1919 ilkbaharına kadar geçici hükûmet, hiç de kolay olmadan, hem şûraların coşkusu, hem de hâlâ zarar görmemiş bir ordunun tutarlı gücüne kendini dayayarak ihtilâlci durumu atlatmıştı. İmparatorluğun istihlâfı için rakıp iddialar, Hükûmet’in başını çeken Sosyal-Demokratlar, arzu ettikleri siyasî gerçek hakkında en açık seçik fikre sahiptiler. Bunlar bir demokratik, parlamenter Cumhuriyet istiyorlardı. Varlıkların tevzii gibi daha ileri ayrıntılar, bir idare-i maslahatçı, şüpheli meşruiyetli bir idare tarafından değil, yalnız doğruca seçilmiş bir kurucu meclis tarafından kararlaştırılabilirdi. Kaosun en iyi aracıları, daha da beter, Bolşevizm’in atlama taşı olarak gördükleri şüralara hiç güvenmiyorlardı. Bunların, muhalefet yıllarında geliştirdikleri yarı-otomatik disiplinden fedakârlık etmeye niyetleri yoktu ve parti adının nüfuzu sayesinde çalışan sınıf kitlesinin sadakatini tutmayı başarmışlardı; o ise ki işbu sınıfın birçoğu, daha radikal politikayı tercih ediyordu.
SPD’nin koalisyon ortağı USPD, genelinde parlamenter hükûmete muhalif değilse bile, şüraları sosyalist coşku kanalları ve ekonomik demokrasinin âletleri olarak elde tutmak istiyordu. Kamuoyunun rüzgârını, kapitalizmin ilgası için yeterli bir sebep olarak görüyordu. Bunların solundaki Spartakistler, Aralık’ta kendilerini yeniden Alman Komünist Partisi (KPD) tesmiye etmiş olarak, mevcut nizamın şiddet kullanılarak devrilmesini istiyorlar, ama Lenin’in Rusya’da icbar ettiği diktatörlüğü istemiyorlardı.
Siyasî Sağ’da, kargaşa daha da beterdi. Liberal ve Muhafazakâr formasyonlar, moral bozukluğu içinde çalkalanıyorlardı. Sadece Zentrum, emin dinî kökenleri sayesinde, ayaktaydılar. Ordu, idare, adliye, münhasıran nizamda payı olan kişiler, Komünizm’e karşı en emin savunma olarak Ebert’i desteklemeye hazırdılar. Aralık ve Ocak’ta şüralar tarafından kurulacak bir ulusal hükûmet taraftarları ile bir kurucu meclisin seçilmesini isteyenler arasında bir yarış oldu. İlk kez şüraların ulusal kongresi icra edildi. Bunun terkibi, işçilerin çoğunun ılımlı liderlerin peşine takılma eğilimini yansıtıyordu. SPD çoğunlukta olup, ne Liebknecht, ne de Luxemburg seçilebilmişti. Bu olgu ile Sol’un bir devrimi, o zaman için önlenmişti; kaldı ki dört gün sonra kurucu meclis seçimlerinde Sosyal-Demokratlar en büyük parti olarak ortaya çıktılarsa da (SPD, yüzde 39; USPD, yüzde 8) bunların bekledikleri gibi Sol, salt çoğunluğu elde edemedi. Bununla birlikte, Sağ’dan bir devrim ihtimaline kapı açılmıştı ve bu, kanun ve nizam güçlerinden gelmişti ve Ebert de kendini bunlara iltihak etme zorunluğunda görmüştü.
Her ne kadar Groener ve astları geçici Hükûmet’e şartlı sadakatlarını arzetmeye devam ediyorlardıysa da bunlar kısa zamanda başsız kalmışlardı. Yenik kuvvetler eve vardıklarında ya ihtilâlci komiteler oluşturmuşlar, ya da basitçe yok olmuşlardı. Bu itibarla subaylar, müstakilen askere almak zorunda kalmışlar ve bunların doğal kaynakları, önceki muvazzaflar, orta sınıf öğrencileri ve dövüşme sevdasında ve İhtilâl’e düşman başka herhangi birimlerden oluşuyordu. Topluca Freikorps olarak bilinen bu birlikler, Liebknecht ve Luxemburg’un öldürülmelerinden sorumlu, Silezya’da Polonyalı âsilerle Baltık devletlerinde Bolşeviklerle dövüşen ve artan şekilde siyasî grevlerin kırılması işini üstlenmiş birlikler olmuşlardı.
Freikorps’un başlıca fırsatı Bavyera’dan gelmişti. Burada, muhtemelen yabancıları iyi karşılamayan, geniş ölçüde kırsal ve Katolik nüfus arasında USPD’li Kurt Eisner, daha 7 Kasım’da bir Cumhuriyet ilân edip Sosyal-Demokrat Parti’nin her iki kanadının desteğini sağlamıştı. Şubat 1919’da bir aristokrat tarafından katledildiğinde Münich işçi ve askerleri şürası, Sovyet tipi bir Cumhuriyet ilân ettiler ve güç, kısa sürede, Komünist Parti’ye geçti. Munich’te bir komünist hükûmet, Berlin’in müsaade edemeyeceği bir tehdit idi; ordu, yani Freikorps, “nizamı yeniden kurma” göreviyle gönderildi ve birkaç gün süren katliamla işi bitirdi. Her ne kadar bir ılımlı Sosyal Demokrat, ordunun müdahalesinden sonra resmen hükûmetine başkanlık ediyorsa da, Bavyera, Almanya’nın Sağ’ın yeniden güç kazandığı ilk kısmı olmuştu. Almanya’nın başka yerlerinde parlamenter demokrasi güçlenir gibi olmuştu. Yeni seçilen Kurucu Meclis Weimar’da toplanıp Ebert’i görevinde meşrûlaştırmıştı. Meclis’teki en güçlü partilere dayanan bir koalisyon hükûmeti teşekkül etmişti. Bu partiler, Sosyal Demokrat’lar, Zentrum ve savaş öncesi Terakkiperverler’in genişletilmiş vârisi olan Demokrat’lardan oluşuyordu. Sadece USPD ve büyük bir kısmı öldürülmüş Sol, muhalefette bulunuyorlardı. Çark tüm hızıyla dönüyordu. Berlin ve Münich’teki döğüş, herhangi bir kızıl ihtilâli bertaraf etmişti; seçimler, sosyalizme vize vermemişti. Hükûmet, daha çok Max von Baden’inkine benziyordu. Ancak İşçi hareketinin iki kanadı arasındaki iç savaş, Alman demokrasisine, altından kalkamadığı bir sorumluluk yüklemişti. SPD, İhtilâl’ın iki kahramanının ölümünden ayıplanıyor, en can alıcı zamanda sinirlerine hâkim olamamaktan, İmparatorluk kurumlarının yaşamına izin vermekten, ekonomik imtiyazdan ve demokrasi karşıtı memur istihdamından suçlanıyordu.
Sadece savaş değil, ondan önceki yıllar da SPD’nin proleterya diktatörlüğünün değil, demokratik cumhuriyetçiliğin partisi olduğunu göstermişti. “İhtilâli biz yaptık diyemeyiz ama onun muhalifi olmamıştık… Ama kesin olan, gün be gün çalışan sınıfa amaçlar ve yön sağlamıştık” diyordu bir SPD lideri. Ancak “amaç” ile “yön”, kaçınılmaz şekilde cebir yönünde olacaktı. Her belirli anda bunun için mükemmel taktik sebepler bulunmuştu. Önce, kıtaları cepheden çekmek, nizamı muhafaza etmek ve Doğu sınırlarını ürün hırsızlarına karşı korumak üzere ordu subaylarına ihtiyaç vardı. Dolayısıyla bunlar kumanda mevkilerini korudular. Özellikle Müttefik ablukası kaldırılmadığından açlık kışına karşı toprak sahiplerine gereksinme vardı. Dolayısıyla bunlar mülklerini ellerinde tuttular. Üretimi sürdürmek için sanayiciler gerekli idiler, özellikle, millîleştirilmiş mülk, Müttefik tazminatına karşı, özel mülkiyetten çok, müdafaasız kalabilirdi. Dolayısıyla kapitalistler mallarından mahrum edilmemişlerdi. Devlet memurları ve yargıçlar, yasal olarak teminat altında bulunan mevkilerini muhafaza etmişlerdi. Bunları “siyaseten güvenilir” olanlarla değiştirmek keyfî olurdu ve hizmete devam edenlerin maneviyatını azaltabilirdi. Böylece de demokratik olarak seçilmiş hükûmetler, bir soyut, zamanı olmayan bir otoriter devlete, (Obrigkeitsstaat’a) hizmet etmeye eğitilmiş idarecilere güveneceklerdir. Bu sonuncular hissî ve fikrî olarak Cumhuriyetçi yöntemlere sempati beslemiyorlardı. Hükûmet, yarım düzine âciliyetle aynı anda baş etmek zorunda olup sivil yaşamı muhafazaya muvaffak olmuş olmakla kendini kutlayabiliyordu. 1918 – 1919 kışı, birçok reformu başlatma zamanı değildi. Sekiz saatlik içgücünü tesis eden bir yasa, bunun başlıca tedbiri olmuştu. Herşeyin üstünde, “Bolşevizm”e benzeyen herhangi bir şeyin korkusu sürüyordu. Muzaffer güçleri idare eden Liberal ve Muhafazakâr devlet adamları bunu tefsir edip bir askerî müdahalede bulunabilirlerdi(231)– .
“Zamanımızın büyük kararları nutuklar ve ekseriyetin teklifiyle değil ki bu, 1848 ve 1849’un büyük hatâsı olmuştu, demir ve kanla alınacaktır”(Otto von Bismarck, 30 Eylül 1862).
XIX. yy’ın çoğunda Almanya’da siyasî tartışmaya üç birbirine binmiş sonuç hâkim olmuştu. İlki, ulusal hürriyet; ikincisi, çeşitli Alman sülâleleri arasında rekabetler, üçüncüsü de halkın kendini yönetme talepleri. Yüzyılın ne başında, ne de sonunda, işbu tartışmaların ortaya çıkardıkları sorunlar üzerinde anlaşılmış yanıtlar çıkmamıştı.
Kimdi bir Alman, ve Alman olmak ne demekti? Romantik şairler iddialı yanıtlar vermişlerdi. Napoleon savaşları zamanında yazan Ernst Moritz için Almanya, “Alman dilinin seslendiği tüm yerlerde” bulunacaktı. August Heinrich Hoffmann von Fallersleben, daha sonra Alman ilâhisi olacak olan bir şiirde “Almanya”sını, o çağın bir coğrafî ifadesinden fazla olmayarak, bol keseden günümüzün Belçika’sından günümüzün Lithuania’sına ve günümüzün Kuzey İtalya’sından Baltık Denizi’ne yayıyor. Bu aşamada, yani 1848’den önce Almanlar kültürel ifadelerle tarif edilebiliyorlardı. Bir Alman, Almanca konuşan bir aileden, 1815’te yaratılmış Alman Konfederasyonu içinde herhangi bir devlette, ya da Doğu Avrupa’da Alman yerleşim kolonilerinin birinde, örneğin Romanya, Rusya İmparatorluğu, ya da o günün Macaristan ve Sırbistan’ında Habsburg monarşisi’nin Güney ve Doğu bölgelerinde doğmuş kişi olmuştu. Ulusal hüviyetin işbu linguistik tarifi, yani Kulturnation’unki, Fransa ve İngiltere gibi Batı Avrupa’nın ulus-devletlerinde yerleşmiş vatandaşlık kavramından farklı idi. Bunda doğum ve ikamet kriteri, bir devletin vatandaşı, dil ve akrabalıktan sarfınazar, olanlardan ibaret, olanlardan soy ya da akrabalığa tahaddüm ediyordu: Bunlar bir Staadsnation , bir siyasî ulus teşkil etmişlerdi. Böylece de XIX.yy’ın Alman gündemi, Kultürnation’unu Staadsnation’a çevirme yolunu çizmek olmuştu.
Böyle bir süreç halk iştirakini gerektirecekti ve dolayısıyla da Napoleon’un yenilgisinden sonra Almanca konuşan Avrupa’yı yeniden örgütlemiş olan siyasî nizama meydan okuyacaktı. Bu, Fransız Revolüsyonu ve Napoleon’un kökünü kazıdıkları monarşik meşruiyet prensipine geri dönüş üzerine oturuyordu. 1789’dan önce mevcut devlet çokluğunun hepsi eski haline getirilmemişse, yine de bunlardan hâlâ otuz dokuzu mevcuttu; terazinin bir kefesinde Prusya Krallığı ve Avusturya İmparatorluğu, öbüründe de Schamburg – Lippe ve Schwartzburg – Sonderhausen gibi önemli prenslikler bulunuyordu. Bunlar, sınırları Napoleon’un 1806’da ilga ettiği Kutsal Roma İmparatorluğu’nunkilerini takibeden Alman Konfederasyonu’nda gevşekçe birbirlerine bağlı idiler. Konfederasyon sadece yaklaşık bir sure Prusya’nın Doğu illeri, her ne kadar elle tutulur miktarda Alman nüfusunu içeriyor idiyse de, bunun dışında kalmışlardı; ve her ne kadar Avusturya İmparatorluğu’nun sadece Batı yarısı bunun içinde idiyse de, geniş miktarda Çek, Güney Slavı ve İtalyan azınlığını içeriyordu. Üye devletlerin ne etnik tercihleri, ne de iç anayasalarında, kendi mukadderatına kendisinin karar vermesi prensipine riayet ediliyordu, ve Napoleon’a karşı mücadele sırasında etkin şekilde seferber edilmiş ulusçuluk duygusu bir kez daha önemini kaybetmişti. İster bir soyut his, ister bir somut siyasî program olsun, Alman milliyetçiliği ancak kralî meşruiyet pahasına gelişebilirdi. Bu nedenle de tüm Alman idarecileri tarafından şüphe ile ya da doğruca düşmanlıkla görülüyordu ki bu idarecilerin başını Konfederasyon’da güçlü siyaset adamı, Avusturya başbakanı Prens Metternich (Resim 16) çekiyordu. 1815 restorasyonlarından 1848’de ihtilâllerin patlak vermelerine kadar geçen tüm Metternich zamanında ulus yapma davası, aynı zamanda yıkıcılık olarak da görülüyordu. Bütün Almanlar için siyasî birlik arayanlar genellikle Liberaller ile Demokratlar olup bunlar aynı zamanda, halk hükümranlığı değilse bile en azından kabul edilmiş bir hükûmet düşünüyorlardı.
Johann Gottlieb Fichte, 1807 ve 1808’de, Napoleon’un ezici zaferlerinden hemen sonra kaleme aldığı Alman Ulusuna Hitablar’da “bütün devletlerin ilk, gerçek doğal sınırları, hiç şüphesiz kendi iç sınırları” olduğunu ileri sürüyordu. Bu bir halk teması olmuştu. Fichte’nin çağdaşı, vatansever jimnastikçiler hareketinin kurucusu Friedrich Ludwig Jahn da, bir gerçek halkın, bir “su katılmamış Volk”un “dışa dönük devlet birliğini kendi iç bağlantılarının gücü ile muhafaza edecektir” diye ısrar ediyordu. Jahn için Alman halkının iç ve dış düşmanları hiç şüphesiz “Fransızlar, Junkerler, papazlar ve Yahudiler”di. Keza Fichte de Alman Volk’nun “herhangi bir yabancı tarafından müdahale ve yıkıcılığı olmadan” var olmasının gerektiğini ileri sürüyordu. Milliyetçiliğin çokluk düşmanı, tek kültürel şekli, Napoleon’la mücadelede doruğa varmıştı, ama yabancı düşmanlığı, özellikle Fransız olan herşeye yönelmiş olarak, yüzyılın takındığı şekliyle, hiçbir zaman yok olmamıştı.
İşbu çeşitli ideolojik eğilimlerin nispî kuvvetlerinin ilk denemesi, 1848 ihtilâlleriyle olmuştu. Bunların tetiği Şubat sonunda Paris’te ihtilâlci şiddetin patlamasıyla çekilmişti; o ise ki bu yol, kısa sürede yaygın ekonomik sıkıntı ve uzun sürede de örgütlenmiş, anayasal reform ve daha büyük ulusal birleşme talep eden Liberal hareketin ortaya çıkmasıyla hazırlanmıştı. Konfederasyonun başlıca kentlerinde, Berlin, Viyana, Prag, Münich ve Dresden’de ihtilâller, herşeyden önce Metternich’in otokrasi ve baskı sistemine yönelmişti. İhtilâlcilerin talepleri, toplantı ve basın hürriyeti, halk milisi ve temsilî hükûmetti. Mart günlerinde barikatlar ve sokak muharebelerinden sonra, aydın orta sınıf tarafından sevkedilen ılımlı Liberal hareket, işi ele aldı; sülâleleri devirmenin uzağında, uzlaşma temelinde reformları öngörüyordu.
Radikal demokratikleşme ve hattâ mülklerin sosyalist yeniden tevziini talep eden, 1848 ilkbahar ve yaz başkaldırmaları nedeniyle parlamenter tartışmalar noktalanmıştı. İlk başlarda bunlar, reformcularla ihtilâlcilerin arasında ayırıcı çizgiyi çizmiş olup daha sonra, yüzyıl içinde, yeniden boy göstereceklerdi.
İşte bu aşamada çeşitli Alman devletlerinin, özellikle Avusturya ve Prusya arasındaki çıkar farkları aşikâr olmuştu. Herhangi bir halk egemenliği kavramına düşman Prusya kralı ve bunun nâzırları, böyle seçtilerse, Alman birliği kavramına bağlanabilirlerdi. Prusya, baskın şekilde bir Alman devleti idi ve gerçekten, Alman devletlerinin 1834’de gümrük birliğinin (Zollverein) yaratılmasıyla işbu birleşme hareketinin liderliğini iddia ederek ilk adımı atmıştı. Bunda Avusturya dışlanmıştı. Öbür yandan, 1815’ten 1848’e kadar Konfederasyonun politikasına egemen olmuş Avusturya status quo’ya tam bağlanmıştı. O, çok uluslu bir devlet olup ihtilâller onun İtalyan – Macar ve Çekçe konuşan bölgelerinde patlamış olup bunlar Viyana’dan istiklâl ya da en azından özerklik talep ediyorlardı. Avusturya ise ancak monarşik prensipin ulusal prensipe galip gelmesiyle önder Alman gücü olarak kalabilirdi. Öbür yandan, ulusal prensipin üstün gelmesi halinde Avusturya İmparatorluğu devlet olarak var olamazdı.
Prusya – Schleswïg – Holstein ilişkilerinin geçirdiği aşamaların ayrıntılarına burada girmiyoruz. Süregelmiş Avusturya – Prusya rekabetini de biliyoruz.
Bununla birlikte bu arada, Prusya ile Avusturya, İhtilâl’in yenilgisini pekiştiriyorlar. Bunların hareketleri, bize devlet ordularının kontrolünü ellerinde tuttukları sürece, parlamenter havanın hiçbir şey ifade etmeyeceğini gösteriyordu. Bundan da, Almanya’nın yeniden bina edilmesinin sadece Alman güçlerinden birinin ön ayak olması, ya da hiç değilse bunların itiraz etmemeleri şartıyla mümkün olabileceği sonucu çıkıyor. Bununla birlikte 1849 – 1850’de ihyanın ilk aşaması, sadece ihtilâlcilerle değil, Avusturya ile Prusya arasında hesapların görülmesi olmuştu. Avusturya sadece milliyetçi hareketi ve halk egemenliği taleplerini bastırmaya değil, aynı zamanda Konfederasyon içinde üstünlüğünü de göstermeye kararlıydı.
1859’da Alman siyasî faaliyeti iyice canlanmıştı. Bunun ilk dürtüsü, Avrupa milliyetçiliği ateşini tutuşturup 1860 İtalya krallığının ilânıyla sonuçlanan İtalyan birleşme savaşlarından gelmişti. Ama bu, sadece bir yaklaşık sebepti. Uzun süreli etmenlerde işin içindeydiler. Daha 1848’de başlamış olan ekonomik dinamizm ve sanayileşme, iyice hız kazanmıştı. Almanlar arası ve dış ticaretin genişlemesi, ulaştırma – iletişimlerin (münakalelerin) ıslahı, devletlerarasındaki türlü türlü sınırların günlük hayatın gerçeklerine çok daha az karşı koymasına götürmüştü; bu keyfiyet demiryolu inşası ile olduğu kadar 1850’de ihdas edilen Alman Posta Birliği sayesinde vâki olmuştu. Bunun ötesinde, ekonomik büyüme geniş ölçüde Zollverein’in üyelerine inhisar ettirilmişti ki bu suretle Avusturya işbu ekonomik akışın faydalarının dışında kalıyordu; aynı zamanda da, İtalya’da 1859’daki bozgunları sonunda askerî ve diplomatik olarak zayıflamıştı.
Yeni Prusya kralı Prens Wilhelm (Resim 13) ordunun siyasîleşmesini kabule hazır değildi. İlericilere mukavemet edip onları bozmak için Kont Otto von Bismarck’ı hükûmetin başına getirmişti. O da, işe başladığında, “zamanımızın büyük kararları nutuk ve çoğunluk kararlarıyla değil, … Ama demir ve kanla alınır” beyanında bulunmuştur. “Almanya” diye iddia ediyordu, “Prusya’nın Liberalizmine değil, Prusya’nın kuvvet ve kudretine bakıyor”. Demir ve kan gerçekten 1860’larda hâkim olmuş, Bismarck’ı dış düşmanlar ve iç muhaliflere karşı zafere götürmüştü. Bu olaylar zincirinde değişmez bir mantığın bulunduğunu, ya da Bismarck’ın, işbaşına gelirken tamamen teşekkül etmiş bir plânının bulunmuş olduğunu sanmak büyük bir hatâ olur. Her ne kadar Alman Sorunu’na icbar ettiği çözüm Alman politikalarını üç kuşak için şekillendirdiyse de bu, onun yoluna çıkan çeşitli kuvvetleri kullanma şeklinin ürünü olmuştu.
Prusya Avusturya’yı istilâ ettiğinde, ordunun kontrolü üzerindeki anayasal ihtilâf henüz halledilmiş değildi; bu itibarla hükûmetin orduyu finanse edişi gayrimeşrû idi. Prusya Parlamentosu’nun Liberal ekseriyeti iki sebepten Bismarck’tan korkuyordu; Bu hükûmetin dahilî baskı için kullanacağı ve de Alman birleşmesini ileri götürmeye niyeti olmadığı kuşkusu vardı. İlkinde haklı idiler ama ikincisinde aldandılar. Liberaller Prusya ordusunu Almanya’yı birleştirmede kullanmak üzere kendilerine tâbi kılmak istiyorlardı. Bismarck ise, Prusya ordusunu muhafaza etmek amacıyla Almanya’yı birleştirmişti. Prusya ordusu, Almanya’nın kaderinin hakemi olarak kalmıştı ki bu, zor yutulur bir lokma olmuştu. Bismarck’ın oldubitti’sinin yaptığı, Liberalleri parçalamak olmuştu.
Ne olursa olsun, 1870 – 1871 olayları bir kopmayı damgalıyor. 18 Ocak 1871’de, Prusya’nın Sedan zaferinden dört ay sonra, Versailles’ın Aynalı Salonu’nda Prusya’nın I. Wilhelm’i, Deutscher Kaiser tacını giymişti. Birçok Alman için işbu taç giyme bir siyasî çağa girmeyi simgeliyordu. En azından bunlar da en modern siyasî şeklini, Avrupa ulus-devletlerinin yurttaşları olmuşlardı.
“Bu savaş, çıkan asrın Fransız devriminden dahi büyük bir siyasî olay olarak Alman devrimi’ni temsil ediyor”
(İngiliz başbakanı Benjamin Disraeli (Resim 32)’nin Avam Kamarası’nda 9 Şubat 1871 tarihli konuşmasından)
“Bir büyük zafer, bir büyük tehlikedir. İnsan doğası bunu, bir bozgundan daha büyük zorlukla çeker; gerçekten, onu çok daha ağır bir bozgunla sonuçlandırmayan bir yolla çekmekten, böyle bir zaferi kazanmak daha kolay görünür” (Friedrich Nietzsche, 1873).
Versailles’da ilân edilmiş olan İmparatorluk bir askerî zaferden doğmuştu ve iki kuşak milliyetçi yazarın ümitlerini içeriyordu. Ama taç giymeyi takibeden coşkunun gerisinde müphemlik ve şüphe kalıyordu. Yeni devletin hem yapısı, hem de kamusal sembolleri çok kişiyi tatmin etmemişti.
Ne tür bir Reich’ti bu ve ne tür bir Kaiser? Sözcükler ortaçağ evrenselliğinin hatırasını hatırlatıyor. Ve Bismarck bunları yeniden canlandırırken ümit ettiği gibi kendi ulusal kaderini tayin etme doktrininin tazammun edeceği devrimci hareketlerden ürken gelenekçilere cazip geliyor. Bu yeni İmparator tacını ne halk alkışlar, ne de parlamenter kararla kabul etmişti; o, tacı, Baden Grand Duke’nin ellerinden giymişti. O, Deutscher Kaiser, bir halkın imparatoru değil, Kaiser Deutschlands, bir ülkenin imparatoru, yani Alman devletlerinin sair kral ve prensleri üzerinde hükümranlığana tazammun eden bir imparator olmuştu. İmparatorluğun kendisi dahi muahede ile yaratılmıştı. Güney Alman Devletleri bireysel olarak Kuzey Alman Konfederasyonu’na girmişlerdi; Bavyera bunu ancak parlamentoda Prusya aleyhtarı Vatansever Parti’nin son bir karşı çıkışından sonra yapmıştı. Bu duruma göre 1871 İmparatorluğu’nun 1806’da bitmiş olanın bir canlandırılması olduğuna, ya da I. Wilhelm’in V. Şarl (Karl) veya Frederick Barbarossa’nın ismen halefi olduğuna inanmak hayal kırıklığı yaratır. O, eski adlarla çatısı örtülmüş yeni bir devletti(232)– .
İmparatorluk, yaratılış şeklini yansıtıyordu. Liberallerin ümit ettikleri ulus – devlet’in ihdası değil, sadece vaadini temsil ediyordu. Bu yeni devlet, bir birleşmiş halkın birçok sembollerinden yoksundu. Anayasa halkta heyecan yaratıcı birşey içermiyordu: O, Amerika’daki gibi “adaleti yerleştirmek, ülkede rahatlığı sağlamak… Genel refahı teşvik etmek ve kendimize ve gelecek kuşaklara hürriyetin nimetlerini temin etmek” üzere tasarlanmıştı. Fransa’daki Bastille Günü (14 Temmuz) gibi millî tatil yoktu: 18 Ocak (Versailles’da taç giyme günü) sadece Prusya’da kutlanıyordu. Yeterince şaşırtıcı olarak, İmparatorluk bayrağı yoktu: Sadece 1892’de denizci ve tüccarların siyah – beyaz – kırmızı’sı bir statüye getirilmişti (siyah ve beyaz Prusya’nın, kırmızı da Hanseatic kentlerin rengiydi)(233)– . Millî marş yoktu : “Deutschland, Deutschland über alles” (Hoffmann von Fallersleben’in lirik ihtilâlci mısralarından Haydn’ın İmparatorluk marşı), 1922’ye kadar benimsenmemişti. Her ne kadar 1866 ilâ 1871 yıllarının gelişmeleri şüphesiz ekseriyetin desteğine, belki de hattâ coşkusuna sahip idilerse de, bunlar aynı zamanda askerî silâhların, siviller, otokrasinin parlamento ve Prusya’nın Almanca konuşan Orta Avrupa’daki rakip ve muhalifleri üzerindeki bir zaferi temsil ediyorlardı.
İmparatorluk’un 16 Nisan 1871’de yeni seçilmiş Reichstag’da kabul edilmiş anayasası, selefi, Kuzey Alman Konfederasyonu’nunkinden çok az farklı idi. Bu, sonuncusunu teşkil eden devletlerin idarecilerinin “ebedî ve ezelî birliği” idi. Yüksek ölçüde tenazursuz (bakışıklıksız) olmakla birlikte, bir federasyondu. Demokrasi, sınırlı monarşi ve otokrasi unsurlarını içeriyordu ve az çok I. Dünya Harbi’nin sonuna kadar yürürlükte kalmıştı.
Demokratik unsur, Kuzey Alman Konfederasyonu’ndaki gibi, ergin erkeklerin oylarıyla seçilmiş Reichstag idi. Sınırlı monarşi unsuru, her ikisi de büyük imtiyazlarla donatılmış İmparator ve başbakan Şansölye arasındaki ilişkide yatıyordu. Otokratik unsurda İmparator’un, askerî ve diplomatik işlevi tarifi yapılmamış kontrolu oluyordu. Bu mürekkiplerin (terkip edicilerin) üçüne de hâkim olmak, İmparatorluk’un federal karakteriydi. İmparatorluk’un oluştuğu yirmibeş devlet, başlıca 1849 – 1850 ihtilâlcı döneminden sonra mevcut olan anayasalarını muhafaza etmişlerdi. Bunlardan bazıları, Baden ve Bavyera gibi nispeten liberal, öbürleri ise daha az idiler. Mecklenburg – Schwerin ve Mecklenburg – Strelitz’de, 1918’e kadar seçilmiş parlamento yoktu. Öbür devletlerin parlamentolarının hepsi, sınırlı seçim hakkı ile seçilmişlerdi. Bunlarda tipik olan, Prusya’nın, içinde oy verme hakkının vergi mükellefiyeti ile saptandığı üç sınıf sınırlı oy hakkı idi. En yüksek vergi ödeyenler (tüm seçmenlerin yaklaşık yüzde 5’i), orta vergi ödeyenlerin (yaklaşık yüzde 10), ve en az ödeyenlerin (geri kalan yüzde 85) her biri parlamentonun üçte birini seçiyorlardı. İşbu teşekküllerin çoğunda Elbe nehrinin Doğu’sundaki mahallî toprak sahipleri, başlıca vergi verenler olarak, birinci sınıfta tek seçmen oluyorlar ve böylece de oyların üçte birine sahip oluyorlardı. Essen kentinde, Krupp firmasının başı aynı imtiyaza sahipti. Gizli oy verme yoktu ama temsil dolaylıydı, her üç sınıfın oy vericileri bir seçim erkânını seçiyorlar, bu da parlamento üyelerini seçiyordu. Alman devletleri, güçlerini İmparatorluk parlamentosunun “Yüksek Kamarası”, Bundesrat’ta icra ederlerdi. Prusya’nın 58 sandalyadan 17’sini haiz olarak, en çok delegesi olup bu sayı az çok onun kendi yolunda gitmesine yeterli oluyordu. Daha önemlisi, 14 oyun herhangi bir anayasal değişikliği tıkamaya yetmesi ile Prusya, bu babda mutlak vetoya sahip bulunuyordu. Toplam nüfusun beşte üçü ile onun yeni Reich’a hâkim olması şaşırtıcı olmuyordu. Bunda anlamlı olan, işbu hâkimiyetin icrasının, reform görmemiş ve böyle kalmaya kararlı Eski Prusya’nın elinde olmasıydı.
Anayasa, çeşitli hükûmet dallarının yetkilerini tarif ediyor, ama yetkinin gerçeklerinin bazılarında suskun kalıyordu. Demokratik unsur, Reichstag, güçsüz olmanın uzağındaydı. Her türlü İmparatorluk yasaları onun onayına muhtaçtı, İmparatorluk bütçesi gibi. Çok tartışmadan sonra, başlarda İmparatorluk masraflarının yaklaşık yüzde 90’ına sahip askerî bütçe, sadece yedi yılda bir oylanacaktı.
Bununla birlikte, Reichstag’ın yetkisinin de sınırı vardı. Şansölye, politikalarını Reichstag’a anlatmak zorundaydı ama bu sonuncusu onu görevden alamazdı; o, İmparator’un tayini ile o mevkie gelmişti, onu parlamento seçmemişti. Reichstag’a karşı sorumlu çeşitli bakanlıklardan kurulu bir İmparatorluk hükûmeti de yoktu. İmparatorluk’un bir hükûmeti olduğu sürece bu, Bundesrat olup bunda Şansölye, Reichstag ile Bundesrat arasında olmayıp demokratik Reichstag’ın çoğunluğu ile oligarşik Prusya parlamentosu (Lantag)’ın çoğunluğu arasında bulunurdu.
İmparatorluk’un yapısında en otokratik unsur, barış ile savaşa aitti. Dahilî siyasetin tüm konularında İmparator’un yasaları Şansölye’nin tasvip imzasını gerektirirdi. Bu tedbir bir demokratik kontroldan mahrum olmakla birlikte, sorumsuz kararlara karşı bir teminat oluyordu. Bu teminat muahedeler (andlaşmalar) yapma ya da savaş ilân etme hususlarına taallûk etmezdi. Bunlar sadece Bundesrat’ın tasvibini gerektirirdi ki, bunun da elde edilmesi zor olmazdı. İmparator tek başına barış ve savaşta silâhlı kuvvetlerin komutanı idi; Prusya Kralı olarak da Prusya ordusunun komutanı idi ki bu ordu en büyük kontenjanları sağlıyor ve az çok en yüksek liderliği elinde tutuyordu.
Her ne kadar mükemmeliyetten uzak ise de, Almanya’nın temsilî kuruluşları kendi sınırları içinde etkindiler. 1870 ve 1880’lerde Reichstag’ta temsil edilen partiler, iki tiptendi. Bir yandan, önceki onyılların anayasal mücadeleleri ve ideolojik tartışmalarından arda kalanlar vardı. Sözcüleri “halk”ı veya “ulus”u arkalarına aldıklarını iddia ediyorlarsa da, dar bir örgütsel temele sahiptiler. Muhafazakâr veya Liberal, aydın ve mülk sahibi, ulusal ya da mahallî eşraf Kamara’da yandaşlarının sadakat ve tabiiyetini ya da kişisel şöhret veya sosyal statüleri ile Kamara’da yer alma iddiasında idiler.
Bu partilerin en güçlüsü, 1867’de Bismarck’ın Alman Sorunu’na çözümünü kabul etmiş olanlar tarafından kurulmuş Ulusal Liberal Parti oluyordu. Bir ulusal birlik ve sivil hürriyet arzusunun dışında partiyi bir arada tutacak az şey vardı. O, başlıca, sanayi ve profesyonel orta sınıfları, bir birleşmiş Almanya’ya en büyük maddî ve hissî bağlılığı olanları temsil ediyordu. Orta ve daha küçük devletlerin Protestan alanlarında en kuvvetlisi idi.
Muhafazakârlar, ayrılmışlardı. Prusya’da Elbe Nehri’nin Doğu’sunda, toprak sahibi (“ağa”sı) Junker’lerin partisi vardı. Prusya devletinin sülâle ve değerlerine sadık olup bunların gözünde Bismarck, bunları Liberal’lara ve orta sınıflara satarak, eski, güvenilebilir asker devleti, milliyetçiliği müphem ve âdetlere uygun sloganlarla tahrip etmişti. Seçim sistemi sayesinde Prusya parlamentosunda yerlerinden emindiler, ama Reichstag’da fazla sandalyaları bulunmuyordu: 1874’te, 397 sandalya’dan sadece 27’sine sahiptiler. Öbür Muhafazakâr’lar, birçok Liberal gibi yeni nizamla uyuşmaya karar vermişlerdi. Münhasıran toprağa bağlı olmayan kişiler de vardı, bazı aristokratlar gibi. Prusya’da Freikonservative (hür muhafazakâr), ve Reichstag’da Reichspartei olarak bilinen bu parti, Bismarck’ı kayıtsız şartsız destekliyordu: Kemikleşmiş Junker’lerin aksine bunlar Reich’ı “Prusya monarşisinin Alman uzantısı” olarak öngörüyorlardı.
Ama bu partilerin hiçbirinin açık seçik prensip ya da çıkarı yoktu. Bu türlü müphemiyet yeni partileri, kitlesel üyelik ve halk kökenleri ile sarmamıştı: Katolik’lerin ve sanayi işçilerinin partilerinden başlangıçta bu sonuncusu en zayıfıydı. Alman sanayileşmesi 1860’larda ancak başlamıştı ve sosyalistler de hiziplerle parçalanmışlardı. Alman işçi hareketinin kurucusu, Silezyalı bir Yahudi tüccarın oğlu ve 1864’te bir düelloda öldürülen Ferdinand Lassalle (Resim 15) idi. Partiye, örgütlenme ile değil, kişiliğiyle hâkimdi; ölümünden sonra Marksist August Bebel ve Wilhelm Liebknecht işi ele almışlardı. 1875’te kurulan Sosyal Demokrat Parti (SPD), ismen bu iki grubun birleşmesi olmuşsa da, Marksistlerin örgütsel üstünlükleri ve ideolojik sağlamlıkları, daha önceden görülebilen etkiler yaratmıştı. 1878’te, Bismarck, yasanın gücünü bu yeni partiye çevirdiğinde, toplumun yüzde onunu oluşturan yarım milyon seçmeni vardı.
Öbür kitle partisi, Catholic Zentrum, İmparatorluk’un en garip siyasî formasyonu idi. Katolikler, Liberal’larla bir müşterek zemin bulmayı beklemiş olabilirlerdi. Ama Liberaller seküler, kapitalist yanlısı ve çoğunlukla Prusya’nın yandaşlarıydılar; İmparatorluk’un ilk on yılında bunların Alman politikalarına hâkimiyetleri, Zentrum’un mahiyetini saptamıştı. 1870’de, ilk kez sadece Prusya’da, Federal prensipi, dinî hakları ve geleneksel meslekleri, çiftçi, zanaatkârlar, eski Mittelstand’ın haklarını korumak üzere kurulmuştu. Bittabî bu çıkarları sadece Katolikler savunmuyorlardı ve parti kurucuları, bunun inançlar arası olması ümidini besliyorlardı.
Ama Almanya’nın dinî tabakalaşması bunun için çok derindi ve parti, fiilen bir Katolik partisi olarak kalacaktır. Bu, onun hem zaafı, hem de gücü olmuştu. Rahipleri sayesinde çalışan sınıfa derinden nüfuz etmişti. Verein für das kalotische Deutschland’ın I. Dünya Harbi’nden önce yarım milyon üyesi bulunuyordu. “Tilki, birçok şey bilir, kirpi, tek büyük şey bilir” demiş bir Yunan atasözü. Zentrum, bir politik kirpi idi…
Sosyal olarak mensupları, toprak sahiplerinden kömür madencilerine kadar sıralanıyorlardı; coğrafî olarak da İmparatorluk’un çevrelerinde, Doğu’da Silezya’da, Güney’de Bavyera’da, Batı’da Rhineland’da partilerin en kuvvetlisi idi. Dinin dışında gayri mütecanis olup birçok kez ayrı düşme tehlikesi geçirmişti.
1871 İmparatorluk’unun üzerinde müesses olduğu uzlaşma kolay kırılır halde olup uzun vadede bunda kaybeden, Liberalizm güçleri idi. Kısa vadede ise, uzlaşmanın iki partisi, çok farklı bakış açılarından, tamamlayıcı sonu arzu eder gibiydiler: İmparatorluk’un birinci Şansölyesi Bismarck, Orta Avrupa’da Prusya’nın, bir büyük güç olarak, hegemonyasında ısrar etmek, Liberaller, sadece bir Alman Millî Devleti (Nationalstaat) değil, bir Alman güçlü devleti (Maachtstaat) hayal ediyorlardı.
Bismarck ekonomist değildi ama Almanya’nın diplomatik inanılabilirliği ve askerî kendine yeterliliğinin ekonomik güce dayandığının bilincindeydi; Liberaller, sanayi, ticaret, finanstan söz ederek birlikte refah yolunu olduğu kadar ideallerinin gerçekleşmesini görüyorlardı.
Bismarck’la Liberallerin arasındaki ittifakta bağların biri Kilise Devlet ilişkileri konusu olmuştu. Bu anlamda Almanya doğruca İtalya ve İspanya’da, Fransa ve Belçika’da, İsviçre ve Avusturya’da alışılmış olan kilise karşıtı saldırıyı deniyordu. Katolik Kilisesi 1864’de içinde liberalizm, sekülarizm ve rasyonalizmin itham edildiği “Hatalar alfabesi” ile kendini tecrid etmişti. Papalık’ın 1870 Yanılmazlığı’nın İlânı ile düşmanlarını daha çok tahrik etmiş ve birçok dostunu da zor durumda bırakmıştı. İşbu beyanda ruhanî gücün seküler güç üzerinde yetkisinin bulunduğu ifade edilmiş olmakla yeni Alman devletinin hükümranlığı tehdit edilip bunu vatandaşlarının üçte birinin vatanseverlik ve sadakatinin körleştirilmesi amaç edinilmişti.
Bu kilise ve mezhep mücadeleleri üzerinde fazla durmuyoruz. Sadece, daha önceki çalışmamızda da zikretmiş olduğumuz gibi Bismarck’ın başlatmış olduğu Kulturkampf (Kültür mücadelesi) olgusunu kısaca anlatmakla yetineceğiz.
Bismarck bir orthodox Lutherian’dı; tüm “inananların ruhban sınıfı”na inanmıştı; doğal olarak Roma ve Katolik hiyerarşinin taleplerine olumlu bakmıyordu. Bu Kültürkampf’ın Alman kamu yaşamında derin ve kalıcı etkisi olmuştu. Alman Katolikliğine bir din şehidi halesi vermişti. Hiyerarşinin benimsediği pasif mukavemet, birçok rahibi, iki başpiskopos dahil, hapise götürmüştü. Alman Katolikleri, halkın en fakiri, en az eğitilmişi ve kamu hizmetlerinde en az temsil edilen bir zümre halindeydi. Yüksek iş ve finans katlarında Katolikler yok gibiydiler. 1880’lerde bir Protestan oğlan çocuğunun, bir Katolik’e göre, iki kat fazla üniversiteye girme şansı vardı; 1924 gibi geç bir tarihte, yüksek düzey bürokratların sadece yüzde 12’si Katolikti. Bu eşitsizlikler XX. yy’ın ikinci yarısında bile tamamen ortadan kalkmamışlardı. Junker sınıflarının birçoğunda kuvvetli Katolik aleyhtarı önyargılar vardı. Ama yine de Katolik Kilisesi, son tahlilde paganizm ve materyalizme karşı bir kale olarak kalıyordu.
Bismarck hiç şüphesiz Sosyal-Demokrasi’nin gelişmesi ve özellikle 1877’de partinin kazançlarından bayağı ürkmüştü; bu kazanç August Bebel tarafından alenen alkışlanmış olan Paris Commune’inden az yıllar sonra vâki olmuştu.
Seçimlerden sonra Muhafazakâr partiler, 1871’den sonra ilk kez, Liberal partiler kadar milletvekiline sahip olmuşlardı. Sosyalist toplantıları yasaklayan, polise arama, tutuklama ve sürme yetkisini veren ve hattâ Hükûmete sıkıyönetim ilânı hakkını tanıyan anti-sosyalist kanun, Ulusal Liberaller’in utanç verici tasvibleriyle hızla kabul edildi. Zentrum, bunun aleyhine oy kullandı.
Anti-sosyalist yasa, Kulturkampf tedbirlerigibi, kanun nazarında eşitliğin, İmparatorluk içinde pek kutsal olmadığını ve demokratik olarak seçilmiş bir parlamentonun da işbu prensipe riayetsizliğe karşı emin bir savunma olmadığını gösteriyordu. Bu politikada hükûmetin amacı iki türlü idi: Muhtemel Liberallere sosyal imtiyazlar tanıyarak silâhlarını ellerinden almak, ve de parlamentonun kişisel maddeler üzerindeki son kontrol kalıntılarını da yok etmek.
Daha büyük ulusal ve sosyal dayanışmaya doğru dürtüler, münhasıran bastırıcı değillerdi. Buna iki sebep vardı Antisosyalist yasa, tam adıyla “Sosyal Demokrasi’nin Caniyane Amaçlarıyla Mücadele Kanunu”nun arkasında gerçek bir ihtilâl korkusu yatıyordu. İmparatorluk’un yaşamında sürekli olarak bir hükûmet darbesi, ya da parlamentoyu ortadan kaldırma teşebbüsü söylentileri dolanıp duruyordu; ama bunların hiçbiri gerçek değildi. Mamafih Bismarck Sosyal Demokrasi’nin gerçek dertlerden yeşerdiğinin pekâlâ farkında idiler. Bu, hükûmeti sosyal ve ekonomik ilişkileri tanzim etmeye sevketmişti. İmparator’a göre “pratik Hıristiyanlık” olan sosyal refah tedbirleri, 1883 ile 1889 arasında kabul edilmiş olup işçileri dindarlık ve sadakata geri kazanmayı amaçlıyorlardı. Bir hastalık ve sadece işveren tarafından ödenme koşuluyla kaza sigortası ve de yaşlılık – emeklilik maaşı sistemi kurulmuştu. 1914’te, 16 milyon gibi insan, hastalığa ve yaşlılığa ve de 28 milyon, sanayi kazalarına karşı sigortalı bulunuyordu. Almanya, dünyanın en ileri Refah Devleti idi. Almanya’da devlet zaman zaman yüksek ölçüde zalim olabiliyordu, ama aynı zamanda da etkili babayani idi.
Az insan Prusya’nın 1870’de Fransa üzerindeki zaferinin anlamı hususunda atlamıştı. “Avrupa bir metres kaybetti ve bir efendi buldu” deyimi geniş ölçüde dillerde dolaşıyordu. Fransa’ya icbar edilen barış şartları, Alsace ve Lorraine’in ilhakı ve beş milyon altın frank harp tazminatı, Avrupa’nın, Prusya genişlemesinin sonunda değil, başında olduğu korkusunu teyidediyordu.
Bismarck’ın başarılarının Alman halkına ve birçok yüksek mevkide bulunanlara, bir ulusal hak ve sert çözümler zevkini verdiği muhakkaktı. Her ne kadar “demir ve kan” sloganı bunları teşvik ediyorsa da Bismarck’ın kendisi bu eğilimleri paylaşmıyordu. Onun başlıca tasası, Prusya’nın Orta Avrupa’da hegemonyasını emniyet altına almak olup bu amaç için Avusturya’yı tahrip etmek değil, yerinden etmeye, Fransa’nın gücünü azaltmaya ve Rusya’nın iyi niyetini sağlamaya ihtiyacı vardı.
1871’den sonra, işbu başarıları muhafaza etme kaygısına düştü, bütün muhafazakârlığı ile birlikte. Ancak, buna varmanın yolu savaş değil, barışdı. Bismarck nizamına tehdit iki kaynaktan gelebilirdi. İlki, Fransa’nın intikam arzusu olup bu nedenle onu diplomatik olarak yalnız bırakmaya ihtiyacı vardı. İlk birkaç yıl bu iş biraz zor olmuştu. Fransa’nın bir sağ kanadı, kralcı bir hükûmeti vardı ve uluslararası iyi ilişkilere sahipti. Bu ilişkileri kırabilmek, Kulturkampf amaçlarından biri olmuştu. 1877’den sonra, Fransa’da cumhuriyetçiler üstünlük kazanmaya başlayınca, bu tehlikeden daha az endişelenir oldu. Öbür tehdit Balkanlar’dan geliyordu: Burada Kırım Harbi’nden beri Avusturya, çürümekte olan Türk İmparatorluğu’nu kendine çekmeye çalışırken, Rusya, çoğu Hıristiyan ve başat olarak da Slav tâbi milletleri destekleme eğiliminde idi; bunda ümidi, İstanbul’a ve Akdeniz’e doğru kendi genişlemesini ilerletmekti.
Rakip imparatorlukları barış içinde tutmak için Bismarck, 1872 – 1873’de üç İmparatorlar Birliği’ni, zahiren müşterek monarşik siyasî nizamı muhafaza amacıyla teşvik etmişti. Ama bu, tamamen bir duman perdesi değildi. 1848 ihtilâlleri korkutucu bir deneme olmuştu; 1871 Paris Komünü, daha da çok ürkütmüştü ortalığa. Marx’ın 1864’te kurduğu Birinci Çalışanlar İnternasyonali fazla bir varlık gösteremedi, hizip kavgalarıyla bölünmüş olarak; ancak bu husus bugün, o zaman olduğundan çok daha aşikârdır. Ancak başlıca amacı diplomatik olan İmparatorlar Birliği, bekleneni vermemişti.
İlk deneme Fransa’dan geldi. Bozgundan sonra Fransız ekonomik toparlanmasının hızı Almanya’yı kaygılandırıyordu; askerî toparlanmanın başlaması, bu kaygıyı daha da artırıyordu. 1875’de Bismarck, basında Fransa aleyhine makaleler başlattı; bunların ortalığı en çok telâşa vereni “Savaş göründü mü?” olmuştu. Bunun etkisi hem Rusya’yı, hem de İngiltere’yi ayaklandırmak oldu. Her iki devlet, yeni bir Fransız – Alman harbinin Fransa’yı zayıf, daha da zayıf düşüreceği kanısıyla Almanya’nın Avrupa’da müsaade edilemeyecek bir üstünlük kazanmasından endişelenmişlerdi. Bu endişelerini de Bismarck’a ima etmişlerdi. Rusya ile İngiltere’nin Fransa lehine işbirliği tehditkâr olmuştu. O, 1914’ün bir önceden hissedilmesi idi. Bismarck’ın hep görmüş olduğu koalisyonlar kâbusu tahakkuk ediyordu. Almanya kuşatılmış olup iki cephede savaşmak durumunda kalacaktı.
İkinci kriz, Balkanlar’la ilgili idi. Bunun önde görünen sebepleri Bulgar ve Bosnalı Sırpların Türk idaresine karşı isyanları olmuştu. Bismarck, kavganın dışında kalmayı çok ümit etti. Bunda bir çıkar görmüyordu. Ama bunun dışında da kalamazdı, şöyle ki ortaklarının çıkarları uyuşmaz halde idi. Avusturya, Türk İmparatorluğu’nun tamamiyetini muhafaza etmekte kararlıydı. Bunda kısmen Rusya’nın önünü tutmak, kısmen de ulusal kendi kaderine kendisinin karar vermesinin zaferinin, ister istemez, çok uluslu Habsburg monarşisinin dibini oyacaktı. Rusya politikası daha müphemdi. Almanya ile iyi ilişkilerden yana olup herhangi bir serüvenden kaçınılan bir dış politika isteyen muhafazakâr grup vardı. Ama aynı zamanda da gittikçe güçlenen bir panslavist takımı vardı ki bu, müdahale ve kurtuluşu teşvik ediyordu ve Balkan Slavlarının durumu 1876 – 1877’de daha da ümitsiz olunca, bu takımın kulağı Çar’ınki olmuştu. Buna göre Rusya harp ilân edip Türkiye’yi bozdu. Ayastefanos’ta imzalanan barış İstanbul’da, bir aşırı panslavist olan Rus sefiri Kont Ignatief tarafından zorla kabul ettirilmişti. Bu barış, kesin şekilde Türkiye’nin Avrupa’daki idaresini azaltıyor, müstakil ve büyük ve Ege’ye çıkışı olan Bulgaristan yaratıyordu. Ama Avusturya’ya herhangi bir telâfi düşünülmemişti. Bu keyfiyet, sadece Rus ve Avusturya hükûmetleri arasındaki gizli anlaşmaya ters düşmekle kalmıyor, aynı zamanda Avrupa’nın gerisine, güçler dengesinde ciddî değişme getirerek, adetâ taarruz oluyordu. Yeni Bulgaristan, Rusya’nın muhtemel bir uydusu olarak görülüp İngiliz Başbakan Disraeli, bunu İngiltere’nin Hindistan yoluna bir özel tehdit olarak değerlendiriyordu.
Bu ihtilâfları ancak bir konferans tesviye edebilirdi. Böylece de Berlin’de 1878’de, Bismarck’ın riyaseti altında Berlin Kongresi aktedildi. Bunun ayrıntılarını çeşitli vesilelerle vermiş olduğumuzdan bunları burada tekrarlamıyoruz. Ama bundan çıkan sonuç, Almanya’nın kaderinin son tahlilde çok daha kuvvetle Avusturya’ya bağlı olduğunun ispat edilmesi idi. Bismarck bizzat 1876’da Ruslara teker teker ifade etmişti. Avusturya – Macaristan İmparatorluğu muhafaza edilmeye muhtaçtı. Daha Küçük ve Daha Büyük Almanya arasındaki eski ihtilâfı yeniden alevlendirmemek için.
.
. .
Keynes, 1919’da “Alman İmparatorluğu, kan ve demir üzerine olduğundan çok, daha doğru olarak kömür ve demir üzerine bina edilmişti” diyordu.
1960’larda, Almanya’nın bir ekonomik dev olmasına karşın bir politik cüce olarak kaldığı bir klişe haline gelmişti. Bu müşahade pekâlâ 1890’lara da uygulanabilirdi. Dıştan biri, Bismarck’ın geçmiş otuz yıl üzerindeki diplomatik ve askerî başarılarına bakarak Almanya’nın kendisine pek çok şey yapmış olduğunu düşünebilir. Almanya’nın kendisinde, çok az şeyin gerçekleştirildiğine dair artan bir his vardı: İmparatorluk, gerçek dünya statüsü yerine hâlâ orta derecede bir güç olarak kalmıştı ve Almanya’nın dünyadaki etkisi, ekonomik gelişmesine adımını uyduramamıştı.
1870 ile 1913 arasında Almanya’nın üretim kapasitesi sekiz kat artmışken, İngiltere’ninki iki kat, Fransa’nınki de üç kat artmıştı. Sadece Amerika Birleşik Devletleri, en büyük üretimciler arasında, çok daha hızlı bir büyüme sergilemişti: 1893’te Alman çelik üretimi İngiltere’ninkini yakalamış, 1910’da Alman demir ve çelik ihracatı, İngiltere’ninkini geçmişti.
Ama bütün bunlar hikâyenin sadece yarısı oluyor. 1870’de Alman ekonomisi, her ne kadar müreffeh ve gelişmekte olduysa da Sanayi Devrimi’nin teknolojisini hazmedip onu yaymakta, bırakalım ona iştirak etmeyi, çok uzağa gitmemişti. Madencilik, mühendislik ve tekstil know-how’ı başlıca İngiltere’den, kimya know-how’ı da yine başlıca Fransa ve Belçika’dan geliyordu. Birçok endüstri, mekanizasyonun ancak sınırında bulunuyordu; tek adamlı atölyeler, evin arka avlusu ve hattâ odalarında taşöron (Verleger) olarak imalât, hâlâ mutaddı. Birçok usta zanaatkâr, işinin âletlerini sırt çantasında taşıyarak gezici işçi olarak çalışmayı, bir sürekli fabrika işçiliğine tercih ediyordu.
Bu eski koşullar uzun sürmeyecekti. 1870 krizi, küçük sermayelileri ciddî olarak çarpmış, etkin üreticiler üzerinde daha az tesirli olmuştu. 1880’lerden itibaren birimin ve prodüktivitenin boyutu makinalaşma, sınaî büyümenin yön ve hızını idare ediyordu. Bu keyfiyet, özellikle Almanya’nın en büyük teknik iştirakı olan iki endüstri, kimya ve elektrik endüstrisi için doğruydu.
Magdeburg ile Halle arasında Stassfurt’taki fevkalâde zengin potasyum tuzları yatakları, üstün bir eğitimsel düzey, yüksek ilmî bilgi gibi avantajlar Almanya’ya, zamanı gelince, bunda ve daha başka birçok alanda ilk önce başlamış olan İngiltere ve Belçika’nın kimya liderliğini kapma olanağını vermişti. 1880’lerde Ludwigshafen’de Badische Anilin, Leverkusen’de Bayer, Berlin’de AGFA ve Frankfurt yakınlarında Hoechst, dünya standardlarında devler olmuşlardı. Bunların en hayret verici başarıları boya malzemelerindeydi. Yüzyılın sonlarında, dünya ihracatının yüzde 90’ını sağlıyorlardı.
Ama başarıların en büyük payı, elektrik endüstrisinde idi. Bunun kurucusu bir teknisyen – girişimci Werner von Siemens olup bu kişi 1867’de dinamoyu icad etmişti ve 1870’de de elektrikli cerri denemekteydi. Amerikan olduğu kadar Alman icad kabiliyetine dayanarak Alman elektrik fabrikaları aydınlatma, ısıtma, elekrik üretme, enerji nakli hususunda önde üreticiler olmuşlardı. Bunlar hızla iki dev kombinada temerküz ettiler: Siemens – Schukert ve Emil Rathenau’un Algemeine Elektrizitäts – Gesellschaft (AEG). Bu iki şirket, Almanya’nın sınaî olarak gelişme yolunun örnekleri olmuşlardı: Gecikmiş bir başlangıç, teknolojik mükemmellik ve rasyonel organizasyon, iyi finanse edilmiş üretim takviyesi ve kaliteye ağırlık verilmesine dayanan hızlı bir yükseliş. Bunun ödülü olarak Alman elektrik endüstrisi 1913’te dünya üretiminin üçte birini ve İngiltere ile Amerika’nın birlikteki ihracatından daha fazlasını gerçekleştirmişti.
1873 – 1914 yılları, Almanya’nın sınaî temelinin atıldığı yıllar olmuşlardı; başlıca bir kırsal ülkeden Amerika’dan sonra gelen bir imalâtçıya dönüşmüştü. Bu işin süreci kolaylıkla görülüp bunun bazı standard veçheleri vardı: Kırsal alandan kente bir hareket, üretimin daha az ve daha büyük birimlerde temerküz etmesi, mahallî tüketimi için üretimden piyasa için üretime geçiş, toplumun, geniş tesisler için gerekli hergün artan sermaye ihtiyacını sağlayan ya da idare edenlerle maaş veya gündelikle çalışan işgücüne bölünme eğilimi. Bir sanayileşme boşlukta vaki olamazdı; ama Japonya veya İsveç’te, Brezilya ya da Birleşik Devletler’de farklı seyir takibedecekti. Bu, kısmen, ne zaman vâki olduğuna bağlı oluyor : Açıkça, XX.yy’ın ikinci yarısında harekete geçen bir ülke ile bunu XIX.yy’ın ilk yarısında yapmış olan, birbirlerinden farklı olarak gerçekleştirir. Bu aynı zamanda iklime, doğal kaynaklara ve ticaret yollarına yakınlığa, ama başlıca, toplumun mevcut yapısına da tâbi oluyordu, şöyle ki bu keyfiyet, işbu toplumun sanayileşme sürecini nasıl sindireceğini tayin edecekti.
Bu bablarda Wilhelm İmparatorluğu’na baktığımızda, birçok izahla karşılaşılıyor. Önce; Fransa ve Anglo-Sakson ülkelerle kıyaslandığında, sanayileşmenin hız ve mükemmelliği geliyor. İngiltere’de buhar gücünün imalâta uygulanması ve sınaî büyümenin dönüm noktası bir asır gibi zaman almıştı. Almanya’da ise bu, en çok kırk yılda olmuştu ve bu kırk yılda çok daha fazla alanı kaplamıştı. Bu itibarla, toplumu yeni bir insan tipi düşüncelerine nüfuz etmek için yeni koşullara zihnî ayarlamalar için daha az şans bulunuyordu.
İkinci ve daha da önemli olarak, İngiltere daha önceden, işbu sürecin başlangıcında sanayileşmenin sosyal darbesine, Almanya’nın olduğundan daha iyi hazırlanmıştı. XVIII. yy İngiltere’sinin de hiç yadsınamayacak şekilde sınıf farkları vardı, ama bunlar kast farkları değillerdi. Topraktan ve ticarî refah arasındaki ayırıcı çizgi vazıh değildi ve aralarında evlenmeye mani yoktu. Sosyal ıslâhın takdire lâyık, finansal kazancın peşine düşmenin bir kamu hizmeti olduğu, işbu kazançlar için rekabetin azamîye çıkarılmasının gerektiği fikirleri geniş ölçüde bilinip kabul edilmişti. Böylece rekabet ruhu ekonomiden hayatın başka alanlarına intikal ettirilebilirdi ki bu, eşitleşmeye doğru bir genel eğilim yaratıyordu; elbette ki bu eşitlik, refah ya da sosyal mevkide olmayıp seçim hakkının genişletilmesi, kamu hizmetlerinde ailevî intısab yerine sınavın ikamesi, eğitimde İngiltere Kilisesi’nin imtiyazlarının kaldırılması suretiyle, politikada idi. Herşeyin ötesinde, kentle kırsal alan arasındaki farklar kırılma yolunu tutmuştu: 1800 ve en geç 1840’ta, kara Avrupa’sının ayırıcı özelliği olan köylü sınıfından çok az şey kalmıştı. Çiftçi, ister toprak sahibi, ister kiracı ya da ortakçı olsun, bir girişimci idi; sermayesi olan sürülerini ıslâh ediyor, makina satın alıyor, sair herhangi bir işadamı gibi işçilik istihdam ediyordu. Britanya’daki bu keyfiyet, daha güçlü olarak ABD için de doğruydu; burada köle kullanan Güney dışında aristokrasi yoktu. Ticarî değerler ve siyasî eşitliği vaaz eden bir sivil dine dayalı kamu ideolojisi, Amerikan toplumunun, Avrupa’nın herhangi bir ülkesinden sanayileşmenin darbesine çok daha iyi hazırlanmış olduğunu ifade ediyordu.
Bunun tezatı olarak Alman sanayileşmesi, eski bir devrin tabakalaşmasının kuvvetlice kök salmış olduğu, Manchester doktrinlerine fikrî ve edebî mukavemetin güçlü olduğu bir topluma çarpmıştı. Daha önce gördüğümüz gibi, sanayileşmenin ilk safhası birleşme sürecini teşvik etmişti, ama birleşme savaşlarının sonucu ordunun, toprak sahiplerinin, monarşi ve Prusya anayasasının durumunu pekiştirmişlerdi; bunlar sanayi toplumunun değerlerine düşman olup eski kurumların siperine sığınmışlardı ki aksi halde, burjuva saldırısına yol açabilirdi.
Sanayi Devrimi’nin birçok yapıcısının kendilerini sanayi öncesi sosyal ve politik nizama uyarlama arzusu kısmen, sosyal rahatsızlık korkusundan kaynaklanıyordu. Ama keza birleşme deneyinin sanayiciler ve orta sınıflar üzerindeki etkisinden de ileri geliyordu: Devlet’e saygı, kuvvete tapma ve yükselttiği şiddetli sosyal vahdetin arzusu idi bu etkiler. Britanya, Fransa ve ABD’nin ekonomist ve siyaset bilimcileri tarafından vaaz edilen bireyci materyalizm, sosyal dokuyu tahrip edici gibi görünüyordu. Herşeyin üstünde, tüm sürecin hız ve mükemmeliyeti, damgalarını vuracaklardı. Alman Sanayi Devrimi, daha sonra tüm ekonomiye hâkim olacak olan çok az insanın işi idi. Gerçi çok sayıda küçük ve orta boy fabrika sahibi vardı ama bunların rolü ötekilere tâbi oluyordu. Büyük hızla dev firmalar bunların etrafında yükselmişti. 1910’da İngiltere’de 50.000 anonim şirket varken bu sayı Almanya’da sadece 5.000 idi. Ama Alman firmalarının sermayesi, İngilizlerininkinin üç katına varıyordu. Essen’de Krupp 70.000, Berlin’de Siemens 57.000’in üzerinde müstahdeme sahip bulunuyordu. Kapitalist sınıf küçük olmakla kalmıyor, İngilizlerden daha az Alman, doğruca yatırım yoluyla endüstriden pay alıyordu.
Mezkûr sanayi kaptanlarının iktisab etmiş bulundukları oldukça imtiyazlı konum, bunların aşikâr olarak kuvvetli rekabet dürtüsü tarafından teşvik edilmelerine rağmen, neden sanki bunlara sahip değilmiş gibi davranmalarını izah eder. Rakiplerine, müstahdemlerine ve devlete karşı tavırlarında bunu gösteriyorlardı. Müstahdemlerine karşı bunların çoğu, Prusya devletinin vicdanîliğini, babayanîliğini sergiliyorlardı. Daha yüzyılın sonundan önce Krupp, müstahdemlerine evle mülk ve sıhhî hizmet veriyordu; ama buna karşılık da onların önce firmaya sadakatlarını bekliyorlardı ve bunların birçoğu, irsî olarak “Krupp’lu” olmak statüsü ile iftihar ediyorlardı. Wilhelm döneminin en olağanüstü, zengin ve nüfuzlu işadamı, Baron Carl von Stumm – Halberg olup Saar bölgesinin kömür ve çelik kodamanı, Muhafazakâr Reichstag üyesi ve İmparator’un da şahsî dostu idi. Müstahdemlerine Sosyal – Demokrat Parti’ye üye olmayı, herhangi bir sendikaya, isterse Hıristiyan olsun, mensup olmayı, ya da Muhafazakâr olmayan gazeteye abone olmayı yasaklamıştı. Bunlar ancak en az yirmi dört yaşından önce evlenemezlerdi, kişisel tasarrufa sahip olmalıydılar ve gelini, tasvib için patrona arzetmek zorundaydılar. Çocukları kiliseye gideceklerdi.
Sosyalist ve hattâ Liberal “altüst etme”ye karşı sürekli düşmanlık, ağır sanayide en kuvvetli durumda olup bu sonuncusu daha 1870’lerde devletle fiyat tarifeleri ve ittifaka doğru adım atmıştı. Demir, kömür ve çelik firmaları, hiçbir surette Almanya’ya münhasır olmayan, ama orada başka yerde olmadığı gibi hâkim hale gelen bir gelişmeyi şekillendirmede öncülük etmişlerdi: Kartel oraya çıkacaktı. Bu, Amerikan tipi bir “tröst” olmayıp basitçe, üretim düzeyi ve fiyatlar kademesi hususunda bir mukaveleli anlaşmaya varmış imalâtçıların bir ortaklığı olmuştu. Bu haliyle temel emtia üzerinde bir tekelci eli haizdi. Yüzyılın dönüşünden sonra Rheinisch Westfälische Kohlensyndikat tüm Ruhr kömür ve kok verimini ve Almanya’nınkinin yaklaşık yarısını kontrol ediyordu. İki elektrik devi, Siemens ile AEG, bir fiyat tespiti anlaşmasına varmışlardı. Bu kartellerin en ünlüsü, kimya endüstrisinin I. G. Farben’i, ancak I. Dünya Harbi’nden sonra resmen ortaya çıkmıştı. Alman karteli, Anglo-Sakson ülkelerde sınaî merkezîleşmesinin yarattığı düşmanlığı görmemişti ve anlaşmaları saraylar tarafından cari olarak tasdik edilmişti. “Trust kırıcı” hareketler yoktu, “ticaretten kısıtlama”, bir küfür tâbiri olmamıştı. Kartelleri cazip kılan, iştirakçılara temin edilen rahat kârlardı. Materyalist, Batı uluslarında revaçta olan mukaveleli Gesellschaft (Şirket)’e mukabil Alman Gemeinschaft (cemaat) idealini ifade ediyordu. Bunlar ulusal ekonomik birleşmenin son aşamasını, bireysel firmanın Kleinstaaterei (küçük taşracılık) üzerindeki zaferini temsil ediyordu. Bunlar aynı zamanda sadece sahiplerini değil, müstahdemleri de dünyanın aşırı fiyat ve talep dalgalanmalarına karşı koruyorlar ve dolayısıyla sadece “öğretim üyesi sosyalistler” tarafından değil, bazı sendika liderlerince de iyi karşılanıyorlardı(235)– .
– (231) ibd . , S. 79 – 94 .
– (232) Hitler’in Rusya’ya saldırısının adlandırıldığı “Barbarossa Harekâtı”, Almanya’nın hâlâ işbu eski adlara bağlı kalmış olduğunu gösterir.
– (233) Hansa Birliği, Almanya’nın kuzeyindeki kentlerin ve yabancı ülkelerde yaşayan Alman gruplarının, karşılıklı çıkarlarını korumak amacıyla kurdukları ticarî örgütlenme olup, XIII. Yy’dan XV’yy’a değin Avrupa’nın kuzeyinde önemli bir ekonomik ve siyasî güç olmuştu. Ortaçağ Almancasında “lonca” ya da “birlik” anlamına gelen Hanse sözcüğü, “takım” ya da “bölük” anlamındaki Gotça bir sözcükten türemiştir.
– (234) Peter Pulzer . – Germany 1870 – 1945 . Politics, state formation and war, Oxford 1997, S. 3 – 45 .
– (235) ibd., S. 46 – 52.