Kültür Eserleri > THKK 2/C - Tarım Teknikleri > III – Helen Dünyası Tarımı

III – Helen Dünyasi Tarimi

Greko – Roman dünyasının Milâdî yılların başındaki nüfusu azamî 50 ilâ 60 milyon olarak hesaplanmıştır. Bu nüfus, sadece bölgeler arasında değil aynı zamanda kent ve ülkeler arasında da gayri müsavi şekilde dağılmış olup bir husus, özellikle dikkatleri üzerinde toplamaya değer: Grek – Roman dünyası birbirine mare nostrum (“Bizim deniz”), Akdeniz tarafından kenetlenmişti. Az çok bütün büyük merkezler dizisi ezcümle Atina, Syrakusai, Roma, İskenderiye, Antakya, Konstantinopolis bundan ancak birkaç km. içerdedir. Uzun süre bu ince kuşağın ötesi çevre; deri, yiyecek, metaller ve kölelerin elde edileceği, ganimet için talan edilecek, savunma için garnizon kurulacak, Grek veya Romalıların değil, barbarların oturacağı yerler olarak görülmüş.

Akdeniz alanı, kış yağmurları ve uzun yaz kuraklığı, hafif toprakları ve eski Yakın-Doğu ekonomisinin dayandığı sulu tarımın aksine, genellikle kuru tarımla mütebariz tek bir “iklim bölgesi” teşkil eder. Nispeten kolay oturulabilir ve açık havada yaşanabilir bir bölgedir, burası. En iyi toprakları üzerinde, kıyı ovalar ve geniş iç yaylalarında iyi tahıl, sebze ve meyve, özellikle üzüm ve zeytin elde edilir, küçükbaş hayvanlar için otlaklar mevcuttur. Yenebilir yağ, kendisinden en iyi sabun ve aydınlanma için yakıt kaynağı olan zeytin, Akdeniz yaşam biçiminin başlıca öğesi olmaktadır. O, yerleşik yaşamın simgesidir ve Akdeniz’de gezginci kitlelere yer yoktur.

Öbür yandan ne zeytin, ne de kuru tarım, Nil, Dicle ve Fırat, İndus ve Yeşil nehirleri boyunca güngörmüş büyük nehir-vadi uygarlıklarına olanak sağlamış çapraşık içtimaî örgütlenmeye genellikle gerek göstermez. Sulu tarım daha verimli, daha insicamlı ve nüfus yoğunluğuna götüren bir şekildir.

Bittabi Yunanistan, Orta ve Kuzey İtalya, Orta Anadolu’da, denizden hayli mesafede ve mahsulleri için kolay geçit vermeyen meskûn bölgeler de vardı. Mamafih Akdeniz ekseni için söylediklerimiz, 1500 yıllık dönemimizin yaklaşık ilk 800 yılı için geçerlidir.

Gerçekten, Roma İmparatorluğu’nun başlıca sulu tarım merkezi Mısır’ın I. yy.da, İskenderiye hariç, 7.500.000 nüfusa sahip olması rastlantı değildir. Buna karşılık nehir-vadileri, merkezî teşkilâtın zevali halinde gerçek bir çöle dönüşür; o ise ki eski kuru tarım bölgeleri doğal afet ya da tahribattan hızla kalkınır[1].

Eski dünyanın çoğu insanının, şu ya da bu türlü topraktan geçindiğini ve bu insanın toprağı maddî ve manevî bütün iyiliklerin menşei olarak gördüğünü kesinlikle söyleyebiliyoruz[2]: “… Doğaya göre tarım ilk sırayı alır, sonra da madencilik ve saire gibi topraktan istihraç sanatları gelir. Tarım en iyisidir çünkü âdildir şöyle ki ister ticaret veya ücretle çalışmada olduğu gibi isteyerek, isterse savaşta olduğu gibi istemeyerek, başkalarının sırtından çıkmaz…” deniyor pseudo – Aristotelian Oikonomikos’un birinci kitabında[3].

Biz burada Greko – Roman dünyasının o günlerde en kalabalık kenti olan Atina[4]yı irdelemekteyiz. Bu kent, buğdayının az çok üçte ikisini, bütün demir, kalay, bakır ve gemi inşası için kerestesini, bütün kölelerini, deri ve köselesinin çoğunu, daha birçok değişik kalemi, bu arada iç çamaşırı için keteni ve yazı için papirüsü, muntazaman ithal etmek zorundaydı. Atina sadece bal, zeytinyağı, adi şarap, gümüş, inşaat taşı (ve bu arada mermer), çömlek kili ve yakıt hususunda kendine yetmekteydi. Keza yün, balık ve etten yana da fazla sıkıntısı yoktu[5].

Grek dünyasında gayrimenkul mal her şeyden önce, bağlar, meralar ve saire de dâhil, en geniş anlamında tarımsal topraktı. Aristo, zenginlik şekillerini sayarken evleri zikretmek zahmetine katlanmamıştı. Kentte arsa değeri de, herhangi bir ciddi anlamda, nispeten güncel bir olgu olmaktadır.

Augustus zamanında yazmış olan Halikarnassuslu Dionysios, M.Ö. 403’de Phormissios adlı bir kişinin Atina’da siyasî hakların sadece toprak sahiplerine inhisar ettirilmesini teklif ettiğini anlatıyor. Bu teklifin kabulü halinde 5000 kadar Atinalının bu haklardan yoksun kalacağı, bunun nüfusun % 20 ilâ 25’ini teşkil edeceği tahmin ediliyor ki bu hesaba göre kentin nüfusu 20.000 civarında olmuş oluyor[6].

Attike’nin her tarafı tarıma açılmıştı. Toprağın ancak % 18 ilâ 20’sinin tahıla uygun olduğu genellikle kabul edilmiş olup bu alanlar dört ovada temerküz etmişti; zeytinle bağlar da bu toprağın bir başka % 5 ilâ 10’unu işgal ediyordu[7].

Biz burada bu genel koşullar altındaki Helen tarımını irdeleyeceğiz.

 

* *

 

Türler

Kentin iaşesini teminat altına almak ve tüketicilere ucuz ekmek sağlamak üzere Atina, kanun ve günün koşullarına göre nizamnamelerle tanzim edilmiş sıkı bir buğday politikasını aralıksız sürdürmüştür; tahıllar, un ve ekmek ticaretinin sınırlandırılması, vergilendirilmesi. Devlet hesabına mübayaalar, aşağı fiyatla satış, sitenin beslenmesine çalışanları teşvik, tedbirler manzumesindendi[8].

Makedonya ve Traya ile aynı ölçüde olmak üzere Epir ve İllirya, Asya ve İtalya Yunanistanı da Grek tahıllar tarihinde yer tutarlar. Mekânda sınırlı kalmış olmakla birlikte sorun çapraşıklığını koruyor şöyle ki Grek ülkelerinin başlıca tabiatı tenevvü olmaktadır. Buralarda Orta veya Doğu Avrupa’nın göz alabildiğine uzanıp giden, yeknesak, hep aynı buğdayla örtülü enginliklerine rastlanmaz: Kirrha körfezinden Parnassos’a kuş uçuşu yirmi kilometre yokken burada zeytinlikler, maki ve baltalıklar, orman ve dağ otlakları birbirleriyle girift haldedir. Bu nedenle Grek dünyasının tarımsal ve sair etütleri, bir mahallî etütler serisiyle başlayacaktır: belli bir bölge için doğru olanı ülkenin tümüne teşmil etmenin muhataraları vardır. Mamafih Attike, Grek ülkelerinin bir ortalama tipi olarak alınabilir: Burası, Eskiler’in dediklerine göre, “Helenistan’ın Helenistan’ıdır” Ama burası, yine bunlara göre, “Helenistan’ın mektebi”dir de. Gerçi Atinalı köylü, bütün kırsal bölge halkları gibi muhafazakâr ve gelenekçi idi ama komşusu Boiotia’lıdan fazla tecessüs ve insiyatif sahibi olmasaydı, Atinalı olmazdı. Helen tarımı terakki kaydettiyse, bunu Attike’de görmek mümkündür[9].

“Aynı bir ülkede farklı zamanlarda tarımı mukayese etmek mümkündür; zira insanın etkinliği çağlar boyunca değişirse, doğal koşullar değişmez. Günümüz Yunanistan’ının, tarımsal görünümünde antik Yunanistan’dan hayli çizgiler muhafaza ettiği şüphesizdir. 1902’de Orta Yunanistan’a hasat zamanında yaptığım bir gezi sırasında sadece Tessalya’da bir çiftlikte biçer-döğere rastladım; yine de köylüler bunlara, işinin başında bulunmayan bir zengin toprak sahibinin özentisi olarak bakıyorlar ve homerik çağlarda atalarının yaptıkları gibi sapları orakla kesip harmanı, katır ve ineklere çiğneterek döğmeyi yeğliyorlardı…”[10]

 

* *

 

Tahıllar konusunda belirgin ve kesin olmayan Grek terminolojisinde tahıllar’a Gitoç sözcüğü tekabül edip bu sonuncusu, en genel şekliyle, taneleri beslenmeye yarayan bütün bitkileri ifade eder. Homeros’ta σιτος mutat anlamı ekmek olup insanoğlu “ekmek yiyicisi” σιοφαγος tesmiye edilir. Klasik dönemlerde, tahılların beslenmedeki geniş yeri itibariyle σιτος, genişletilmiş anlamda, genel olarak besini ifade etmiş.

Tahıl üretimi, bildiğimiz gibi, her tür tarihî veriye takaddüm ediyor. Homerik metinler, klasik dönemlerin bildiği bütün tahılları sayıyor; bunlara yenileri ancak Roma çağında eklenecektir: Çavdar, Helenlerce bilinmemektedir; yulaf, daha doğrusu deli yulaf, βρόμος kötü bir ottan ibarettir; darı, sadece barbar uluslarda insan beslenmesine yarar[11].

“Erken ekilen mahsuller buğday ve arpa olup bunlardan sonuncusu daha önce ekilir; keza kızılca buğday (ζει á) (atlar için), tek tohumlu buğday (τίϕη), olyra ve buğdaya benzer sairleri de böyledir. (ετι δε ζεια τίφη ό ƌ ú ρα και ει τι ετε ρου μοισπυρον)” diye yazıyor Theophrastus[12]. Homeros ϛεια ile σλυ ρα’yı hayvan yemi olarak biliyor: “her araba önünde iki tane at, kızılca buğday, ak arpa yiyen atlar…”[13] Yine “Atlarsa, arabaların yanında, ayakta, ak arpa, yulaf yiyerek bekliyorlardı altın tahtlı şafağı”[14]

Herodotus da biliyor bunları, Mısır’ı anlatırken: “Öbür adamlar buğday ve arpa ile yaşarlar ama böyle yapan Mısırlı tayibedilir, bunların ekmeği Zea tesmiye edilen bir cins buğdaydan yapılır…”[15]

İonyalı Homeros’ tan iki yüz yıl kadar daha genç olan Boiotialı Hesiodos, ağabeyininki yanında bir “köylü yapıtı” olan “İşler ve günleri”inde bize tarla işlerine dair öğütler veriyor:

 

“Ekinini biç, görünce gökte

Pleiad yıldızlarını, Atlas kızlarını.

Görünmez oldukları zaman da ek toprağını.

O yıldızlar kaybolur kırk gün kırk gece.

Ama yılın, çarkı durmaz döner.

Ve insanlar bilemeye başlayınca oraklarını

Gözükürler yeniden gökte.

Bak söyleyeyim nedir tarlaların kuralı

İster deniz kıyısında ol, ister bozkırda,

Dalgalardan uzaktaki bereketli ovalarda: 390

Demeter’in işlerini vaktinde görmek istersen

Ekerken de, kazarken de, biçerken de

Göğsün bağrın açık çalışabilesin.

Öyle yap ki vaktinde büyüsün ürünlerin

 

Bir evin olsun, bir karın, bir de öküzün.     405

Karını parayla satın al ki

Gereğinde yürüsün öküzlerin ardından.

 

Azgın güneş ter döktürmez olunca insana,

Zeus güz yağmurlarını salınca dünyaya,    415

Daha çevik olunca elimiz kolumuz,

Sirius yıldızı ölümlülerin başı üstünde

Gündüzden çok gece dolaşır olunca,

 

Baltanın kestiği ağaç daha az kurtlanır,     420

Yaprağını dökmüş, büyümesi durmuştur.

İşi mevsiminde yapmak istersen.

Ormanını o zaman kes:

 

Üç karış dibeğini, üç dirsek tokacını yap,

Dingilin yedi ayak oldu mu tamamdır.

Sekiz ayak kesersen bir tokmak da çıkar.  425

Ona karşılık bir araba için tekerleği üç karış kes.

Eğri ağaçlardan bol ne var,

Ama dağda bayırda arayıp

Yaş meşeden bir sap bul,

En dayanıklısı odur…            430

İki sapan yap kendine evinde,

Biri parçasız olsun, biri parçalı.

Biri kırılırsa ötekine koşarsın öküzleri.

Dingil için defne ve karaağaç iyidir,           435

En az onlar kurtlanır,

Ökçe için kuru meşe, sap için de yaş meşe.

Güçlü bir çift öküz bul dokuz yaşlarında:

Bu yaş, öküzlerin delikanlılık çağıdır,

İşe en elverişli oldukları çağ;

Çift sürerken kavgaya tutuşmaz,

Sapanı kırıp işi yarım bırakmazlar. 440

Çifti sürerken adam da kırk yaşında olmalı,

Sabah sabah dört çizikli koca bir ekmeği yemeli.

Sağ sola bakmadan, eş dost aramadan,

Kendini işe vermeli sapanın arkasında.

Daha genç oldu mu, fazla tohum atar,

Delikanlıların başı havada olur,      445

Oynayacak arkadaş arar sağda solda.

İşe koyulmadan turnanın sesini bekle:

Bulutların ardından gelsin her yılki çığlığı,

Ekin zamanını o haber verir,           450

Yağmurlu kış günleri onunla başlar.

Turnalar öttü mü gökte,

Öküzü olmayanın yüreği sızlar.

O mevsimde insanın ahırında

Kıvrım kıvrım boynuzlu öküzleri olmalı.

 

Ekeceğin toprak dinlenmiş olmalı,

Baharda havalanmış, yazın çapalanmış olmalı.

O zaman umutlarını boşa çıkarmaz.

Nadas uğur getirir, çoluğunu çocuğunu ağlatmaz.

Toprağın Zeus’una, ak yüzlü Demeter’e dua et                            465

Olgun dolgun etsin kutsal başağı.

Sapanın kolunu aldın mı avucuna,

Dokun değnekle sırtına

Boyunduruğa asılan öküzlerin.

Bir oğlancık gelsin ardından,

Bir tırmıkla örtsün tohumların üstünü

Kuşlara yem olmasın diye.                          470

Kutsal toprağı kazmakta geç kalırsan,

Hasat zamanı çömelir toplarsın      480

Bodur kalmış, toza bulanmış başakları.

 

Toprağı geç kazdıysan         485

Olsa olsa şudur bunun çaresi:

Beklersin guguk kuşu öter

Meşenin dalları arasında,

İnsanların yüzü güler koca dünyada:

Zeus üç gün üç gece yağmur yağdırır,

Öküzün ayağı birkaç parmak sulara batar.

Ancak o zaman son güne kalan çiftçi

İlk günde işe başlayana yetişebilir.             490

Hep aklında olsun bunlar:

Ne bahar kaçır, ne de güz yağmurlarını.

 

Güneş dönmeye yüz tuttuktan sonra

Zeus altmış kış günü doldurunca   565

Büyük Ayı Okyanustan ayrılır

Ve karanlıklar içinden pırıl pırıl yükselir.

O zaman atılır ışığa doğru Pandion’un kızı

İnce, keskin çığlıklı kırlangıç:

Yeni bir bahar gelmiştir artık insanlara.

Asmanı buda o gelmeden, sırasıdır.           570

Evi sırtında gezen salyangoz,

Gökte Ülker yıldızı görünür görünmez

Topraktan bitkiler üstüne çıkmaya başladı mı,

Bağları çapalama zamanı gelmiştir artık.

Bileyin orakları, uyandırın ırgatları.

Hasat zamanı, güneş denizi kurutunca,     575

Bırakın artık gölgede öğle uykularını,

Sabahlara kadar yatakta kalmayın artık.

Elini çabuk tutacaksın o zaman

Geçimini sağlama bağlamak istiyorsan.

 

Orion yıldızları gözüktü mü

Irgatlarına söyle rüzgârlı bir yerde

Yuvarlak bir harman üstüne

Yığsınlar Demeter’in kutsal buğdayını.

Sonra da ölçeklerle doldursunlar küplere 600

 

Orion ve Sirius göğün tepesine gelip de,

Gül parmaklı Şafak Kutup yıldızını gördü mü,      610

O zaman, Perses, topla getir bütün salkımları.

On gün on gece açıkta tut,

Beş gün beş gece de kapa üstlerini.

Altıncı gün çıkar özünü salkımların,

Doldur küplere Dionysos tanrının

Sevinç yüklü nimetlerini.

Ülker, Hyad ve Orion görünmez olunca,    615

Ekinini ekmeye bak, mevsimidir artık,

Tohum ne olacaksa olsun toprağın altında”

 

Bu metinden Helen dünyasının, tarım işlerinde zamanlamaya verdikleri önem aşikâr oluyor. Bu zamanlamanın yorumuna daha sonra girişeceğiz.

Has buğdayın Helenistan iklimine intibakı tarih kadar eskidir. Klasik dönemde bunun türleri, arpanınkinden daha çok olmuş olmalıydı. Gerçekten metinler, bunları ifade etmek için daha çok sanlık içeriyorlar.

Tarımın tarihçe ve “felsefe”sine girişip de Theophrastus’tan yeterince söz etmemek olmaz. Lesbos’lu bu “bilim” adamı (M.Ö. yakl. 372-288), Aristo ile birkaç yıl (M.Ö. 347-344) birlikte seyahat edip çalışmış ve onun 322’de ölümünden sonra tedris ve araştırma işinde onu istihlâf etmiştir. Öğrencisi Phalerumlu Demetrius’un iktidarı sırasında (317-307) Atina’da mülk edinip bir muntazam okul tesis etme olanağını bulmuştur.

Babası bir kassar – çırpıcı olup muhtemelen böyle bir iş sahibiydi. Bu itibarla elbiselerden lekelerin çıkarılmasından söz ettiğinde (CP 25.4)[16], iyi bildiği bir konuya değinmiş oluyordu. O keza yün ve elbiselere çöken kokulardan (CP 6 19.4), lekeci toprağından (CP 24.3) ve bazı ağaçların köklerine nüfuz edip onları açmak için idrar kullanılmasından (317.5 – 6) bahsediyor[17].

Theophrastus hayatının son bölümünü HP ve CP çalışmalarına adamış olmalıdır; tıpkı Muallim-i Evvel gibi bir hususun araştırılmasının gereğini sık sık vurguluyor. Eseri bir elkitabı olmayıp bir araştırmadır. Muhtemelen yazdıklarını az sayıda seçkin kişilere okuyor ve tartışma sonucunda tashihlere gidiyordu.

Ustası gibi astronomi gözlemlerine önem vermişti: insan ve hayvanın yaşamını sürdürecek olan bitkilerin gelişmesi bunlarla yakından ilgiliydi.

Theophrastus gerçekten “tarım felsefesi” yapıyor: eserinin genel hatları, doğayla insan eli tarafından gerçekleştirilebilenlerin karşılaştırılmalarından oluşuyor. Doğa da, kendi içinde, ya bitkinin “farik tabiatı” ya da çevreninki oluyor. Doğa’nın hareket noktası kendisi iken sanaatınki bitki dışında, insanda aranacaktır.

Çevreyle iç bağlantı, bitkilerin bir özgü niteliği olmaktadır: “çeşitli bitkilerin doğal olarak yetiştiği ve yetişmediği bölgeleri ithal etmek uygun olabilir. Bunun için dahi önemli bir tefrik bahis konusudur ve en azından bitkilere münasip olur; şöyle ki bunlar, serbest olan hayvanların aksine, toprağa bağlıdırlar” (HP 14.4)

“Kendiliğinden – spontaneous “tevlitten belli bir isteksizlikle söz ediyor; onun için her bitki, bir önce var olan bir bitki veya onun herhangi bir parçasından meydana gelir, şöyle ki sürecin başlatılacağı herhangi bir iç tabiat mevcut değildir[18].

Eskiler bu buğdayları, botanik karakterlerine göre değil, ya ekin özellikleri, ya da besin niteliklerine göre sınıflandırırlardı. Böylece de ilkbahar ve kış buğdaylarını tefrik etmişlerdi. Keza bunlar, onun niteliğine göre de αλευριται, yani “unluk – ekmeklik”, ya da σεμιδαλιται, yani “irmiklik- bulgurluk” buğday olarak tasnif edilmişlerdir. Eskiler ilkbahar buğdaylarını bir özel çeşit olarak görmüş olmalıdırlar; gerçekten bazı türler geç ekimde daha iyi sonuç veriyorsa da bütün buğdaylar, ekim zamanını tedricen geciktirmek veya ileri almak suretiyle güz buğdayı veya Mart buğdayı haline geçebilirler[19]. İlerde göreceğimiz gibi Romalı Columella, bunun farkına varmıştı.

Eflâtun ve Aristo’nun talebesi ve dinsizlikle suçlandığı için Khalkis’e sığınmak zorunda kalan bu sonuncusunu Lykeion felsefe okulunun müdürlüğünde istihlâf eden Theophrastos, “keza, adlarını sadece oluştukları yerden alan birçok buğday çeşidi vardır, Libya, Pontos, Trakya, Assur, Mısır, Sicilya buğdayları gibi. Bunlar renk, boyut, şekil ve bireysel karakter olarak farklar arz ederler, bu farklar ayrıca bunların genel olarak kabiliyetlerine ve de besin olarak değerlerine göre olur…” deyip[20] işbu “kabiliyet”ten ne anlaşılacağını izah ediyor: “… bunlar (kabiliyetler) en esaslı fark gibi görünürler. Bu bağlamda biz üç ya da iki ayda olgunlaşanlarla, eğer varsa, bunun için daha az gün isteyenleri ayırt edeceğiz; meselâ Aineia bölgesinde, ekim gününden itibaren kırk gün içinde olgunlaşıp mükemmeliyete erişen bir çeşidin bulunduğu söyleniyor; keza bunun tanesinin kuvvetli ve ağır olduğu, üç ay isteyeninki gibi hafif olmadığı da söyleniyor; dolayısıyla da onu hizmetkârlara veriyorlar zira fazla kepek içermiyor…”[21]

Theophrastos’un tohumların değeri üzerinde ileri sürdüğü tek mülâhaza, bunların yaşına taalûk ediyor: “Genellikle tohumu serpip ekmek için bunun bir yaşında olanı en iyi gibidir; iki veya üç yaşındakiler daha aşağı olup bundan daha uzun süre saklanmış olanlar bitek olmazlar. Her çeşit için, verim hususunda, belli bir ömür süresi vardır. Bununla birlikte bu tohumların kabiliyetleri, bunların saklandıkları mahalle göre de değişir. Meselâ, Kappadokya’da Petra adı verilen bir yerde tohumların kırk yıl bitek ve ekilebilir halde kalıp besin olarak hattâ altmış ilâ yetmiş yıl kullanılabileceği söyleniyor; şöyle ki elbise ve sair saklanmış nesneler gibi bunları kurt yemiyor. Zira bu böyle, bunlar dışında, mürtefi olup mutedil rüzgâr ve melteme maruzdur…”[22] Tohumların yapay muhafazası için de “bazı yerlerde, üzerlerine serpildiğinde buğdayı dayanıklı kılan bir nevi toprağın var olduğu sanılır, meselâ Euboea’da Olynthos ve Kerinthos’da bulunan toprak; bu taneyi besin bakımından daha aşağı ama görünüşte daha dolu kılar; toprak, yirmi dört ölçek taneye bir ölçek oranında serpilir” diyor[23]. Tohumluk buğdayın alçılanması herhalde, taneleri bazı mantarların etkisinden korumak için bugün uygulanan sülfatlamaya müşabih sonuç veren bir tecrübî yöntem olmalıydı.

Theophrastos’un bütün söyledikleri doğru olmamakla birlikte onda türlerin değişebilirliği (mutability) fikrinin mevcut olduğunu[24] görüyoruz. Ancak Helen dünyası bundan hiçbir pratik sonuç çıkartmamıştı.

 

* *

 

Tarımsal Teknikler

Hesiodos’ un yukarıdaki ifadesinden ( 430 ve dev.) hep uç demirsiz ve kulaksız kara sabanın bahis konusu olduğu görülüyor. Böyle olunca da hiç derinliği olmayan izler açılmış oluyor ki toprağı devirmek yerine onu tırmalamaya muadil oluyor; böyle olunca da yabani otların bir kısmı kalıyor[25], toprak kabarıp yumuşamıyor ve dolayısıyla de Akdeniz iklimlerinin hayli nadir suyunu uzaklarda aramak üzere buğday köklerini derine salamıyor.

Topağın iyi hazırlanması yani onu yabani otlardan tamamen temizlemek ve/veya suların derinliklere sürüklediği bitek unsurları yüzeye geri getirmek istendiğinde kazma (σκαπάνη), iki dişli kısa çapa (δίκελλα) ile çalışmak yeğlenirdi[26].

Thesalya’da daha güçlü bir çapa (μί σχος) ile daha derin kirizma yapılır. Bellemede kullanılan üç dilli diren (θρίναξ), kesekleri kıran tokmak (σφῦρα) ile Helen köylüsünün her dönemde kullanacağı âletlerin dizisi tamamlanmış oluyordu. Bu malzemeyle büyük tarım bahis konusu olamazdı. Mezkûr σφῦρα, bilinmeyen tapan veya merdane (lo)nın yerini tutardı ki bunu Mısır mezar resimlerinde (bkz. şek. 27’de, alt sırada soldan ikinci ve üçüncü) görmüştük.

 

*  *

 

Tarla çalışmaları da oldukça basit oluyor. Ekimden hasada tarlalarda hiçbir şey yapılmaz gibiydi. Bazı mümbit bölgelerde buğday kendi başına terk edilir. Esas Helenistan’da, belli bir ihtimamı gerektirir. İlkbaharda, suların açığa çıkardığı köklerin dibine toprak sürülür ve yabani otlar çapalanır. Buğdayların fazla güçlü olmaları halinde en yüksek saplar orakla kesilir; bu, Tessalya’da uygulanan bir yöntemdir.

“Böylece, güzel lüleli Demeter, gönlüne kapılarak Jasion’a aşık oldu ve kendini ona, üç kez sürülmüş bir tarlada, teslim etti…”[27], Ve

 

“ Tanrı kalkana yumuşak bir toprak,

verimli bir tarla kodu,

bu toprak, üç kez sürülecek geniş bir topraktı,

çift süren adamlarla doluydu

…”[28]

 

Görüldüğü gibi Homerik çağlarda toprağı birkaç kez sürmek mutattı. Dinlendirmenin “üç kez çevrilmiş” (τρίπολος) sıfatı, ürünün kaldırılmasıyla ekim arasında üç sürme işlemine tevessül etmenin kaide olduğunu gösteriyor. Bu hususlarda Hesiodos’un sözleri, tefsiri gerektirmeyecek kadar açıktır. Onun betimlediği sürme işi, güzünki olup Pleiad takımının (Ülker-Süreyya) kaybolmasından sonradır. Bir hesaba göre Atina’da, M.Ö. 430’da, Ülker takımının sabah kaybolması 8 Kasım’a tekabül eder. Hesiodos’un zamanında bu, birkaç gün önce olmalıdır. Bugünkü Yunan köylüsü için, Ülker takımının kaybolması tarlalarda işlerin sonunu ifade eder.

Keza turnalar gitmeye hazırlanınca, ötüşleriyle kış yağmurlarını haber verirler ki sıra ekim sürmesine gelmiştir.

“Bunların (tahılların) çoğunu ekmenin iki mevsimi vardır; ilki ve en önemlisi, Pleiad’ın batışı civarında olanıdır; Hesiodos’u da bu kaideyi büyük yetki ile takip ettiğini görüyoruz; bu nedenle de bazıları bunu (Pleiad’ın kaybolmasını) basitçe “ekim zamanı” tesmiye eder. Bir başka zaman da kış gün-tün eşitliği (tesavi-i leyi ü nehar)nden sonra ilkbaharın başlangıcıdır…” diyor Theophrastus[29].

Manisa’da bir yazıtta, ekimin başlaması tarih şeklinde geçiyor. Buna dayanarak Manisa’nın Kronion ayının Atina’nın Boedromion ayına (Eylül-Ekim) tekabül ettiği tahmin ediliyor[30].

Xénophon kesinlikle iki sürmeden söz ediyor. İlki, dinlenme sırasında çıkmış yabani otları tohumlarını dökmeden önce, yeşil gübre olarak, gömmeye matuf olup bu iş ilk ilkbahar yağmurlarında yapılır. Attika’da sürme, tarımsal yılın başlangıcıdır: 16 Anthestérion (Mart başı). İkinci sürme yazın ortasında olur. Xénophon güz sürmesinden hiç söz etmiyor.

Ama cari teamül, üç kez toprağı sürmektir[31]. Bunu ilerde Latin yazarlarda da göreceğiz. Tapan – sürgüyü bilmeyen Hesiodos sabanın arkasına, tohumları tırmıkla örtmek için bir “oğlancık” koyuyor (dize 467-470).

 

* *

 

“Gelişme (ürünlerin) ve beslenme (toprağın) hususunda iklim ve genelde bütünüyle mevsimin karakteri en önemli etkendir; şöyle ki yağmur, iyi hava ve fırtına vaktinde geldiğinde bütün ürünler, zayıf ve tuzlu arazide olsalar bile, iyi gelişir ve verimli olurlar.

“Bu nedenle de mahsul veren senedir, tarla değil” sözü meşhur olmuştur.

“Ama zemin de, yağlı veya hafif, iyi sulanmış veya kavruk olduğuna göre epey fark yapar; keza bu bölgede hangi tür hava ve rüzgârın başat oluşu da en az bunun kadar fark yapar; zira bazı zeminler, hafif ve zayıf da olsalar, deniz meltemlerine iyi açık olunca iyi mahsul verirler. Ama daha önce de tekrar edilmiş olduğu gibi, aynı meltem her yerde aynı etkiyi yapmaz; bazı yerler Batı, bazıları Kuzey, bazıları da Güney rüzgârına uygundur.”

“Yine toprağın işlenmesi ve her şeyin üstünde ekimden önce yapılanı, önemli etkiyi haizdir; şöyle ki toprak iyi işlenmişse, kolaylıkla (mahsulü) taşır. Keza gübre, toprağı ısıtıp olgunlaştırmada yardımcıdır; gübrelenmiş toprak, gübrelenmemişe göre yirmi gün kadar önce harekete geçer. Mamafih gübre bütün ürünlere iyi gelmez; o, sade buğday ve benzerleri için değil, eğreti otu dışında sair şeylerin çoğuna faydalıdır…”[32] diyor Theophrastos. Bir başka yerde de, Yahudi gübreleme yöntemlerinde görmüş olduğumuz gibi, “toz”un bazı bitkilere, ezcümle üzüm ve incire faydalı olduğunu söylüyor[33]. Bu “toz”, herhalde sözünü etmiş olduğumuz süprüntüler olmalı.

Gübreden söz edip de Aristo’nun bir beyanını zikretmeden geçmeyelim: “Ateşe maruz kalmış her şey bilkuvve hararet ihtiva eder. Bunu külde, közde ve hem katı hem de sıvı hayvan dışkısında görebiliriz. Şöyle ki en sıcak karını haiz hayvanların dışkısı, en sıcağı olur”[34].

Maalesef, metinlerde belli alan başına tavsiye edilmiş gübre miktarlarında belirsizlik var[35].

Çiftlik gübresine bazı başka doğal gübreleme şekilleri de ekleniyor. Çamur ve hendeklerden çıkan topraktan oluşan karışıma, çapalamadan elde edilmiş otlar eklenerek daha etkin hale getiriliyor; Attika naipleri (idarecileri), hendeklerden çıkan çamur ve toprakları tarla dışına taşımayı men ediyorlar. Yukarda sözünü ettiğimiz toz – süprüntülerin dışında kösele talaşları bile bazen, özellikle meyve ağaçlan için, kullanılabilir[36]. Koyunların tarlalarda yatırılmalarına da Milâdî II. yy. da, tanık olunuyor. Ama klasik çağlarda bu yönteme fazlaca başvurulmamış ve hattâ bu, men edilmiş[37]. Keza kuru ot ve yaprakları, ya da yarı boyda kesilmiş anızları yakarak toprağın pekiştirilme usulü de biliniyordu. Keza ilkbahar sürmesi sırasında gömülmüş olan otlar da gübre işini görürdü; Tessalya’da bilhassa bakla ekilip bunlar çiçekteyken sürülerek gömülür.

Grekler, mineral gübreleri de bilmiş olmakla birlikte bunları çok daha az kullanmışlardır. Toprakların basitçe karıştırılması zemini ıslah eder[38]. Megara yöresinde toprak bir beyaz kille karıştırılır ki bu, herhalde, marnlamaya muadil olur. Ancak bu uygulamayı sadece Plinius zikrediyor (XVII. 7.42). Atina’nın Skirophoria’lar bayramının[39], Grek çiftçiler tarafından alçı ve kireç kullanılmasıyla ilişkili olduğu düşünülmüştür. Bu sonuncu işlemden yukarda söz etmiştik. Ve nihayet ilk kez Eretria ve Mısır’da saptanmış güherçile kullanımıyla, kimyasal gübre sahneye girmiş oluyor ki bununla lahana, pancar, … sulandığında daha tatlı ve daha yumuşak olmaktadırlar, “tıpkı böyle sularda kaynatılmış gibi”[40].

 

*  *

 

Meteoroloji

Klasik dönem Helen meteorolojisi Aristo’nun “Meteorologica”sında toplanmıştır.

“Muallim-i Evvel”in, birçoğu günümüze kadar çıkıp, yanlış olmakla birlikte doğruluğuna inanılan beyanlarından bazılarını zikretmekle yetineceğiz, ilerde Anadolu halk meteorolojisinin üzerinde enine boyuna durmak üzere.

“Onu yükselten ateş miktarının yükseltilen su miktarına göre az olması nedeniyle fazla yükseğe çıkamayan gün boyu buharlaşmış rutubet, gece olunca soğuyup yine düşer ve bu, çiğ veya kırağı tesmiye edilir. Buharlaşma, yeniden su haline tekâsüf etmeden (yoğuşmadan) önce donduğunda kırağı olur; bu, kışın ve daha kolayca çok soğuk yerlerde vaki olur. Buharın su haline yoğuşması halinde çiğ olur, ne ısı yükselen rutubeti kurutacak kadar fazla, ne de soğuk, buharı dondurmaya yeterlidir zira mahal ya da mevsim fazlaca sıcaktır…”[41] Ve devam ediyor Aristo gökten çiğ ve kırağın nasıl (gece) yağdığını anlatmaya ve izahını ispata çalışıyor. Bizim için önemli olan, hâlâ “çiğ yağdığı”dır. O ise ki çiğin “yağmadığı”nı, atmosfer buharının yoğuşmasıyla herhangi bir soğuk yüzey üzerine damlacıklar halinde oturan rutubetten ibaret olduğunu biliyoruz.

“Güneş, rüzgâr çıkmasını hem önler, hem de teşvik eder… Arzı kuruttuğu hızla onu (rüzgârı) önler. Bu itibarla Orion (Cebbar burcu)un çıkışı (Temmuz başı) dönemiyle Etesian rüzgârlarının[42] başlangıcına kadar ortalık genellikle sakin olur. Sakin havanın iki genel sebebi vardır: ya buharlaşma kuvvetli ayaz gibi soğuk tarafından söndürülür, ya da hararet tarafından boğulur. Aradaki dönemlerde (yani kış soğuğu ile yaz sıcağı arasında) sakin hava başlıca buharlaşma yokluğundan… ileri gelir.”

“Mutat olarak Orion’un, doğduğu ve battığı zamanlarda, kararsız ve fırtınalı hava getirmesinin sebebi, doğup batmasının (Ekim ortası, sabah batışı) bir mevsim dönümünde (yaz veya kış) vaki olmasıdır ve takımyıldızın boyutu itibariyle birçok gün sürer…”

“Etesian rüzgârları yaz gündönümü ve Köpek Yıldızı (Sirius)nın doğmasından[43] sonra eserler; bunlar… gündüz esip gece dinerler. Bunun sebebi, güneş yakın olduğunda toprağı çok çabuk kurutur, dolayısıyla buharlaşma oluşamaz…”

“… kış gündönümünden sonra Kuş rüzgârları eserler. Bunlar zayıf etesian rüzgârlarıdır… Bunlar, gündönümünü takip eden yetmişinci günden önce esmeye başlamazlar…”[44]

Daha sonra Aristo, bir diyagram yardımıyla (şek. 38), çeşitli rüzgârları ve bunların yönlerini sıralıyor (363a 21 – 364a 4). Rüzgârların çoğunlukla Kuzey’den esmesinin sebeplerini (364a 4-13)… anlatıyor

“Bu konumlara tekabül eden rüzgârların adları şöyle; Zephyroş, A’dan eser, zira burası gün-tüm eşit gün batısıdır… Boreas veya Aparctios H’dan, yani Kuzey’den eser…” Döneceğiz, bu kulağımızın alışık olduğu rüzgâr (fırtına) isimlerine.

 

Tahılların öğütülmesi

“Alcinoos’un konağında bulunan elli hizmetçi kadından bir kısım sarımsı meyveyi değirmenlerde eziyor, öbürleri bez dokuyorlar ve iplikleri iğlere sarıyorlar…”[45] “Bununla birlikte, buğday öğüten bir kadın, UIysse’nin çok uzağında olmayan evden bir kehanet sözünü işittirdi, efendinin değirmenlerinin bulunduğu yerden; toplu halde on iki kadın bunları çevirmeye uğraşıyor, arpa ve buğday unu hazırlıyorlardı…”[46] Odysseus’un bu iki yerinde “değirmenler” (μυγλα ι), İlyada’da “değirmen taşları” (μυλα κες) geçiyor: “Oklar da öyle yağıyordu Akhaların, Troyalıların ellerinden. Değirmen taşları gibi taşlar vuruyordu tolgalara, göbekli kalkanlara”[47] Bir başka yerde de “Aias, daha iri bir kaya parçasını aldı savurdu, kendi sonsuz gücünü de yükledi kayaya. Kaya değirmen taşı gibi ağırdı, kırıldı kalkan kayanın altında.”[48]

“Değirmen taşı gibi kaya” (μυλοειδης πετρος) burada atılan, fırlatılan şey oluyor. Yine Odysseus’un bir başka yerinde (II/355) de “değirmentaşında ezilmiş” (μυλ ηφατος) tabiri geçiyor[49]. Bütün bu sözcüklerin kökünü oluşturan μυλη, çok eskilere dayanıp Hint-Avrupa dillerinin çoğunda görülür ve bunun ilk anlamı “ezmek için âletten ibarettir; ama sonradan bunun “un değirmeni” manasında kullanılması mutat olmuş şöyle ki işbu “ezme âleti”nin en iyi bilineni un değirmenleriydi.

Latincede “itme değirmenler” (molae trusatiles) ve “çevirme (döner) değirmenler” (molae versatile) tefrik edilmişken bu farka Helen lügatçesinde rastlamamamız herhalde bu türlerden birinin bulunmayışına atfedilecektir.

“Buradan (Poseidon tapınağından)” diyor Pausanias, “Taygetus yönüne gittiğimizde Alesiae (Öğütme Yeri) adında bir yere gelirsiniz; Lelex’in oğlu Myles (Öğütücü adam)in, bir değirmeni ilk icat eden insan olup bu Alesiae’de tahıl öğüttüğü söylenir.”[50] Robert Graves de Myles’i, su değirmenlerinin mucidi olarak gösteriyor[51].

Gerçekten halk beyninde dönel değirmenin ezelde tanrısal veya yarı-tanrısal müdahaleyle meydana geldiği inancı yerleşmişti; dahletmiş olanlar Demeter, Lelex’in oğlu Myles, Mylas, Mylanteioi Theoi ve nihayet Zeus Myleus idi. Ancak mitoslar dönel değirmenin kökeni ile irtibatlandırılmayacaktır: kaynatılmadan önce tanelerin una dönüştürülmesi prensibinin peşinen keşfedilmiş olup bunun daha sonraki bir gelişmenin ürünü olmadığı sanılır[52].

M.Ö. V. yy.dan beri metinlerde geçen “eşek” (Öνος) sözcüğü çok kişiyi yanıltmış şöyle ki değirmenin eşekle tahrik edilmiş olması bunun ancak dönel tipten olmasını istilzam eder. O ise ki işbu Öνος, doğruca üst taşı ifade etmiştir. Nesinin benzetildiği pek bilinmemekle birlikte bunun hareket ettirilmesi, yani işin yükünü taşıması itibariyle böyle tesmiye edilmiş olması melhuzdur.

Ancak ortaya başka bir sorun daha çıkıyor: gerçekten eşekle tahrik edilen değirmen ortaya çıktığında üst taşa ne isim verilmişti? İncil’in Grekçe tercümesinde bu artık “eşek” (Oνος) değil, “eşekle tahrik edilmiş” (μυλος ονικος) tesmiye edilmiştir. Oνος ismi üst taş için son olarak M.Ö. III. yy.da Herodas tarafından kullanılmıştır[53].

Havan ve dibekler üzerinde eğlenmeyeceğiz.

Tekne-öğütücülere (fot. 11 a-b) gelince, çeşitli dönemlere ve mahallere ait olanların birbirlerine benzerliği itibariyle, Hissarlık (Truva)da bulunan taş, Mısır heykelciklerinin ifade ettiği yaşamın aynının burada da devam etmiş olduğuna delildir.

M.Ö. V. yy.da Atina’da ticarî fırınların, yani ekmek imalâthanelerinin bulunduğunu ve bu işten birçok kişinin zengin olduğunu biliyoruz. Ancak bunların teknolojik ayrıntıları bizce malûm değildir. Bir tanesi dışında, Grek dünyasında bir ticarî değirmen, kazılardan çıkmamıştır.

Olynthos’da bulunmuş on dört numune az çok aynı boyutta, 45-60 cm boy, 30-45 cm genişlik, 5-7 cm kalınlıkta olup bunlara muntazam yivler açılmıştır. Bu yivler balıksırtı veya uzunlamasına dik açıda, bazen de her iki yöndedir. Böylece tane daha iyi tutulur ve taş, ezme yerine keser ve böylece de kepek daha iri parçalar halinde kalır.

Yine mezkûr numunelerin üst taşları da 40-55 cm x 13-20 cm x 50-11 cm ebadında olup bir tarafı düz, öbür tarafı dışbükey, ortadan kesilmiş yumurta şeklindedir. Ancak zamanla, yani daha yeni tarihli taşlarda, bunun incelip uzadığını görüyoruz[54].

Döner el değirmenini[55] tasvir eden bir metinde “sol el hizmete eğilmiş, sağ da değirmenin işinde” deniyor; yani elin biri öğütülecek zahireyi tedricen taşların arasına dökerken öbürü değirmeni çeviriyor; böylece de işlem az çok sürekliliğini koruyor. O ise ki tekne öğütücülerde bu süreklilik mümkün olamıyor şöyle ki üst taş iki elle tutulup sürülüyor ve zaman zaman durup tane ilâvesi gerekiyor.

Bu sık durmaların verim açısından mahzuru idrak edilip tekne öğütücülerine bir yenilik getirilmiş; bu yenilik, üst taşa altı dar ve uzun biten bir huni oymaktan ibaret olmuş. Bu huni epey tane alacak hacimde olacaktı.

Bu tür taşlar Priene (İonya’da, Samsun Dağı’nın güney yamacında, Güllübahçe) ve Delas’ta bulunmuştur (şek.39). Bunların daha mütekâmil tiplerinde, şek.40’da görüldüğü gibi iki başa birer lamba açılmış. Vazoların üzerine resmedilmiş şekillerden, uzun bir kol bu lambalardan geçmekte ve şek.41’de olduğu gibi, sağa sola sürülüp çekilmekle, soldaki eksen etrafında bu kez dikdörtgen şekil almış üst taşa daire kavisleri çizdirtmektedir. Hem üst, hem alt taşlarda yivler bulunmaktadır.

Helen dünyasının dönel değirmen tipini bildiği hususu tartışılmakta olup elde henüz soruna olumlu yanıtı belgeleyecek bulgu yoktur[56].

 

Yunan geleneksel tarım âletlerinden birkaçı fot. 12 ilâ 17’de görülür.

 

Şek.39.- Priene’den bir hunili üst taş (L. A. Moritz’den)

 

Şek. 40.- Olynthos’da bulunmuş öğütücünün üst taşı.

 

Şek.41.- Olynthos öğütücüsünün temsili çalışma şekli. Vazolardaki resimlerde de âlet bir masa üstünde bulunmaktadır. (L. A. Moritz’den)

(Benaki müzesi fotoğraf arşivinden)[57].

Fot. 12. – Ucu demirli ahşap saban (1.37 m).

Fot. 13. – Daha çok hayvan koşmak amacıyla uzun oklu saban (Tinos’tan) (4,20 m)

Fot. 14. – Trikala’da sürme işlemi. Fot. 13’le birlikte, öküzlerin koşulma şeklini dikkat edilecek.

Fot. 15. – Dallardan yapılmış tapan.

Fot. 16. – Mafsallı döğme sopası

Fot. 17. – Çakmak taşlı döğen. 1,70×0,60 m

 

Biraz da mitoloji: “İskitler, kendilerinin bütün ulusların en genci olduğunu söylüyorlar ve aşağıdakiler bunların kökenlerinin öyküsü oluyor. Onun doğumundan önce boş olan ülkelerinde yaşayan ilk insan, Zeus’un ve Borysthener nehrinin bir kızının oğlu olan Targitaus imiş -ben sadece geleneği tekrarlıyorum, ona inanmıyorum. Targitaus’un üç oğlu varmış, Lipoxais, Arpaxais ve Colaxais; bu sonuncusu en genci imiş ve İskit ülkesinde bunların hükümranlığı sırasında gökten bir altın saban, bir altın boyunduruk, bir altın muharebe baltası ve bir altın kadeh düşmüş. Bunları ilk gören en büyük oğul almaya gittiğinde altın eşyalar ateş almış. Bunun üzerine geri çekilmiş ve ortanca oğul bunlara yaklaşmış; ama altın eşyalar ateş alıp parlamış, önce olduğu gibi. Nihayet, ilk ikisi alevler tarafından uzaklaştırılınca en küçük oğul gelmiş ve bu kez alev yok olmuş ve altın eşyaları alıp eve getirmiş. Büyük kardeşler bunu göğün bir işareti olarak kabul edip krallığı Colaxais’e devretmişler… En küçüğün ahfadı Kralî İskitler’dir…”

Ve Herodotus devam edip Pontos Greklerinden İskit ülkesine dair dinlediği bir başka öyküyü, Herakles ve öküzlerinin serüvenini anlatıyor. Bunda da üç oğlan ve en küçüğünün kesin başarısı bahis konusu[58], tıpkı Anadolu masallarında olduğu gibi…

Herodotus’un hikâye ettiği efsanelerden Hükümdar’ın, toplumu teşkil eden çeşitli işlevsel sınıfların dışında ve üstünde bir kişi olduğu anlaşılıyor. Mezkûr üç altın eşya tipi, ezcümle saban ve boyunduruk, muharebe baltası ve saçı kadehi, üç sosyal kategoriyi simgelemektedir: tarımcılar, askerler ve rahipler. Toplum içinde birbirinin karşıtı olan faaliyetler, hükümdarın şahsında birleşip bütünleşmiş olarak bulunuyorlar[59].

Dönelim tarihî verilere, Helenlerin Finike alfabesi denilen yazıyı kabullenmelerine. İşaretlerle, harfler için Finike adları gelmiş oluyordu şöyle ki tamamen Samî sözcükler, aleph, bir öküz; bet, bir ev, alpha, beta ve sairleri anlam taşımayan Grek hecelerine dönüştürülmüştü. Olayın M.Ö. 800-750 döneminde vaki olduğu sanılıyor.

Yukarda Yahudi alfabesi ve bunun Finikeliler gibi Samî Arapların alfabesiyle müşabehetinden söz etmiştik.

[1]  M. I. Finley. – The ancient economy, London 1975. s. 30 – 1.

[2] ibd., s.97.

[3] ibd., s. 122.

[4] Xénophon. – Helléniques II. 3, 24 (Trad. J. Hatzfeld. Paris 1973)

[5] M. I. Finley. – op. cit., s. 133.

[6] M. I. Finley. – Land and credit in ancient Athens, 500-200 B.C., N. Y. 1973 s.56-7.

[7] ibd.. s. 59.

[8] Auguste Jardé.-I.es céréales dans I’antiquité grecque. La production. Paris 1979 (ilk baskı 1925), s.VIII- IX.

[9] ibd.. s. X –XI.

[10] ibd.. s. XIV.

[11] ibd., s. 1 – 4.

[12] op. cit. VIII. 1.3

[13] Homeros. İlyada V/l95-196 Türk. Azra Erhat -A. Kadir, İst. 1975 A. Erhat όλύρα’yı “ak arpa” olarak tercüme etmiş

[14] ibd. VIII/1063-565.

[15] The Histories II / 36.

[16] CP= De Causis Plantarum; HP= Historia Plantarum (Enquiry into plants). Bunlardan daha önce söz etmiş ve referanslarını vermiştik.

[17]

[18] ibd., s. IX. XIV.

[19] Auguste Jardé. op. cit., s. 10-11

[20] op. cit. VIII. 4.3

[21] ibd. VIII.-4.4.

[22] ibd. VIII. 11.6 ve De Causis Plantarum IV. 3.4. Transl. Benedict Einerson and George K. K. Link, London 1976.

[23] Enquiry into plants VIII. 11.7

[24] ibd. II. 4.1

[25] De Causis plantarum III. 20.8

[26] ibd. III. 20. 2 ve III. 20.8

[27] Odysseus V/127-129.

[28] İlyada XVIII/541-544.

[29] Enquiry VIII/ 1-2.

[30] Auguste Jardé.- op. cit., s. 22, infra 8.

[31] ibd., s. 23-24.

[32] Enquiry VIII. 7.5-7

[33] ibd. II. 7.5

[34] Aristotle.- Meteorologica II. 3. 3586.5-11. Transl. by H.D.P. Lee, London 1978.

[35] Auguste Jardé. – op. cit., s.

[36] Theophrastus.-De Causis plantarum III.17.5, V. 15.2

[37] Auguste Jardé.- op. cit., s. 28.

[38] Theophrastus.- De Causis plantarum III. 20.3

[39] Daha sonra bunlar üzerinde uzunca durulacaktır.

[40] De Causis plantarum; II. – 5.3

[41] Meteorologica I.X. 347a 13-23transl. H.D.P. Lee. London 1978.

[42] Ege’de yazın Kuzey-Batıdan esenler gibi belli mevsimlerde esen rüzgârlar (ετησιος=senevî) 

[43] Orion Kalkanı’nın uzantısında, gökyüzünün en parlak yıldızı olup doğması Temmuz sonunda vaki olur.

[44] Meterologica II. V. 361 b 14 – 362 b 34

[45] Odyssesus.-VII. 103-105.

[46] ibd. XX. 107-111.

[47] İlyada XII / 159-160.

[48] VII/267-270.

[49] L.A. Moritz. – Grain – mills and flour in classical antiquity, N.Y. 1979 (Londra 1958 baskısının tıpkı basımı), s. 4, 2.

[50] Pausanias.- Description of Greece III. XX. 3. Tranl. W. H. S. Jones and H. A. Ormerod, London 1977.

[51] Robert Graves.- The Greek myths 2. 125.1. Middlesex 1977.

[52] L.A. Moritz.- op. cit.. s. 6.

[53] ibd., s. 10-2.

[54] ibd., s. 34-41.

[55] bkz. B. Oğuz, C.I., fot.32.

[56] L. A. Moritz.- op.cit., s.42-61.

[57] Bkz. ΜΟΥΣΕΙΟ ΜΠΕΝΑΚΗ. ΦΩΤΟΓΡΑΦΙΚΟ ΑΡΧΕΙΟ.

Παραδοσιακες καλλιεργειες, Atina 1978.

[58] The histories IV. / 5-8.

[59] Jean -Pierre Vernant. – Les origines de la pensée grecque, PUF, Paris 1962 s. 33- 4.