]

Resim 89, Thebes kentindeki bir resimden alınmış olup bir Mısır kerpiç imalâthanesini gösteriyor. Aşağıdaki adamlar kerpiç toprağını kazma ile kaldırıp sepetlere dolduruyorlar. Yukarıdaki de ahşap kalıplarda oluşturulmuş kerpiçleri yerleştiriyor.

“Şimdi üç tür kerpiç (lateres) vardır: biri, Grekçe Lydion diye adlandırılan ve bizim kullandığımız, bir buçuk ayak uzunluğunda, bir ayak genişliğinde olanıdır. Grek yapıları diğer ikisiyle inşa ediliyorlar. Bunlardan biri pentadoron, öbürü de tetradoron adındadırlar. Halen Grekler el ayası (avuç içi)ne doron diyorlar şöyle ki hediye verilmesinin adı doron’dır.. Böylece her yanı beş aya olan kerpiç pentadoron,  dört aya olanı tetradoron’dır…”[5] Grek ve Romalıların kullandıkları kerpiç ve pişmiş tuğlalar bizim bugünkülerden çok daha büyük ve çok daha ince imişler; her birinin üzerinde imalâtçının adı ve imal tarihi basılmış. Pentadoron: 22 x 22 x 21/12 inç; tetradoron da 16 x 16 x 8/12inç ölçülerinde imiş.[6]

Hattâ, ünlü Kuruş (Croesus) ve Halikarnassus kralı Mausolus’un mermer sütunlu ve sedir ağacından tavanlı muhteşem sarayları bile kerpiçten inşa edilmişlermiş.[7]

Eski İran’da da kerpiçler dört köşe olup 0,33 x 0,08 m. ölçülerinde imiş. Asur ve Geldanî kerpiçlerinin ortalama boyutları az çok aynı iken Mısır kalıpları 0,14 x 0,38 x 0,11 m ölçülerinde imiş.[8] M.Ö. III. yy.ın Hindistan’ında kerpiç evlerin feyezan (taşkın) alanı dışındaki mahallelerde inşa edildiklerini öğreniyoruz. Ve nihayet Asya bozkırının yerleşik halklarının kerpiçten meskenlerde sert kışları karşıladıkları malûmdur.

Batı Türkistan’da, Keykubat-Şah’ta M.Ö. III. yy.dan M.S. IV. yy.a kadar kare kerpiçler, mimarînin başlıca unsurlarından olmuş.[9] Moğolistan’da Orhon ve Tula nehri boylarında mezarları, üstlerinde motifler bulunan tuğla ve kerpiçler süslemiştir.[10] Yerleşik Hazarlar da, Don kıyısındaki başşehirleri Sarkel’de aynı malzemeyi çokça kullanmışlar.[11] Esasen kerpiç sözcüğünün bugün Rusçada kirpiç = tuğla karşılığı olarak kullanılması, bunun Asya yerleşik (ya da göçebe) halklarının teknik lügatçesinden yayıldığını gösterir. Selçukluların Anadolu’da, saray veya kamu hizmeti gören büyük binalar dışında kalan basit mesken yapılarının da bu malzeme ile inşa edildikleri sanılır. Bunlardan halen hiçbir kalıntı bulunmaması bu varsayımı destekler.

Günümüzdeki Anadolu kerpiç ölçüleri, yerine göre 35 x 15 x 12 cm ile 40 x 20 x 15 cm arasında değişir. Bunlara kuzu denmekte olup ana,  iki katı büyüklüğündedir ve az çok Lydius’un ölçülerine tekabül eder. Ana ile kuzu’nun aynı yapıda kullanılması, derzlerin şaşırtılmasında kolaylık sağlar.

Mezkûr Bursa İhtisab Nizamnamesi’ne göre kerpiç imalâtçıları celp edilip bunlara “âdet-i kadîm”in ne olduğu sorulmuş. Verdikleri yanıtta kuzu’nun beş okka (vukıyye)[12] ve ana’nın da sekiz okka gelmesinin gerektiği ifade edilmiş.[13]

Urartuluların bu toprak inşa malzemesini “çiğ” ve “pişmiş” olarak kullandıklarını Toprak-Kale kalıntıları gösteriyor.[14]

Kil kuruduğunda “çektiğinden” kerpicin çatlayıp dağılmasını önlemek üzere saman veya kıtıkla takviye edilir. Bu maddeler inşaî cüz’ün “armatür”ünü teşkil ederler. Fazlası, kurumada içerde boşluk bırakma ve rutubetten çabuk etkilenme bakımından makbul sayılmaz. Çamur-saman karıştırılmasında insan ayakları esas vazifeyi görür.

Tahtadan basitçe yapılmış bir çerçeve kerpicin kalıbını oluşturur. Bu kalıp menteşeli (“açma kalıp”) olmadığı gibi aşağıya doğru çıkmayı kolaylaştırmak için, herhangi bir konikliği haiz değildir.

Samanla harman edilmiş çamur bir gün kadar bekletilip sonra yine biraz ıslatılır ve düz bir yüzey üzerine konmuş kalıbın içine kürekle doldurulup biraz vurulur ve üstü, kalıp seviyesinde sıvazlanır. Bu düz yüzey genellikle kerpiçlerin kurumaya terk edildikleri alandır. Kalıbı yukarı aşağı biraz silkelemek suretiyle çıkarılan kerpiç üç dört gün sonra çevrilir. Bir o kadar müddette bu kez üste gelmiş yüzey kuruduğunda Anadolu’nun bu ana inşa malzemesi kullanılmaya hazır olmuş sayılır.

En eski pişmiş tuğla (όπτῆς πλίνθον later coctus veya testae. Testa genel olarak her türlü çömlek ve toprak kabı ifade eder ki bizim testi[15] bu Latince sözcükten gelmiştir) numunesi, Olympias’ın Philippeum’unda kullanılmış olanıdır ki bu da M. Ö. IV. yy.dan geriye gitmiyor.[16]

Grünwedel, Turfan üstüne yazdığı yazılarında kerpiçler için şu ölçüyü veriyor: 46x23x14 cm.[17]

Dünyanın ilk yerleşme merkezlerinden Çatal Hüyük’ü meydana çıkaran İngiliz arkeolog James Mellaart bize, bundan sonrası için de gerekecek ilginç bilgiler veriyor.

Filistin’de, Kudüs’e 23 km mesafede en eski kentlerden Jericho’ya Orta Anadolu’dan, alet ve silâh yapımında kullanılan obsidian (bir siyah volkanik cam), daha M.Ö. 8300’den itibaren ihraç ediliyormuş ki bu keyfiyet, o çağlarda bir alışveriş akımının varlığını gösteriyor. VIII. binde Jericho’nun “Seramik öncesi” neolithik A”sında, evler, kerpiçten yuvarlak olup bir kubbe ile örtülü imişler.[18]

Çatal Hüyük’ün bütün binaları dikdörtgen kerpiç, saz ve alçıdan yapılmışlar. Kerpiç kalıbı, obsidian balta ile yontulmuş tahtadanmış. Taş bulunmadığından, zemin seviyesinden aşağıya derin kazılmış temeller için, altı tabakaya kadar kerpiç kullanılmış. Dökme çamur (pisé),  görünürde bilinmiyor. Kerpiçlerin çoğu, bolca saman karıştırılmış topraktan ise de III. düzeyde kumlu kerpiçler bulunmuş ki bunlar, bilinenin aksine, mükemmel kalitede imişler. Kerpiçlerin çoğu yeşilimtırak olup kumlular açık sarı olarak saptanmış. Külden ve ufalanmış kemikten yana zengin siyah bir harç geniş ölçüde kullanılmış ve bazı yerlerde bunun kalınlığı neredeyse kerpicinkine eşit olmuş.

12 değişik kerpiç boyutu saptanmış. Bu boyutlar, özet olarak 95x37x8 cm. ile 32x16x8 cm arasında değişmiş.

Düz olan damlar kaim bir çamur tabakasının kapladığı kamış veya saz demetlerinden oluşmuş. Bu sonunculardan aşağıya ardı kesilmiş kırıntı yağmurunu önlemeye yarayan bir nevi ot minder bunların altına serilmiş. Bu ağır damı iki kuvvetli mertek ve çok sayıda kiriş taşıyormuş. Damların üstünde aydınlatma ve havalandırma bacalarını ve damda bulunan giriş deliğini korumak üzere hafif yapıların bulunmuş olduğu tahmin ediliyor.

Damdan giriş, Çatal Hüyük’ün en değişmez karakterlerinden biri oluyor ve ne evlerde, ne de tapınaklarda başka giriş yeri bulunmuyor. Her evde bir kare biçimine getirilmiş, 10-12,5 cm kalınlıkta ahşap dikmelerden oluşan bir merdiven bulunmuş. Bu merdiven, dumanların da çıktığı deliğe dayalı imiş.[19]

Hititlerin bütün yapıları, taş temel ve taban üzerine kerpiç duvar örgüsünden oluşmuş olup tamamen taştan yapılara Hitit mimarlığında henüz rastlanmamış.

Çivi yazısı Hititçede purut sözcüğü “kil, toprak” anlamına geliyor. O insanlar bir de “Yapı Ritüeli”ne sahipler. Buna göre tapınak inşasında purut’u tanrıçalar getiriyor. Bu purut, “kerpiç”i de ifade ediyor. Halen purut, Ermenice “çömlek”, purutçu da “çömlekçi” oluyor, Ezm’da, Boğazköy’de kerpiç, küçük taşlar ve çok saman kırığı ile yapıldığından yangından sonra gözenekli bir görüntü göstermektedir. Kerpiç duvar yapısında çok ince bir harç kullanılmış, bazıları ise harçsız işlenmiş. Bu ince harç “beyazmadde ve bir nevi sulu kil”den ibaretmiş.

Hitit kazılarında meydana çıkarılan kerpiçlerin boyutu birlik göstermiyor. Hitit yapı ustaları bunların ölçülerini, yapının taş temel genişliğine göre saptamışlar. Çeşitli Hitit kentlerindeki kerpiç boyutlarının ayrıntılarına girmeden bunların azami ve asgari ölçülerini vermekle yetiniyoruz. Bu ölçüler 68x50x13 ile 35x30x10 arasında değişiyor. Ama kalınlıklar sadece 10 ile 13 cm arasında kalıyor. Hititlerde pişmiş tuğlaya bugüne dek rastlanmamış.[20]

Nauman da bu ölçüleri veriyor ancak farklılıklar için başka bir yorum daha getiriyor: “Tuğlaları kalıba dökmek gibi özellikle kaba bir çalışma gerektiği zaman ustalar ve işçiler, kuşkusuz ayarlanıp damgalanmış bir ölçü birimi kullanmaya kalkışmıyorlardı. Bunlar daha çok elleri altında bulunan, örneğin parmak, el, ayak ve arşın gibi doğasal ölçüleri kullanmaktaydılar. Bu ölçüler belirli sınırlar arasında değişiyorlardı, bu da ustanın gövde büyüklüğünü ve ‘kendi’ ölçülerini alırken gösterdiği titizliğe bağlı bir değişimdi. Assurlular’ın bir yapının genişliğini saptamak için bir tuğla genişliğini ölçü birimi olarak iletmeleri, Geç Assur çağında da yapı yüksekliklerinin kerpiç sıralarının sayısına göre bildirilmesi, Mezopotamya’da tuğlalarda belirli bir düzgüsel ölçü biriminin yerleşmesi için çaba gösterildiğini ortaya koymaktadır. Anadolu’da tuğla, mimarlıkta bu derece önemli sayılmamıştır, çünkü duvarlar her şeyden önce taş döşekler üstüne kuruluyordu ve dolayısıyla yapıların oyulumu bu taş duvarlarla saptanmıştır. Tuğlalar taş döşek duvarlarının verdiği ölçülere uymak zorundaydılar…”[21]

“Güneşte kurutulan ilk tuğlalarla örülen duvarlar Mezopotamya’da yükselmeye başladığında krallar ve din adamları bir adım daha ileriye gittiler. Sarayların ve tapınakların güneşte kurutulan tuğlalar ile örülen duvarlarının yüzeylerini bir sıra ‘fırında pişmiş tuğlayla’ kaplattırdılar. Aynı zamanda da duvar köşelerine kendilerinin ve yaptırdıkları eserlerin adlarının, unvanlarının, tanrıların isimlerinin yazılı olduğu özel tuğlaları koydurtmayı da ihmal etmediler…”[22]

Böylece “damgalı tuğla”nın ilk örneklerine rastlamış oluyoruz.

“… 1894 ticaret almanağında 4 tuğla üreticisi yer alır. J. Camando (Göksu), Mustafa et Cie (Galata), Pasquale Rossi (Feriköy) ve Pierre Salamon (Büyükdere).”

“1880 yılında faaliyete geçen Selanik’te Allatini biraderlere ait tuğla ve kiremit fabrikasının üretiminin hatırı sayılır bir bölümü de İstanbul’da kullanılmıştı.” [23]

Bu Allatini’ler, Selanik’in zenginlerinden olup II. Abdülhamid tahttan indirildiğinde Selanik’te Allatini köşkünde muhafaza altına alınmıştı.

Sandalcı ve Göğer çok sayıda damgalı tuğla resmi ile imal mahalleri ve amillerini zikrediyorlar.

Kendisinden daha önce söz ettiğimiz, Türkiye’de inşa tekniklerini tetkik etmiş mimar Alexandre M. Raymond, “pişmiş toprak” hakkındaki gözlemlerini şöyle ifade ediyor: [24]

Türkiye’de pişmiş toprak ürünleri inşaatta çok geniş yer işgal eder. Ülkenin uzmanlarını saymak uzun olup Selanik’te Allatini tuğlacılığı tarafından gerçekleştirilmiş terakkiyi kaydetmek yerinde olacaktır, burada son mekanik geliştirmelerle ortaya çıkmış özel donanım sayesinde kıyı boyuna, Türkiye’ye ithal edilen benzer ürünlerden üstün bir pişmiş toprak ürünleri sağlamış. Bu üstünlük, Hamidiye demiryolu binalarında Allatini kiremitlerinin kullanılmasıyla kanıtlanmış.

Başka uzmanlar da pişmiş toprağın terakkisine gerekli yardımlarda bulunmuşlar. Bunların arasında en dikkate değer olanları Büyükdere’nin Salomon müessesesi, çeşitli Myriofito ve Gebze formları vs.dir.

Anadolu demiryolu güzergâhı üzerinde, Bostancı ile Maltepe arasında, Selanik ve Marsilya tuğlacılarının kullandıklarından çok daha zengin mükemmel tuğla toprağı mevcuttur; bunlarla sadece tuğla ve kiremit değil, modern seramiğin bütün süsleme eşyaları yapılabilir.

Pişmiş toprak imalâtının Türkiye’de parlak bir geleceği vardır, özellikle başkent (İstanbul) çevresinde.

Her türlü tuğla kesinlikle standartlaştırılmıştı.

XVI. yy.da “tuğla-i mirî”, devlet tarafından üretilen ile “tuğla-i harcî”, serbest piyasadan sağlanan tuğla oluyor. Süleymaniye Camii ve İmareti’nin yapımı sırasında Gelibolu ve İstanbul Hasköy tuğla ve kiremit imalâthanelerine tuğla ısmarlanmış. Listelerde “tuğla-i çarşu”, “tuğla-i mirî, çarşu” ve “tuğla-i harcî, çarşu” olarak geçen ve duvar ve kemer inşasında kullanılan tuğlalar, 6 parmak uzunluğunda ve yassıdırlar.

Kubbe örgüsünde kullanılan “tuğla-i kubbe”nin imaline ayrıca özen gösterilmesi için hükümler yazılmış. İnşaatta gerekli olan yarım tuğlalar, bütün tuğlayı bölerek değil, özel olarak üretiliyor (tuğla-i nîme). Döşeme kaplamasında kullanılanlar ise “tuğla-i döşeme” ve “tuğla-i şeşhane” olarak geçiyor. Altıgen tuğlanın karşılıklı kenarları arasındaki uzunluk, XVII. yy.ın ortalarına doğru, büyük boy için 15 parmak (46,5 cm), orta boy için de 12 parmak (37,2 cm) olarak belirlenmiş.[25]

Makrihore ya da Hasköy’de tuğlalar, herhalde Resim 90’da görülen türden bir ocakta pişiyordu. Bunda prensip, ocağın kendisini doğruca ham tuğlaların teşkil etmiş olmasıdır. Kalıplardan (gelif, Isp, Kn) çıkarılan yaş tuğla, bir süre açık havada kurutulmak üzere istiflenir (resimde, kömürün solunda). Burada kafesler oluşturularak mümkün olduğu kadar çok yüzün hava ile teması sağlanır. Böylece rutubetinin önemli bir bölümünü kaybetmiş tuğla, resimde görüldüğü gibi, bir kat kendisi, bir kat toz kömür olmak üzere dizilir ve bunun tümü, tuğla toprağı ile sıvanır (Resimde arka planda, sağda, böylece sıvanmış ve ateşlenmeye hazır bir “fırın” görülür). Yanmaya yardım edecek havanın girmesi için uygun mecralar ve baca delikleri bırakılır. Pişme günlerce sürer ve ocak her tarafından tüter. Sonunda dış sıva ve ilk dış sıra tuğlalar yıkılır, içte pişmiş tuğlalar alınır. Bunlar, kömürle doğruca temas halinde pişmiş olduklarından, bazıları kararmış olarak çıkar ki piyasaya siyah lekesizleri “âlâ”, diğerleri “edna” olarak verilir. Her ikisinin de kendine göre alıcısı bulunur.Ocak bozulmuştur, yeni kerpiçler havada kuruyunca yenisi kurulacaktır.

20’li yılların ikinci yarısında, Haliç, Sütlüce’den Pay Mahalli’ne doğru olan kıyılardaki tuğla harmanlarını çok iyi hatırlıyoruz. Bunların çamuru, faraş biçiminde, dar kenarında kendisine dikey uzun bir sapı olan bir nevi kürekle, mavnalardan suyun dibinden alınırdı. Sonra mavnalar bu çamuru, adi küreklerle kıyıya yığarlardı. Maalesef ocak tipini hatırlamıyoruz.

Acaba Hasköy tuğla-kiremik harmanları da hammaddelerini Haliç dibinden mi çıkarıyorlardı? R. Mantran da Haliç çamurunun tuğla kiremit imaline müsait olduğunu yazıyor: “Kâğıthane ile Kasımpaşa tersanesi arasında küçük Kara Piri Paşa köyü bulunuyor… Bu köy daha sonra önem kazanıyor şöyle ki burada kiremit fabrikaları kuruluyor, burada Arnavut dalıcılar, kiremit imalinde kullanılan çamuru Haliç’ten çıkarıyorlar…”[26]

BTL, “tuğla” sözcüğünün Batı’da oluşmuş, İtalyanca “tegole”den gelip hem kerpici, hem de pişmiş tuğlayı ifade ettiğini yazıyor. Latincede tegula, “kiremit”in (χεραμοζ) karşılığı oluyor ama aynı zamanda da “soba”yı ifade ediyor. Yukarda daha başkalarını da gördüğümüz bu denli önemli inşa malzeme ve bina unsurlarının (“tonoz” vs.) adlarının Batı’da oluşmuş olması dikkate değer. Daha başkalarının da, sırası geldikçe, aşağıda göreceğiz.

Lime – lüme,  Sn, Sm, Ama, To’da tuğlayı ifade ediyor ki, İngilizce lime,  kireç; Latince lume balçıktır.

Tuğladan şimdilik ayrılmadan önce onunla yapılmış iki kubbeyi gösterelim. İlki, Amasya’da Kapuağası Medresesi’nin (Resim 91A) revak kubbesi (Resim 91B). Öbürü de Kütahya’da rastladığımız (maalesef hangi binaya ait olduğunu kaydetmemişiz) bir tuğla kubbe (Resim 91C). Her ikisinin işleniş tarzları farklı.

”… Kemer, açıklıkların birden fazla malzeme birimi ile örtülmesini sağlar. Kemerler genellikle daire yay ve yayları ile tanımlanırlar. Bu biçimlendirme nedeni ile düşey yükün yatay kuvvete dönüşmesi ve birimlerin kaymasına karşı sürtünmenin artırılması için kemer taşlarının şevli ve derzlerin ışınsal olması kemer ve kemerli sistemleri tanımlayan en belirgin özelliklerdir. Bu iki özellik kesme taş kemer ve tonozlarda mevcuttur. Moloz taş tonozlarda ise şevli taş biçimi ve ışınsal derzler tamamen ortadan kalkmaktadır. Tuğla ve moloztaş tonozlarda sürünme yoktur, tonoz kabuk gibi çalışır. Taşları şevli, derzleri ışınsal ve hattâ çoğunlukla geçmeli olan fakat yaylardan oluşmayan kemer ve tonoz türleri de vardır…”

“Anadolu Selçuklu dönemi kemer ve tonozlarında biçim olarak 10 … profil türü saptanmıştır.[27]

Bu tonoza örnek olarak Isparta’da gördüğümüz ve halkın Sinan’a atfettiği bir ambar binasını gösteriyoruz (Resim 92a, b).

Bu arada “kemer” sözcüğünün Ermenice kamar, Sanskrit kımar (kavisli, kemerli olmak); bel kemeri manasındaki “kemer” ise bir Farisî sözcük oluyor. Türkçe “kambur” da “kemer”e bağlanmış gibidir (DELT, s.292).

Beşik örtü çatının eski örneklerinden biri, Resim 92a’da görülen, Isparta’da, halkın (hayalî olarak) Sinan’a atfettiği bir ambar (maalesef inşa tarihini saptayamadık) oluyor. Belli aralıklardaki sivri kemerler üzerine oturan mütemadi talî kemerler en üst yapının mesnedini teşkil ediyor (Resim 97b) (Bu tipe Gaz’de gap tabir olunuyor).

Dam kaplaması yine taştandır. Bu kabil inşa tarzına Orta Anadolu’da çok rastladık (Resim 93, 94, 95, 96). Bunların çoğunluğunu kiliseler oluşturuyor.

Sırası gelmişken, 1951 yılında Bitlis’te, harabe halindeki eski Ermeni mahallesinde tespit ettiğimiz kemerleri de veriyoruz (Resim 97a, b). İlki bir bahçe kapısı olmalı. Resim 97b’deki “sepet kulpu”, üstü yataya yakın kemer, buralarda o zamanlar ciddî taş ustalarının varlığını gösterir.

Ve nihayet Anazarba’da (Kadirli) bir antik kemer (Resim 98 ve 98a bkz. s. 481).

“Kemer”i Asya da biliyordu: DTL’de “Eğme: evin kemeri” (I/130) oluyor…

Toprak malzeme alanında kalmayı sürdürelim.

“Toprak kullanılarak yapılan binalar, yüzeysel yaklaşımla değerlendirildiği gibi hiç de kirli görünüşlü, toz üreten, ancak çok basit köy evlerinin, başka olanak bulunmadığı zaman, zorunluluktan yapılmış ve ilk fırsatta yerini tuğla ve beton yapılarına terk etmesi gereken yapılar değildir” diyor Kafesçioğlu[28] (Ama gerçekte terk ediyorlar…).

Kerpicin yetersiz kaldığı yerlerde, ezcümle bazı konut yapıları, anıtsal yapılar ve de savunma yapılarında, Hitit çağının sonuna dek tuğla pişirme yöntemi kural dışı durumlarda denenmiş. Suyun aşındırıcı etkisi ve mekanik yıpranma dolayısıyla su yolları ve kaldırım döşemelerinde, taştan yoksun yerlerde pişmiş tuğla taş kaplamaların yerini almış. M.Ö. 1200 yılına kadar sadece iki yerde pişmiş tuğla kullanıldığı saptanmış: İlki Miletus’ta Athena tapmağı dolaylarında bir Geç Miken su yolunun duvarlarında, diğeri Boğazköy’de ele geçmiş bir sıra pişmiş tuğla.

M.Ö. 1000’den sonraki yy.lara tarihlenen pişmiş tuğlalar bugüne dek sadece Güney Anadolu’da bulunmuş. Zincirli’de (Gaziantep, Islahiye ilçesinde) pişmiş tuğlalar sürekli olarak saraylarda kaldırım döşemesi ve yıkanma odalarında yer döşemesi olarak kullanılmış.[29]

Pişmiş tuğlayı daha yakın tarihlerde gözleyelim. Önceleri, Ömer zamanında (638-43) bir askerî garnizon yerleşim merkezi olarak tasarlanmış Kûfa’da meskenler haliyle çadırlardan ibaretti. Kısa süre sonra, şüphesiz İran topraklarının zabt-ü-rapta alınmasından sonra, daha devamlı bir yerleşme ihtiyacı doğmuştu. Bu kez çadırların yerini, çevrede bolca bulunan kamıştan kulübeler almıştı. Üçüncü bir aşamada, kulübe yerine ev’ler (dûr) yer alıyor, bunlar, ilk kez 642- 4’de labin,  yani bildiğimiz kerpiçten inşa ediliyorlar. Nihayet, 670-3 yıllarında acur, yani Mezopotamya’nın pişmiş tuğlası devreye giriyor. Bu, ilk olarak büyük cami ve buna mücavir olan vali konağının ve hiç şüphesiz zamanın “aristokrasi”sinin evleri’nin (dûr) inşasında kullanılıyor. Camiye bir mimarî şekil vermek için büyük masraflara katlanılmış: sütunlar için Ahvaz’dan malzemeler ve Arâmî ve İranlı duvarcıların daveti…[30]

Böylece Mezopotamya’da pişmiş tuğlanın ilk öyküsünü saptamış oluyoruz.

 

[1]           Emel Esin. – Antecedents and development of Buddhist and Manichean Turkish art in Eastern Türkistan and Kansu. The Handbook of Turkish Culture, Suppl. to Vol. II, İst. 1967, s.22

[2]           De architectura II/3.1-2

[3]           Varro. – Rerum rusticarum I/14.4; Pliny (The Elder).- Historiae naturalis XXXV/49

[4]           Rich, mad. “Later”.

[5]           Vitruvius II/3.3.

[6]           Rich, op.cit.

[7]           Vitruvius II/8.10

[8]           Auguste Choisy. – Histoire de l’architecture, T. I, Paris 1964, s.20, 102

[9]           Bahaettin Ögel. – İslâmiyet’ten önce Türk kültür tarihi. Orta Asya kaynak ve buluntularına göre, Ank. 1962, s.83

[10]         ibd., s. 137

[11]         ibd., s.225-226

[12]         Bir okka = 1,2828 kg.

[13]         Nicoara Beldiceanu. – op.cit., s.244

[14]         Nicolas Adontz. – Histoire d’Arménie. Les origines du Xe au Vie (Av. J. C.), Paris 1946, s.242

[15]         Bkz. BTL, mad. “desti”

[16]         Pausanias. – Description of Greece, V/XX, 10, Transl. W. H. S. Jones and H. A. Ormerod (Loeb classical library), London 1977

[17]         Friedrich Sarre. – Konya köşkü, s.80

[18]         James Mellaart. – Çatal Hüyük. Une des premières cités du monde. Tallandier (İsviçre) 1971, s.20

[19]         ibd., s.55-56

[20]         A.Muhibbe Darga. – Hitit Mimarlığı I. Yapı sanatı. Arkeolojik ve filolojik veriler, İst 1985, s.107-110

[21]         Rudolf Naumann. – Eski Anadolu mimarlığı. Çev. Beral Madra, Ank.1975, s.50

[22]         Mert Sandalcı-Zihni Göğer.- Tuğlalar, in Tombak 17, 1977, s.51

[23]         ibd., s.53-54

[24]         Alexandre M. Raymond. – op.cit., s.73

[25]         İlknur Aktuğ. – 16. yüzyılda kullanılan bazı inşaat malzemeleri ve kullanım yerleri in II. Uluslararası Türk-İslâm Bilim ve Teknoloji Tarihi Kongresi bildirileri, C. I, İst.1986, s.73

[26]         Robert Mantran. – İstanbul dans la seconde moitié du XVII e siècle,  Paris 1962, s.69

[27]         Ayşıl Tükel Yavuz. – Anadolu Selçuklu mimarîsinde tonoz ve kemer, Ank.1983, s.7-8

[28]         Ruhi Kafesçioğlu. – Toprak. Çağdaş yapı malzemesi, İst. (t.y.) İlgi Ekstra Yay.

[29]         Rudolf Naumann. – op.cit., s.52- 53

[30]         Hichem Djait. – al-Kufa, in EI, s. 346

( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.