Sümer mitolojisinde tanrı Enlil bitkilerin, büyük ve küçükbaş hayvanların, tarım âletlerinin ve uygarlık sanatlarının en âlî kaynağı idi. Gerçi o bütün bunları, onun talimatına göre hareket eden, yine kendi yarattığı talî tanrılar vasıtasıyla dolaylı olarak var ediyordu.
Enki önce Ur’ u, sonra da, muhtemelen Mısır’ ı ifade eden Meluhha’yı, balıkla doldurduğu Fırat ve Dicle nehirlerini ve İran körfezini ziyaret ediyor. Bu ilginç mitos’tan bir parçayı, Kramer’in çevirisinden okuyalım:
“ Sabanla boyunduruğu o (Enki) idare ediyordu
Büyük kral Enki öküzü… yaptı;
Saf mahsullere o kükredi;
Sebatkâr tarlada taneyi büyüttü;
Ovanın efendisi, ziyneti, süsü
Enlil’in…… çiftçisi,
Enkimdu, kanalların ve hendeklerinki,
Enki onu bunlarla görevlendirdi
Efendi sebatkâr tarlaya seslendi, daha çok tane üretmeyi
teşvik etti,
Küçük ve iri bakla (ve/veya fasulye)yi ortaya çıkardı
Taneleri… tahıl ambarı için yığdı
Enki ambara ambar ekledi,
Enlil ile toprakta bereketi artırdı;
…”[1]
“Babilon’un imkân ve zenginlikleri hakkında birçok işarda bulunacağım ama aşağıdaki bilhassa çarpıcıdır. Mutat vergi dışında, bütün İran imparatorluğu, kral ve ordusunun ikmali için bölgelere ayrılmıştır ve on iki aydan dördünde ikmal Babilonya arazisinden yapılır, geri kalan sekiz ayda da bunu, Asya’nın geri kalan kısmının tümü sağlar. Bu da Asur’un imkânlarının Asya’nın tümünün üçte biri kadar olduğunu gösterir. Asur valiliğinin (İranlıların ağzıyla satraplığının), bütün taşra memuriyetleri içinde, en büyük şiddetle arzu edileni olduğu görülecektir.” diyen Herodotus, işbu valinin zenginliğini anlattıktan sonra devam ediyor: “Asur’da yağmur az olup ancak tohumu patlatıp köklerin gelişmesini başlatmaya yetecek kadar rutubet sağlar, ama taneyi şişirmek ve onu olgunluğa eriştirmek için sun’î sulamaya başvurulur; bu, Mısır’da olduğu gibi nehrin tabii taşmasıyla değil, çiftçilerin el tulumbalarıyla olur. Mısır’da olduğu gibi, bütün ülke kesişen su setleriyle doludur… Tahıl üreten ülke olarak Asur dünyanın en zenginidir. Burada incir, üzüm veya zeytin ve sair meyve ağacı yetiştirmek için herhangi bir teşebbüste bulunulmaz ama tahıl tarlalarının imbat kabiliyeti o denli büyüktür ki bunlar normal olarak bire iki yüz, hattâ fevkalâde yıllarda bire üç yüz verir. Buğday ve arpanın başağı en az üç parmak genişliğindedir. Darı ve susam ise, çok iyi bilmeme rağmen ne şaşırtıcı boyuta ulaştığını söyleyemeyeceğim; şunu da iyice biliyorum ki Babilonya’ya gitmemiş olanlar, orasının imbat kabiliyeti hakkında söylediklerime bile inanmamaktadırlar…”[2] Bu itibarla tarla tarım tekniğinin çok erken gelişmiş olduğuna şaşmamak gerekir. Çivi yazısının ilk pictogram’ları (III. binin ilk yarısı) arasında, sadece bel’in değil, sabanın da işareti yer alır (şek. 19).
Şek. 19.- “saban”ın eski pictogram’ları. Her iki resmin solunda: ok. sağda: saban ucu ve bundan uzanan iki tutak (Diet. arch, des techn.’den) |
Eski Sümer ülkesinin arazisi her şeyden önce büyük tarıma göre örgütlenmişti. Geniş ve muğlâk bir kanal şebekesi, mümkün olduğu kadar çok toprağı sulardı. İster tapınaklara, isterse Kral veya özel kişilere ait olsun, bu toprak bir çit veya sınır duvarcıkları sistemiyle, çoğu kez bir bur, yani yaklaşık 6 hektar veya bu yüzeyin katı ölçüsünde kısımlara bölünmüş ve bunun çoğunluğu büyük tarıma tahsis edilmişti… Bu sonuncusuna daha çok tahıllar, özellikle arpa ve ayrıca da has buğday, kızılca buğday ve sair türler ekilirdi; bunlara kuru sebze elde etmek için ekilen fiğ ve unlu sebzeleri de eklemek gerekir. Yağ ihtiyacı da mutat olarak susamdan karşılanırdı. Küçük tarım olarak da yeşil sebzeler ve “ iyi otlar” ekilirdi.
Çiftçilere, az çok “rençper” karşılığı olan errêşhu denirdi.
Ve bu doğrultuda Hammurabi Kanunu[3] (italikle hukukun şimdiki telâkkiye göre tercemesi verilmiştir):
“Madde 42.- Şayet bir kimse, ziraat etmek kastıyla bir tarla deruhte eder ise ve tarlada buğday (dane, hububat) yetiştirmez ise ve şayet, tarlada iş görmediği kendisine ihtar edilir ise, hem hududu olanların nispetinde, tarlanın sahibine buğday vermeli – Ziraat kastıyla bir tarla deruhte eden kimse, tarlanın mücavir toprağının mahsulü nispetinde, tarla sahibine karşı mesuldür.”
“Madde 43.- Şayet o, tarlayı işletmediyse ve terk ettiyse (ihmal ettiyse) hem hududu olanın nispetinde, tarlanın sahibine buğday vermeli. Ve terk etmiş olduğu tarlada kendiliğinden bitenleri düzeltmeli (kökünden sökmek) ve onu (tarlayı) çit ile çevirmeli ve tarlanın sahibine iade etmeli-baladaki maddeye tevfikan tarlayı ziraatsız bırakan kimse, tarlanın mahsulünden mesul olur ve bundan başka, ziraat işlerini, zamimeten, deruhte etmeli.”
“Madde 44. – Şayet bir kimse, açmak kastıyla üç sene için yeni bir toprak deruhte etmiş ve tarlayı açmamış ise, dördüncü senede kendiliğinden bitenleri düzeltmeli, çapalamalı ve çit ile çevirmeli, tarlanın efendisine vermeli ve beher 10 gan[4] için 10 gur[5] buğday ölçmeli – Açmak kastıyla üç sene müddetle yeni toprak deruhte eden kimse, onu terk ve ihmal ettiği takdirde, açmak işini bilâhare deruhte etmeli ve bundan başka beher on gan için on gur ita etmeli.”
Bu minval üzere devam eden Kanun’un tarımla ilgili maddelerinden tarımın bir hükümet politikası olduğu ve işlenmemiş toprağa izin verilmediği anlaşılıyor.
Eski Babil kralı Ammi-Şaduga Fermanı’ndan da aynı konuda iki madde görelim:
“ Madde 12 – Kira karşılığı tahıl olarak ödenen bakiye borçlar ve Şuhum ( bir yer adı) sırtlarının tahıl bakiye borçları, kral memlekette adaleti tesis ettiği için affedilmiştir, tahsil edilmeyecektir…”
“ Madde 13. – Babil ve çevresinin yabancı tımar sahipleri, balıkçılar, askerler, muşkenum’lar ve devletten toprak kiralayanların tahıl, susam yağı ve ufak tefek mahsullerini kendileri ile paylaşan paylaştırıcı (mahsulün, arazinin sahibi ile işleyen arasında bölüştürülmesi), kral memlekette adaleti tesis ettiği için serbest bırakılmıştır. Paylaştırılmayacaktır. Satılık ve iş için kullanılan ( bir tımar sahibinin ortaklarının yardımı ile – tarlalarının icar ve işletilmesi) tahıl, eski usule göre bölüşülecektir.”[6]
Devam etmeden önce, önemli bir hususa dikkati çekelim: Sümerce yukarda mezkûr GAN, tarla, göllenmiş tarla anlamına gelmektedir[7]. Böyle olunca da ortaya bir tarım toprağı birimi çıkıyor, Tıpkı Osmanlı’daki “çift” kavramı gibi…
Bakir toprağı ekilebilir hale getirmek için onu her şeyden önce “patlatmak, dibini delmek”- maiâni mahâsu= “saban ucuyla vurmak” gerekir[8]. Bunun için eldeki imkânlar nispetinde derin sürülecektir. Bunun için “çift öküzleri” ile çekilen ve harbu tesmiye edilen bir saban kullanılırdı. Sürgü – tapan (maşkakâtu), kesekleri parçalayıp toprağı yayarak işi bitirirdi. Maşkakâtu aslında dişli tırmık oluyor. Aşağıda tarımla ilgili olarak seçip verdiğimiz lûgatçe, Sümer’de, daha genel olarak Mezopotamya’da, çiftçilik teknolojisinin ileri seviyesinin ifadesi olmaktadır. Aksi ifade edilmedikçe sözcükler Akkadcadır.
Marâru: kesek kırmak, ilk sürmede meydana gelen kesekleri ufalamak;
ugaru: ekime hazırlanmış, göllenmiş tarla; abşinnu: saban izi; aldû: tohumluk, yemlik; alpu (Akkadca) – gud ( Sümerce): öküz; dâşu, dıâşu: harman döğmek, çiğnemek; erêşu: toprak sürmek, bu sözcük Arapça “hars = tarla sürme” sözcüğüyle ilgilidir. Bundan erreşu: toprak süren, işleyen; erşu: işlenmiş; mereşta – mîtriştu: işlenmiş toprak sözcükleri iştikak etmiştir. Eşêdu: (orakla) biçmek, mahsul toplamak – hasâdu: Arapça “ hasad”; harbu (Sümerce GIŞ APİN): tohum ekme sabanı[9] (şek. 3). Buna epinnu da denirdi.
Konunun dışında olmakla birlikte, dikkatimizi çeken bir sözcüğe de yer verelim. Harranu: yol, sefer; harran sârrim: ordu hizmeti. Antik Harran kenti, adını içinden yolların geçmesi nedeniyle mi almıştı?… Keza manzaltu da bizim ( Arapça ) “menzil” oluyor. Devam edelim.
Kurullu: ekin destesi; makâsu: mahsulden hisse almak, mahsulü arazi sahibi ile işleyen arasında bölmek; mâkisu: araziyi kiralayanla kiraya veren arasında mahsulü bölen kimse. Bugün Arapça “kısm”dan “mukaseme” = taksim etme, paylaşma; “mukasm” = taksim eden sözcükleri işbu Akkadca sözcükten iştikak etmiş olmalıdır.
Takşîtu: icar ve işletme, tımar sahibinin (ortaklarının da yardımı ile ) tarlayı işletmesi; zêru: tohum, tohumluk, ahfad. Arapça “zer” ekmek demek değil mi?…
Sümerce GAN: tarla, göllenmiş tarla[10] olup yukarda gördüğümüz gibi aynı zamanda bir ölçü birimi de oluyor.
Bu dönemde saban izleri 50şer cm. arayla açılıp tohum atılırdı. Şek. 3’deki özel saban (harbu – epinnu)ın çalışması hakkındaki tahminlere göre 6 Ha tarlaya 300- 600 lt. tohum gerekip burası azami 9000 lt. tane veriyor.
Tohum atma bittikten sonra sürgü – tapanla kapatılır ve bu işlemler Eylülle Aralık arasında yapıldığından, artık kış yağmurları beklenirdi. “Babilonya’da tahılların ilk sürgünleri iki defa koparılır ve bir üçüncü kez, bunların saplarını büyütmek için, sürülere yedirilir; böyle yapılmazsa ekinler sadece yaprak verir” diye anlatıyor Theophrastos ile Büyük Plinius, nebatat üzerindeki eserlerinde[11]. Gerçekten bunlar Hammurabi Kanunu’nun 57 ve 58. maddelerine uygun düşüyor.
“Madde 57. – Şayet çoban, otu hayvanlara yedirdikten sonra tarlanın sahibiyle uyuşmamış ve tarla sahibinin muvafakati olmaksızın koyunlarını tarlada otlatırsa sahip, tarlasını hasat etmeli. Tarla sahibinin muvafakati olmaksızın koyunları otlatan çoban, fazla olarak tarlanın sahibine beher 10 gan için 20 gur vermeli – sahibinin izni olmaksızın tarlada koyunları otlatan çoban, zarar ve ziyan olarak, 10 gan nispetinde 20 gur tediye etmeye mecburdur.”
“Madde 58.- Şayet, koyunlar tarlaya koyuverildikten sonra (sürüklendikten sonra) kapuda delik kazmışlar ise, koyunları tarlaya koyuveren ve koyunları tarlada otlatan çoban (tarlayı) gözetmeli (tarlaya bakmalı) ve hasat zamanında tarlanın sahibine on gan için altmış gur buğday ölçmeli – Umumi otlama zamanı geçtikten sonra, yabancı tarlada otlatmaya devam eden çoban, tarlanın hasadının beher on gan’ı için, altmış gur tediye etmeye mecburdur.”
Hasadın, bugün Irak’ta olduğundan (Mayıs ortası) daha erken yapıldığı görülüyor zira klasik takvimde “Hasad ayı- varah esêdi” adını taşıyan, Şubat-Mart ayları oluyor.
Hasatçılar ya kıvrık bir tahtaya geçirilmiş çakmak taşlarından oluşan, ya da metal (bronz) oraklarla (nigallu) çalışırlardı. Bunlar çiftçiler gibi uzman kişiler olmayıp hasat zamanında kiralanan düz işçilerdi. Kesilen başaklar harman yerine (maşkânu) taşınır, burada elle ya da hayvanların çektiği merdanelerle – loğlarla (narpasu) dövülürdü. Sonra “ temizlenip” savrulurdu (zukku).
Çeşitli çivi yazısı metninden, eski Mezopotamya’nın ekonomisinde tarımın önemi belli olmaktadır. Bunlarda yılda hasat edilen tane miktarları verilmektedir. Bir başka mektupta Hammurabi, Sîn – idinnam adlı vezirine, bir görevlinin, tek başına, kiralamış olduğu tarlaların kira bedeli olarak saraya, önemli bir miktarda para dışında, 5400 hektolitre susam ödemesi gerektiğini bizzat hatırlatıyor.
Tahılların önemi o denli büyüktü ki, mübadele vasıtası olarak metalin kullanılmaya başlamasına rağmen “gümüş”e koşut olarak “dane”, para gibi geçmekteydi[12]. Ülkenin ekonomisinde tahılların yanı sıra gerçekten önemli bir yer tutmuş olan faaliyet de hurma yetiştirilmesi olmuştu. Hurma, çekirdeklerini demirciler yakıt olarak kullanırken kırılmış halde bu çekirdekler, beslenmesi istenen hayvanlara verilirdi. Hurma üretimi de önemli yekûna baliğ olurdu.
Ağacının gishimmaru adı Sümer kökenli olup bu, Mezopotamyalıların mezkûr meyveyi, ülkenin ilk “uygarlaştırıcısı” Sümerlilere borçlu olduklarını gösterir. Bunun yetiştirilme şekli üzerine yayılmayacağız. Sadece, bugün incire uygulanan dölleme sisteminin o zaman hurmaya da uygulandığım zikredelim. Rüzgâra güvenmeyip yapay döllendirme yoluna gidiliyordu. Müzelerde çok çeşitli şekilleri bulunan işbu döllendirme şek. 20 de ifade edilmiştir.
Şek. 20.- Ritüel bir polenleme (döllendirme ) sahnesi (I. binin ilk yarısı). Bu iki (erkek) melek, hurma ağacı uzmanlarının hareketlerini taklit etmektedirler. Dişil çiçekleri, sol elde taşıdıkları kovalardaki eril koçanlarla sürtmektedirler DAT.den).
Şek. 21.- Ürünün siloya doldurulması (III. bine ait Mezopotamya damgası). Silolar, herhalde taşkınlardan korunmak üzere, kazıklar üzerine bina edilmişlerdir. Bugünün merdivenine tırmanan bir adam, bu, herhalde toprak, silindirik silo – kaplara taneleri boşaltmaktadır. Sağda da bir muhasip, işin hesabını tutuyor. (DAT’den).
Yukarda görmüş olduğumuz tarıma ait terminolojiden, Osmanlıcaya Arapçadan geçmiş birçok kelimenin aslının çok daha eskilere dayandığı, Arapların da bunları eski uygarlıklardan tevarüs etmiş oldukları anlaşılıyor.
* *
Mezopotamya’da ilkbaharda, dağlarda karların erimesi ve Dicle ile Fırat’ın şişmesiyle bir tabiî sulama vaki olurdu. Bu keyfiyet, su gereksinmesinin önemli bir bölümünü karşılamış olmalıydı ki Hammurabi Larsa (Babilonya’dan suyun akış yönünde 250 km’de) valisine bir “mektup” yazıyor (postanın, suyun şişmesinden daha hızlı gittiği anlaşılıyor): “Taşkın geliyor… ‘bataklık’ yönünde ‘kapak’ları aç ki Larsa civarının bütün mezraları suyla dolsun”.
Belki de bahis konusu “bataklık” bir büyük göl, bir su deposu olarak ayarlanmış az çok yapay bir göletti. “Kapak” tabiriyle de büyük bir su akışını göğüslemek üzere öngörülmüş kanallar ya da yardımcı akıntı mecraları kastedilmiş olmalıydı. Böylece işbu doğal taşkının, belli bir ölçüde rasyonelleştirilmesi ve etkilerinin sınırlı bir mevsimin ötesinde devam ettirilmesi sağlanmış oluyordu.
Ancak, istendiği kadar toplanabilse de tarlaların bütün yıllık ihtiyacını bu suyun karşılaması mümkün değildi. Bu nedenle de yapay sulama’ya başvurulmuşu. Bunun Mezopotamya’da başlıca kaynağı, nehirlerden itibaren kazılmış engin kanal şebekesiydi. Bunlarla su, mümkün olduğu kadar uzağa ulaştırılıyordu. En eski yazıtlardan itibaren krallar, tanrıları yüceltmekte olduğu kadar kanal kazma alanındaki başarılarından öğünüyorlar: “Ben Ur – Nanshe, Lagash Kralı (III. binin ortaları)… Tanrıça Nanshe’nin tapınağını inşa eden, Nanshe’nin heykelini diken… ve EDİN kanalını inşa edenim…” Bir başkasında da “Ben, Hammurabi (II. binin ilk yarısı)… Hammurabi – Halkın Zenginliği kanalını kazdım ve böylece Sümer ve Akkad ülkesine su ve refah getirdim…” deniyor.
Şek. 22. – Eski Sümer yazısında (M.Ö. 3000 ile 2500 arası) “bahçe”nin pictogram’ı, bir kanalın kenarında ağaçları temsil ediyordu; bu keyfiyet ekinlerin sulanmasının zorunluluğunu vurgulayıcı mahiyettedir.
Bu kanallar arasında doğruca nehir ve derelerden hareket eden ve bunlarla aynı marû adını taşıyan genişleri; bunlara varan giderek daralanları vardı: Hâlâ gemi yüzdürülebilecek kanaldan hendeğe, hattâ basit sulama harkına kadar (palgu, pattu, igu, hiritu, atappu).
Bunların çoğu doğruca toprağa ve belki de tercihan kurumuş eski dere yataklarına kazılmıştı. “Şayet bir kimse, kendi (su bendinin) takviyesi hengâmında tembel (idiyse), bendini sağlam (yapmamış) ise, (kendi) bendinde bir delik açılır ve tarlayı su altına alır ise, delik açtığı bendin sahibi, bozduğu (izrar ettiği) hububatı tediye etmeli – su cereyan edecek derecede, su bendini zayıf inşa eden kimse, zarar ve ziyandan mesuldür. O kimsenin, takyidat-ı muktaziyeye tevessül eylemesini icap ederdi” diyor Hammurabi Kanunu’nun 53. maddesi. Buradan anlaşıldığı üzere kanallar genellikle içinden geçtikleri tarlaların seviyesinden biraz yüksekte olup iki yanları birer toprak setle (igu veya kâru) ikmal edilmişti; suyun tarlaya alınması için bu setlere oluk açmak yeterliydi. İş bitince bu oluk tıkanırdı.
Bütün bir idarî personel bu kanal şebekesinin bakım ve tamiriyle görevliydi: “kanal müfettişleri (gugallu)” ve suların dağıtımını gözeten sêkeru’lar bunlardandı.
Bu kanallar, Hülagû’nun 1258’de Bağdad’ı zapt edip her şeyi yerle bir etmesine kadar “ ülkeye su ve refah “getirmeye devam etmişlerdi[13].
Sulama işi, tarlalarla bahçe – hurmalıklarda farklı tekniklerle yapılırdı.
Her çiftçinin bu işi az çok bilmesine rağmen gerçek uzmanların varlığı da metinlerden görülüyor. Tarlalarda birkaç kez ve bilhassa tohum atmadan hemen sonra, tarlaların yüzünü su altında bırakarak toprağın derinlemesine rutubetlendirilmesi bahis- konusuydu; bazen de suyu zemine daha iyi sokmak için sonradan öküzlerle saban geçirilirdi. İşlem, özellikle hasattan hemen sonra tekrarlanarak tarla, gelecek ekime hazırlanırdı. II. binin ilk yarısına ait bir metinden bunun üç aşamada yapıldığı anlaşılıyor: “Bolca su gönderdim: iyice rutubetlendi! Aiiar (Nisan – Mayıs) ayının 1’inde, bir ilk kez; yeni ay günü bir ikinci kez ve bir üçüncü kez de yeni ayın ertesi günü…”, yani üç gün arka arkaya[14].
Suyun yükseltilmesinin gerektiği yerlerde, ezcümle kuyulardan çekilmesi veya kanal suyunun daha yüksek seviyede bir yere akıtılmasının gerektiği hallerde, seren (şaduf), o zamanlardaki adıyla shiknu’lar kullanılıyordu. Bunların önemlilerinin dikmeleri kârgir olurdu. Yine I. ciltte görmüş olduğumuz gibi (s. 332 şek. 3 ve fot. 8 ve 9) bu insanlar, üstünden kovanın ipinin geçtiği kuyu makarasını da kullanmışlardır. Bu şek. 3’de, ortadaki çift yuvarlak, kuyu çemberi ve su tabakası olarak tefsir edilmişse de, işbu makarayı temsil etmiş olması da muhtemeldir.
Yeraltı sularının toplanması için kazılan yatay galerilerden (kanat – kariz) daha sonra söz edeceğiz.
Şek. 23. – Şaduf’un atası. Akkad döneminin (M.Ö. III. bin) bir silindirik damgasından
( A history of technology’den)
Şek. 24.- Şadufla dereden su yükselten Asurlular. Dikmesi topraktan (kerpiçten) yapılmış bu âletlerin önünde tuğladan bir sahanlık, çalışanların işini kolaylaştırmaktadır. Ninive’de Sennacherib’in sarayından (M.Ö. VII. yy.), (A history of technology’den).
İttıratlı kovayı salma, çekme ve boşaltma hareketlerini terennüm etme itiyadında olan bir işçi, günde 600 galon ( yakl. 2200 lt. ) kadar su yükseltebilirdi.
Sürekli akışı günde yarım akr’a kadar ( yakl. iki dönüm) yer sulayabilen hayvanla döndürülen su çarkı, kabartmalarda resmedilmemiş olup klasik dönemlere kadar kullanılmamış olmalıdır, ancak bunun ithalinin Ahmenî’ler zamanında vaki olmuş olması muhtemeldir[15].
Sürekli akan derelerin mevcut olmadığı yetersiz yağışlı mahallerde sulama ve daha genel olarak, insanın yaşamı, kuyu ve pınarlara ve de su depolama tertiplerine bağlı kalır. Su, geçirgen olmayan tabakalar üzerine oturmuş bir geçirgen kayanın bulunduğu yerlerde mevcut olabilir; bu kaya yeterli yağmur tutup yüzeye de kâfi derecede yakın olmalıdır.
İlk kuyuların kazılma yöntemleri bugünkü Arabistan’da bedevilerin kullandıklarıyla aynı olmalıydı. Çapa veya küskülerle bir çukur açılır. Yumuşak toprak çukurun etrafına istif edilerek bir siper teşkil edilir; bu siper hayvanların çukura fazla yaklaşarak içine düşmelerini veya kuyuyu kirletmelerini önler; keza bu siper rüzgârın getirdiği kumun da çukura dolmasına engel olur. Kuyunun içi taş, tuğla veya ahşapla takviye edilir. Sağlam kayada kazılmışsa buna gerek kalmaz ancak bu takdirde kazma işi güçleşir. Kayayı kızdırıp üzerine su dökerek onu çatlatmak yöntemi çok eski olmakla birlikte hem yakıtın, hem de suyun uygun şekilde sağlanmasını gerektirir.
[1] S.H. Hooke.- Middle Eastern Mythology, Middlesex 1975, s. 25-7.
[2] Herodotus.- The histories I / 193, transl. Aubrey de Sélincourt, Middlesex 1965.
[3] Avram Galanti.- Hammurabi Kanunu, İst. 1925-1341.
[4] 1 gan (bunu M. Tosun – K. Yalvaç İKU olarak okumuşlar)=yakl. 3600 m2
[5] 1 gur = yakl 300 lt. Bkz. Mebrure Tosun – Kadriye Yalvaç.- Sümer, Babil, Assur Kanunları ve Ammi- Şaduga fermanı, Ank. 1975. s. 189 infra 190 ve 191.
[6] ibd., s. 269.
[7] ibd., s. 307.
[8] ibd., s. 291 ve DAT I. s. 32.
[9] Edgar H. Sturtevant.- Eti dili sözlüğü, çev. Münire B. Çelebi, İst. 1946. s. 9 LU-APIN.LAL=çiftçi; ERREŞUTU = çiftçilik, ziraat.
[10] M. Tosun – K. Yalvaş.- op. cit., sözlükler. Yorumlar tarafımıza aittir.
[11] DAT I. s. 33.
[12] Bu birim bugün dahi cari olup 1 gr. = 15.432 grains’dir. Bütün bunların ayrıntılarına “ Ölçü teknikleri” cildimizde gireceğiz.
[13] DAT, s. 215-7.
[14] ibd., s. 520-2.
[15] A history of technology I., s. 523-5.