Vasiyet ve vâris bırakmadan ölmüş kişilere ait topraklarla savaş ganimetinden alınan hums veya İmam’ın, orduyu başka türlü tatmin ederek Hazine’ye ayırdığı topraklar. İran hükümdar ve hanedanının arazileri, sahibi kaybolmuş olanlar kamuya mal edilirdi. Ayrıca bir de metruk araziler vardı ki hali hazır sahipleri buralarını hiç kimsenin mülkiyetine bırakmadan terk edip gitmişti. Böylece kamu malı olmuş arazinin büyük bir bölümü, elde edilen ürünün bir oranı veya nakit karşılığında kişilere kiralanırdı. Bu hizmetten doğan gelire “arazi kirası” denir ve ne öşür, ne de haraç konusu olan bu topraklar arzü’l havz ve’l memleket tesmiye edilirlerdi.
Bu kamu arazisini İmam, ya mülkiyetin ferağı (iktâ-ı temlik), ya da intifa hakkının devri şekillerinden biriyle yönetirdi ki böylece bu topraklar, her iki halde de, başkalarına bırakılmış oluyordu. Sonuncu durumda, intifa hakkı sahibi, saf mülkiyet hakkından farklı olan kullanma hakkına ve buna ek olarak da kendisi veya vekili bu toprağı işlediği sürece başkalarının burasını kullanmasını men etme hakkına sahipti, Verilen toprağı terk edecek olursa bu hakları kaybederdi ve toprağı hiçbir surette satamazdı.
Mülkiyetin temliki ya metruk, ya da ekilmeyen topraklar üzerinde bahis konusu olurdu. Ebû Yusuf’a göre, bir toprağın “metruk” sayılması için, onun fiilen kullanılmaması yetmeyip bunun ayrıca kent ya da kasabaya en yakın noktasında durulup bağırıldığında, sesin şehre ulaşamayacağı uzaklıkta bulunması gerekirdi. Tabii bu sınırlama üzerinde de fakihler, Şafiîler, Malikîler… anlaşmaktan uzaktı, ama tartışmaların ayrıntıları bizi burada ilgilendirmiyor. Doğal olarak bu topraklar, her ne şekilde olursa olsun, kimsenin mülkü olmayacaktı.
Sesin ulaşma mesafesi içinde bulunan metruk bir araziyi İmam temlik edemezdi, zira burasının otlak vs. olarak müştereken kullanılabileceği düşünülürdü.
Metruk bir araziyi birisi ihya edecek olursa, burası onun mülkü olurdu ve bu açıdan Müslümanlarla zımmîler arasında fark gözetilmezdi. İhya için peşin izne gerek yoksa da (bazı fakihlere göre) mülkiyetine sahip olmak için İmam’ın izni gerekliydi. Her şeyde olduğu gibi “ihya” kavramı da epey mürekkep akıtmış.
Devlet, metruk bir araziyi temlik ederse, temlik edilen kimse o toprağı ihya etme hakkını kazanır. Ama bunu yapmadığı sürece, mülkiyet hakkını iktisap edemez. Bu süre azamî üç yıl olarak belirlenmişti; bunun sonunda geçerli mazeret olmadan toprağı ihya etmezse temlik hükümsüz kalır ve toprak yeniden metruk statüsüne dönerdi.
Devlet, metruk arazileri, halkın genel refahını artırmak için dağıtır. Kitâbü’l Haraç’ta “İmamın kıraç ve sahipsiz toprakları, ekilmeleri ve sonunda İslâm toplumunun yararı sonucunu doğurması için iktâ olarak dağıtılması”[1] öğütleniyordu.
Ebû Yusuf ayrıca metruk arazinin iktâ olarak verilmesi yönteminin eski olduğunu, Peygamber’in toprakları çeşitli kişilere verdiğini, Halifelerin boş kalan toprakları ektirmek için aynı yola başvurduklarını gözlemiş. Halifeler bunu Hazine gelirini ve yönetilen kişilerin Devlet’e bağlılığını artırıcı bir yöntem olarak telâkki etmişler.[2]
“İslâm, mülk edinme, kullanma ve elden çıkarma hakkını tanımakta ve bu hakkı korumaktadır. Ama mülkiyet, her kesimdeki toplulukların her türlü maldan paylarını alma hakkını veren manevî bir vecibeye, sorumluluğa konu olmaktadır. Bu vecibenin bir kısmına hukukî bir biçim verilmiş ve (o), kanunî zorlamalarla gerçekleştirilir, büyük bir kısmı ise yüksek manevî ve ruhsal değerlere varan toplumun gönüllü çabaları ile sağlanır…”
“Özel mülkiyet konusuyla ilgili Şeriat’ın sekiz kuralı”nın başında ‘malın sürekli kullanılması gereği’ gelmektedir. ‘İslâm’da malın mutlaka kullanılması gereklidir. Kullanılmayan mal özel mülk niteliğini yitirmektedir… Bu konuda Peygamber’in şöyle söylediği kaydedilmiştir: ‘Kimseye ait olmayan bir toprağı elde eden bir kişi, üç yıl mülkiyetinde kaldığı halde onu uygun olarak işlememişse mülkiyet hakkını yitirecektir. Bu kural Hz. Ömer’in halifeliği döneminde büyük bir uygulama hızı kazandı… İshak, Peygamber’den şu hadîsi nakletmiştir: ‘Başkasının mülkiyetinde olmayan toprak, işleyen kimsenindir.’…”[3]
“Kur’an, açık bir anlatımla, köylünün toprağa sahip olmasından yanadır. Kur’an’a göre, insanlara azamî yarar sağlayacak biçimde, toprağın herkesçe paylaşılması gereklidir. Bunun için büyük çoğunluğu dışta bırakan, küçük bir azınlığın yararına imkân veren toprak sahipliği ve denetim biçimi Kur’an’ın özüne aykırıdır. İslâm’da kimse salt (mutlak) bir toprak mülkiyetinden söz edemez…”[4]
Ama “toprak ve üzerinde çalışanların hukukî şartları hukuk kitaplarındaki realitelerle bağdaşamıyor. Arap fetihlerinin ertesinde… üç veya dört nesil boyunca organizasyon eksikliğinden ve bazı özel hallerde resmen, …özel mülkiyetler teşekkül etti…”[5]
*
* *
Tarımın da, hayvancılığın da vazgeçilmez öğesinin su olması itibariyle, Müslüman Moğol Hindistan’ında kısaca değindiğimiz bu önemli konuyu bu kez genel İslâmî kuram açısından irdeleyeceğiz.
“İbn Ömer r.a.’dan (kölesi Nafi) şöyle rivayet etmiştir: Nebî s.a.s’in asrı ile Ebû Bekir, Ömer, Osman zamanlarında ve Muaviye’nin ibtida-i emâretinde İbn Ömer tarlalarını kiraya verirdi. Sonra Râfi İbn-i Hadîc’den Nebî s.a.s.’in kirâ-i mezariden nehy buyurduğu rivayet olundu. Bunun üzerine İbn-i Ömer, Râfi (İbn-i Hadîc)e gitti. Ben de onunla birlikte gittim. Râfi’den bu rivayetini sordu. O da: Nebî s.a.s. mezârii kiraya vermekten nehyetti, diye cevap verdi. Bu cevap üzerine İbn Ömer bana hitap ederek Ey Nâfi! Sen bilirsin ki biz, tarlalarımızı asr-ı Resûlullah s.a.s.’da tarlanın sulak verimli yerlerinin mahsulü sahib-i arza ait olmak ve samandan da bir şey verilmek üzere[6] kiraya verirdik, buyurdu.”[7]
“Şirb, sudan isabet eden haz ve nasibe denir. Fıkıh ıstılahında: Ekin ve hayvan sulamak için su ile intifa etmek nevbetidir. Buna hakk-ı şefe de denir ki, su içmek hakkı demektir… hakk-ı şirb eamdır (çok genel), hakk-ı şefe ehastır (çok özel). Hakk-ı şirb mezârî, insan ve hayvana şamil olduğu halde hakk-ı şefe yalnız insana ve hayvana mahsustur. Hakk-ı şefe, su içmek hakkı demekse de burada insanların içmesi, çamaşır yıkaması, abdest alması gibi levazımı ile hayvanatın sulanması, yıkanması gibi ihtiyaçları için kullanmak hakkıdır.”[8]
Suya tasarruf ve hakk-ı iştirak hususunda verilen bilgilere göre sular üçe ayrılmıştır. Bunlardan birincisi deniz sularıyla büyük ve küçük göl sularıdır (bunları “Müslümanlar” sonradan bilmiş olmalıdırlar…). Bunlar üzerinde kimsenin mülkiyet hakkı yoktur. Herkes, hava ve güneşten faydalandığı gibi bunlardan da faydalanabilir, balık avlayabilir, üzerinde büyük küçük “merakib- i bahriye” işletebilir. Göllerden de herkes harklar, cetveller açarak ve dolap koyarak kendi arazisine su isale ve hakk-ı şirb ve şefe’den istifade edebilir. Tabii olarak bu intifa serbestîsi ammeye zarar vermeme şartına bağlıdır. Bu arada gölden maksat, sahibi olmayan göller olup bir kimsenin kendi mülkü ve çiftliği içinde sınaî olarak ihraz ettiği göl o kişinin mülkü olmaktadır ve dolayısıyla suyu umum için mubah değildir.
Bütün bunlardan (ve bunların şer’î müstenidadından) mülhem Mecelle’nin 1264, maddesinde “herkes hava ve ziya ile intifa ettiği gibi deniz ve büyük göller ile de intifa edebilir” denilmektedir.
Suyun insanlar arasında mubah ve müşterek olduğu, bir hadise dayanmaktadır: “Müslümanlar su, ot, ateş hususunda ortaktırlar.” Burada bahis konusu olan şirket, şirket-i ibahe, yani bir şeyin haramlığının kaldırılması hususunda ihraz ve temellükte iştiraktir.
İkinci bölüme giren sular büyük nehirlerdir ki bunlar deniz ve büyük göller gibi mubahtırlar. Aynı şekilde kimseye zarar vermeme koşulu burada da geçerlidir.
Üçüncü bölüme giren sular da bir cemaatin mülküne dâhil olan nehirlerin (enhar-ı memlûke) sularıdır ki bu dahi ikiye ayrılır:
“Birinci nevi: ol nehirlerdir ki, suyu şerikler arasında müteferrik ve münkasim olur. Fakat onların arazisinde tamamen mahvolmayıp bakiyesi ammeye mubah olan sahralara, kırlara cereyan eder. Bu kabilden olan nehirler bir cihetle âm olduğundan enhar-ı gayri memlûke gibi bunlara dahi nehr-i âm denilir. Bunlarda da şüf’a cari olmaz.”
“İkinci nevi: Nehr-i hâstır ki, onun suyu eşhas-ı madudenin arazisine müteferrik ve münkasim olur. Ve arazilerinin nihayetine varınca mahvolup halî araziye, kırlara müntehi olmaz, işte şüf’a ancak bu nevide cari olur…”
“Enhâr-ı memlûke-i âmme ile enhâr-i memlûke-i hâssa beyninde hakk-ı şirb ve hakk-ı şefe hususunda fark yoktur: Bu mühimmeyi Âtıf bey merhum Mecelle şerhi’nde şöyle izah ediyor: Enhâr-ı memlûke-i hâssadan hakk-ı şirbi olmayan bir kimse nehr-i hâsstan emlâkini sulayamayacağı gibi nehr-i memlûk-ı âmdan şirbi olmayan kimse de nehr-i mezkûrdan arazisini İska edemez. Meselâ memlûk olan nehr-i âm kurbünde bir kimse bir arz ihya etse, nehr-i mezkûrdan ihya ettiği arzı sulayamaz. Çünkü su, hissedarların mülküne dâhil olduğu cihetle o sudan başkasının şirbi münkatı’ olur. Ama herkesin enhar-ı âmme ile hâssada şefesi vardır. Zira suyun maksimlere duhûliyle yani su, gayrin mecrasına girmesiyle o sudan nâsın şefesi münkatı’ olmaz. Şefenin inkıtaı yalnız ihrâz ile olur. Hâlbuki mecraya duhul ile mecra sahipleri suyu ihraz etmiş olmazlar.”[9]
Mekke-Medine mihveri etrafında oluşmuş İslâm’ın deniz, göl, nehir suları, yani Arabistan yarımadasının aslında yabancı olduğu coğrafi birimler üzerinde böyle inceden inceye düşünülmüş yasalara sahip olmasının, fütuhat döneminden sonraya ait bir faaliyetin sonucu olduğu anlaşılıyor. Bu konuda da yine “muallim” ülke hangisi oluyor: İran ve/veya Bizans mı?
* *
Devlet’in mülkiyetine sahip bulunduğu mirî arazinin tahsis işlemleri daima tescil edildiğinden bu siciller bizi birçok noktadan aydınlatıyor: İktâ sisteminin en çarpıcı özelliği, bu toprakların hiçbir şekilde salt özel mülk olarak verilmemiş olmasıydı. Aksine, bütün Devlet toprakları Hazine (Beytü’l-mal) malı olarak gösterilmiş olup temel felsefe bunun ancak kiraya verilebileceği noktasında düğümlenirdi. Ne Peygamber, ne de Halife’leri “iktâ-i temlik” şeklinde toprağı özel mülkiyete tahsis etmişlerdi. Tüm iktâ işlemleri “iktâ-i icâra” denilen kiralama esasına göre yapılmıştır.
Ama Abbasî’ler döneminde işler değişecektir…[10]
Böylece kıyısından kenarından geldik bu kitabın en önemli, en can alıcı noktasına: “Siyasetnâme”nin düstur haline getirdiği (Büyük) Selçuklu iktâ’ı ile mezkûr İslâmî iktâ’ın, isim benzerliğinin dışındaki müşterek yanları neydi? Bu, ne dereceye kadar bir aynen nakil ya da temel düşünce etrafında değişik bir sentezdi? Osmanlı timar’ı bunun bir uzantısı mıydı, yoksa o dahi başlı başına bir yeni eklektik, eklektik olduğu kadar da pragmatik bir sentez miydi?
Kitabımızın ana konusunun “kültürel yapının kökenleri”nin araştırılması olduğunu hatırlatmakta fayda mülâhaza ederiz. Bu konuda Türk ve yabancı büyük uzmanların büyük değer taşıyan çalışmalarını tekrar edecek değiliz. Sadece bu İslâm-Selçuk-Osmanlı iktâ (timar) konusunda kimin kimden ne aldığını ortaya çıkarmaya çalışacağız. Bazılarının ileri sürdüğü gibi bu iktâ ve timar sistemleri, Batı anlamında birer feodal kurum mudurlar? Arap-Batı sembiozu iktâ sözcüğünü Selçukluya aktarırken Peygamber çağı iktâı ne miktar ve türden değişmeye uğramıştı? İktâı Araplardan başlatmak ne dereceye kadar tarihî vakıalara uygun düşer? Bunda hiç mi Bizans, Sasanî İran… tohumu yok? Ya Asya’nın göçebe Türkmen’inin toprak mülkiyeti konusundaki örf ve âdetlerinin bu oluşum üzerindeki dahli?…
Aydınlığa kavuşturulacak dünya kadar sorun var ortada. Zorluk, bunları bir sistematik içinde irdeleyebilmekte. Zorluk, arkası alınamayacak cinsten değil.
* *
Uzunca irdeleyip bize lâzım olacak yanlarını belirtmeye çalıştığımız Batı feodalizminde Batı gelenekleriyle dış etkilerin dahli ne kadardı? Daha önce “Malikâne” ve bazen de “mülk” olarak ifade ettiğimiz senyör “domaine”inin örgütlenmesi, bu örgütlenme gün ışığına çıktığında, çoktan eskimişti. Uzun varlığı sırasında sanki çeşitli tabakalar üst üste konmuş Akdeniz seraplarıyla gözleri kamaşmış tarihçiler Mısır ve Küçük Asya’da, betimlemiş olduğumuz rejimin kökenini aramışlardır. Gerçi, M. Ö. III. binde Mısırlı çiftçiler, irsî tasarrufların sahibi olarak, bir takım angaryalara boyun eğiyorlardı. Ama bunlarda kamu hizmeti karakteri kesindi. Bunu Devlet sadece bent ve kanalların bakımı için icbar ederdi. Doğruca mutasarrıfların ödedikleriyle geçinen büyük toprak ağaları için angarya bir gereksinme olmamıştı.
Ptolemaus’lar çağında, sonra da Roma döneminde, tarımsal girişimler bir “réserve”, yani mâlikin kendine ayırdığı bölükle çiftçi ya da ortakçılara sınırlı süre için verilmiş topraklar olarak ayrılıyordu. Ancak gündelikçiler ve hele köleler, Nil kıyılarında bol olan “réserve”i (hassa mülkünü) değerlendiriyordu. Ve sonradan Bizans hükümranlığı altında büyük Mısır mülkleri tamamen veya hiç değilse büyük kısmıyla, irsî tasarruflar haline bölünecekti ve bunlar nakdî vergi ile aynî mükellefiyetlere bağlanacaktı. Bu duruma Milâdî III. yy.da Küçük Asya ile Suriye’de rastlıyoruz ki buralarda tarımsal cemaatler üstelik mensuplarını kamu kâhya veya görevlilerine karşı da koruyordu ve bunun için de “malikâne” örfünü öne sürüyordu.
Bu ülkeler büyük emlâki bildiler ama Batı’da revaçta olan işletme şekli bunlara yabancı kaldı. Gerçi dünyanın o çağlarda erişmiş olduğu genel teknolojik düzey, bir takım benzerliklerin bulunmasını intaç ediyordu. Netice itibariyle temellük şekilleriyle bunların değerlendirilme yöntemleri fazla sayıda değildi. Ancak benzerlikler müşterek etkiyi tazammun etmezler.[11] Mısır, dünya sosyo-ekonomik tarihinde ve de Osmanlı döneminde, özelliğini korumuş bir ülke olup bunun üzerinde duracağız.
Birçok yabancı boyunduruğa vurulmuş İtalya, tâbiiyet bağları açısından şaşırtıcı tenevvü arz eder. X. yy.da, Bizans’ın doğruca yasasının hükmünü sürdürdüğü bölgeler, feodaliteyi bilmiyorlardı. Bu bölgeler bir takım prensliklerin, ya da basit tarımsal senyörlüklerin merkezi olmuşlardı. Asker uyruklara toprak veriliyordu: Bizans alanında ilke olarak alınıp satılamaz bu küçük mülkler, toprak temlikleri, Sicilya’da iktâ tesmiye edileceklerdi. Buna karşılık, genel bir karaktere bürünmüş sadakat yeminlerine rastlanırsa da, şu meşhur “hommage” ritusu bu alan içinde hiçbir yerde vaki olmaz. Keza fief de yoktur buralarda. Bir takım özel hizmetlerin tediyesi olarak toprak verilmesi kavramı beliriyorsa da özel yemine karşılık olanına gözümüz takılmıyor. Sağından solundan dış etki ve fatih serüvenlerinin sürtündüğü Sardenya adası da feodaliteye kapalı bir senyörlük ve köylü ortamı olarak kalacaktı.[12]
Daha şimdiden Bizans düzeninin, bir Carolingien, Normand feodalizminden “başka bir şey” olduğu gerçeği gün ışığına çıkar oluyor. Bununla birlikte Batılı feodalizm uzmanları, feodal rejimin babalığı Carolingien Avrupa’ya mı atfedilecek, yoksa Batı feodalizmi kadim toplumlarca denenmiş uygulamaların vârisi mi oluyor? diye soruyorlar. Ve nihayet başka ülkeler, kendi “Ortaçağ”ları içinde Batınınkine yakın bir rejim mi oluşturmuşlardı?
Bütün “acculturation”[13] sorunları gibi bu da tuzaklarla doludur. Ortada çok farklı uygarlıklar vardır. Ayrıca, daha önce de söylediğimiz gibi, feodaliteyle ancak yüzeysel benzerlikleri bulunan siyasî ve içtimaî rejimleri nitelemek üzere “feodalite” sözcüğüne bir imdat simidi gibi yapışan bir lügatçe ile de karşılaşılıyor. Kâh aynı bir olay farklı terimlerle ifade ediliyor, kâh hiçbir surette kabil-i telif olmayan hadiseler aynı adla tesmiye ediliyor. Sadece köylü bağımlıklarını bilmiş ülkeler bu feodalite damgasıyla dağlanabilir mi?
Ününün öz ve nedenini bugüne dek koruyan Max Weber 1864 doğumluydu. Onun da bir takım sathî benzerliklere kapılarak “feodal” terimini biraz uluorta kullanmış olmasını doğal görmek gerekir. Ama bunun dışında söyledikleri o denli oturaklı ki işin bu tarafının üzerinde durulmasa da olur. O, nehirden sulama sistemlerinin önemini ciddiyetle vurgulayan bir sosyologdu. “Antik çağlarda Ortaçağ feodalizmine müşabih bir sistemin sadece başlangıçları bulunabilir; vassal’lık ve beneficium terkibi ya da Roman-Cermanik feodal yasanın gelişmesiyle gerçek bir ayniyet yoktur. Bununla birlikte ‘feodalizm’ kavramının kullanımını onun Ortaçağdaki şekliyle sınırlamak gereksiz ve akıldışı olur. Doğu Asya ve Amerindian (Amerika Kızılderilileri) uygarlıklarının her ikisinin de, işlevleri itibariyle esasta feodal karakterli olarak gördüğümüz müesseseleri vardı. Temeli, savaş ve kralî hizmetlere hasredilmiş ve imtiyazlı toprak tasarruflarıyla, bir tâbi ve silâhsız halkın sağladığı gelir ya da çalışma hizmetleriyle desteklenen bir idareci sınıf olan bu sosyal kurumların nitelenmesinde, feodalizm kavramının kullanılmaması için neden yoktur…”[14] sözleri onun bu konuda ılımlı bir orta yol seçmiş olduğunu gösterir.
Mezopotamya’da “ekonominin temeli sulamaydı zira bu, tüm toprak işletmelerinde başlıca etkendi. Her yeni yerleşme bir kanalın inşasını, gerektiriyordu şu kadar ki toprak esas itibariyle, bir insan yapısı ürün olmuştu. Kanal inşası ise zorunlu olarak, bir nevi kolektif sosyal örgütlenmeyi gerektiren geniş ölçüde bir işlem oluyor; bu, bakir ormandan tarla açmanın nispeten ferdiyetçi faaliyetinden çok farklı bir şeydir. Bu itibarla Mezopotamya (ve Mısır’da) da monarşinin ezici hâkimiyetinin temel iktisadî sebebi budur… Babilonya ve özellikle saldırgan bir emperyalist devlet olan Asur için savaşın ilk amacı, yeni bir site için yeni bir kanal kazacak uyruklar fethetmekti. Sonra bu yeni uyruklar yeni sitede iskân edilir, vergi ve angarya açısından geçici imtiyazlarla donatılırlar ve böylece de krallığın gelir ve gücünün artmasına medar olurlardı…”[15]
“…Askerlerin kendilerine gelince, Hammurabi zamanında kralın askerlerinin askerî fief’lere, profesyonel silâhlı hizmete karşılık olarak verilen toprağa tasarruf ettiklerini görüyoruz.”[16] Kral, firavunlar gibi, ele geçirilen çiftlik hayvanlarının, esirlerin ve toprağın bir bölümünü askerlerine dağıtırdı ama toprak, ya fethedilmiş ülkelerde garnizon göreviyle (buraların eski sakinleri Mezopotamya’ya nakledilirdi), ya da kanalların sorumluluğu ve bahçıvanlık hizmetleriyle ilişkili olarak muntazaman ihsan edilirdi.[17]
Ramses’ler döneminde, orduda bir devlet görevi olarak hizmet edenlere toprak dağıtımına tanık oluyoruz ki bunun kralî hizmet fief’lerinin Asya’daki sisteminden esinlenmiş olması muhtemeldir.[18]
İran yaylasının Batı ciheti ve Mezopotamya’da, tarihin daha ilk çağlarından itibaren bazı hizmet türü, toprağa bağlanmış gibi görünmektedir. Hükümdar için askerî birliklerini elde tutma ve memurlarının ücretini vermenin yolu bunlara toprak temliki idi. Ve Hammurabi ilku’ların, yani üstünde bir kraliyet hizmeti bulunan toprağın, bunu almış kraliyet subayı tarafından satışını, borç karşılığında verilmesini, men etmiş olup ilku toprağının satılması halinde bunun satıcıya iadesini derpiş etmişti. Kerkük’ün Güneybatı’sında Nuzi’de gayrimenkul alım satımı üzerinde yapılan araştırmalar, M. Ö. II. binlerde bütün toprağın krala ait olduğunu, tebaanın bunu ancak bir fîef olarak kullanabildiğini göstermiştir.[19]
Gerçekten Hammurabi yasasının 36. maddesinde “askerin, balıkçının yahut herhangi bir memurun (Nachi-Biltim, vergi ödemekle yükümlü kimse olarak çevrilmiş) tarla, bahçe ve hanesi para ile satılmamalı”; 37. maddesinde “şayet bir kimse bir askerin, balıkçının yahut herhangi bir memurun tarlasını, bahçesi ve evini almış ise, vesikası (hücceti) kırılmış olmalı[20]; o, parasını kaybeder. Tarla, bahçe ve ev sahibine iade edilmeli”[21] deniyor.
A.Galanti, mezkûr yasanın 49. maddesi (“Şayet bir kimse, bir maliye adamından-sarraf-para almış ve buğday yahut susam için ihzar edilmiş bir tarlayı sarrafa vermiş ise ve ona ‘tarlayı işlet ve buğday yahut susam ne olursa ek ve al’ demiş ise, şayet çiftçi tarlada buğday yahut susam yetiştirmiş ise, şayet hasat zamanında tarlada bulunan buğday ve susamı tarlanın sahibi alır ise, tacirden almış olduğu para ve faizi için, buğdayı ile çiftçinin gelirini tacire vermeli”) için bir not düşmüş. Genel olarak son derece ilginç gördüğümüzden bu dipnotu da buraya aynen aktarıyoruz.
“Bu maddeyi ilk defa okuduğum vakit kendimi adeta Hammurabi devrinde zannettim. Ben, Menteşe vilâyetine tâbi Bodrum kazasında doğdum ve bu vilâyetin kazalarından olan Marmaris, Fethiye (eski ismi Mekri)’de de bulundum. Bu üç kazada buğday ve susam çıkar ve tüccar ve sarraf, mahsulü hasat zamanında almak üzere ‘buğday parası’, ‘susam parası’ namıyla rençperlere (ehl-i zürrâa) para ikraz ederler. Buğday ve susam ikraz ve istikraz şartlarında, bu madde ile onu takip eden maddelerde görülen ahkâmdan bazıları müşahede olunur. Bu, 4000 sene evvel Babil’deki âdat ve şerait-i tüccariyenin zamanımıza kadar hemen hemen aynı olarak beka bulması, örf ve âdatın ne suretle hudut geçtiğini ve şerait-i hayatiye-i cedidenin adem-i inkişafından nâşi, âdat-ı mezkûrenin ne suretle muhafaza edildiğini gösterir büyük bir misaldir.”
“Bu mütalâamı aşağıdaki iki misal ile[22] itmam ediyorum. Geçen senenin yaz sömestrinde talebeye, Babil edebiyatını okuttum. Numune olarak gösterdiğim siyasî mektuplar meyanında, Milâttan 14-15 asır evvel yaşamış olan Karduniaş, yani Babil hükümdar olan Burraburias tarafından Mısır kralı olan IV. Amenofis’e gönderilen mektubu kıraat ettim. Bu mektubun ilk kısmını buraya naklediyorum: ‘Mısır hükümdarı IV. Amenofis’e: Karduniaş hükümdarı olan kardeşin Burraburiaş: Ben iyiyim. Sen, evin, zevcelerin, oğulların, memleketin, ekâbirin, atların, cenk arabaların iyi olsunlar.’ Mektubu okuduktan sonra, Tokatlı bir talebe ayağa kalkarak ‘Efendi’, dedi, ‘ben on beş gün evvel İstanbul’da bulunan bir Anadoluluya gelen bir mektubu okudum, mürsil ev halkının sıhhatleriyle beraber ineklerin sıhhatlerinden haber verdi. İşte bu âdet, yani hayvanların sıhhatini sormak ve bildirmek âdeti, buğday ve susam alım satım âdeti gibi, Babil’den kalma bir âdettir.”[23]
Derç etmediğimiz ikinci misalde Galanti, aile hukuku konularında da bazı ayniyetleri vurguluyor.
* *
Bu dünya üstünde tanrılaştırılmış ve “mülk ve raiyet”in mutlak efendisi Firavun, kavlî ilişkiler mefhumuyla ülfet edecek tabiatta değildi. Mısır’da vassal’lık zinciri, fief… gibi şeylerin hiçbirini belgeler kaydetmiyor. Ülke çapında kocaman bir bürokrasi her an varlığını hissettiriyordu.
Mezopotamya’da, Küçük Asya ve İran’da IV. binden Müslüman fethine kadar tarih buralarda baş döndürücü girdaplar yaratmış, birçok olayın feodaliteye uygun ortam yaratma niteliğinde olmasına karşın böyle bir rejimin yerleşmiş olduğu şüphelidir.
Mısır ve Babilonya’dan fazla, şahsî sadakat bağları Hitit devletinde cari olmuş. Bunlar büyük krala, kendilerine toprak verilmiş profesyonel askerleri, eyalet valileri, himaye (“manda”) altındaki krallıkların geniş ölçüde özerk irsî şefleri… bağlardı. Kralın hükümranlığı salt değildi. Belgeler, idareci kastın belli zamanlarda toplanan bir kurultayından söz ediyorlar. Bu toplantıda sadece krala tecdid-i sadakat ve ona hizmet yemini edilmesiyle kalınmıyor, o da, buna karşılık o kastın imtiyazlarına saygı göstermeye ant içiyordu.
Hitit örgütlenmesi Batı’nın tâbiiyet bağlarıyla açık benzerlikler arz ediyorsa da bu konuda fazla hayal kurmamak gerekir. Şöyle ki başlıca kaynaklardan biri olan Hitit Yasası özellikle kralla onun birinci derecede maiyeti arasındaki ilişkilerden söz ediyor. Zaman zaman yenilenen ve tanrıların teminatı altına alınmış ahit ve bunu takip eden bir vergi itası vassal’ları bir senyöre değil, himaye altında bulunan ülke şeflerini bir hâmi güce, yüksek memurları bir hükümdara bağlıyordu ve özelden çok genel bir karakteri haizdi. Ve nihayet ihale edilmiş görev ve mülkler, fief’in çapraşık tabiatına dâhil olan öğelerden yoksundu. Biraz nazik durum arz etmiş olan Hitit İmparatorluğu, doğruca krala bağlı bölgelerde merkeziyetçi, kısmen de federal bir devlet olmuştu. Tanrısal mahiyette, mümessili ölümünden sonra tanrılaştırılan bir krallık müessesiyle, bekçisi olduğu kanunun idamesine atfedilen büyük değere, içinde aristokrasinin yaşadığı kentlerin önemine, kraliyet iktidarının ticarî ekonomiden elde edip de bir bürokrasi ve kuvvetli orduyu beslemek olanağını sağlayan gelirlere binaen devlet yapısının feodal olmadığı istidlal edilir.
Sasanî İran’ı için de aynı şeyler, şimdiden, söylenebilir. Büyük bir bürokrasiyi hizmetine almış olan merkezî yetke, hanedan arasından seçilmiş prenslere veya şahlar şahının sultasını tanıyan mahallî sülâlelere emanet edilmiş bağlı krallıkları yakından denetlemekteydi. Güçlü bir senyör asaleti idare ve ordunun kadrolarını teşkil ediyordu ve bu sonuncusuna ağır zırhlı İranlı süvarilerden ve paralı askerlerden başka köylü piyade birlikleri de dâhildi.
Bu ülke için de politik ve sosyal örgütlenme babında Batı tabirlerinin kullanılmasının aynı derecede karışıklıklara yol açacağı, tıpkı amatör “feodaliteciler”in Gürcistan ve Armeniyye için yaptıkları gibi, kesindir. Buralarda senyörlerin kendi toprakları üzerinde özerk bir yaşam sürdürüp iftirak eğilimi taşımaları feodalite olarak görülmüş. Yani bu feodalite “tutkun”larına göre her türlü disiplini reddetmek feodal olmak için yeterli oluyor.[24]
* *
Bütün bunlardan Helen dünyasının pay almamış olduğu düşünülemez. “Klasik çağda, özellikle Atina’da, özel toprak sahipleri tarafından değil, ancak hukukî kamu kuruluşları eliyle irsî kiraya verilebilirdi. Gerçekten Helen yasası, Roma’nınki gibi, bu yetkiyi özel kişilere bırakmıyordu. Atina’da, klasik çağ boyunca irsî kira, sınırlı toprak sahipliğinin tek şekliydi ve benzer radikal demokratik yapılı sair topluluklarda da bu böyleydi…” Ama savunma görevi, kendini deniz ticaretine verecek olan hoplit’ten paralı askere geçince işlerin şekli değişecek, toprak ferağına getirilmiş olan sınırlamalar ilga edilecekti. Bu sınırlamalar hisse satışları, mülk biriktirme ve terhinin salt yasağını içeriyordu.”[25]
Helenistik çağda da para ekonomisinin revaçta olduğu görülüyor. Her şeyden önce vergiler, çoğunlukla nakit olarak tarh ve tediye edilirdi; bundan sadece devlet tekelinde olan susam ve tahıl gibi mahsuller istisna teşkil ederdi.
“Çok şey Eski Orta-Doğu’dan çıkmıştır! Babilonya’dan, Avrupa Ortaçağının sonuna dek hâkim durumda kalacak olan ticaret şekilleri; Mısır’dan, serfler tarafından işletilen mülk (toprak); yine Mısır’dan köle ev işçisi, liturgy (devlete kişisel hizmet) sistemi ve bürokratik devlet; Mısır ve Yahudilerden manastır ve sair kiliseye müteallik örgütler. Bu itibarla Eski Ortadoğu’nun aynı zamanda Ortaçağların sonuna kadar sınaî üretimde yapılmış teknolojik yeniliklerin büyük çoğunluğunun yuvası olmuş olması büyük ihtimal dâhilindedir.”[26]
* *
Elbe nehrinin kıyılarından başlayan Slav dünyası nasıl bir manzara arz ediyordu? Belge kıtlığından birçok soruya bazı yanıtlar verebilmek için XI. yy.ı beklemek gerekecekti. Az sayıda insanın önüne serilmiş çok vasi alanlar; hayvancılığın yanı sıra ormandan açılmış tarlalar üzerinde önceleri hayli ilkel, sonradan giderek ıslah olan bir tarım; nehirler boyunca kentler doğuran faal bir mübadele hayatı; tüm üyelere müşterek sorumluluk prensibini aşılayan ve ferdî mülkiyeti yasaklamamakla birlikte toprakların büyük bölümüne müştereken tesahup eden kabileler ve bunların altında klanlar ve nihayet üretim araçları, servet ve sınıflar arasındaki farkları artıran büyük mülklerin oluşması gibi özelliklere Roma ya da Bizans’tan gelmiş Hristiyanlık da eklenince Slav ülkelerin birinci bine ait iktisadî ve içtimaî tarihi ortaya çıkar.
Polonya örneğinde, bu ülkenin prensliklere parçalanmasına, kilise muafiyetlerine ve kısmen drujinas yani özel muhafız kıtalarından gelme bir şövalyeliğin imtiyazlarına rağmen klan gelenekleri ve özellikle kamu kurumlarının muhafazası, Devlet’le uyrukları arasındaki ilişki yerine vassal’lık sadakatinin kaim olmasını önlemiştir. Gerçi Piats’lar sülâlesi Polonya’sı Bohemya ve Almanya’nın aracılığıyla öğrendiği bazı Carolingien kurumlarını kabul etmişti ve Batı ile birçok ilişkiyi idame ettiriyordu. Keza bu ülke 1032’de imparatorluk fıef’i olmuştu ve yüz yıl sonra III. Bolislav imparatora Pomeranya ve Rügen adası için hommage arz etmişti. Ama bunlar arızî olaylardı; Ortaçağın büyük bölümü süresince Polonya, hiç değilse hukuken, kamu hizmetlerinin, irsiyetle intikal eden özel temellükünü ve özel mükellefiyetlere tabi şartlı toprak tasarruflarını bilmemiştir. Almanya ve Litvanya’nın etkisiyle kralla küçük krallıkların şefleri, asillerle madunları arasında vassal’lık ilişkileri ancak XIII. yy.dan itibaren düğümlenmeye başlıyor. Bununla birlikte Devlet yapılarıyla toplumlarınkiler bundan az müteessir oluyorlar. Feodal ilham bu ülkede hep eksik kalmıştır.[27]
Bu arada Rusya da Baltık’tan Karadeniz’e uzanan, akarsuların dolandığı büyük karayolları üzerinde ilk adımlarını atıyordu. İsveç’ten gelen silâhlı kervanlar IX. yy.dan itibaren antrepolar kurmakla yetinmeyip şefleri, prenslikler tesis edeceklerdi. Bunlarda Slav ve Skandinav unsur yakın iştirak halinde olup bu prenslikler sonunda Kiev prensinin yetkesi altına gireceklerdi. Böylece ortaya çıkan politik yapı, bir yandan Novgorod’dan Ukranya’ya uzanan ve faal bir ticarî ekonominin beşiği olan bölgeleri, öbür yandan da XII. yy.dan önce az çok boş, içinden orta Don, Oka ve yukarı Volga sularının geçtiği ormanlık alanları içerecekti.
Bu devlette XII. yy.ın ortalarına kadar köylü bağlılıklarına rastlanabiliyor şöyle ki çiftçi ve ortakçılar, prenslere, müstahkem mevki şeflerine ve manastırlara ait büyük mülk toprakları üzerinde gündelikçi tarım işçileri, köle ve azatlılarla yan yana yaşıyordu. Ancak, bu bağlılıklar daha çok iktisadî olup köylülerin statüsü üzerine yansımıyordu. Bundan başka, toplumun yüksek tabakalarında tâbiiyet şekillerine de rastlanırdı. Kiev prensleri, bunların aile efradı ve boyarlar, yani büyük toprak ağaları, drujina’lar sayesinde ilk zamanlar Rusya’sı üzerinde sultalarını kurabilmişlerdi. Fakat yoldaşlar şefe sadece sadakatle bağlıydılar: Her iki taraf da her an kasemini bozabiliyordu. Bunun dışında, XII. yy.dan önce, bunların çoğunluğu toprağa yerleştirilmemiş olup doğruca iaşe ve ibateleri sağlanırdı. Toprağa yerleştirilenlerde ferağ, mutlak mülk şeklinde, bununla talep edilen hizmetler arasında bir bağ kurulmadan yapılır ve bu hizmetler tamamen şahsî mahiyette olurdu. Bu uygulamalar, kamu hukukuyla özel hukuk arasındaki farklar, bütün Slav ülkelerinde olduğu gibi vazıh olmayıp toprak ağaları arasındaki keskin rekabet nedeniyle pekâlâ bir feodaliteye götürebilecekken Kiev Devleti, çok sayıda ve çoğu kez parçalanmış, tâbiiyet piramidi ve fief tahsisi bulunmayan prensliklerden oluşmuş bir konfederasyon olarak kalacaktı. Eski klanların geride bıraktıkları gelenekler, özel bağların çürüklüğüne eklenen vasi boş toprakları ile muhariplerin yer değiştirmeleri ve dolayısıyla da sadakat intikalinin kolaylığı, sağlam bir özel tâbiiyet rejiminin teessüsüne karşı koymuştu. Bu rejimi arka plana itecek daha başka unsurlar da vardı: Ezcümle kent şurâlarıyla köy meclisleri; ticarî mübadeleler ve ganimet gelirleri sayesinde prenslerin maaşlı hizmete alabildikleri memur ve paralı asker kadrolarının varlığı.
XII. yy.da Kiev Devleti’nin büyük çağı geçmeye başlayacaktır: Prenslerin aralarında tepişmeleri, Peçenekler, Kumanlar ve nihayet Moğollar… Bizans ve Doğu ile ticaretin yavaşlaması, Akdeniz yollarını deneyen Batılı tacirlerin Dniepr yolunu kısmen terk etmeleri…
Moğol baskısı ülkenin zinde kuvvetlerini, prensleri, keşişleri, Ukranya köylülerini Kuzeydoğu’ya yöneltecekti. Burada vasi alanlar sürülüp ekilmeyi beklerken prenslikler de bir yandan kurulacak, ilk olarak 1147’de Moskova’nın adı duyulacaktır. Keyfe göre yerleşilebilen alabildiğine geniş topraklar üzerinde Batı’nın etrafını bin bir önlemle çevirdiği tasarruf şekilleri neye yarayabilirdi? Düşünülmüş olsaydı dahi fief, fazla pratik sonuca götürmeyecekti. Bu itibarla toprak, mirasla intikal edebilen mülkler (voçina) şeklinde doğruca basit bağış olarak, herhangi bir şart koşulmadan bol bol dağıtılıyordu şöyle ki hemen sırada olan yoldaşlarla orman aralarına dağılmış mensubînden beklenen hizmet, aldıkları toprak karşılığı değil, vaat edilen sadakatin sonucu olarak görülüyordu. Ve nihayet bazı senyörlerin karşı koymalarına rağmen tâbiler, eski efendilerinin verdiklerini muhafaza ederek bir prenslikten öbürüne geçebileceklerdi. XII. ve XII. yy. Rusya’sında tâbiiyet silsileleri ve savaş tekeli ile feodal toplum bahis konusu olamazdı. Bu, ne son Kiev prensleri zamanında ne de Oka ve yukarı Volga ülkelerinde mahallî prenslerden sadakat ve vergi talep etmekle yetinen Moğollar çağında görülecektir.
Buna karşılık, mülkleri köle ve gündelikçi tarım işçilerinin varlığı ile işleyen bir “domaine” rejimi temeli üzerine örgütlenmiş bir aristokrasinin gelişmesine tanık olunabiliyor. Bu mülkler, toprağa tesahup keyfiyetinin sağladığı mahsusî imtiyazlar, prenslerin kilise arazisine ihsan ettikleri değişik önemde bağışıklıklar ya da sivillere tanınan özerklik sayesinde senyörlüklere dönüşeceklerdi. Gelişme, yerleşik düzenin terakkisine, bazı köy cemaatlerinin dağılmasına, daha çok tarımsal olan bir ekonomi çerçevesi içinde köylüler üzerinde özel yetkelerin baskısına tercüman oluyordu. Bununla birlikle kırsal kesimdeki bağlılıklar, aynı çağlarda Batı’da görülen kadar yaygın olmaktan uzaktı ve köylülerin çoğunluğu, kendi kendini idare eden ve prensin nazarında vergiye, kamu hizmetleriyle yerel milisler içinde hizmete tâbi hücreler olan bağımsız köy gruplarına dâhil bulunuyordu.
Kırsal kesim bir “domaine”e bağlı mıydı? Nüfusun azlığı, onu toprağa bağlayacak ve kaçakları kovalayacak bir merkezî gücün yokluğunda, ona elverişli koşulların sağlanmasını gerektiriyordu: Himaye teminatı, aynı bir domaine’in mutasarrıflarına meclisler kurup seçimle atanmış yargıca sahip olmak, değerlendirmeler sırasında vergi tahfifini talep hakkı, tasarrufları terk etme ya da satma ve bununla birlikte çoğu kez de yeni açılmış arazinin bir bölümünü mülk olarak elinde tutma hakkı… Kısaca Rus köylüsünün çoğunluğu XIV. yy.ın başında hâlâ hürdü. Onu modern çağlar köleleştirecekti.[28]
Öykümüzü burada kesiyoruz; bize gereken, Osmanlı yapısının binası sırasında ona etkisinin bahis konusu olacağı çağların çeşitli sosyal yapılarının tanımlanmasından ibarettir.
* *
Arap alanından itibaren irdelenmesine başlamış olduğumuz “iktâ” konusundan, işbu konunun iyice “sarılabilmesi” için gerekli gördüğümüz sapmalardan sonra bunun derinlerine dalmadan önce yine çok önemli olup gözden kaçması melhuz bir hususa dikkati çekeceğiz. Hatırlanacağı üzere, Batı’da feodalizmi doğuran zeminin karakteristikleri arasında ticarî faaliyetlerin alabildiğine durgunluğu, nakit para fıkdanı nedeniyle gündelikçi işçilik müessesesinin kurulamaması, paranın mübadelelerde nadiren geçtiği ve neredeyse bir “doğal” ekonomi’nin (natural wirtschaft) bahis konusu olması keyfiyetleri vardı. O ise ki tarihin antik çağlarından itibaren Ortadoğu ve Küçük Asya her zaman için kesif ticarî faaliyete sahne olmuştu. M. Ö. II. binde Asurlularca kurulmuş Kaniş kenti (Kayseri yöresinde Kültepe), işbu faaliyetlerin beyni olmakla ün yapmıştı, bin yıla yakın süreyle.[29] Belgelerde her metaın fiyatının ayrıntılarıyla her bölge için ayrı ayrı belirtilmiş olması ciddî bir “para ekonomisi”nin varlığını gösterir. Paranın mucidi olan Lydia’lılar da Küçük Asyalı değiller miydi? Bizans altını, Milâdî I. binin ilk yarısından itibaren “dünya” etalonu olarak geçmiyor muydu? Rusya’nın kuruluşunda İskandinav tacirinin rolünü küçümseyecek miyiz?
Emevî’lerin 750 yılında sukutuyla Abbasî’lerin iktidarı ele geçirmeleri, bir sülâle değişikliğinin ötesinde bir anlam taşıyordu. Tüm rejim tam bir tebeddüle uğrayacaktı. Emevî idaresi, kendilerini Bizans ve Sasanî yönetimine kabul ettirmiş Arap kabile reisleri tarafından gerçekleştirilen bir nevi askerî işgal olmuştu, öbür taraftan Abbasî’ler, kendilerini desteklemiş olan orthodox Müslümanların özlemlerini ve bir gerçek demokrasiyi tahakkuk ettirmek için büyük çaba harcayacaklardı. Emevî’ler döneminde Araplar tarafından fethedilmiş değişik ülkeler farklı kültürel ve ekonomik bölgeler olarak kalmışken, halefleri buralarını büyük bir Müslüman İmp. içinde mezcedeceklerdi.
Abbasî’lerin askerî ve siyasî güçleri, tahta geçişlerinden kısa süre sonra inhitata yüz tutacak, egemenliklerinin portesi giderek daralacaktı. Fakat aynı zamanda Müslüman ülkelerin ekonomik bağ ve birliği kuvvetleniyordu. Artık Halife’nin hükümranlığını tanımaz olmuş ülkeler, imparatorluğun öbür bölümleriyle ekonomik bağlarını koparmıyorlardı. Şu kadar ki, IX. yy. boyunca, ekonomik mübadele üzerine müesses bir dev iktisadî birim ortaya çıkmıştı; eski dünyanın tarihinde muadili hiç görülmemiş bir birim olacaktı bu. Abbasî İmp. Asya ve Afrika’nın öbür bölgeleri ve hattâ daha çok Batı Avrupa üzerinde kahir bir ekonomik hâkimiyeti haiz olacak, bu hâkimiyet iki yüz yıl kadar sürecekti.[30]
Buna koşut olarak, gelişen bir müzdeviç olgu da, ilk Abbasî halifeleri döneminde yeni bir Müslüman burjuva sınıfının Yakın-Doğu’nun ekonomik, politik ve kültürel yaşamında büyük rol oynamaya başlaması olmuştu.
Bu sınıf kısmen yerliydi: İki nehir, Dicle ile Fırat, arasına yerleşmiş İranlılar, İslâm’a girmiş ve ticaretten para yapmış Aramî dil konuşan Hristiyan ve Kiptiler. Ama bu burjuva sınıfı aynı zamanda babaları Arap kentlerinde tacir olan birçok Arap’ı da içeriyordu. Bunlardan kimi Arap da Halife ordularının müteahhitliğinden zengin olmuştu. Abbasî’lerin getirdikleri yeni yaşam tarzı, lüks emtia ve dokuma ticaretini çok kârlı kılıyordu. Ayrıca Halife’nin yönetim kadrosunda bulunmak da birçok servetin saiki oluyordu. Para edinmek için her yol “helâl”di ve dünyada ondan gayri gerçek değer yoktu. Bu yeni zenginler servetlerinin bir kısmını kredi işlerine yatırıyorlardı. Eski Arap kaynakları daha VIII. yy.ın sonunda ticaret ve sınaatta çeşitli tipten kredi düzenlemelerinin tamamen mutat olduğunda şüphe bırakmıyor. Bunlardan bir tanesi mudaraba, yani bir tarafın sermaye, öbür tarafın emek koymasıyla meydana gelen ortaklıktı.
Genel olarak, Hanefî mektebince kredi, yasal bir yatırım türü oluyordu. Ama bu yeni zenginler paralarının bir kısmını da toprağa yatırıyorlar ve arazi artırmanın bütün yollarına başvuruyorlardı. Zengin girişimci işadamları, en çok kâr getiren iş olarak vergi mültezimliğini üstleniyorlardı.
İslâm hukukçularının çoğunluğunun tacir sınıfından olmaları itibariyle Irak’ta, Abbasî’ler çağında çok nüfuzlu, etkin Hanefî hukukçular tarafından geliştirilen hukukî prensipler, büyük ölçüde ticarî uygulamayı yansıtıyordu. Kimi dindar ilâhiyatçı da doğru yanlış Hadîs’lerden Peygamber’in servet terakümüne cevaz verdiğini kanıtlama gayretine düşmüştü.
Yeni Müslüman burjuvazinin ciddî bir ekonomik etken olmasıyla siyasî hayatta rol oynamaya başlaması arasında neredeyse bir asır geçecekti. İslâm İmp.nun rütbe silsilesinin tepesinde yer kapabilmesi zamana mütevakkıf bir olay olmuştu. İran’ın kibar takımı dihkanlar daha Emevî’ler döneminde yönetimde önemli köşeleri tutmuşlardı, ilk Abbasî halifeleri zamanında İran aristokrasisinin mümtaz durumu, yeni idarecilerin meydana getirdikleri değişikliklerin göze çarpan veçhelerinden biriydi. Halife El-Mamûn (813-33) devrinde artık üst burjuvazi sosyal mertebeler merdivenine tırmanmaya başlayacaktı. Bu arada da hutbelerde işitilen “Mevlâ mülûkul Arabî ve’l- Acem” sözü, Halife’nin Arap olan ve olmayan ulusların hükümdarlarının mevlâsı, yani efendisi, en büyüğü olduğu manasını taşımaktadır. Burada geçen “mülûk”, işgal altına alınmış topraklar üzerindeki ulusların şefleri olmalı ki örneğin İran’da köy ağaları (dehkanlar-dehkanân) bunlardan olabilir. “Acem” tabiri ise “yabancı” manasına olup güncel Türkçedeki “acemi” sözcüğü bir yabancılık kavramını taşımaktadır şöyle ki her yabancı kişi, yeni geldiği bir muhitin (İranlının İslâm dünyasına girişi), yeni girdiği bir işin “yabancısı” olur…[31]
Altının yayılmasının, sanayiin ve dış ticaretin genişliği ve de bir yeni ve zengin Müslüman burjuvazisinin zuhuruna bakarak Abbasî’ler İmp.da niçin bir gerçek kapitalizmin gelişmediği sorusu ortaya çıkıyor: Abbasî’ler döneminde Orta Doğu ekonomisinin kapitalizm öncesi (precapitalism) aşamaya varmış olduğu şüphe götürmezdi.
İslâm İmp.da bir zengin, tüccar toprak sahibi sınıfının, rasyonel sermaye muhasebesi yöntemleriyle faaliyet göstermesi ve nispeten serbest bir pazarın varlığı bu ekonomiyi gerçek kapitalist olarak nitelemez. Abbasî’ler döneminde Orta-Doğu ekonomisinin bazı sektörlerinin bir kapitalist karakteri haiz olmasına karşın bu ekonominin tümü bundan yoksundu. Sermaye terakümü henüz Yakın-Doğu’nun sınaî istihsalini denetim altında tutacak mertebeye gelmemişti.
Gerçek kapitalist düzen kurulamamıştı ama mevcut olanı da her halükârda feodal değildi: Bu sonuncusunun panzehiri burjuva eğilimler olmuyor muydu?… Devam edelim.
Faiz yasağı da, ilerde (“Mübadele Teknikleri” cildinde) ayrıntılarıyla irdeleyeceğimiz gibi, ne bir gerçek ekonominin gelişmesini önlüyordu, ne de bankacılığın inhisarını gayri Müslimlere bırakıyordu. Müslümanlar, Selçuklularda sık rastlandığı gibi, ribâ yasağının, uygun şer’î hile ile üstesinden geliyorlardı. Ama İslâm veraset kanununun, sermaye birikimini engellediği de bir gerçekti: Servet, vârisler arasında dağılıyordu.
Bunun dışında İslâm hükümetlerinin kendi ticari faaliyetleri de bir kapitalist ekonominin gelişmesine engel olarak dikiliyordu. Az çok her Müslüman ülkede ve her dönemde, sultanlar ticaretle iştigal ediyor, vergi olarak topladıkları büyük miktarda tahılı pazarlıyor, dış ticaretten pay alıyorlardı. Deniz filoları kendi ülkelerinin ve Hindistan’ın değerli mallarını Mağrip ve sair yerlere ihraç ediyordu.[32] Ordular, maaşlarını nakit parayla almaya devam ediyor, her Halife tahta çıkışta “cülûs bahşişi”ni dağıtması mutat hale geliyordu.[33]
Ve sonunda, XI. yy.da, egemenlik askerlere geçecekti. Bu da birçok yazarın, bu arada da Prof. Asthor’un “askeri feodalizm”den söz etmesine vesile teşkil edecekti[34] ama hep söylediğimiz gibi, burada da koşullar yine Batı feodalizminkinden farklı olacaktı.
[1] Tarafımızdan belirtildi. Zikreden S. A. Sıddıkî.- op. cit., s. 95.
[2] ibd., s. 91-7.
[3] M. A. Mannan.- İslâm ekonomisi. Teori ve pratik, İst. 1976, s. 138-9.
[4] ibd., s.. 160.
[5] İsmet Kayaoğlu.- İslâm kurumları tarihi, Ank. 1980, s. 85.
[6] Tarafımızdan belirtildi.
[7] Sahîh-i Buharî, VII, s.173.
[8] ibd., s.190.
[9] ibd. s. 191-5.
[10] Coll.- İslâm’da ekonomik ve sosyal düşüncenin çağdaş görünümü, Ank. 1978, s. 137- 141.
[11] R. Boutruche.- op. cit. I, s. 104-5.
[12] ibd., s. 224.
[13] Bkz. B. Oğuz, C. I, s. 45 ve dev.
[14] Max Weber.- The agrarian sociology of ancient civilisations. Transl. R. I. Frank, London 1976, s. 38.
[15] ibd., s. 84.
[16] ibd.,S. 88.
[17] ibd., s. 97.
[18] ibd., s. 118.
[19] Ann K. S. Lambton.- Landlord and peasant in Persia, Oxford 1953, s. 10-1.
[20] Hüccetin içeriği kil levha üzerine yazıldığından “kırmak” tabiri kullanılmış.
[21] Avram Galanti.- Hammurabi kanunu, İst. 1925-1341, s. 22.
[22] Biz sadece bunlardan ilkini derç ettik.
[23] Galanti.- op. cit., s. 25.
[24] R. Boutruche.- op. cit., s. 237-57.
[25] Max Weber.- op. cit., s. 189.
[26] ibd., s. 353.
[27] R. Boutruche.- op. cit., s. 275-9.
[28] ibd., s.279-83.
[29] Bkz. P. Garelli.- Les Assyriens en Cappadoce, Paris 1963 ve K. R. Veenhof.- Aspects of old Assyrian trade and its terminology, Leiden
1972.
[30] E. Ashtor.- op. cit., s. 71.
[31] Osman Ergin.- op. cit., s. 32, infra s. 1.
[32] E. Ashtor.- op. cit., s. 109-114.
[33] ibd., s. 233.
[34] ibd., s. 168 ve dev.