II. Dünya Harbi Sonrası Alman Politikası

Aralık 11, 2017
Kültür Eserleri > Faşizm Alman Kimliği Türkiye İle İlişkiler - Cilt 1 > II. Dünya Harbi Sonrası Alman Politikası

Iı. Dünya Harbi Sonrası Alman Politikası

Bir Alman olmanın tarifi üzerinde Almanlar bölünmüş haldeler. Bu XIX. yy telâkkilerinden birçok yolla tevarüs edilmişti. Vatandaşlık ile ırk arasındaki farka dayanıyor. Yasal tarif mucibince, Alman devletinin bir yurttaşı olarak, ya da kültürel hüviyetle, nerede doğmuş ve nerede yaşadığına bakılmaksızın, Alman olunabiliyor. Devletçe tanımlanmış milliyete muhalif olan kültürel milliyet kavramı, XIX. yy’da bir Alman ulus – devletinin yokluğu ve Almanca konuşan nüfusun Avrupa’da dağınık tabiatta olmasından ortaya çıkmıştı. Fransız İhtilâli, devlete yükümlülükleri ile haklarının doğduğu yurttaşlık kavramını ithal etmişti. Bir Fransız yurttaşı, ailesinin nereden geldiğine bakılmaksızın, Fransa’da doğmuş herhangi biri di. Fransız yurttaşlığı, İngiliz ve ABD’ninki gibi, toprak yasası ius soli ‘ye dayanıyordu. O ise ki Alman vatandaşlığı, 1913 İmparatorluk vatandaşlık yasasından kökleştiği gibi, ius sanguinis, soy (kan) kanununa dayanıyordu: Bir yabancının Alman doğmuş çocuğu, yabancı olarak kalıyordu. Tâbiiyete kabul edilmek mümkün ama zordu. Batı Alman Temel Yasası’nın 116-1. Maddesi, yurttaşlığı “Alman halkının üyeliğini” iddia eden herkese teşmil edecek şekilde soy kavramını genişletiyordu. Bu tertip çok sayıda faide ve geri çekme getirmişti. Bir ayrı Alman Demokratik Cumhuriyeti (GDR) yurttaşlığını tanımayı reddetmek için yeterli bir sebep olmuştu. Herhangi bir GDR yurttaşı, otomatik olarak Alman Federal Cumhuriyeti(FRG) yuttaşlığına kabul ediliyordu. 1970 ile 1980 arasında Alman diasporasında geniş bir toplanma vâki olup bu, nispeten sancısız bir bütünleşme olmuştu. Almanya bir yandan cömert bir muhaceret yasasına sahipken, FRG’den tevarüs ettiği bir yurttaşlığı kısıtlama yasasını da çıkartmıştı. 1950’lerin sonlarından bu yana Alman ekonomisi, başlıca Akdeniz ülkelerinden işçi toplamaya yöneldi. Gelenler, aileleri ile birlikte yerleşseler de, gezginci – misafir işçi (Gastarbeiter) olarak sınıflandırıldılar. 1993’te bunlardan, Batı Alman nüfusunun yüzde 10’unu, Doğu Almanınkinin yüzde 1,5unu oluşturan 6,9 milyon vardı. En geniş grup, 1.9 milyonla Türklerinki idi. Her ne kadar Gastarbeiter ya da aileleri için Alman yurttaşlığına geçmek mümkün ise de, buna çok sayıda engel bulunuyor. 1990’da, sadece 1423 Türk, tâbiyete geçebilmişti(278) .

 

.

.     .

 

Adenaauer döneminde önde gelen politikacıların Nasyonal Sosyalizm’i reddetmelerinden, ne de demokrasiye bağlılıklarından şüphe etmeye sebep yok. Özellikle Adenauer, Almanya’nın genositten kurtulmuş Yahudi cemaatlarıyla sulh olmaya istekli idi ve bunu, hem kişilere, hem de İsrail devletine cömert bir tazminat anlaşmasıyla yaptı. Yani eğilim geçmişin üzerine bir örtü örtmek yönündeydi. Hattâ Müttefik işgali altında bile geniş ölçüde sona ermiş Nazilikten temizleme ve savaş suçlarının yargılanması işlemleri yeniden ele alınmadı. Bürokrasi, adliye ve üniversitelerin personelinde eski rejimlerle az çoktan devamlılık vardı. Nasyonal Sosyalist rejimin çok az bakiyeleri devlet için tehlikeli görülmüyordu; bunlar oyunun yeni kaidelerine hemen uyarlanıvermişlerdi. Hitler’e mukavemet baştan sağma muamele görüyordu ve 1944 suikastinin aileleri maaş sağlamakta zorluklarla karşılaşıyorlardı. Geçmiş üzerine eğilmek, yurttaşların öncelliği değildi. Yeni bir anlaşma yaratılacaksa, koyunlarla keçiler birlikte içeri alınmalıydı. 1960’larda işbu pragmatizmin bir bedeli olacaktı, ama 1950’lerde, içerde barış ve sükûnet sağlamıştı. Her hal-ü kârda, Almanya’nın politik liderlerinin hem yapıcı, hem de savunucu bir programları vardı. Adenauer için milliyetçilik modası geçmiş bir duygu idi: Görevinin bir kısmı, yurttaşlarını işbu tevarüs edilmiş saplantıdan kurtarmak olmuştu. Federal Cumhuriyet’i demokratik Batı ile bütünleştirerek o, ve meslekdaşları, geçmişin kötü rüyalarının kaybolacağını ümid ediyordu(279) .

 

.

.     .

 

1950’li yıllar Batı Almanya’da, bir reform değil bir yeniden inşa on yılı olmuştu. Hem hükûmet, hem de vatandaşlar için öncelik, normale dönüş olmuştu; ama bu normallik hiçbir surette Alman geçmişindeki gibi olmayacaktı. Herşeyin üstünde, uluslararası tanınma ve statü eşitliği aranması, ileriye doğru büyük adımlar atmıştı. Federal Cumhuriyet, Yurttaşların çoğuna, ama hepsine değil, refah sağlayan bir piyasa ekonomisini benimsemişti. Federal Cumhuriyet’in seçtiği uluslararası tanınmanın yolu, geleneksel devlet hükümranlığının terk edilmesini tazammun ediyordu. Ama bunların hiçbirisine ihtilâfsız varılamamıştı. Hitler sonrası Almanya’sının inşasına bir kesin gündem getirmiş olanlar, bir uzlaşmaya, tavize zorlanmışlardı ki bu da hayal kırıklığı getirirdi(280) .

 

Birçokları arasında güçlü etmen olarak Almanya ve Avrupa dışındaki olaylar vardı. Tek en önemlisi Vietnam’da savaş olup bu, gelişmiş dünyada Yeni Sol’un başlıca harekete geçiricisi olmuştu. Özellikle Batı Almanya’da USA’nın imajını kutuplaştırmıştı. Öbür herhangi Batı devletinden çok USA, Federal Alman Cumhuriyeti’nin (FRG) vaftiz babası olmuştu; sairlerinden daha çok USA, onun, farklı nedenlerle Sağ ve Sol tarafından çok beğenilen rol modeli olmuştu; bu model, siyasî ya da ekonomik kişisel hürriyetler, etkin federal doku, sosyal felsefe ve de New Deal ve Marshall Planı’nın evi oluşuydu. FRG’nin sınaî yeniden binası, Amerikan sevk ve idare yöntemlerini istiare etmişti; bunun etkileri de yurttaşı artan şekilde bir Amerikan tipi tüketiciye dönüştürüyordu. Amerikan modelinin beğenilmesi, ya da kabulü, yaygın olarak kalmıştı. Ama yeni olan, bunun tersi, militan reddi idi. 1960’ların ortasına kadar Amerika karşıtlığı, küskün Sağ’ın alanı olmuştu: Onun için Amerika çok pespaye, çok kaba, çok materyalis, çok Yahudi, çok beyaz idi. Şimdi USA, Üçüncü Dünya’nın, ister Vietnam’da olduğu gibi doğruca, isterse Latin Amerika’daki gibi diktatör adamları, ya da İran Şahı’nın kendisi aracılığıyla dolaylı olarak baskıcı görünür olmuştu.

 

Amerika’nın reddinin yanısıra, evdeki tevarüs edilmiş yapının reddi geliyordu: Aile içinde, politikada ve hepsinin üstünde, eğitimde. Böylece de Yeni Sol isyanın merkezi, üniversitelerin içi olmuştu. Batı Almanya öğrencilerinin bir gerçek derdi vardı. Sayıları çok artmış, ama bunun paralelinde olanaklar buna ayak uydurulmamıştı. Herşeyin üstünde yüksek eğitimin yapısı, I. Dünya Harbi’nin öncesinden beri az değişmişti; dümen, profesörlük hiyerarşisinin elinde idi ve öğretmenle öğrenci arasında çok az kişisel temas vardı. Paradoksal olarak, öğrenci hareketinde işin başını çeken üniversitelerden biri, 1952’de Amerikan parasıyla kurulmuş Serbest Üniversite olmuştu; kuruluş amacı, Doğu Berlin’de Komünist kontrolunda kalmış saygıdeğer Humboldt Üniversitesi’nden sürülenleri yerleştirmekti. Batı Berlin, FRG’ye dâhil olmadığından, bunda askerlik yükümlülüğü yoktu, dolayısıyla da nizamlarla uyuşmayan gençlere özellikle çekici geliyordu. Aynı şekilde paradoksal olarak öğrenci hareketlerinin ideolojisinin çoğu ABD’den ithal edilmişti. Kampus isyanları, Berkeley California’da Serbest Konuşma hareketi ile başlamış ve kıta içinde Columbia Üniversitesi’ne yayılmıştı. Öğrenci ve entelektüellere bir öncü rolü verme aklı yine, Frankfurt Okulu’ndan ABD’ye hicret etmiş muhacirlerden, başlıca Theodor Adorno ve Herbert Marcuse’den çıkmıştı; bunlar modern kapitalizmde çalışanlar sınıfı, refah ve zenginlikle satınalınıp bunların artık kurtuluş hareketine girişmez hale getirildiği iddiasında idiler. Bu mektebin daha genç muakıpları, özellikle sosyal kuramcı Jürgen Habermas, bu fikirleri Batı Almanya’ya geri götürmüştü. Bu hareketin ilk safhasının hâkim unsuru, şiddete başvuran ütopist bir anarşizmdi. Bu babda, ABD ve Fransız benzerlerinden az farkediyordu; o ise ki Batı Almanya’da eski otoriterci yapı, buna daha iyi tarif edilmiş bir hedef sunuyordu. Onu politik yöntemde tefrik eden, parlamenter teamülün aşağılanması oluyordu. Sokak gösterilerinde, bildiri savaşı ve oturma eylemlerine inanılıyordu. Hareket, kendisini Parlamento Dışı Muhalefet (Ausserparlamentarische Opposition – APO) ilân etmişti.

 

Bununla birlikte, çok sürmeden hareket parçalandı. Batı Berlin havası, öğrenci protestosu, Amerikan aleyhtarlığı, bir ilâhiyat öğrencisi Benno Ohnesorg’un, Şah’ın ziyareti sırasında bir gösteride polis kurşunu ile öldürülmesi ile 2 Haziran 1967 günü biraraya gelmişti. Bu olaya infial, FRG’de talebe militanlığını ateşleyecekti; daha sonra bir öğrenci lideri, Rudi Dutschke, 1968’de Nisan’ında bir katil teşebbüsüyle meflûç kalınca işler iyice alevlenmişti. İşbu tırmanışın bir sonucu, protestocular arasında sertleşmeyi yüreklendirmek olmuştu. Aşırı kanadın, iddiası veçhile, mevcut nizamın elinde tek araç sertlik ise, buna karşı koymalar da sertlik, haklı hale geliyordu. İşte bu köklerden 1970’ler ve 1980’lerin terörizmi kaynaklanmıştı. Ama hemen vuku bulan sonuç, idare binalarının işgali ve ders ve seminerlerin dağıtılması ile üniversitelerde nizamın çözülmesi olmuştu. Bazı üniversiteler, hâlâ bundan hasıl olan kutuplaşmadan kurtulamadılar.

 

Büyük Koalisyon zamanında siyasetin radikalleşmesi özellikle Sol’da vâki olduysa da Sağ, bundan masun kalmadı. Zaman zaman FRG’de kin politikalarının, devrî neonazizm dalgalarının su üstüne çıkmaması şaşırtıcı olurdu. Bu, 1950’lerin başında Sosyalist Reich Party’nin kısa başgöstermesiyle ve daha küçük çapta olmak üzere 1959 – 1961’de onun haleflerinden biri, Deutsche Reichspartei (DRP)’nin, Landtag seçimlerinde yüzde 5’in üstünde oy toplamasıyla vâki oldu. Aşırı Sağ’ın aktivistleri bu kenar partileriyle sınırlı değillerdi. Bunlar DP (Deutsche Partei), Sığınmacılar Partisi, CSU (Christlich Soziale Union) ve hattâ FDF (Frei Demokratische Partei – Hür Demokrat Parti)de bulunuyorlardı. Bunların faaliyetleri sol seçim alanında değildi; 1950’lerin sonları, sinagog ve Yahudi mezarlıklarına karşı vandalizm hareketi rüzgârına tanık oldu. Çeşitli batmakta olan partiler ve politik olarak partisiz bireyleri canlandırmak üzere NPD (Nationaldemokratische Partei Deutschlands) 1964’te kuruldu.

 

NPD’nin başlıca cazibesi, eski aşırı Sağ’ın küskün kalıntıları ile bütünleşmemiş atılmışlara yönelikti. Ancak bunun sonrası, onun seleflerinden herhangi birinden daha heterogen olmakla birlikte seçimlerden daha başarılı çıkacaktı. 1966 ile 1968 arasında yeti Landtage seçimini sağlayıp 1968’de Baden – Württemberg’te yüzde 9,8’e ulaşmıştı. Birçok oy veren CDU ve CSU (Christlich Demokratische Union ve Christlich Soziale Union) destekçileri idi. Bunlar partilerinin “Kızıl”larla koalisyonunu kabul etmiyorlardı; ama NPD (Nationaldemokratische Partei Deutschlands), SPD (Sozial Demokratische Partei Deutschlands)’den de oy çaldı. NPD’nin programı geniş ölçüde menfi idi: 1945’ten beri Almanya’nın içinde vâki olup ona yapılanların tümünün reddi, yani sadece onun bölünmesi değil, ekonomik ve de politik olarak onun uluslararasılaştırılması ve Doğu topraklarının kaybı. Almanya’nın “ihanetin tebcili”ne (ululanmasına) değil, “tarihlerinin gerçek tasvirine” ihtiyaçları vardı. Bunda, 1980 ve 1990’larda bir başlıca tema olacak olan, gelen muhacirlere kin beslemenin ilk işaretleri görülüyordu. 1972 seçimlerinde parti hızla inişe geçmiş ve oyların sadece yüzde 0,6’sını alabilmişti; çağrıları sığ olmuştu. Liderleri ve mensupları ve hepsinin üstünde yazarlar arasında eski Nazilerle Neo-nazileri içeriyordu. Onun destekçilerinin genel profilinde, aşırı sağ’ın ile Nazi sonrası partisi, su katılmamış neo-Nazizm ile daha sonraki Cumhuriyetçi Parti arasında köprü olmuştu; bu sonuncusu, 1980 ve 1990’larda iniş çıkışlar kaydetmişti. Örgüt olarak hem NPD’nin, hem de APO (Parlamento dışı muhalefet)’in kenarlarında kalmış ve FRG’nin genel muvaffakatından dışlanmış olmalarına rağmen ana akım politikalar üzerinde etkileri olmuş ve Büyük Koalisyon’un artan zorluklarına iştirak etmişlerdi. CDU, NPD’nin büyümesini, SPD yönünde, özellikle Doğu’ya yaklaşımlarda fazla ileri gidilmemesine bir uyarı olarak görmüştü. Ortada açıkça Batı Alman kamuoyunun anti-komünist kesiminde bir keskin hattın bulunduğu, bu, çoğunlukta değilse bile, CDU’ca görmezlikten gelinemezdi.

 

Ostpolitiki üzerinde Koalisyon içindeki ayrılıklar, dışişlerinin ne derecede FRG’nin politikalarına hâkim olduğunu ve hükûmetlerin kaderlerini belirlediğini bir kez daha ispat ediyor.

 

Koalisyon’un yarı yolunda, 1968’de, Ostpolitik’in gelişmesine engel gibi olan iki olay vâki olmuştu. İlki, Sovyetlerin Prag Ayaklanması’nı ezmeleri ve “Brezhnev doktrini”nin, yani Sovyet etki alanındaki devletlerin sınırlı hükümranlığına sahip olduklarının ilânı idi. İkincisi, ABD başkanlığına Cumhuriyetçi Richard Nixon’un seçilmesi olmuştu. Nixon, şöhrete anti-komünist hitabetleri sayesinde erişmişti ve McCarthyism ile yakından iştirak halindeydi: Onun Beyaz Saray’ı işgal etmesi, détente’i durdurma çağrısı gibi olmuştu.

 

Gelişmeler, bu endişelerin hiçbirinin yerinde olmadığını gösterdi. Sovyet politikası, artan şekilde aşikâr olarak, genişleme ile değil, emniyet ile ilgiliydi. Sovyet idaresine karşı daha önceki başkaldırmalarda 1953’te Berlin’de veya 1956’da Macaristan’da, Sovyetler Birliği’nin önceliği, yayılma değil, çevresinin müdafaası olmuştu. Çevrenin her başarılı savunmasında, Berlin Duvarı’nın inşası dâhil, Sovyet itimadı artmıştı, şöyle ki Batı, Demir Perde’nin öbür tarafında olması kaydıyla, baskı ile müdahaleye eğilimli olmadığının işaretini vermişti. Çekoslovakya’da otoritesinin yeniden tesisi ile Sovyetler Birliği, çok daha fazla müzakerelere, bunların Batı’nın 1945 sonrası yerleşmelerin sürekleliğini tasdik etmesini artırması şartıyla, girişmeye hazır olmuştu. Nixon’un seçilmesi de, Soğuk Savaş havasına geri dönüş işareti olmamıştı. ABD’nin hemen önündeki meşgaleleri Asya konuluydu: Komünist Çin’le barışma ve mümkün olduğu kadar nazikâne şekilde Vietnam’dan geri çekilme; yeni idare, détente’i ivmeye müsait görünüyordu. Nixon’un, ulusal emniyet danışmanı Henry Kissinger, Brezhnev kadar emniyet hususunda hassastı, ama sürtünmeyi azaltma yollarının aranmasında daha esnekti. Bu itibarla Brandt ve Bahr gibi ostpolitik’te ileri gitmeyi arzu edenler, kısa sürede sinirlerine yeniden hâkim oldular. Bu, elzemdi, şöyle ki müteakip tek anlamlı adım, Alman Demokratik Cumhuriyeti (GDR)’nin diplomatik tanınması ve Polonya’nın Oder – Neisse sınırının nihaî kabulü olacaktı(281) .

(278) Peter Pulzer . – German politics, 1945 – 1995 , Oxford 1995,  S. 20 – 21 .

(279) ibd . ,  S. 67  – 68 .

(280) ibd . , S. 71 – 72 .

(281) ibd . , S. 81 – 85 .